• Sonuç bulunamadı

Nasreddin Hoca. Hazırlıyan: Abdülbâkî GÖLPINARLI. Çizgiler: İSTANBUL. 93, Ankara Caddesi, 93

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "Nasreddin Hoca. Hazırlıyan: Abdülbâkî GÖLPINARLI. Çizgiler: İSTANBUL. 93, Ankara Caddesi, 93"

Copied!
106
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Nasreddin Hoca

H a z ı r l ı y a n :

Abdülbâkî GÖLPINARLI

Çizgiler:

A b i d i n D İ N O

İ S T A N B U L

B E M Z İ K İ T A B E V İ 93, A n k a r a Caddesi, 93

(2)

Y Ü K S E L E N M A T B A A S I

• • İ S T A N B U L — 1 9 6 1 •

(3)

Ö N S Ö Z

•• Nasreddin Hoca kimdir? Ne vakit yaşamıştır, nasıl bir adamdır? Hattâ böyle bir adam yaşamış mıdır? Bütün bu sorulan kesin olarak cevap­

landırmaya imkân yok bizce.

Birçok fıkralar, onu, Temürleng'le çağdaş göstermede. Bir halk riva­

yeti de X. yüzyılın meşhur safîlerinden olup Bağdat'ta asılan Huseyn ibn-i Mansûr-al-Hallâc'la ve XV. yüzyılın ilk senelerinde Halep'te, derisi yüzülmek suretiyle öldürülen Seyyid Nesîmî ile arkadaş saymada. Baba Şücâ' adlı bîr şeyhin dervişiymiş bu üç zat. Şeyhin bir koyunu varmış.

Kesermiş, pişirirlermiş, kemiklerini bir araya toplar, Tanrıya niyaz eder­

miş, kemikler birbirine çatılır, etlere bürünür, etler deriyle, deri, yünle örtülür, hayvan dirilirmiş. Bir gün, Huseyn ibn-i Mansûr'la Nesîmî, şeyh yokken koyunu kesmeyi kurmuşlar. Biz de dua ederiz demişler, elbette canlanır. Mansûr, kesmiş, çengele asmış, Nesîmî, derisini yüzmüş. Hoca Nasreddin, bu işlere hiç karışmamış, fakat boyuna bunların hareketle­

rine bakıp gülmüş. Koyunu pişirip yemişler, kemiklerini toplamışlar, duaya koyulmuşlar, fakat dirilmemiş. Bu sıralarda şeyh gelmiş, işi an­

layınca pek canı sıkılmış. Kim kesti demiş. Mansûr, ben kestim, astım deyince dilerim demiş şeyh, kesilesin, aşılasın; kim yüzdü? Nesimî, ben yüzdüm demiş. Şeyh, sen de demiş, yüzülesin. Sonra Nasreddin'e dönüp sen ne yaptın demiş. Nasreddin, ben, boyuna bunlara güldüm demiş. Şeyh, sana da demiş, kıyamete kadar gülsünler.

Bâzılarına göre Nasreddin Hoca diye bir adam yoktur. Arapların Cu- ha'sı, Hoca şeklinde, Türklere geçmiştir, hattâ Hoca ile Çuha adlarının yakınlığı da bu.yüzdendir. Bâzılarına göreyse Hoca'nm fıkraları XVI. yüz­

yılda arapçaya çevrilmiş, hattâ bu fıkralara, «Nevâdiru Hâce Nasruddîn Efendi Çuha» adı verilmiştir, buna. karşılık Cuha'nm fıkraları, eski za­

manlarda toplu bir halde yoktur.

9

(4)

Nasreddin Hoca, eski yazma letâif mecmualarında, Selçıiklular dev­

rinde ve Alâeddin zamanında yaşamış gösterilir (1). Akşehir'deki türbe- sindeki kitabede 386 tarihi var. Türbe, 1908 den sonra tamir edilirken, aynı tarihi taşıyan kırık bir eski kitabe daha bulunmuştur. Mahallî riva­

yetlere göre, Hoca'nm gülünç şahsiyeti, bu kitabede de gösterilmiştir. 386, tersine okunursa Hoca'nm ölüm yılı olan 683 senesi (1284-1285) bulun­

muş olur.

Seyyid Mahmûd-ı Hayrânî'ye ait 655 te (1257), Hacı İbrahim Sultan'a ait 665 te (1266-1267) tanzim edilen iki vakıfnamede, Hoca'nm şâhid oluşu, onun yaşadığı çağı, meydana çıkarmakta ve kitabenin doğruluğunu ispat etmektedir.

Gene rivayetlere göre Nasreddin Hoca, 605 te'(1208-1209) Sivrihisar'a tâbi Hortu köyünde doğmuştur. Babası, o köyün imamı Abdullah'tır. Son­

ra imamlık kendisine' kalmış, 635 te (1237-1238) vazifesini, Mehmed adlı birisine bırakıp, Seyyid Mahmûd-ı Hayrânî'ye intisab etmek üzere Ak­

şehir'e göçmüş v e orda ölmüştür.

Burda, Nasreddin Hoca'nm kızma âid olduğu söylenen mezar taşının da Konya'da, Mevlânâ Müzesi'nde bulunduğunu söyliyelim. Türbe avlu­

sunda, «Hadîkatül Ervah» a girilince sağ yandaki duvara dayalı bulunan bu taş, 1367 No. da kayıtlıdır. Sivrihisar'dan gelmiştir. Kırılmış, beş parça olmuş, beton kalıba alınmış, alçıyla tutturulmuş, bâzı yerleri kapanmış­

tır. Yazı altı satırdır v e Selçuk sülüsiyle erkek yazı olarak kazınmıştır.

Müze Müdürü Mehmed Önder, bize bu baş taşını haber vermek ve gös­

termek lûtfundâ bulundu; teşekkür ederiz. Kitabeyi yazıyoruz.' Noktalı yerler, kapanan yerlerdir:

Allah... F â t ı m a H â t û n b i n t i H â c e N a s r u d d î n N u s r a t i e g a m n a a d a h a l l â h u bi g u f r â n i h î

Sab'atu va ışrîne va sab'amia

683 te vefat eden Hoca'nın kızının, 727 de ölmesi gaayet tabiîdir.

İ s m a i l Hâmi Danişmend'e g ö r e Hoca, Ç o b a n o ğ u l l a r m d a n Husâmed- d i n Çoban o ğ l u Alp-Yürük'ün t o r u n u Muzaffereddin Yavlak-Arslan'm

(-1) I. Alâeddin Keykubad, 1210-1219 da, I I . Alâeddin, 1249-1257 de, .11. İ z - zeddin ve IV. R ü k n e d d i n ' l e b e r a b e r h ü k ü m s ü r m ü ş t ü r . I I I . Alâeddin 1298 le 1301 a r a s ı n d a padişahlık etmiştir.

10

(5)

oğlu Nâsıreddin Mahmûd'dur. Babası, İ291 de ölmüş, Hâce Nâsıreddin Mahmûd, Kastamonu'da beylik etmiş, sonra Selçukluların hizmetine gir­

miş, 1283-1291 de Konya'da bulunmuş, bir aralık saltanat naipliği de yap­

mıştır.

*

Hoca'nm, en eski fıkrası, Ebül-Hayr-ı Rûmi'nin, Cem Sultan adı­

na yazdığı «Saltuk-Nâme» sindedir. Bu fıkraya göre Hoca, Akşehir'de yatan Seyyid Mahmûd-ı Hayrânî'nin dervişidir. Pirdaşı Sarı Saltuk,' p î: rini ziyaret için Akşehir'e gelmiş ve Hoca'ya konuk olmuştur. Hoca, Sarı Saltuk'a altın ve. gümüş sahanlarla yemek çıkarmış ve bizzat kendisi hiz­

met etmiştir. Sarı Saltuk, bir aralık, acaba bunlar. Hoca'ya babadan mı kalma, yoksa kendi mi çalışıp kazandı da aldı "diye düşünürken Hoca,

onun gönlünden geçeni anlamış, hepsi de demiş, babadan kalma. Benim, ancak üç malım var, onlarla geldim, bu dünyaya, onlarla giderim. Sarı Saltuk, nedir onlar diye sorunca bir y...., iki t... demiş. Sarı Saltuk, böyle olgun bir adam abes söz söylemez. Bu söz, şüphesiz ki bir remiz, amma neyi kasdetti acaba diye düşünürken Hoca, düşünme, düşünme demiş, bu üç şeyle inancı, ameli ve ihlâsı kasdettim.

Bu fıkraya göre Hoca, altın ve gümüş kap-kaeak sahibidir v e zengin bir adamdır. Aynı zamanda 1263-1264,te, on-on iki bin göçer-evli Türk­

men'le Rumeli'ye geçen Sarı Saltuk'la pirdaştır. Zâten «Saltuk-Nâme», Sarı Saltuk'u, Seyyid Mahmûd-ı Hayrânî'riin dervişi sayar. İbn-i Batû- ta'nm kaydına ve ap-açık Bâtınî inançlara sahib olan Barak Baba'nm şeyhi olmasına nazaran S a n Saltuk Baba'nm, 1240-1241 de eeşhur Babâî isyanını hazırlıyan ve îdam edilen Baba İshak'm ve onun şeyhi Baba İlyas'm kanâatlarını benimsemiş bir adam olduğunda şüphe edilemez (2).

Esasen Bektaşî Vilâyet-Nâmesi' (Hacı Bektaş Manâkıbı), onu, 'Hacı Bek- taş halîfesi gösterir.

Hoca'nm, yazılı olarak bulduğumuz bu en eski fıkrasından sonra 1531- 32 de ölen Lâmiî'nin «Lâtâif» inde de iki fıkrası var. Bu fıkraların birin­

de XIII.-XIV. yüzyıllarda Anadolu'da yaşayan Şeyyad Iiamza'nm adı geç- (2) B a r a k B a b a ' n m , k ü ç ü c ü k bir risalesi vardır. Bu risaleyi, önce Hilmi Ziya, M i h r a p dergisinde yayınladı (Anadolu T a r i h i n d e Dinî Ruhiyat M ü ş a h e d e ­ leri, İ s t a n b u l , 1340, sayı: 13-14). S o n r a biz, 1939 da, İ s t a n b u l , İkbal Kitabevi ya­

y ı n l a r ı n d a n o l a n «Yunus E m r e - Hayatı» adlı eserimizde b u risalenin m e t n i n i ve ş e r h i n i n e ş r e t t i k . Neşrettiğimiz ş e r h i n K u t b - a l - A l e v î ' n i n î a r s ç a ş e r h i n i n t ü r k - çeye t e r c e m e s i o l d u ğ u n u s o n r a d a n a n l a d ı k . Y a k ı n d a Yunus'a ait neşredeeeği- rniz b i r m o n o g r a f i d e b u î a r s ç a şerhle t e r c e m e s i n i bir kere d a h a gözden geçire­

ceğiz.

11

(6)

mektedir. Fakat zenginliğine, yoksulluğuna âit bir ip-ucu vermemekte­

dir.

*

Bu, XV. ve XVI. yüzyıla aid iki eserde kayıtlı üç fıkra, gerçekten de yoksul, yahut zengin, halktan, yahut yüksek zümreden olan Hoca'ya ait midir? Kim iddia edebilir böyle bir şeyi? En eski yazılı fıkraların bile ona aid oluşu, şüpheliyken artık öbür fıkraların Hoca'ya aidiyetini söy­

lemek imkânı kalır mı? Zâten bu fıkraların bir kısmı, Bektaşî'ye bir kıs­

mı, herhangi bir dîvâneye, bir kısmı da, muayyen ve tarihî bir şahsiyete atfedilmede. XIII. yüzyılda yaşayan Hoca'nm, Temür'le buluşup konuş­

masına imkân yok. Meselâ, bir gün hamamda, kul olsam da satılsam kaç para ederim diyen Temür'e, Hoca'nm şu kadar akçe demesi, Temür'ün, yalnız futanı o kadar eder sözünü, zâten ben de ona değer biçmiştim sö­

züyle karşılaması, eski kaynaklarda, Temür'ün çağdaşı ve «İskender-Nâ- me» sahibi, şâir Ahmedî'ye (ölm. 1412) atfedilmiştir. Hoca'nm bâzı fık- ralariyse Arapların meşhur ahmak, fakat sâf ve gülünç tipleri Cuha'ya, Delkak'a, Ebenneka'ya da izafe ediliyor. Bâzı fıkralarsa o kadar mânâsız ve o kadar aptalca ki bunların, artık lâf olsun diye sersem zekâlardan doğduğu meydanda.

Görülüyor ki işin içinden çıkmanın imkânı yok, çünkü dış yok ki içinden çıkılsm. Belki iddia edenlerin iddiası doğrudur da Hoca, bir Hâ- cedir, vezir oğlu vezirdir ve bu zat, espritüeldir, hazır-cevaptır, zekîdir, sırasında kendini sâf göstermeyi bilir. Fakat halk, ondan daha zekîdir, daha espritüeldir, daha hazır-cevaptır, onun şöhretini kullanmış, ondan bam-başka bir tip, bir halk tipi yaratmış, onu kendisine mal etmiş, ona sözler söyletmiştir. Belki de Hoca, bir köy imamının oğludur, köy ima­

mıdır, halktandır ve halk, onu o kadar bağrına basmıştır ki zaman-za- man durmamış, boyuna onun dilinden olaylar icad etmiştir, sözler söy­

lemiştir, içini dökmüştür, derdini boğmuştur.

Her ne olursa olsun, Hoca, perdecileri olan, harem ağalarının dolaş­

tığı haremlerde, beyaz topuklu, yalın yüzlü hizmetçilerin, nâz ile hırâ- mân olduğu- saraylarda yaşamış bir tip değildir. Hoca, dert çeken, acıkan, ağlayan, bezen, uman, istiyen; inanan ve sırasında inanciyle alay eden, efkârlanan ve sırasında efkârını bir nüktede boğan halktır, hem de tarih boyunca halk.

Halk, Hoca'dır. Buna örnek mi istiyorsunuz? İşte bir fıkrası. T e r ü taze, burcu-burcu kokmada:

(7)

Hoca'nm bir boğası varmış, yedi köyün ineğine yetermiş. Hükümet, bir nünrane çiftliği yapmış, bu boğayı satın almış. Gözleri sürmeli, ger­

danı katmerli, tüyleri pırıl-pml bir inek arz etmişler boğaya, başını çe­

virmiş. Ondan güzelini bulmuşlar, koklamış, beğenmemiş. Günler günü bu, böyle gitmiş.

Hoca'ya baş-vurmuşîar, ne oldu b u boğaya demişler, yedi köye ye­

terdi, bir döl alamadık-gitti. Gülmüş Hoca, elbette demiş, öyle olacak;

hükümet memuru oldu, bugün git, yarım gel diyor.

B u fıkranın, XIII. yüzyılda yaşayan müreffeh bir bey, yahut bir köy imamı Hoca'ya aid olmasına imkân mı var? Demek ki halk, yüzyıllar boyunca Hoca'yla sarmaş-dolaş yaşıyor. O, halkın muhayyilesinde; halk, icab edince öz nefsine bile onun nüktesiyle çatıyor, onun diliyle sözler ediyor. Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun dediği gibi yakın zamanda bir gün Hoca, otobüse, öolmuşa da Mnecek, taksiye de binmek istiyecek mutlaka.

Bu son-uca varınca artık Temür meselesini de çözdük demektir. Te­

mür, "büyük bir komutandır, hattâ bilgi erbabını da korur. Onun, îslâm dînini yenileyen bir adam olduğunu söyliyen müdâheneci bilginler bile vardır. Fakat 'gerçek şu: Anadolu, çok çekmiştir Temür'den. Bu sâhib-kı- ran'da-tı halk, gene Hoca'yla -almıştır öcünü. Bilginin resmî cübbesini gi­

yenler, istedikleri kadar Keygatu, Temür olmuştur desinler; iş, bundan ibarettir bizce.

Burada sözü, Edmond Saussey'e veriyoruz:

«Şehirlerde gelişen, köylü hikâyelerinden daha silik ve göçebe des­

tanlarından dalış, .az dokunaklı olan şehir hikâyelerinin en güzelleri, rea­

list v e güldürücü fıkralardır. Bunların en meşhurları, şöhreti, Türkiye- arm hudutlarını aşan bir şahsiyetim etrafında toplanmıştır. B u insan, üze­

rinde, karşısındakini çileden çıkaracak bir hile ile safdilliği birleştiren, Türk halk adamının güler-yüzlü mümessili, meşhur Nasreddin Hoca'dır.

Nasreddis Hocâ'ıam mezarı Akşehir'dedir. Bir rivayet de Akşehir'i, Hoca'nın vatanı olarak göstermektedir. 'Cumhuriyet, türbe kültünü kal-, dırana kadar Hoca, Akşehirlilerden, bîr evliya muamelesi görmekteydi.

Meşhur Nasreddin Hoca'nm yaşamasından şüphe etmemiz için hiçbir se­

bep yoktur. Hakkında, şüpheli bir tarihten başka bir şey bilmediğimiz tarihî Nasreddin Hoca'nm, bizim için hiçbir önemi yoktur. Onun diye an­

latılan fıkralarda -aslında aoele bir tetkik bile bunların hemen hepsini bejynelmilel temlere götürmeye? yetecektir- aranacak hiçbir hakikat esası 13

(8)

yok. Ö halde şu kadarını aklımızda tutalım ki efsanevî Nasreddin Hoca, XV. asrın başlarında, Osmanlı İmparatorluğu, tarihinin en müthiş buh­

ranlarından birini geçirdiği sırada yaşamıştır.

Yukarda da söylediğimiz gibi bu fıkraların çoğu, başka memleketler­

de de tamamiyle bilinen folklor temlerini andırır. Bunların arasında me­

selâ, değirmenci, oğlu ve eşek, palamutla kabak, sahibinin yem yememeyi talim ettirdiği, fakat tam buna alışacağı sırada ölen eşek, bir filozofla işa- retleşerek münakaşa eden Patürge, İskender'i kadınların tesirinden ko­

runmaya davet eden, fakat kendisi, cihangirin nedimesi tarafından eğer- lenip binilen Aristo'nun hikâyeleri, bu fıkralarda aynen bulunur. Bütün bunlar, Avrupa ve Asya insanlığının müşterek malıdır. Bu arada, iptidaî zihniyetin, daha yüksek bir medeniyetin içinde latifeler şeklini almış ka-.

.lıntıları olan fıkralara hususî bir yer ayırmak lâzımdır; bu fıkralar, çok eskinin kâinat hakkındaki tasavvurlarını terceme etmiştir. Bunlara Ör­

nek:

Her sabah insanlardan bir kısmının bir tarafa, ötekilerin de neden başka tarafa gittiği sorulunca Hoca, eğer hepsi aynı tarafa gitselerdi dün-, ya devrilirdi cevabını evrir. Şehre gelip de yıldızların ve göğün burada da kendi köylerindeki gibi birkaç fersah uzaklıkta olduğunu gören Ho­

ca'nm hayretini anlatan fıkra da aynı çeşittendir.

Diğer bâzı fıkralar, gene Türkiye'nin hudutlarını aşmakla beraber daha dar bir sahaya yayılmıştır. Bunlar, Müslümanlığın damgasını taşı­

yan fıkralardır ki hemen hepsi, eski Arap ve Fars külliyatında mev­

cuttur; türbe hikâyeleri, abdest «hikâyeleri v e abdesti bozan hallere dâir hikâyeler gibi. Sonuncular, umumiyetle müstehcen bir karaktere sahip-, tir.

Demek oluyor ki Nasreddin Hoca'yı biçmek için kullanılan kumaş, diğer memleketlerin halk kahramanı tiplerini yaratmak için kullanılan kumaşın aynıdır. Bu, Türk halk hikâyelerinin, fıkralardan yaptıkları seç­

melerle, fıkraların çeşitli elemanlarını muayyen ölçülerde kullanmalariy- le v e temleri kendi muhitlerine uydurmalariyle, Hoca'mızda yeni bir şahsiyet yaratmalarına engel olmamıştır. Öyle bir şahsiyet ki, hiçbir za­

man tamamlanıp bitmiş denemez, yüzlerce defa yeni-baştan tasarlanmakta ve yalnız kendini yaratanlara benzemektedir. Gerçekten de fıkraların ço­

ğunda görülen Hoca, memuriyeti, kendini hiçbir zaman zenginleştirmiyen, öte yandan pek de öyle vaktini almıyan, fakir bir köy hocasıdır. Bir yan­

dan, yerine göre mektep hosalığı, naiplik veya sadece imamlık yaparken öte yandan büyücek bir kasabanın yarı köylü, yarı şehirli halkının meş- 14

(9)

galelerine de ortaktır. Tarlasını ekip biçmeye, kışlık odununu toplamaya kendisi gider, küçük bir ücretle ufak-tefek işleri de seve-seve: yapar.

Buna rağmen kıt-kanaat geçinir. Yıllardır helva yemediğini, öğrenin­

ce şaşıran bir adama bunu şöyle izah eder:

Un bulunduğu zaman yağ bulunmuyor, yağ bulunduğu zaman şeker bulunmuyor. • • ••

Konuştuğu adam, bunların bir araya gelmesi o kadar zor mü? diye sorunca, bâzam hepsi bir araya geliyor, o zaman da ben bulunmuyorum cevabını verir. Bunun içindir ki Hoca, güzel bir yemek için çıkacak fır­

satları dört gözle bekler. Bu fırsatlar, kendiliğinden çıkmazsa ne yapıp yapıp onları icad etmesini bilir. Akla gelmiyeeek usuller kullanmakla da olsa Hoca, bütün ziyafetlere, kendini davet ettirmede ustadır. Eşraftan biri, bir gün Hoca'yı düğün yemeğine davet etmeyi unutmuştur. Hoca, çok acele olduğuun söylediği bir mektupla düğün kapısına eglir; içeri alır­

lar. Ev sahibi zarfı muayene ede-dursun, Hoca, pilâva yanaşır ve kaşık kaşık atıştırmaya başlra.' Ev sahibi, hayretle, iyi ama zarfın üstü yazılı değil der. Hoca, cevap olarak, aceleye geldi, .o kadar aceleye geldi ki içine de yazı yazmaya vakit kalmadı der. Başka seferlerde, mübarek adam, tek­

lifsizce, kendisine ikram edilmiyen şeylere de sahip çıkar. Umumiyetle suç üstünde yakalanır. Çünkü eline çabuk değildir; fakat beklenmiyen ve insanın elini-kolunu bağlıyan hazır-cevaplıkiarı sayesinde, işin içinden sıyrılır. Buğdayını değirmene götürdüğü bir gün, değirmenci, onu,, bir müddet yalnız bırakmıştır; fırsattan faydalanan Hoca, başkalarının çu­

vallarından kendi çuvalına buğday aktarmaya başlar. Ansızın geri gelen değirmenci, ne yapıyorsun diye bağırınca Hoca, bilirsin, ben budalanın biriyim, ne yaptığımı bilmem der. Budalaysan ne diye kendi buğdayını başkasının çuvalına koymuyorsun diyen değirmenciye, ben, alelade bu­

dalayım, senin dediğini yapsaydım iki defa budala olurdum cevabını ve­

rir.

Yoksulluk içinde yaşayan Hoca, fayir insanların yaptığı gibi, eşyayı, Sağladığı en yakın faydaya göre değerlendirir; onların sanat kıymetine, onların nâdirlik kıymetine aldırış etmez. Bir gün pazardan geçerken bir papağanın, çok yüksek bir fiyatla mezad edildiğini işitir. Hemen gidip en iyi hindisini yakalar, getirir, fakat hindiye, papağandan çok daha az fiyat verildiğini görünce hayret eder; oysa ki hindinin tüyleri daha gü­

zeldir, kendisi de papağandan daha tavlıdır. Lâkin papağan: konuşuyor elemeleri üzerine Hoca, o konuşursa bu da düşünür cevabını verir.

15

(10)

Ho.ca, bütün bunlarla beraber kendisine epey sıkıntı veren bir aileyi beslemek mecburiyetindedir. Karısı, vaktini mahalle dedi-kodulariyle ge­

çirmektedir. Karısının çok gezdiğini söyliyen bir adama hocanın verdiği cevap şudur: Aslı olmasa gerek; öyle olsaydı bizim eve de uğrardı.

Hoca, müsamahayı en akıllıca ve en ihtiyatlı vaziyet olarak kabul etmiştir. Aile felâketleri, çok erkenden başlamıştır. Evlendikten üç ay sonra bir çocuk sahibi olduğunu görünce, ürkek bir itirazda bulunur. Fa­

kat hiddetlenen karısı, nasıl, ben sana varalı üç ay, sen beni alalı üç ay, etti mi altı ay. Üç ay da senin itiraf ettiğin gibi çocuk karnımda, işte sana dokuz ay deyince Hoca, hakkın var karıcığım, benim bu ince hesap, aklı­

ma gelmedi, affedersin cevabını verir. Zâten eğer bu îzahı kabul etmemiş olsaydı, intikamcı bir elin fırlattığı bir maşa, ödlek Hoca'nm sesini kese­

cekti. Bununla beraber Hoca'nm, bu istibdadın boyunduruğundan' ken­

dini kurtardığı zamanlar da olmuştur. Birinci karısı ihtiyarlayınca genç bir kadınla evlenmiştir. Lâkin gene kabak, Hoca'nm başına patlar. İki kadın, bir yandan aralarında kavga ederler, diğer taraftan da daima Ho­

caya karşı birleşerek dünyayı adamın başına dar ederler. Her gün, Ho­

ca'ya, hangimizi daha çok seviyorsun diye sorarlar. Hoca'yı, cevap ver­

meye mecbur etmek için bir gün, suali şöyle tekrar ederler: İkimiz bir­

den suya düşsek hangimizi daha evvel kurtarırsın? O zaman Hoca, ihti­

yar karısına dönerek, tatlılıkla, sen biraz yüzme biliyorsun, değil mi der.

Bunun için yaşlı karısı ölünce Hoca'nm, hiç mi hiç üzülmediğini gö­

renler hayret etmez. Halbuki birkaç gün sonra eşeği ölünce Hoca, deh­

şetli üzülür. Komşular, bu kadarına tahammül edemezler; Hoca'yı ayıp­

larlar. Hoca, soğuk-kanlılıkla izah eder: Karım ölünce hepiniz gelip beni teselli ettiniz, bana üzülme Hoca efendi, sana daha iyisini buluruz dedi­

niz. Halbuki eşeğim öleli kimse gelip de buna benzer bir teselli lâfı etti mi? Üzülmekte haklı değil miyim?

Hakikaten birçok fıkralrada Hoca'nm yanında yer alan eşek, hiç sız- lanmıyan, Hoca'nm aklına esen her fanteziye uyan, gazaplarına katlanan sevgili ve tahammüllü bir arkadaştır. Bununla beraber, bu cana yakın hayvan yüzünden, Hoca'nm başına birçok aksilikler gelmiştir. Fakat Ho­

ca'nm canını en çok yakan, hem de sık-sık tekrarlanan, komşuların ikide- birde gelip ondan- eşeğini istemeleri. Birgün eşeği başka birine -verdiğini şöyliyerek, bir komşuyu savmak üzere iken, hayvan ahırda anırmaya başlar. Bunun üzerine komşu, nasıl olur, eşek yok diyorsun, halbuki sesi duyuluyor deyince Hoca, benim gibi bir ak sakallı ihtiyarın sözüne inan­

mıyorsun da ahırdaki eşeğin sözüne inanıyorsun diye cevap verir.

Komşular da, ailesi kadar Hoca'nm başına belâdır. Teklifsiz, şama-

(11)

tacı, saygısız insanlardır; hele incecik duvarlarında bile kulak olan, dam­

larının üstünde, nerdeyse meydanda denecek şekilde açıkta yatılan, küçük Anadolu evlerinde zâten insanın istediği gibi kendi evinde bulunmasına imkân olmadığı düşünülürse, komşu saygısızlığının ne dayanılmaz bir hal alacağı tahmin edilebilir.

Her gün bir mesele teşkil eden günlük geçim kaygısı, acuze bir karı, neşesiz bir aile ocağı, dar kasaba muhitinde çok ağırlaşan içtimaî baskı gibi âmiller, öyle neşeli bir hayat için gereken şartları vermiyecektir.

Fakat Hoca'nm daima kendini mesut sayan ve kolayca teselli bulan bir tabiatı vardır: Bu saadeti ve bu teselliyi de ona, umumiyetle kendinden başka kimsenin bulamıyacağı düşünceler ve izahlar verir. Bir gün rüz­

gâr, cübbesini damdan sokağa uçurur. Hoca hemen secde-i şükrana ka­

panır. Bu hale şaşan karısına, Hoca, hareketini izah etmekte güçlük çek­

mez: Düşün bir kere, y a içinde ben bulunsaydım. Başka bir seferinde çamaşır yıkamaya göle giden karısının yanındadır. Bir aralık bir kuzgun sabunlarını kapar. Karısı hiddetlenir. Hoca sükûnetle, a karı, ne telâş ediyorsun? Varsın, alsın, onun üstü, bizimkinden daha kirlidir cevabını verir. Buna mukabil Hoca, başkalarının da kendisi gibi kolayca avuna- bilmelerini ister; halbuki bu, çok defa insanların yapamayacakları bir iştir. Bir gün on kör, kendilerini ırmağın bir kıyısından öteki kıyısına birer pula geçirmesi için Hoca'yla pazarlık eder. Hoca, bunları taşırken birini düşürür, adamcağızı su alır gider. Körler basarlar feryadı. Hoca der ki: N e şamatacı heriflersiniz be, ne bağırıyorsunuz? Ben vazgeçtim, bir pul eksik verin.

Sâf Nasreddin, basitliğine rağmen, Kur'ân'ı hıfzetmiş, birkaç kelâm ve fıkıh kitabı okumuş, hattâ hayatının bâzı devirlerinde bizzat kendisi de müderrislik etmiş bir hocadır. Aslında, sadece ilim için öyle büyük bir hürmet beslediği görülmez. Karısının bir türlü çocuğunu uyutama- dığını görünce, birtakım fıkıh meseleleri külliyatı olan «Kudûrî» adlı ki­

tabı yüksek sesle okumaya başlar. Hayretle bu hareketinin sebebini soran karısına da, camide bu kitap okunduğu zaman mollaların uyuduğuna ba­

kılırsa çocuğa afyon gibi tesir edeceğini söyler. Günlük geçim kaygısının amansız baskısının pek o kadar duymıyan kelâmcıların çok sevdikleri mücerret (naklî) ilim meselelerinden Hoca Nasreddin nefret eder. Me­

selâ bir gün, ölüyü gömmeye giderken, tabutun sağında mı durmak daha iyidir, solunda mı, arkasında mı, önünde mi meselesini münakaşa eden iki kişiye Hoca'nm verdiği cevap şudur: İçinde bulunma da neresinde bu­

lunursan bulun. Bilgi bahsinde, bilhassa bilginin usta bir adama getire­

ceği faydaları çok takdir eder. Hele talebeliğinde, büyük tatillerdeki cer sej'ahatlerinde bu bilgiden istifade etmeyi bilmiştir. Bu çerlerin, tatiller-

Nasreddin Hoca — F. 2 11

(12)

de yapılması âdettir ve gözü açık bir molla, bir tatilde para ve yiyecek, olarak bütün senenin geçimini temin edebilir. Sâf köylüler, mollanın nak­

lettiği Allah kelâmını kendilerinden geçe-geçe dinlerler., Fakat çok defa.

kesenin ağzını açmaktan, bâzan yiyecek bir şey vermekten bile çekinir­

ler. O zaman Molla Nasreddin, zekâsının bütün vasıtalarını harekete g e ­ tirir. Bir gün hasis bir kasabanın camisinde vaaz verirken, sırası düşer,.

Hazreti İsa'nın, dördüncü kat gökte olduğunu da söyler.. Camiden çıkar­

ken ihtiyar bir kadın, yanma yanaşıp Hoca efendi, derste bir nokta pek merakımı çekti. Hazreti îsâ, dördüncü kat gökte ne yer, ne içer acaba?

deyince Hoca'nm tepesi atar. Be vazifesini bilmez kadın;- ben memleke­

tinize gelelf bir ay oluyor. Bir gün olsun, şu zavallı hoca ne yiyor, ne içiyor diye sormadınız. Şimdi benden, dördüncü kat gökte, Tanrı ziya­

fetinde bulunan, her gün türlü türlü cennet taamlariyle beslenen koca­

man bir zât-ı şerifi mi soruyorsun der.

Başka bir seferinde şehrin valisi tarafından yemeğe davet edilir. .Vali, Hoca'nm huzurunda, aşçısına bir tabak kaymaklı incir hazırlamasını em­

reder. Sonra Hoca'ya dönüp Kur'ân'dan bir parça okumasını ister. Hoca, incir ve zeytin sûresini okur. Fakat sadece zeytinin adını anar ve incir­

den bahsetmez. Vali, niye inciri unuttun deyince Hoca, inciri unutan ben değilim, sizsiniz cevabını verir. Vali güler ve Hoca'yı bir daha davet eder.

Hoca, kadılık vazifesini yaparken de aynı pratik zekâyı ve aynı be­

cerikliliği gösterir. Beyhude kavgaları çabucak halleder. Kebabımın, d u ­ manından bedava faydalandı diye bir adamı şikâyet eden kebapçıya ma­

lının bedeli yerine para şıkırtısı verdirmesini de bilir. Mizacı, onu, ka-' yıtsız-şartsız iki tarafı anlaştırmaya sürükler. Bir gün görülmekte olan dâvaları için fikir sormaya gelen ve dâvasını anlatan bir şikâyetçiye Nas­

reddin Hoca, tamamen haklısın der. Ertesi gün karşı tarafa da aynı ce­

vabı verir. Komşuların ikisini de dinlemiş olan karısı, ziyaretçi çıkıp git­

tikten sonra, dayanamaz; Hoca'ya çıkışır: Sen kadı isen ben de bunca senedir kadı karışıyım. Bir dâvada hem davacı, hem da hasmı, ikisi bir­

den haklı olamaz deyince Hoca, hiç bozmadan evet karıcığım, sen de hak­

lısın cevabını verir.

Realiteden hiçbir zaman uzaklaşmıyan akl-ı selimi v e iğneli zekâ- siyle Hoca'mız, din adamı olmasına rağmen, mutasavvıfları v e keramet sahiplerini sevmez. Bir gün yedinci kat göğün sonuna kadar uçtuğunu söyliyerek kemâlâtmdan bahseden derviş Şeyyad Hamza'ya Hoca, o za­

man, hiç yüzüne gayet yumuşak, yelpaze gibi bir şey dokundu mu diye sorar. Şeyyad, evet Hoca efendi deyince Hoca der ki: İşte o, bizim eşe­

ğin kuyruğudur. Bununla beraber kendisine kerametler; bilhassa hasta-

(13)

l a n iyi eden nefesine; yüklemekten halkı men'edemez. Birdenbire sütü kesilen keçisini iyi etmesini rica eden bir fıkaraya, nefes ederim amma sen keçinin iyileşmesini istersen benim nefesime bir de katran ilâve et der. Bütün bunlara rağmen bir fıkra, hiçbir şaka tarafı olmaksızın Ho­

ca'ya karşı çok hasis davranan bir köyün harmanına, Hoca'nm bir ke­

ramet eseri olarak nasıl rüzgârı bırakmadığını anlatmaktadır. Başka bir fıkra da, Hoca'nm ölümünden sonra gösterdiği bir kerameti tespit edi­

yor. Hoca, ölümünden iki yüz yıl sonra türbesini bekliyen bir adama görünmüş, o sırada camide toplanmış olan Müslümanları yanma çağır­

masını söylemiş. Bekçinin davetine hepsi gelmiş, Hoca'yı yerinde görme­

yip bir müddet sonra geri dönünce görmüşler ki caminin kubbesi çökmüş, Hoca bu suretle hemşerilerinden birçoğunun canını kurtarmış. Hoca'mı- 'Kin alışa-geldiğimiz çehresine daha uygun bir şey' varsa o da hakikaten

bir mucize gibi görünen haller karşısında aldığı vaziyettir. Böyle ehem­

miyetsiz şeyler, onu şaşırtmak ve o güzelim pratik zekâsını kaybettir­

mek için kâfi değildir. Bir gün birkaç bıldırcın vurur, temizler, kızartır, tencereye kapatır ve dostlarını davet etmeye gider. Bu arada muzibin biri, pişmiş bıldırcınları alır, yerine canlı bıldırcınları koyar. Hoca gelip

•de tencerenin kapağını kaldırınca bıldırcınlar uçar. Bir zaman hayret için- ıde kalan Hoca, nihayet şöyle der: Yârabbi, tutalım bıldırcınların hayat­

larını geri verdin, o sevimli hayvancağızları sevindirdin. Ya benim ya­

ğım, tuzum, biberim, odum-ocağım, paralarım, bunca emeklerim ne ola­

cak, bunları nerden alacağız?

Dinî vazifesi, Hoca'yı sık-sık kudretli kişilerle münasebete getirir.

Bunların karşısında da Hoca, karakterinden bir şey kaybetmez. O, Sezar'a

•âid olanı Sezar'a verir. Fakat onun şanından, şatafatından, kudretinden, gözleri kamaşmaz, ona yaranmak için hiçbir lüzumsuz gayret-keşlik gös­

termez ve bu suretle de birçok güçlükleri halletmeye muvaffak olur.

Bilhassa Temür istilâsı, vatanına yayıldığı zamanlarda Nasreddin Ho­

ca, eşi bulunmaz bir adam olduğunu ispat etmiştir. Korkunç cihangirin yanında vatandaşlarının, bir koruyucusu olarak bulunabilmek için, Te- mür'ün sofrasına oturmak, sohbetine katılmak gibi tehlikeli bir şeref­

ten kaçınmamıştır. Hoca bâzan hüküdmarm bütün fantezi erine uyar, fa­

kat onurunu kıracak sözlere ve hareketlere, korkmadan mukabele etme­

l i n i de bilir. Bir gün Temür, sofrasında Hoca'ya sorar: Hoca, seninle eşek arasında ne fark var? Hoca, aramızda iki üç arşınlık mesafe, ya var, ya yok cevabını verir. Daha kötüsü, resmî vazifeler aldığı da vardır. Bir de­

fasında, yedikleri yüzünden vazifesinden atılan ve aldığı vergilerin mak­

buzlarını yutmak cezasına çarptırılan bir subaşmm yerine geçiyor. Nas­

reddin Hoca, bu vazifeyi namusiyle yapar, fakat müthiş hükümdar, hesap- 19

(14)

l a n kontrol ederken görür ki Hoca, hesapları kül pidesine yazmıştır. B u ­ nunla beraber o, hemşerileri için kellesini tehlikeye koyduğu halde, h e m - şerileri, Hoca'nm işini çok defa güçleştirirler. Temür'ün Akşehir'i harab eden filini şehirden uzaklaştırması için ricada bulunmak üzere bir h e y e t toplanır; hükümdarın huzuruna çıkana kadar bu heyetten, Hoca'dan başka kimse kalmaz; Hoca, hemşerilerin bu benciliğini v e korkaklığını Temür- den bir fil daha göndermesini rica etmek suretiyle cezalandırır. Başka defalar Hoca'nm kolunu-kanadını kıran hükümdarın hiçbir kaide ve m a n ­ tık dinlemiyen keyfî hareketleridir. Hoca bir gün, Temür'ün, gece rüya­

sında kendisini tahkir eden bir adamı öldürttüğünü duyar, hemen tası- tarağı toplayıp köyüne kaçar. Saraya dönmesi için kendisine rica e d e n ­ lere, ben elimden geleni yapıyor, padişah katında, her zaman tavassut­

larda bulunuyorum amma gece rüyasına istediğim zaman girmek ve orda.

hâdiselerin önünü almak, elimden gelmez. Bununla beraber, onun cihan­

girin katında vatandaşlarını korumak hususundaki güzel vazifesini sonu­

na kadar yaptıığ v e birçok felâketlerin önünü aldığı söylenir.

Hiç şüphe yoktur ki Temür'ü Anadolu'da Hoca'yla karşılaştıran fık­

ralar da diğerlerinden daha ziyade hakikat payı taşımazlar. Fakat Türk milletinin, Hoca Nasreddin'in çehresinde bu çeşit çizgiler ilâve ederek,, bu sâf v e iyi adamı, Temür'ün karşısına çıkarmak suretiyle onun portre^- sini tamamlaması manidardır:

Nasreddin Hoca, bu fıkralarda hoyrat iktidar ve fütuhat hırsı kar­

şısında, güler yüzlü cesaretin, sakin sebat v e mertliğin, ağır başlılığın v e ihtiyatlı olmanın, neler yapabileceğini gösteren millî bir semboldür.» (3),..

Edmond Saussey'in bu incelemesi, gerçekten de pek değerlidir ve bu?

mükemmel yazı, yazılmasaydı, biz de, halkın, asırlar boyunca yartmaktas

•devam ettiği bu halk tipini, halk zekâsını, halk tenkidcisini, belki, bu y a ­ zıdaki hikâyelerin bir kısmını alarak, belki de bunlara, daha başka h i k â ­ yeler katarak bu çeşid ihceliyecektik, bu son-uca varacaktık.

Edmond Saussey'in, yazısında naklettiği hikâyelerin bir kısmı, bizim, kitabımıza alınmamıştır. Onları, burda yazıyoruz:

§ Bir gün bir filozof gelir, bilginlerinize sorularım var der. Hoca'ya baş vururlar. Filozof, Hoca'yla buluşur ve elindeki sopayla yere bir y u ­

varlak çizer. Hoca da sopasiyle bu yuvarlağın tam ortasına b i r çizgi ç i z i p ikiye böler. Filozof, bu çizgiye a m u t bir çizgi çizince H o c a , eliyle, dâire-

(3) T ü r k Halk Edebiyatı, y a z a n : E d m o n d Saussey, t ü r k ç e y e çeviren: Dr. İ l ­ h a n Başgöz, Ankara, Emek Basım-Yayımevi, 1952, s. 62-76.

(15)

nin üç bölüğünü alır gibi yapar, bir kısmını, elinin tersiyle iter, filozofa;, verir gibi bir işarette bulunur. Filozof avueunu, parmakalrmı düz bir tarzda yumarak yere doğru sallar, Hoca, onun aksini yapar. Birbirlerin-- den ayrılırlar. Filozof, bilgininiz, gerçekten de bilgin der; dünya yuvar-- lak diyorlar, ne dersin dedim, hem de ortasında hattı istiva var dedi. D ö r ­ de böldüm, üç bölüğü su dedi, bir bölüğü kara. Gökten yağan yağmurun, sebebini sordum, sıcaktan sular, tebahhur eder, göğe ağar da sonra su.

olur, yağar dedi.

Hoca'ya da, ne dedi, ne dedin diye sorarlar. Hoca, herif, oburun biri.

der; bir tepsi baklava olsa dedi, yoook dedim, yalnız başına yedirmem,, yarısı senin, yansı benim. Dörde bölsek ne yaparsın dedi, üç bölüğünü ben yerim, bir bölüğünü sana veririm dedim. Üstüne fıstık, üzüm gibi şeyler de serpsek dedi, iyi olur amma dedim ateşi, tam kıvamında olmalı,.

küllü ateşle de olmaz, harlı ateşle de.

§ Bir subaşı, her işini, karısının sözüyle yaparmış. Hoca da müna­

sebet düştükçe adamı iğneler, bu durumu bırakmasını söylermiş. Karısı, Hoca'nm karısiyle ahbapmış. Bir gün tâyin eder ve sen der, o gün, filân;

saatte kocanın sırtına bin, filân bağın önünden geç.

O gün, subaşmm karısı, kocasiyle, tâyin edilen bağa gider. Hoca'nm karısı da Hoca'yla konuşup cilveleşmeye başlar ve muayyen vakitte, efen- - di der, ne olur, dört ayak ol da sırtına bineyim, şöyle bir dolaştır beni...

Hoca razı olur, o bağın civarına doğru sürer Hoca'yı.

Hoca, dört ayak, sırtında karısı, koşup yelmiye çalışırken subaşmm • karısı, Hoca'yı gösterip bak der, karının sözüne uyma diyen adama. Hoca bu sözü duyar duymaz subaşma bağırır: Görüyorsun ya hâlimi, bu hâle-, düşmiyesin diye sana öğüt veriyorum ben. •

§ Hoca, bir kadınla evlenir, üç ay sonra bir çocuğu olur. Hoca, b u . nedir deyince kadın, a efendi der, ben sana varalı üç ay olmadı mı? Sen de beni alalı üç ay, etti mi altı ay? Sen de biliyorsun, çocuğumu üç a y karnımda taşıdım, oldu m u dokuz ay? Dırdırm nedir, on günü mü b a ş ı ­ ma kakıyorsun?

§ Hoca, bir köye gider, vaaz eder, namaz kıldırır, köylünün din;:

müşküllerim halleder. Fakat ayrılacağı vakit, önceden vermeyi vâdet- tikleri parayı, zahireyi vermezler. Buna içerliyen Hoca, öyleyse der, ben de size rüzgâr vermem. Rüzgârın geldiği tarafa iki kazık çakar, boydan boya, ortasına bir kilim gerer, bir kıyıya geçer, oturur. Gerçekten de

21

(16)

rüzgâr kesilir. Vakit, harman savurma vakti olduğundan köylüyü bir te­

lâştır alır. İçlerinden biri, Hoca'ya gider, yalvarır, kendi payına düşen zahireyi verir, Hoca, kilimde, onun harmanına doğru bir delik deler. Adam harmanına gidince bakar ki rüzgâr esip durmada,ekinini savurur, işini bitirir. Öbürleri de bunu görünce birer-birer giderler, aynı tarzda Hoca­

dan rüzgâr satın alırlar.

§ Hoca'nm türbesine hizmet eden adam, bir gün camiye gelip ey halle der, Hoca'yı gördüm, eşeğe biner gibi sandukasının üstüne binmişti.

Bana, camiye git, ordakilere söyle, hepsi, hemen buraya gelsin, gelmiyen kendi canına kıyar dedi. Halk, hemen kalkar, Hoca'nm türbesine koşar.

Fakat türbedârm dediği gibi Hoca'yı göremezler. Ruhuna Fatiha okuyup

^dönerler. Fakat dönünce bir de bakarlar ki caminin kubbesi göçmüş. Ri­

vayetlere göre bu olay, Hoca'nm Ölümünden iki yüz yıl sonra olmuş.

§ Temür, bir gün Hoca'yla oturup konuşurken Hoca der, eşekle se­

nin aranda ne fark var? Hoca, Temür'le arasındaki mesafeyi kasdederek, i k i üç arşın kadar bir fark der.

§ Temür, bir gün, birisini çağırıp bire adam der, sen, ne hakla, ne cesaretle beni tahkir edebilirsin? Adamcağız, aman efendim der, ne va­

kit oldu bu iş? Temür, gürler: Dün gece rüyamda ve emreder:

— Götürün, öldürün bu herifi.

Hoca, bu olayı görür-görmez hemen kalkar, pıhsını-pırtısım toplar, .yola düşer. Kasabalılar, peşine takılıp aman Hoca derler, bâzı defa, senin sayende bu adamın zulmünden kurtuluyoruz. Sen gidersen ne olur hâ­

limiz sonra?

Hoca, vallahi der, her şey elimden gelir amma adamın rüyasına gir­

memek, elimden gelmez.

Edmond Saüssey'in de dediği gibi bu fıkralar, çok eskiden, bâzı kim­

selere atfedilegelmiştir. Meselâ son fıkra, meşhur Musul hâkimi Kara- kuş'a âid olarak söylenir ve kaçan müftüdür. Fakat biz, bu fıkraları, ki­

tabımıza, bu bakımdan almamış değiliz; nitekim, notlarda işaret ettiiğ- miz gibi Hoca'ya atfedilen fıkraların bir kısmı, Lâmiî'nin «Lâtâif» inde, bir meczuba, bâzı fıkralar da herhangi bir şahsa atfedilmiştir. Bi^, fık­

ralardaki espriye, halk zekâsının alayına, tenkidine, iğnesine baktık. Hiç

•şüphe yok ki fıkralar içinde pek manasızları, hattâ aptal bir zihnin, kısır

(17)

bir muhayyilenin mahsûlü olanları da var. Meselâ Hoca, eşeğine geverfc yüklemiş. Sonra da bakalım yanar mı diye geveni tutuşturmuş. Eşek ür-- küp kaçarken o da yakalayıp söndürmek için eşeği kovalamıyâ başlamış;, yetişemiyeceğini anlayınca bağırmış:

— Aklın varsa doğru göle koş.

Biz, bu fıkrada aradığımız hiçbir şeyi bulamadık doğrusu. İşte yaz­

madığımız fıkralar, bu çeşitleri.

*

Nasreddin Hoca, bize neler vermiştir? Sırası gelince bir mecliste,, onun bir fıkrasını anlatırız. En müşkül bir anda, onun bir fıkrası, tenkid;

ihtiyacımızı giderir. En içinden çıkılmaz bir zorluğu, onun bir esprisi, gü­

lünç, fakat kolay bir hale getirir.

«Dağ yürümezse aptal yürür», «Damdan düşen halden bilir», «Yok, devenin başı». İşte iki ata-sözüyle bir halk deyişi. Üçü de, onun üç fık»

rasma .dayanmada. Halktan olsun, aydın zümreden olsun, onun fıkralarını bilmiyen, söylemiyen, dinlemiyen, ondaki espriden zevk aimıyan var mı­

dır? Onun hakkında, halk arasında bir hayli inançlar belirmiş ve kök­

leşmiştir. Akşehir'de, düğün yapılacağı zaman düğün sahibinin, mutlaka Hoca'nm türbesine gidip Hoca'm, filân gün düğünümüz var, mollalarını da al, gel diye Hoca'yı çağırması adetmiş. Böyle yapılmazsa, Hoca, davet, edilmezse, düğünün son-ucu, yomlu olmazmış. Her yanı açık, üstü kapalı ve bir şadırvana benziyen, fakat kapısında koca bir kilid asılı duran tür­

besine bakıp gülmiyenin başına bir hal gelirmiş. Ben de, ninemden, anam-- dan duyduğum iki halk inancını buna katayım: Hangi mecliste olursa olsun, Hoca'nm bir fıkrası söylendi mi, mutlaka altı fıkrası daha söyle­

nir, böylece Hoca, mutlaka yedi fıkrayla anılırmış. Dünyanın hiçbir ânr yokmuş ki Hoca'nm adı, bir bucakta anılmasın.

Kitabımızdaki fıkraların bir kısmını, Saltuk-Nâme ve Lâtâif-i Lâmiî-- den, yazma, basma, Hoca'ya ait letâif kitaplarından aldık. Bir kısmıysa- bu kitaplara geçmiyen, hafızamızda kalan, yahut halktan derlenen f ı k ­ ralardır. Şunu da söyliyelim ki bu fıkraları, nasıl gördükse, nasıl okuduksa- ve nasıl duyduksa, hiç değiştirmeden, öylece naklettik. Bunu bilhassa kay­

detmemizin sebebi şu:

Fıkraları nakledenler, akıllarına geldiği gibi, lüzumlu, lüzumsuz, d e ­ ğiştirmeler yapmışlar. Meselâ, Şeyyad Hanrza'yla Hoca arasında geçtiği.

23;

(18)

"'söylenen v e ilk yazılı şekli, Lâmiî'nin «Lâtâif» inde kayıtlı olan fıkrada,

• Ş e y y a d Hamza'nın yüzüne dokunan şey, Bahâî'rîin (Veled Çelebi İzbu- d a k ) «Lâtâif-i Hâce Nasreddin Rahmetullahi aleyh» adlı kitabında, Ho- ' c a ' n m eşeğinin kuyruğu olmuş v e bundan sonra artık bu fıkrayı nakle­

denler, aslına bakmadan bu düzme rivayeti nakledip durmuşlar.

*

Kitabımıza aldığımız fıkraları, üç bölüme ayırdık. Birinci bölüm, inançları tenkid eden fıkralar, ikinci bölüm, toplum yaşayışını ilgilendi­

ren, toplum nizamlarını tenkid eden fıkralar. Üçüncü bölümdeki fıkralar, bâzı kere bu bölümlere girebilmekle beraber çoğunluk bakımından, daha ziyade espriye, hazır-cevaplığa, buluşa dayanmada.

Fıkraların nakli meselesi de bizce en önemli bir mesele. Anlatan, fazla lâflar eder, teferruata girerse fıkranın .özü, esprisi, bu lâf yığını içinde boğulur-gider. Hele anlatışta, eskiden mîr-i kelâm denen, güzel fıkra an­

latanların üslûbu unutulur da resmî üslûb adı takılan o uydurma, düzme üslûba baş vurulur, fail öne alınır, fiil sona atılır, öbür lâflar araya ka­

tılırsa fıkra, temelinden bozulur. Böyle bir lâf yığınını duyan zekâ hak­

lıdır gıdıkla da güleyim derse. Bozulan, yalnız fıkra mı ya? Bu üslûp, her şeyi mahveder, yakıp yıkar, silip süpürür.

Biz, hiçbir yazımızda bu düzme üslûba baş eğmedik, fakat kırık, dev­

rik türkçeye, halk türkçesine, konuşma türkçesine de inadına, bunu ille böyle yapacağız diye de sarılmadık. Fıkraların naklinde, fıkra üslûbuna, halk türkçesine, konuşma diline dikkat ettik biz ve böylece bu kitap geldi meydana.

Umduğumuzu yapabildik mi? Bunun kesin hükmünü, okuyucu vere­

cektir.

A b d ü l b â k i G Ö L P I N A K L Î

(19)

İNANIŞLARLA İLGİLİ FIKRALAR

1 . Hoca, b i r g ü n k a r ı s i y l e sofra başına o t u r m u ş . Karısına d e m î | .v

k i: H a n ı m , başını aç.

O v a k i t l e r , y e m e k t e , k a d ı n l a r , başlarını ö r t e r l e r d i . K a d ı n , zamane,., g ö r e e d e b e a y k ı r ı o l a n b u t e k l i f i t u h a f b u l m u ş . N e d e n e f e n d i d e m i ş . H o c a , h a n ı m d e m i ş , d i n l e b e n i , a t şu b a ş - ö r t ü s ü n ü , aç b a ş ı n ı .

Karısı, i y i ama e f e n d i d e m i ş , n e d e n a ç a y ı m , s ö y l e d e d ü ş ü n ü r ü z » a ç a r ı m , a ç m a m ; f a k a t s e b e b i n e ?

Hoca, h a n ı m d e m i ş , ş i m d i sen başını açarsın, m e l e k l e r kaçar, b e n . B e s m e l e ç e k e r i m , ş e y t a n l a r kaçar, şu y e m e ğ i b i z - b i z e yeriz,- z â t e n b e n . , o k a d a r k a l a b a l ı k t a n d a h o ş l a n m a m .

* *

2 . Hoca bir g ü n d o s t l a r ı n a , v a s i y e t i m o l s u n d e r , ö l ü n c e b e n i , eski b i r m e z a r a k o y u n . N e d e n d i y e sorarlar. Der k i : S o r u ' m e l e k l e r i g e l i n c e g ö r m ü y o r m u s u n u z d e r i m , k a b r i m b i l e ç ö k m ü ş ; b e n ç o k t a n so~ ^ r ü y a ç e k i l d i m , c e v a b ı m ı v e r d i m .

3 . Hoca b i r . g ü n m e z a r l ı k t a g e z i n i r k e n , o l a c a k b u y a , ayağ» k a ­ y a r , e s k i , ç ö k m ü ş b i r m e z a r a d ü ş e r . K a l k ı p ü s t ü n ü başını s i l k e r k e n b î r ­ d e n alkına g e l i r , d u r b a k a y ı m d e r , ş u r a y a ö l ü g i b i u z a n a y ı m , s o r u m e ­ l e k l e r i g e l i r m i ?

M e z a r a u p - u z u n u z a n ı r , g ö z l e r i n i k a p a r , h ü l y a y a d a l a r . T a m o s ı ­ rada u z a k t a n uzağa çan sesleri d u y u l m a y a başlar. Çan,, h a y v a n , İnsan,:

sesleri g i t t i k ç e y a k l a ş ı r . H o c a , e y v a h d e r , aksi z a m a n a rastladî t e c r ü ­ b e m , g a l i b a k ı y a m e t k o p u y o r . D u r b a k a y ı m , d ü n y a n e h a l d e ? .

B i r d e n k a b i r d e n d a v r a n ı p k a l k a r . O sırada da f i n c a n y ü k l ü k a t ı r ­ lar, m e z a r ı n başıpa g e l m j ş l e r ; h o c a , b î r d e n k a b i r d e n f ı r l a y ı n c a ü r k e r ­ ler, ç i f t e a t m ı y a , o r a y a b u r a y a k o ş m ı y a . b a ş l a r l a r i Ç o ğ u n u n y ü k ü d e y » r i l i r , f i n c a n l a r , tuzla b u z o l u r .

(20)
(21)

Katırcılar, H o c a ' y ı y a k a l a y ı p , k i m s i n s e n , ne a r ı y o r s u n b u r d â ? de'r-- ler. Hoca, a h r e t e h l l n d e n i m , d ü n y a y ı s e y r e ç ı k m ı ş t ı m d e r . D u r derler»

b i z sana d ü n y a n ı n kaç b u c a k o l d u ğ u n u g ö s t e r e l i m . H e p s i b i r d e n , b a ­ şına ü ş ü ş ü p H o c a ' y ı b i r i y i c e d ö v e r l e r , y e r e s e r i p , k a t ı r l a r ı n ı t o p l a r l a r , . K ı r ı l m ı y a n y ü k l e r i y ü k l e y i p y o l l a n ı r l a r .

Hoca, zorla k e n d i n e g e l i p ' k a f a - g ö z , y a r a - b e r e i ç i n d e , geç v a k î t - e v i n e d ö n e r . Karısı sorar:

— E f e n d i b u ne h a l ?

Hoca, ö b ü r d ü n y a d a n g e l i y o r u m d e r .

Karısı, y â , p e k i ne v a r , ne y o k ö b ü r d ü n y a d a d i y e sorar. Hoca», şu c e v a b ı v e r i r :

— Fincancı k a t ı r l a r ı n ı ü r k ü t m e z s e n k a r ı c ı ğ ı m , h i ç b i r şey y o k .

*

4 . Hoca b i r g ü n , a h ı r ı n ı t a m i r e d e r k e n d u v a r ı n t e m e l i n i kazar,, k o m ş u n u n ahırına b i r d e l i k açılır. Hoca, d e l i k t e n b a k a r , b i r d e ne g ö r - . sün? Sığırlar, b o ğ a l a r , d a n a l a r . H e m e n s e v i n ç l e karısına koşar, d e r k i ;

— K a r ı , D ı k y a n o s z a m a n ı n d a n k a l m a b i r a h i r d o l u s u koca-baş,.

h a y v a n b u l d u m d e r s e m n e m ü j d e v e r i r s i n b a n a ? (1).

*

5 . Hoca b i r g ü n S i v r i h i s a r ' a g i t m i ş . Bakmış ki h a l k , b i r y e r e b i ­ r i k m i ş , g ö z l e r i u f u k t a , Ramazan ayı g ö r ü l e c e k m i , g ö r ü l m i y e c e k m î , d i k k a t l e b a k ı p d u r m a d a . Bu hali g ö r e n H o c a , ne' a c a y i p a d a m s ı n ı z siz d e r , b i z i m A k ş e h i r l i l e r , b u n u n araba t e k e r l e ğ i k a d a r ı n ı g ö r ü r l e r d e b a l ­

larını ç e v i r i p b a k m a z l a r . Siz kıl k a d a r i n c e c i ğ i n i g ö r e c e ğ i z d i y e v a k t i - ,

•nizi h a r c ı y o r s u n u z (2).

6 . H o c a , b i r gece y a t a r k e n d a m d a , b i r hırsızın g e z i n d i ğ i n i sezer.

Karısına, g e ç e n gece g e l d i m , k a p ı y ı ç a l d ı m , d u y m a d ı n ; b e n d e şu duays o k u d u m , A y ışığına y a p ı ş ı p e v e g i r d i m d e r , b i r kısa d u a o k u r .

Bacadan d u a y ı d i n l i y e n v e b e l l i y e n hırsız, b u söze i n a n ı p d u a y ı o k u r , e l l e r i y l e A y ışığına sarılır, k e n d i n i d a m d a n aşağıya k o y v e r i r . Pat d i y e y e r e d ü ş ü n c e Hoca h e m e n koşar, hırsızı y a k a l a r , k a r ı s ı n a bağir-~

m ı y a başlar:

— K a n , m u m u g e t i r , hırsızı y a k a l a d ı m .

(1) Dıkyanos, rivayete göre üçyüz dokuz yıl u y u y a n Âshâb-ı K e h P i n z a - . m a n ı n d a k i h ü k ü m d a r m ı ş .

(2) Eskiden, R a m a z a n ı n b a ş l a m a s ı hilâlin görülmesiyle anlaşılırdı.

27

(22)

Hırsız, p e r i ş a n b i r h a l d e b ı r a k e f e n d i , b ı r a k d e r , s e n d e o d u a , İ b e r i d e d e b u a k ı l v a r k e n k o l a y k o l a y k a ç a m a m b e n .

7 . Hoca, a b d e s t a l ı r k e n su y e t i ş m e m i ş , o da sol a y a ğ ı n ı y ı k a m a - smış. N a m a z a d u r u r k e n sol a y a ğ ı n ı k a l d ı r m ı ş , sağ a y a ğ ı n ı n ü s t ü n d e d ü r ­ tmüş. C e m â a t , n e y a p ı y o r s u n H o c a , b u n e b i ç i m n a m a z d e y i n c e n e y a ­ l p a y ı m d e m i ş , sol a y a ğ ı m ı n a b d e s t i y o k (3).

*

8 . Bir g ü n H o c a ' y a , H o c a m d e r l e r , senin t a l i h i n h a n g i b u r ç ? H o ­ c a , t e k e d e r . Bu sözü d u y a n l a r , şaşırıp e f e n d i d e r l e r , t e k e adlı n e b i r

y ı l d ı z v a r , ne b i r b u r ç . V a r d e r H o c a , b e n d o ğ u n c a a n a m t a l i h i m e b a k ­ t ı r m ı ş , m ü n e c c i m l e r ( y ı l d ı z b i l g i n l e r i ) , c e d i y d e m i ş l e r . İ y i a m m a d e r ­ ler, c e d i y , o ğ l a k d e m e k t i r , t e k e d e ğ i l . H o c a , a b i l g i s i z l e r d e r , kaç y a ­ ş ı n d a y ı m b e n ? O v a k i t t e n b e r i c e d i y b ü y ü y ü p t e k e o l m a z m ı ?

*

9 . Hoca, S i v r i h i s a r ' d a h a t i p k e n s u b a ş i y l e k a v g a e d e r , b i r b i r l e ­ r i n e s e l â m v e r m e z o l u r l a r . Bir z a m a n sonra subaşı ö l ü r . Hoca da cena­

z e s i n e g i d e r . G ö m ü l d ü k t e n sonra H o c a ' y a , b u y u r u n d e r l e r , t e l k ı y n i n i v e r i n . H o c a , başka a d a m b u l u n d e r , b e n i m l e k ü s t ü r , s ö z ü m ü t u t m a z .

1 0 . Hoca b i r g ü n , b i r y e r e g i d e r k e n b i r ç o b a n a rastlar. Ç o b a n , H o c a ' y a selâm v e r i p b i r m ü ş k ü l ü m v a r d e r , o k u m u ş a b e n z e r s i n , k i m e s o r d u y s a m b i l e m e d i ; b a k a l ı m , sen b i l e c e k m i s i n ?

Hoca, sor d e r . Ç o b a n , y e n i A y i n c e c i k , s o n r a b ü y ü r , t e k e r l e k o l u r , o n b e ş i h d e n sonra g e n e k ü ç ü l ü r , sonra k a y b o l u r . O eski A y ı ne y a p a r ­

lar d e r . H o c a , b u k a d a r c ı k şeyi b i l e m e d i n m i d e r , eski A y ı ç e k e r l e r , uza­

t ı r l a r , ş i m ş e k y a p a r l a r ,

*

1 1 . Hoca, t a l e b e s i n e K u d û r î o k u t u r m u ş . Bir g ü n b i r k a d ı n g e l i r , ç o c u ğ u m u y u m u y o r , b i r m u s k a v e r s e n d e r . H o c a , b i r K u d û r î b u l . da- y a s t ı ğ ı n ı n altına k o y d e r . K a d ı n , e f e n d i , o m u s k a m ı k i d e y i n c e , m u s -

(3) Lâmiî'nin «Lâfcâif» inde birisine' atfedilmededir (İst. Ümv. K. T ü r k ç e Y, No, 762, 26 b ) .

(23)

k a m ı d ı r , b i l m e m , f a k a t u y k u g e t i r d i ğ i n i b i l i r i m ; n e v a k i t o k u t m a y a b a ş l a s a m b i z i m m o l l a l a r u y u r d e r ( 4 ) . .

1 2 . Hoca'ya s o r m u ş l a r :

— C e n a z e g ö t ü r ü r k e n t a b u t u n ö n ü n d e m i y ü r ü m e l i , a r d ı n d a m ı , s a ğ ı n d a m ı g i t m e k daha s e v a p , s o l u n d a m ı ?

C e v a p v e r m i ş :

— İ ç i n d e g i t m e y i n d e n e r e s i n d e g i d e r s e n i z g i d i n .

1 3 . H o c a ' n m , h ü k ü m e t e b i r işi d ü ş e r , Bursa'ya g e l i r . U ğ r a ş ı r , ça­

b a l a r , işi b i r son-uca v a r m a z . Birisi d e r k i : K ı r k g ü n , sabah n a m a z ı n ı U l u C a m i d e , m i h r a b ı n sağ y a n ı n d a k ı l a r , k ı r k b i r i n c i g ü n ü d u a e d e r s e n işin o l u r .

Hoca, a d a m ı n d e d i ğ i n i y a p a r , f a k a t g e n e d i l e ğ i n e e r e m e z . Bir d e

•şunu s ı n a y a y ı m d e r , U l u C a m i n i n y a n ı n d a k i b i r k ü ç ü k m e s c i d e g i d e r . Sabah n a m a z ı n ı k ı l ı p d u a e d e r . O l a c a k b u y a , i ş i , o g ü n o l u v e r i r . Hoca h e m e n U l u C a m i y e g i d i p k a p ı s ı n d a n b a ğ ı r ı r :

— Y a z ı k l a r o l s u n sana, o ğ l u n k a d a r o l a m a d ı n !

*

1 4 . H o c a ' n m , y ı k a n ı p k u r u m a s ı için ağaca asılı g ö m l e ğ i n i y e l , y e r e d ü ş ü r m ü ş . Hoca, b i z e b i r k u r b a n k e s m e k g e r e k t i d e m i ş . Karısı, n e d e n d i y e sorunca, n e d e n o l a c a k d e m i ş , Tanrı k o r u s u n , y a i ç i n d e b e n o l a y d ı m .

*

1 5 . H o c a , m e z a r l ı k t a s o y u n m u ş , g ö m l e ğ i n i t e m i z l i y o r m u ş . Ç ı k a n ş i d d e t l i b i r y e l , g ö m l e ğ i alır g ö t ü r ü r . Hoca, g ö m l e ğ i n a r d ı n d a n seğir- d i r . Taştan, taşa k o ş a - d ü ş e g i d e r k e n k a r ş ı d a n g e l e n b i r k a ç a t l ı , H o c a ' y ı g ö r ü r l e r , atları ü r k e r , k e n d i l e r i k o r k a r l a r . D i k k a t e d i n c e g ö m l e k s i z b i r a d a m o l d u ğ u n u a n l a y ı p a t l a r ı n d a n i n e r l e r , y a n ı n a g i d i p k ı z g ı n b i r h a l ­ d e , b i r e a d a m d e r l e r , h o r t l a k g i b i n e g e z e r s i n b u m e z a r l ı k t a ?

Hoca, a d a m l a r ı n ö f k e s i n i g ö r ü p i s t i f i n i b o z m a d a n , n e istersiniz b e n d e n o ğ u l l a r d e r , b e n z â t e n d ü n y a y ı t e r k e t m i ş i m , â h i r e t e h l i n d e - n i m . Â h i r e t i k i r l e t m i y e y i m d i y e ç ı k t ı m , şuracığa b i r a b d e s t b o z u p g e n e m e z a r ı m a g i r e c e ğ i m , d ü n y a h a l k i y l e b i r i l i ş i ğ i m y o k b e n i m .

(4) Kudûrî, dinî bir k i t a p t ı r .

29

(24)

1 6 . ' H o c a ' y a , k ı y a m e t n e v a k i t k o p a c a k d i y e s o r m u ş l a r . H a n g i k ı y a m e t d e m i ş . H a n g i k ı y a m e t m i , kaç k ı y a m e t v a r k i d e m i ş l e r . Hoca,, i k i k ı y a m e t v a r d e m i ş , k a r ı m ö l ü r s e k ü ç ü k k ı y a m e t k o p a r , b e n ö l ü r ­ sem b ü y ü k k ı y a m e t .

*

1 7 . Karısı, b i r g ü n H o c a ' y a , e f e n d i d e m i ş , a b d e s t i b r i ğ i n i n d i b i d e l i n d i , i ç i n d e su k a l m ı y o r , ne y a p a l ı m ?

Hoca, d ü ş ü n d ü ğ ü n şeye b a k a k a r ı c ı ğ ı m d e r , b u n u n d a çaresini b u l a m a z s a k y a z ı k b i z e . Eskiden a b d e s t b o z a r , sonra a b d e s t a l ı r d ı k . B u n ­ d a n sonra i b r i ğ e s u y u k o r - k o m a z a b d e s t a l ı r ı z , sonra a b d e s t b o z a r ı z .

•*

1 8 . K ö y l ü n ü n b i r i , u y u z keçisini H o c a ' y a g e t i r m i ş ; n e f e s i n k e s ­ k i n d i r , b i r o k u y u v e r H o c a m d e m i ş . Hoca, n e f e s i m k e s k i n d i r a m m a k a t - ransız tesir e t m e z . Ben n e f e s e d e y i m , sen d e n e f e s i m e b i r a z k a t r a n e k l e , k e ç i y e sür d e m i ş .

1 9 . H o c a , d o s t l a r ı n a , b e n ö l ü r s e m d e m i ş , b e n i t e p e ü s t ü , d i k i ­ n e g ö m ü n . S e b e b i n i s o r m u ş l a r . K ı y a m e t k o p u n c a d e m i ş , d ü n y a n ı n altı ü s t ü n e g e l e c e k y a , o v a k i t d o s - d o ğ r u k a l k a r ı m .

*

2 0 . H o c a ' n m , y ı l i a r y ı l ı b i r i k t i r d i ğ i b i n a k ç e y i çalmışlar. Hoca e s e f l e n m i ş , m e r a k l a n m ı ş , d u a e t m i ş , i l e n m i ş . D e m g e ç m i ş , d e v r a n g e ç ­

m i ş , b i r g ü n b i r i s i g e l i p Hoca'ya b i n akçe v e r m i ş . H o c a , b u ne d e y i n c e , f ı r t ı n a y a t u t u l d u k , t i c a r e t için b i r y e r e g i d i y o r d u m , y a n i m d a b i r h a y l i m a l v a r d ı . S e l â m e t l e k u r t u l u r s a k Hoca'ya b i n a k ç e n e z r i m o l s u n d e d i m . Fırtınayı a t l a t t ı k , b e n d e g e l d i m , a d a ğ ı m ı y e r i n e g e t i r i y o r u m d e m i ş . Hoca, b u sözü d u y u n c a , n e a c a y i p işlerin v a r T a n r ı m d e m i ş , b i z i m p a r a n e r e y e g i t t i , n e r d e n g e l d i ; b u k a d a r d o l a m b a ç l ı y o l a n e l ü z u m v a r d ı s a n k i ?

*

2 1 . Hoca b î r g ü n e v i n i n p e n c e r e s i n d e o t u r m u ş , s o k a ğ ı s e y r e d i - y o r m u ş . D e r k e n çisenti h a l i n d e b i r y a ğ m u r d u r , başlamış. G i t t i k ç e f a z ­ lalaşmış, s i c i m g i b i y a ğ a r k e n H o c a , b a k m ı ş k i d o s t l a r ı n d a n b i r i , c ü b - b e s i n i ç e r n r e m i ş , koşarcasına e v i n e g i d i y o r . Tam,- H o c a ' n ı n e v i n i n hî-

(25)

zâsına g e l i n c e Hoca, v a h v a h d e m i ş , o k u m u ş a d a m s ı n d a , h i ç T a n r ı ­ n ı n r a h m e t i n d e n k a ç ı l ı r ı m ?

A d a m c a ğ ı z , u t a n m ı ş , d o ğ r u d e m i ş , y a v a ş l a m ı ş . Y a ğ m u r , t e p e s i n ­ d e n g i r m i ş , t ı r n a ğ ı n d a n ç ı k m ı ş , e v i n e v a r m ı ş k i su g i b i .

O l a c a k b u y a , o a d a m , b i r g ü n p e n c e r e s i n d e n s o k a ğ ı s e y r e d e r k e n g e n e y a ğ m u r başlamış. D e r k e n b i r d e n e g ö r s ü n ? H o c a , y e l - y e p e r e k , y e l k e n k ü r e k , d o l u - d i z g i n e v i n e k o ş m a d a . H o c a m d e m i ş a d a m , h a n i T a n r ı n ı n [ a h m e t i n d e n k a ç ı l m a z d ı , b u Hal n e ?

Hoca, sus b i r e b i l g i s i z d e m i ş , b e n , T a n r ı n ı n r a h m e t i n d e n k a ç m ı ­ y o r u m , y e r e d ü ş e n r a h m e t i ç i ğ n e m i y e y i m d i y e k o ş u y o r u m .

*

2 2 . Hoca'ya- ibr g ü n , acaba d ü n y a kaç arşın d e m i ş l e r . O sırada b i r cenaze g i d i y o r m u ş . H o c a , t a b u t u g ö s t e r e r e k b u s o r u y u şuna s o r u n , o b i l i r d e m i ş , b a k , ö l ç m ü ş - b i ç m i ş g i d i y o r . -

*

2 3 . H o c a ' y ı , Ramazanda i f t a r a ç a ğ ı r m ı ş l a r . O r u ç b o z m a z a m a n ı g e l i n c e e v s a h i b i , ö n c e n a m a z ı k ı l a l ı m d a sonra b o z a r ı z d e m i ş . Hoca n e y a p s ı n , razı o l m u ş . M a h a l l e n i n b ü y ü k l e r i v e i m a m d a d a v e t l i y m i ş . İ m a m , n a m a z a b a ş l a m ı ş , d a v e t l i l e r d e i m a m a u y m u ş l a r .

i m a m , Fâtiha'yı g a y e t y a v a ş o k u m u ş , s û r e y e sıra g e l i n c e «Yâsîn»

d e r - d e m e z H o c a , t ö v b e l e r o l s u n , b u n a m a z ı k ı l a m a m b e n , h e r ş e y i n b i r sırası v a r d e m i ş , n a m a z d a n ç e k i l m i ş . M e ğ e r i m a m , t e n b i h l i y m i ş , d e r h a l v e ç a b u c a k « V e l K u r ' â n - i l h a k î m , A l l a h u e k b e r » d i y e r ü k û a varınca, H o ­ c a , b a k , buna* d i y e c e k y o k d e y i p d e r h a l i m a m a u y m u ş (5).

*

2 4 . Z e n g i n l e r d e n b i r i H o c a ' y ı i f t a r a ç a ğ ı r m ı ş , i k i n d i ü s t ü g e l d e d e m i ş , c a m i l e r i g e z e r i z . Hoca g i t m i ş , cami cami d o l a ş m ı ş l a r . Z a v a l l ı , iyice a c ı k m ı ş . İftar z a m a n ı e v e g i t m i ş l e r , ö b ü r d a v e t l i l e r l e b e r a b e r y e ­ m e ğ e o t u r m u ş l a r .

V a k i t g e l m i ş , o r t a y a g ü z e l b i r d ü ğ ü n çorbası g e t i r m i ş l e r . Ev s a h i b i , b i r kaşık a l ı p uşağa y a h u d e m i ş , k a ç k e r e s ö y l e d i m , şu aşçıya b i r m e ­ r a m a n l a t ı n , u n u n u t o k a ç t o k a ç b ı r a k m a s ı n . B u n e r e z a l e t , k a l d ı r ş u n u . Ç o r b a k a l k m ı ş , o r t a y a n a r g i b i k ı z a r m ı ş h i n d i d o l m a s ı g e l m i ş . Ev s a h i b i , o n d a n d a b i r y u d u m a l m ı ş , alır a l m a z d a k ö p ü r m ü ş . Bana kas­

t ı n ı z m ı v a r d e m i ş , k a ç k e r e s ö y l e d i m , b a h a r b a n a d o k u n u y o r . Kaldır

(5) K u r ' â n ' m XXXVI. süresidir.

31

(26)

ş u n u , k a l d ı r k a l d ı r . H i n d i d o l m a s ı d a k a l k m ı ş . O r t a y a b a k l a v a g e l m i ş . E f e n d i , sersem m i s i n b e a d a m d i y e u ş a ğ a çıkışmış, aç k a r n ı n a d e m i ş , b a k l a v a y e n i r m i ? Uşak, b a k l a v a t e p s i s i n i d e k a l d ı r ı n c a H o c a , hemen>

b i r kaşık a l m ı ş , s o f r a d a n k a l k ı p o d a n ı n k ö ş e s i n d e k i t e p s i d e d u r a n f ı s ­ t ı k l ı , ü z ü m l ü , e t l i , k e s t a n e l i p i l â v l e n g e r i n i n başına o t u r m u ş , k a ş t k - k a - şık a t ı ş t ı r m ı y a başlamış.

Ev s a h i b i , H o c a m , n e y a p ı y o r s u n d e y i n c e a m a n b e y i m d e m i ş , bana b i r a z m ü h l e t v e r i n . Siz, ö b ü r y e m e k l e r i n suçlarına g ö r e c e z a l a r ı n ı ter- t i b e d i n c i y e d e k b e n , b i z i m şu eski g ö z - a ğ r ı s i y l e b i r a z c ı k g ö r ü ş e y i m , h a l i n i h a t ı r ı n ı s o r a y ı m .

H e r k e s , k a h k a h a d a n k ı r ı l m ı ş . T e k r a r s o f r a y a o t u r u p y e m e ğ e b a ş ­ l a m ı ş l a r .

• *

2 5 . Birisi, A k ş e h i r g ö l ü n d e g u s ü l e d e c e k m i ş , H o c a ' y a sorar:

— H o c a m , g u s ü l e d e r k e n n e t a r a f a d ö n e y i m ? Hoca şu c e v a b ı v e r i r :

— Elbisen ne t a r a f t a y s a o t a r a f a .

2 6 . Hoca, t a l e b e l i ğ i n d e b i r k ö y e g i t m i ş , v a a z e d i y o r m u ş . V a a ­ z ı n d a , Isâ P e y g a m b e r i n , d ö r d ü n c ü k a t g ö k t e b u l u n d u ğ u n u s ö y l e m i ş . C a m i d e n ç ı k a r k e n i h t i y a r b i r k a d ı n , H o c a ' y a y a k l a ş ı p e f e n d i d e m i ş , d e r s t e , Isâ P e y g a m b e r i n d ö r d ü n c ü kat g ö k t e - o l d u ğ u n u s ö y l e d i n i z . A c a ­ ba i k i g ö z ü m , o r d a n e y e r , n e içer k i ?

Hoca, bir a y d ı r o k ö y d e y m i ş , h a l i n i - h a t ı r ı n ı soran da p e k y o k m u ş . Bu s o r u y u d u y u n c a t e p e s i a t m ı ş , b e k a d ı n d e m i ş , k ö y ü n ü z e g e l e l i b i r ay o l d u , b i r g ü n c e ğ i z o l s u n , şu a d a m n e y e r , n e içer d i y e s o r m a d ı n d a ş i m d i b e n d e n , tâ d ö r d ü n c ü k a t t a k i İsa'nın n e y i y i p i ç t i ğ i n i s o r u y o r ­ s u n , u t a n b e .

*

2 7 . Hoca b i r g ü n , b i r d e r e d e n a b d e s t a l ı y o r m u ş . Sol a y a ğ ı n ı da y ı k a y ı p a b d e s t i n i t a m a m l a m ı ş . Fakat t a r h b u sırada p a b u c u n u n t e k i d e r e y e d ü ş m ü ş , g i t m e y e başlamış. Hoca a r d ı n d a n k o ş u p t u t m a k iste­

m i ş s e d e ' d e r e n i n d e r i n b i r y e r i n e g e l i n c e b a k a - k a l m ı ş . Pabuç, g ö z g ö r e g ö r e g i t m i ş . Buna f e n a h a l d e i ç e r l i y e n H o c a , n e h r e arkasını d ö n ü p b i r o . . . m u ş v e al a b d e s t i n i d e m i ş , v e r p a b u c u m u .

Referanslar

Benzer Belgeler

30 sayfa olan bu bölümde 76 fıkra yer almak­ tadır. Bu bölümde Nasreddin Hoca fıkraları ola­ rak anlatılan fıkraların az bir kısmı uydurma ol­ mayan, herkesin

Gagauzlara komşu bir Türk halkı olan Dobruca Tatarlarının Nasreddin Hoca fıkraları da 1983'te yayımlanmıştır.. Yukarıda anılan yayınlarda, Boratav, Koz ve

Bazı Nasreddin Hoca fıkralarının bütünü bir deyim veya atasözü ile ilgili iken bazen de deyimler ve/veya atasözleri, anlatı içinde dolaylı olarak ve yeri

Milletlerarası Nasreddin Hoca Sempozyumu Bildirileri, Kültür Bakanlığı Halk Kültürünü Araştırma Dairesi Yayınları, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara 1990, s..

Genetik çalışmalarda yaygın olarak kul- lanılan hardalgiller ailesinden küçük bir bitki olan Arabidopsis bitkisi, yapılan yeni bir çalışmada da model bitki olarak

Milletle- rarası Türk Halk Kültürü Kongresi / Halk Edebiyatı Seksiyonu Bildirileri / II1. Dergi Ve Armağan Yazıları Ve

K aliforniya Teknoloji Enstitüsü’nden (Caltech) Paul Rothemund ve bu alanda çalışan diğer bilim insanları nano ölçekte (metrenin milyarda biri) yapıla- rın nasıl

tilerinden, Ruşen Eşref: Boğaziçi, Aynlddar’ ında yol üstü birkaç çeşme adlı nesirinde Paşalimanı’ndan - Çen gelköyü’ne kadar uzanan bir