• Sonuç bulunamadı

HAŞAN YALÇIN. Dönekler

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "HAŞAN YALÇIN. Dönekler"

Copied!
200
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

HAŞAN YALÇIN

Dönekler

W

(2)
(3)

HAŞAN YALÇIN

Dönekler

(4)

© Bu kitabın yayın hakları

Analiz Basım Yayın Tasarım Uygulama Ltd. Şti.nindir.

Birinci Basım; Şubat 2003 İkinci Basım: Mart 2003

Kapak: Aptülika

Karikatürler; Aptülika, Derya Sayın, Levent Kuruca Teknik Hazırlık: Analiz Basım Yayın

Baskı: Analiz Basım Yayın

ISBN: 975-343-361-1

KAYNAK YAYINLARI: 363

KAYNAK YjyiNUMa

A N ALİZ BA SIM YAYIN TASARIM U Y G U LA M A LTD. ŞTÎ.

İstiklal Cad. 184/4 34430 Beyoğlu-İstanbul web adresi: www.kaynakyayinlari.com e-posta; iletisim @ kaynakyayinlari.com

Tel; (0212) 252 21 56 - 252 21 99 Faks: (0212) 249 28 92

(5)

HAŞAN YALÇIN

Dönekler

(6)
(7)

İÇİNDEKİLER

ÖNSÖZ / DOĞU PERİNÇEK 7

ORAL ÇALIŞLAR; DAVET EDİLEN ADAM 11

ÇETİN ALTAN: SIRADAN BİR DÖNEK 27

CENGİZ ÇANDAR; DİNGİLİ KIRIK ADAM 61

HADİ ULUENGİN: SAPI SİLİK ADAM 86

HADİ ULUENGİN VE ODTÜ 97

CIA'NIN PARMAĞI HADİ ULUENGİN 100

TANER AKÇAM: TÜRKİYE DÜŞMANLIĞI PROFESÖRÜ 107

PEKİN'DE BİR PİŞMAN: RAGIP DURAN 123

DÖNMÜŞ KADININ KIRK YAŞ GÜLÜŞÜ 127

DÖNMENİN FİZİKSEL YASASI 130

DÖNMENİN DİYALEKTİĞİ 134

DÖNMÜŞ ADAM İÇİN YAŞ HESABI 138

NİÇİN DÖNDÜLER VEYA İDEOLOJİNİN SAKİNİMİ YASASI 141 KİMSE "TÜRKİYE'DE SOL VAR MI?" DİYE SORAMAZ 147 İKİNCİ CUMHURİYETÇİĞİN PERİŞAN HALİ 151

TÜRKİYE'YE GİREN AVRUPA 155

TERTİP SİNYALLERİ 159

ŞAH DÖNEKLER 163

(8)

d ü ğ m e l ia b YAZARLARI 170

F TİPİ AYDINLAR 174

TÜRKİYE'NİN FELAKETİNDEN CİNSEL HAZ DUYANLAR 178 AYDIN DOĞAN MEDYASI VE PROVOKATÖRLER 183

DÖNEKLER VE LİBERALLER CUMHURİYETİ 187

AD DİZİNİ 191

(9)

ÖNSÖZ

SİSTEM, AYDININI YETİŞTİREMİYOR DÖNEKLERDEN DEVŞİRİYOR

Altan'lardan Cengiz Çandar'a kadar sistemin entel kadrosuna bakınız, bütünüyle döneklerden oluşuyor. Bugün mafyalaşan acen­

te sınıfı, ideolojik hegemonya görevlilerini bir zamanların sosyalist aydınlarından devşirmiştir. Dünya tekellerinin küreselleşme saldı­

rısıyla birlikte, büyük sermaye çevrelerinde ve muhafazakâr mah­

fillerde yetişmiş aydın takımı görevden alınmış, ön cepheye Mark- sizmdcn dönmüş entel tayfası sürülmüştür.

Vatansız Mafya

Bu olay, sistemdeki yapı değişikliğiyle birlikte yaşandı. 1990 öncelerine kadar Türkiye'nin hâkim sınıfı, mali sermayenin, sana­

yicilerin ve tüccarların iri kıyımlarından oluşuyordu. Artık ülkemiz yönetimi, uluslararası kara para krallarının, dünya tefecilerinin, uyuşturucu ve silah kaçakçılarının, hortumcunun, dolar ve borsa vurguncusunun eline geçmiştir. Bunlar, üretimi örgütlemiyor, üreti­

leni yağmalıyor. Bu nedenle yeni yönetici sınıfımız, dünya mafya­

sının acentesi konumundadır.

Büyük sermayenin vatanı vardı, ama yeni hâkim sınıf vatansız­

dır. Yeni efendilerin paraları kıyı bankalarındadır; yatırımları uyuş­

turucu ve silah işinedir; kara para aklayan kumarhaneleredir ve te­

levizyon şirketlerinedir.

(10)

ülkeden ipini koparmış olması, hâkim sınıfın ideolojisini ve en- tel takımının karakterini de belirliyor.

Vatansız Devşirme

Büyük sermaye, aydın kadrosunu kendi kuramlarında, üniversi­

telerinde, Aydınlar Ocağı'nda vb. yetiştiriyordu. Mafya ise, entel kadrosunu döneklerden oluşturuyor.

Burjuva aydını, vatana millete kurşun sıkma işini üstlenemiyor.

Onun vatanla milletle kanbağı vardm Devşirme ise, devrimci ^jeolo­

jiden, üretimden, o üretimi gerçekleştiren emekçiden, üretimin coğ­

rafyası olan vatandan, milletten koparılmıştır. Dönek, eskiden ağacın dalıydı, artık kırılmış bir daldır, bir sopadır, kimin elindeyse o elin devamı olmuştur. Tecrübeyle bir kez daha kanıtlanmıştır. Bilimsel Sosyalizmden dönen, vatandan da dönüyor, milletten de dönüyor.

Herhangi bir burjuva aydınına "Kahrolsun bağımsızlık" diye bağırttırabilir misiniz? Herhangi bir burjuva bilim adamına "Türk- lerin Kurtuluş Savaşıyla Anadolu'yu yeniden işgal ettikleri" türün­

den teorileri seslendirtebilir misiniz? Türklerin "kıçını sıkarak ya­

şayan mesleksiz bir millet" olduğu tezlerini, hangi burjuva sosyal bilimcisi piyasaya sürebilir? Eşcinselliğe övgüler, ensest ilişkiye ve sübyancılığa güzellemeler döktürecek burjuva yazarı nerede?

Burjuva aydını, bu küresel mafya görevlerini yapamadığı için gözden düşmüştür; emekliye sevk edilmiştir. Dönek ise, ipini sat­

mış, dizgininden boşanmıştır; kuralsız mafyanın tam aradığı perso­

neldir. Mafyanın aradığı entel, erketeci tipinde olmalı, tetikçiye ve­

ya özel tim görevlisine benzemeli.

Hürriyet gazetesinin bir yazarı, "Hadi Uluengin'e niçin maaş veriliyor sanıyorsunuz, onun bizim gazetedeki görevi, işareti aldığı zaman Doğu Perinçek'e küfretmektir" diyor.

(11)

Yıldız Üretemeyince Döküntüden Yıldız Yapıyor

Sistem, ideolojik cephede bu milletin üzerine dönekler dışında hangi aydını sürebiliyor?

Mafyalaşan sistemin devşirmeler dışında bir entel kadrosu var mı?

Bugün sistemin ideolojik hegemonyasına karşı mücadele, aslın­

da döneklere karşı mücadelede odaklanıyor. Dönekler, bu açıdan milletin meselesi haline gelmişlerdir.

Ancak bazılarımız, olayın farkında değiliz, "Şu döküntülerin adam yerine konacak neleri var" diyoruz. Doğru, dönekler bizim döküntülçrimizdir, ama aynı dönekler sistemin yıldızlarıdır.

- Döküntüden yıldız olur mu?

- İşte olmuş bile! Çürüyen sistem, artık yıldız üretemediği için, yıldızını devrimcinin döküntüsünden imal ediyor.

Devşirmelerle Nereye Kadar?

Kendi aydınını üretemeyen sistem, devrimci hareketin ürettiği aydını devşiriyor. Mafya sisteminin sonunun geldiğini gösteren en önemli işaretlerden biri budun Çünkü bir sistemi ayakta tutan, yal­

nız zor güçleri değil, yönettiği toplumda oluşturduğu rızadır; ide­

olojik hegemonyadır. Bir hâkim sınıf, ideolojik hâkimiyetinin yapıcılarını kendi kurumlan içinde yetiştiremiyor ve çıkartamıyor- sa, o sistem bitmiştir.

Bu sistem, devşirmelerle daha ne kadar gidebilecektir? Haşan Yalçın'ın "Dönek Portreleri", her hafta sistemin yüzüne bu soruyu çarpmaktadır: Döneğe muhtaç kalacak kadar zavallılaşmış, vay haline sizin sisteminizin!

Bu sorunun döne döne toplumun önüne getirilmesi, ideolojik mücadelenin en vurucu görevidir. O nedenle Haşan Yalçın, "Dönek

(12)

Portreleri"yle, ideolojik mücadelenin merkezinde ve en ön cep­

hesinde savaşmaktadır. Yazılarındaki vuruculuk, edebi tat, yalnız birikiminden ve yeteneğinden değil, aynı zamanda ateş hattında mevzilenmesinden geliyor. "Dönek Portreleri", sıradan ideolojik mücadele yazıları değildir; tıpkı Cemal Süreya'nın "İzdüşümleri"

gibi, gelecek kuşaklara kalacak edebiyat mirasımız içindedir.

Doğu Perinçek 3 Şubat 2002

(13)

ORAL ÇALIŞLAR: DAVET EDİLEN ADAM*

Niçin Oral Çalışlarla baş­

lıyoruz portrelere?

Öpemli olduğu için mi?

Hayır. Önemli dönek yoktur, dönekler arasında önem farkı da. Dönek, kendini önemsiz- leştirmiş adam demektir. Oral Çalışlar, kendisi aldı önceliği.

Biz portreleri tasarlarken adeta başını uzatıp, ben buradayım dedi. 2 Ocak tarihli Cumhuri- ycr'teki yazısını Aydmiık'a ve İşçi Partisi'ne ayırmıştı.

M HP ile Avrupa'da Buluşma

Oral Bey, Aydınlık dergisinin 1969-1970 yıllarındaki Ordu ve devlet tahlillerini gözden geçirmiş. "O yıllarda ne sağlam ve doğru bir yerde duruyormuşuz" diyor. Sanılır ki, şimdi oralardan uzaklaş­

tığı, döndüğü ve tam karşıya geçtiği için pişmanlık duymaktadır.

' Aydınlık, "Dönek Portreleri", sayı 755, 6 Ocak 2002; sayı 756, 13 Ocak 2002; sa­

yı 757. 20 Ocak 2002; .sayı 758, 27 Ocak 2002.

(14)

Hayır. Dediğine göre kendisi, o zamanki görüşleri aynen korumak­

tayken, Aydınlıkçılar MHP ile "milliyetçilik yarışına" girmişler.

Oysa, Oral Çalışlar, AB'nin adamı. Son günlerde Türkiye'ye karşı Avrupa'yı savunurken, maskeyi bırakalım, bir incecik tül bile takmıyor yüzüne. Peki MHP? Oral Bey'in emir aldığı yerlerin bir dediğini iki etmiyor. Yani Oral Bey, MHP ile Avrupa'da buluşuyor.

İşçi Partisi'ni MHP ile yarışa sokması ise, Batı'dan öğrendiği psiko­

lojik savaş taktiğinin gereği. O taktiğin kitabında, gözden düşmüş olanı, yanında olsa bile karşı tarafın üstüne atacaksın yazılıdır.

Ordu'ya Karşı Pentagon Taktiği

Dönmek, beynin ve vicdanın satılmasıdır. Tamamen ve toptan, bir evin içindeki eşyalarla birlikte satılması gibi.

İnsan ancak dönerek baktığında böyle görebilir gerçeği. Yoksa ne ilgisi var 1969-1970'in Ordu komuta kademesiyle bugünkü Or­

du'nun? O zamanki, 15-16 Haziran işçi hareketini bastırmış, Ame­

rika’nın yönlendirmesiyle 12 Mart 1971 darbesine yürüyor; bugün­

kü, aynı Amerika'yı bölgede tehdit ilan etmiş. Aslında buradaki kurnazlık bile Oral Çalışlar'm kendisine ait değil. 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinden bugünkü Ordu'yu sorumlu tutmak. Pentagon yapımı bir psikolojik savaş malıdır. Altangiller ailesinin işporta tez­

gâhında sürekli pazarlanır.

İki Oral, İki Amerika

Amerika'ya karşı çıkarsan Amerika'yı karşında bulursun; Ame­

rika'ya teslim olursan Amerika'yı yanında bulursun.

1960'larda Amerika'ya karşı mücadele ediyordu. Aydınlık'çıydı.

1971 darbesinden sonra Gaziantep'te yakalandı, Mamak'ta hapis

(15)

yattı. Yanında ne Amerika vardı, ne Almanya, ne TÜSÎAD... Ha­

pisten çıktı, gene bağımsızlık mücadelesinin içinde yer aldı. Aydın- lık'çıydı ve bilimsel sosyalist partinin yöneticisiydi. 12 Eylül dar­

besinden sonra bir kere daha hapse girdi. Yanında ne Amerika var­

dı, ne Almanya, ne TÜSÎAD...

Oral Çalışlar, 1999 Mayıs'ında İstanbul Devlet Güvenlik Mahke­

mesi tarafından 13 ay hapis cezasına çarptırıldı. Abdullah Öcalan'la yaptığı röportajı kitap haline getirmişti. Henüz hapse filan girmiş de­

ğildi, gireceği de yoktu. Ama bu kez yanında Amerika vardı, Alman­

ya vardı, TÜSÎAD vardı. Gazetesi Cumhuriyet'tc yazıldığına göre,

"ABD yönetiminin resmi görüşünü ifade ettiği belirtilen" Amerika'nın Sesi Radyosu, Oral Çalışlar'a verilen cezayı tam 56 dilden protesto ediyordu.' TÜSÎAD Başkanı Erkut Yücaoğlu, aniden Oral Çalışlar'la Tarsus Amerikan Kolej i'nden arkadaş olduklarını hatırlamıştı ve TÜ­

SÎAD Yönetim Kurulu, Oral Çalışlar için toptan harekete geçmişti.

Ünlü dönek Hadi Uluengin, Hürriyet't&\d köşesinden Oral'ın şerefine kadeh kaldırıyordu.^ Oral Bey'e yapılan uluslararası ve yerli malı des­

teğin yer aldığı gazetelerin kesikleri kocaman bir dosya tutuyor.

1970'lerle 2000'ler arasındaki farkı anlamak istiyor idiyse, Oral Bey işte bu tabloya bakmalıydı. Amerika ve TÜSÎAD dönmediği­

ne göre, herhalde kendisi dönmüştü. Bir küçük bilgi daha; o aynı tarihlerde Doğu Perinçek, Haymana Cezaevi'nde yatıyordu. Oral- giller familyasının, işte o aynı Amerika'sı tarafından yapılan tertip­

ler sonucu.

Cebinde Almanya Bileti

"1990-1992 yılları arasında Hamburg Senatosu'nun davetlisi olarak eşi ve oğlu ile birlikte Almanya'da bulundu." Anahtar değe-

1 Cumhuriyet, 23 Mayıs 1999.

2 Hürriyet, 20 Mayıs 1999.

(16)

rinde bir cümle. 50 küsur yıllık bir yaşam serüveni ancak bu kadar özlü açıklanabilir.

Oral Çalışlar, 1980'lerin sonunda hapisten çıktı. Parti, kendisine 2000'e Doğru dergisinde idare müdürlüğü görevi verdi. Ancak o, aynı zamanda Yayın Kurulu'na girmek istiyordu. Kaç yıllık partili adam, Parti'de pazarlık olmadığını bilmez mi? Bile bile, "Ya olu­

rum, ya giderim" diye dayattı.

Nereye gidecekti?

Cebinde işte o Hamburg Senatosunun "daveti" vardı. Parti'ye bilgi vermeden. Alman Elçiliği'yle görüşmeler yapıyordu. Durum öğrenilince, "Bilgi verecektim" diye savundu kendisini. Alman­

ya'yla iş pişirildikten sonra bilginin ne faydası olacaktı acaba?

O günlerde Türkiye Solu'na kurulan tuzağın adı Avrupacılık ve Gorbaçovculuktu. İşçi Partisi'ni bölmeye çalışan Avrupacılar ve Gorbaçovcular kendilerine "Kanat" adını vermişlerdi. Oral Bey, orada yer aldı. Alman temsilcisi olarak herhalde. Parti'den koptu.

Gorbaçov'un kanadında Almanya'ya uçtu.

Kırılma Noktası

Dönmek, kişiliğin kırılmasıdır. Gerçi o ana kadar bilinci eğilip bükülmüştü kuşkusuz, ama Almanya "daveti", sonu getiren olaydır.

Oral Çalışlar'ın kırılma noktası.

Tedavi Edilen Adam

Hangisi daha aşağılayıcı ve acımasızdır acaba; yüzün ameliyatla değiştirilmesi mi, yoksa ruhun teslim alınıp dönekleştirilmesi mi?

İtirafçı, boyun eğmek zorunda kaldığını öne sürebilir. Dönek ise, bı­

14

(17)

çağın altına gönüllü yatmış adamdır. Ayrıca, dönenin yüzündeki de­

ğişim estetik ameliyattakinden daha mı küçüktür acaba? Yüz, ruhun aynasıdır. İsteyen, Oral Çalışlar'ın devrimcilik yıllarındaki yüzüyle şimdiki yüzünü karşılaştırsın.

Beyin Hastalığı Almanya'ya, "Ham­

burg Senatosu'nun da­

vetlisi olarak" gittiğini söyleyen, Oral Çalış- lar'ın kendisi. Bazen de

"Hamburg Eyalet Hükü­

meti çağırdı" diyor. Se­

natör olarak mı gitmişti yoksa? Operasyona asa­

let katmaya çalışıyor.

Oysa, ne senato veya hükümet var ortada, ne davet. Müracaat ediyor ve kabul edilip götürü­

lüyor. Götüren kurum,

"Hamburg Sosyal İnce- _______

/ PtC İL İK ^ Oral Bey'e, "Üçüncü Dünya ülkelerinde siyasal görüşleri nedeniy­

le baskı gören kişilerin rehabilitasyonu fonu"ndan burs veriyor.

Rehabilitasyon, yani iyileştirme. Oral Çalışlar'ın bilinci üzerin­

de yapılacak işleme daha uygun bir isim bulunamazdı. Demek ki, hastaydı. Artık devrimciliğin bir hastalık olduğunu düşünüyor, te­

davi görmek istiyordu. Bilenlerin anlattığına göre, Almanya'da bu­

(18)

lunduğu sürece, "hastalığım" verimli bir maden ocağı gibi işletti.

Cezaevinde yatmış olmayı, hem Türkiyeli eski dostlarından yarar­

lanmak için, hem Alman "rehabilitasyon uzmanlarının" ihtimamını kazanmak için kullandı.

Sonunda "iyileştirildi". Yepyeni bir adam yapıldı.

İstihbaratın Elinde

Olta bu gibi durumlarda hep, istihbarat örgütlerinin elindedir.

Devletlerin "iyileştirme" ve devşirme işlerine onlar bakar. Enstitü, vakıf gibi isimlerin örtüden ibaret olduğunu müracaatçı da bilir za­

ten. Devşirilmiştir ve değişmek üzere gitmektedir. Müracaat bir ör­

tülü sözleşmedir aslında.

Oral Çalışlar'ı Almanya'ya götüren Vakıf, parayı ünlü Alman si­

gara tekeli Philipp Reemtsma'dan alıyor. Vakıfa bağlı aynı isimli enstitünün mütevelli heyetinin başında ise, artık Türkiye'nin yakın­

dan tanığı Dr. Tessa Hoffmann vardır. Hani Türkiye'yi Ermeni soy­

kırımcısı ilan eden, Nazilerin kitle soykırımını Türklerden öğren­

diklerini, gaz odalarını ilk kez Türklerin kullandıklarını söyleyen meşhur Alman istihbaratçı. Berlin Hür Üniversitesi'nde, Türkiye ve Kafkaslar'da azınlık çatışmaları uzmanı, aynı zamanda Alman Giz­

li Servisi BND'nin Türkiye-Kafkaslar Masası Şefi. Oral Çalışlar'm iyileştirilmesi işlerine bu Tessa Hoffmann bakacaktır. Tıpkı Taner Akçam gibi, onu da alacak, bir teknik direktör gibi eğitecek, yeni hayatına hazırlayacaktır.

Alman devleti, Türkiye'yi hangi cepheden sıkıştıracaksa, dev­

şirme asker oraya mevzilendirilecektir. Ve efendinin ne istediğini sezme hızı, bendenin yetenek ölçüsüdür. Oral Çalışlar'da Ermenis­

tan ve "Ermeni soykırımı"nı araştırma merakı belki Hoffmann'ı gö­

rür görmez başlamıştı. Kendisini İslam ve tarikatlar konusunda esinlendirip eğitecek olan Alman'ın adı ise, Udo Steinbach. Kuşku­

16

(19)

suz o da Gizli Servis'ten. BND'nin Ortadoğu ve Türkiye Masası Şeflerinden ve Hamburg Doğu Enstitüsü'nün Müdürü. "Alman İs­

lâmî" tezinin mucidi. Gerçek bir Mustafa Kemal düşmanı. 1979'da çıkan ilk kitabının adı "Boğazdaki Hasta Adam". Ona kalırsa,

"Türk ulusu yoktur" ve Türkiye "birbiriyle boğazlaşan etnik ve di­

ni gruplardan" oluşmaktadır.

Herr Daniel Çalışlar Sahnede

Oral Bey'in, "Bey"i gitmiş, adının başına "Herr" sıfatı gelip otur­

muştur. Almanca olarak Herr Daniel Oral Çalışlar! Artık işi, bir bakı­

ma durmadan "Ustamın dediği" diye tekrarlamaktan ibarettir. Stein- bach'tan aynen alıp şöyle diyecektir: "Diyanet'in temsil ettiği İslam, doğru İslam değildir. Çünkü Diyanet'in İslâmî, Türk devletiyle barı­

şıktır. Kemalistler barbarca yöntemlerle çağdaşlaşma macerasına atıl­

dıklarında, Anadolu halklarının kültürel, dinsel ve etnik özelliklerini hiçe saymış, ezmişlerdir. Otoriter, laik ve despot Türk devleti hem Alevilere, hem Müslümanlara, hem Kürtlere ağır baskı uyguluyor"

(Alman Endüstri Vakfı Körber'in 1996 yılında düzenlediği "Türk-Al- man İlişkilerinde Din Tabu mu?" konulu sempozyumda konuşma).

Türkiye'ye karşı savaştaki başarısı Alman medyası tarafından alkışla karşılanacak, "Kemalizme kafa tutabilen ender insanlardan biri", "cesur gazeteci", "eleştirel düşünen aydın", "sistem karşıtı ya­

zar" ilan edilecektir. Toplantı toplantı gezdirilecek, Türkiye düşma­

nı konuşmalar yaptırılacaktır.

İhanet Notu On

Oral Çalışlar bundan böyle, Avrupa neye karşı ise ona karşı ola­

cak, Avrupa ne istiyorsa onu isteyecektir. Silahh Kuvvetler'e ve 28 Şubat'a savaş açacak, ulusal güvenlikle alay edecek; milliyet ve mez­

(20)

hep çelişmelerini kaşıyacak; Fethullah Gülen'i savunacak; IMF Tür­

kiye'ye Kemal'Derviş'i gönderince, bir de "Demokrasi Derviş'i" iste­

yecek; gerektiğinde insan haklarcıhğı, gerektiğinde eşcinselliği bay­

rak yapacak; gerektiğinde misyoner kimliğiyle İstanbul'un Ümrani­

ye'sinde ve Ankara'nın Keçiören'inde kilise açılmasını isteyecek...

Oral Çalışlar, 17 Haziran 2000'de, Paris'te, "Ermeni Diasporası Araştırmalar Merkezi" tarafından düzenlenen sempozyumda, Tür­

kiye'nin bağımsızlık savaşını "soykırım" ilan ediyor ve ulus-devle- te saldırıyor. Şöyle diyor: "1915 Ermeni tehciriyle başlayan etnik temizleme süreci, aslında bir yönüyle ulus-devlete gidiş sürecidir."

Hoffmann'ın ve Steinbach'ın öğrencisi, dersini iyi öğrenmiştir.

İhanet notu on üzerinden on!

Yurdunu Yitiren Adam

Oral Çalışlar hem "iyileştirilip", solculuktan kurtarılıyor, hem de hâlâ solcu geçiniyor. Solcu geçinen ÖDP'ye kurucu oluyor. Sol­

cu geçinen Cumhuriyet gazetesinde köşe tutuyor. Hatta Aydınlıkçı- lara solculuk dersi bile veriyor. Nasıl açıklamalı bu çelişmeyi?

Dükkânı Sol'da

Çelişme yok ki, açıklansın. İşi bu, böyle görevlendiriliyor. Dö­

nekler işlevlerine göre çeşit çeşittir. Bir cinsi vardır, Hadi Uluengin gibi "Ben döndüm lan var mı diyeceğiniz?" diye, halka karşı cep­

heden saldırıya geçer.

Maskesizdir. Bir başka türü ise, solcu kisve altında çalışır. İha­

netin sol cenahında mevzilenmiştir. İçindeymiş gibi görünmek, çü­

rütmek için her zaman elverişli bir yöntemdir. Çağırıcı keklik ol­

masa av çok zor olurdu.

(21)

Ö zcan Buze-Aptülika

Oral Çalışlar, dükkânı Sol’da açanlardan. Almanya dönüşü Cum­

huriyet gazetesine yerleştirildi. Hapislik yıllarının, 68'in, Deniz Gez- miş'in bol işportacılığını yaptı, Mesut Yılmaz'dan daha Avrupacı, Be­

sim Libiduk'tan daha liberaldir, ama işte aynı zamanda solcudur. Ta­

lep varsa arz mutlaka olur, kural böyledir. Oral Çalışlar'ı solcu zan­

neden andavallılar bulundukça, Oral Çalışlar da "solcu" kalacaktır.

MOSSAD'a Selam

Solculuk cilasıyla işbirlikçi burjuvaziye nasıl hizmet ediyor, gör­

mek isteyenler Cumhuriyet Dergi’nin 18 Ocak 1998 tarihli 617. sa­

yısının kapağına bakabilirler. Oral Çalışlar oradaki "Hayim'in oğlu İshak" başlıklı yazısıyla basınımızdaki "yağdanlık" geleneğinin bü­

tün örneklerini geride bırakır; büyük sermaye içinde ABD'ye bağım­

lılığın, İsrail "dostluğunun" ve özelleştirme kahramanlığının önde gelen temsilcisi İshak Alaton'u, "entelektüel birikimiyle", "cesur eleştirileriyle", "Atatürk ve Cumhuriyet sevgisiyle", "vatanseverli­

(22)

ğiyle", "sevgi dolu yüreğiyle", "Türkiye'nin sanayileşmesini yakala­

masıyla" bir büyük adam olarak vitrine yerleştirir. İsrail istihbarat ör­

gütü MOSSAD’la ilişkisi bütün basında uzun uzun yazılıp çizilen işadamı Üzeyir Garih'in öldürülmesi üzerine ise, "Bir Müslüman mezarlığına bir Musevi olarak düzenli ziyaretler yapması bile, onun farklı kişiliğinin bir ifadesi" diye yazacaktır.^ İşte bu satırlar da, Oral Çalışlar'ın farklı kişiliğinin ve solculuğunun ifadesi oluyor.

Ayak Öpücülüğü

Göklere çıkaracağı kapitalistleri seçerken İsrail bağlantılı olan­

ları öne çıkaran Oral Çalışlar, yabancı politikacılar söz konusu olunca, edebi yeteneğinin tamamını kullanır. Karen Fogg'la ilgili yazısı gerçekten müthiştir.'^ Avrupa savunuculuğu, emperyalizme teslimiyet tabii hepsi var. Ama bu yazıda düşündürücü olan, aşağı­

lık kompleksinden ölecek hale gelmiş sömürge aydınının pejmürde ruhudur. Şöyle yazıyor: "Çıplak ayaklarını Munzur Çayı'na uzatmış karpuz yiyen bir sarışın kadın fotoğrafı gazetenin orta sayfasında...

Karen Fogg'un çıplak ayaklarını Munzur'a uzatarak karpuz yemesi artık dünyanın ve Türkiye'nin gerçeği... Beğenen beğenecek, be­

ğenmeyen beğenmeyecek"...

Sömürge valisi edalı, emperyalist küstahlığının sembolü, Avru­

pa Birliği Türkiye Temsilcisi Karen Fogg'un Munzur'a daldırılmış kart ayakları, sadece Türkiye'yi ayaklar altına almıyor, aynı zaman­

da emperyalist hayranlığının duygu dünyasını dalgalandırıyor. Oral Çalışlar'dan bile bir edebiyatçı yaratabiliyor, ona ilham veriyor.

Oral Çalışlar'ın o fotoğrafı evinin duvarına astığı, ayrıca Fogg'un ayaklarını öptüğü kesindir.

3 Cumhuriyet, 27 Ağustos 2001.

4 Cumhuriyet, 3 Ağustos 2001.

(23)

Alman'dan Daha Alman

Oral Bey'in Türkiye topraklarında en çok sevdiği ve pek rahat ettiği yerler Alman Elçiliği ve konsoloslukları. Almanya'nın Anka­

ra Büyükelçisi Hans-Joachim Vergau'nun görevini tamamlayıp memleketine dönmesi üzerine Oral Çalışlar'ın yazdıkları, gerçek bir sevgiyi dile getirir. Hele elçilik konutunu anlatışı, ancak elçili­

ğin kedisi böyle bir duygu düzeyini yakalayabilirdi. Alman Büyü­

kelçilik mensuplanyla yediği yemekleri ballandıra ballandıra anla­

tan da Çalışlar'ın kendisidir. Devşirilmiş Türkiyeli aydın, Avrupa'ya ve Almanya'ya bir AvrupalIdan veya Almandan daha bağlıdır.

Oral Çalışlar, 2 Ağustos 2000 tarihli Cumhuriyet'it aynen şun­

ları yazdı: "Bu ülkede yaşamaktan, bu ülkenin yurttaşı olmaktan derin bir utanç duyuyorum."

Son derece doğal. Dönüşen bilinç bütünüyle dönüşür. Sürekli Türkiye aleyhine yazıp konuşan bir insandan Türkiye'yi sevmesi nasıl beklenebilirdi? Türkiye'nin yerini Almanya alır, Türkiye insa­

nının yerini Almanlar... Devşirme, yurdunu yitirmiş adamdır. Bun­

dan daha büyük mutsuzluk olur mu?

Ucuz Adam

Peki, masrafı ne bu işin? Bir sömürge aydını yetiştirmenin yani.

Hesapçı ve hesaplı Almanlar! Oral Çalışlar'ı eğitip dönüştürmek için ne kadar para harcadılar acaba? Rehabilitasyon vakfından aldığı burs bir yıllıkken, bir yıl daha uzatılmış.,Almanya'da bir yıl daha kalayım diye yalvarmıştır kesinlikle. Sık sık götürüldüğü sempozyum, top­

lantı gibi etkinliklerin her biri için 10 bin mark, ayrıca eski Alman şa­

tolarında ağırlanmalar. Oral Çalışlar için bu sonuncusu belki çok da­

ha önemlidir. Oralarda kendini büyük adam gibi hissediyor.

(24)

Başka? Bu tür işlerde verilen ve alınan parayı tarh olarak bilmek mümkün değildir. Önemli de değil. Ama şunu biliyoruz, dönenler dünyasında herkesin bir fiyatı vardır ve küçük adam küçük paraya gider. Son olarak Oral Çalışlar'ın sadece Âiraanlarhan değil Ameri- kadan da para aldığı ortaya çıktı. İnsan hakları dolarçıları arasında adı geçince,: CMm/zM/7'yçt'teki köşesinde aldığı paranın hin dolar oIt

duğunu yazdı. Bin dolarcık yani! Mal çok olunoa fiyat düşer,,ser­

best piyasanın kuralıdır bu.

Sıfır Adam

Sınıf mücadelesi, aynı zamanda aydınları kazanma mücadelesi­

dir. 60’larda 70'lerde devrim güçlüydü, kazandı., Döneklerin önemli bir kısmı, devrim dalgasının, yüksek sınıflardan sürükleyip getirdiği adamlardır. Kimi üç sene beş sene, kimi daha uzun bir süre hizrnet etti. Dalga geri çekilince,:

kendi sınıfsal mevzilerine geri döndüler. Eski Aydın- hkçılardan Ömer Özertur- gut, Oral Çalışlar'ın ise, bu taraftan o tarafa geçtiği ka­

nısındaydı. Dönekler ara­

sında, özellikle ona kızma­

sının sebebini böyle açık­

lardı. Biz ona, sokakta bu­

lunmuş bir kedi gibi süt içi­

rip bakmasaydık çoktan ölüp gitmişti, diye anlatır.

1960'larda Ankara'ya gel- ___________

ilm'u'k; onu yanlarına al- mışlar, yardım etmişlerdi.

(25)

içirdikleri sütte mi bir bozukluk vardı yoksa? Hayır, hiç verme­

den hep almak olmaz. Mücadelenin ikinci devresinde, saraylar üst­

teydi; sayıları az da olsa ezilenler dünyasında yetişmiş, zayıf ve bo­

zuk bazı adamları kendi saflarına çektiler.

Tepeden Tırnağa İhanet

Cemal Süreya, "Kurt altı yavru doğurur/Köpek olur bunların bi­

ri" demektedir. Sözü, bu konuyu yazan Mecit Ünal'a bırakalım:

"Her ağacın kurdu nasıl özünden gelirse, ...köpek de kurdun çürük yanlarından doğup gelişir... Köpek haindir! Karın toklu­

ğuna satın alınmıştır. Cemal Süreya'nın 'Kurt' şiirinde köpek, 'yekpare kemik halinde' çizilen kurdun karşısında tepeden tır­

nağa ihanet olarak resmediliyor. Zayıf olandır köpek, dönek olandır. Ama kendi soyuna karşı öyle yetiştirilir ki, kurdu gör­

düğünde 'ağzı cehennemleşir'. Kolaylıkla devşirilebildiği için de insanda en ağır aşağılama ve hakaret sözü yerine geçer.

Türkeş ve Ecevit'in Sır Kâtibi

Soru her zaman vardır. Ne yapacaksın hayatını? Her insan için ömür, bu soruyu yanıtlamakla geçer. Ve her insan hem biraz kurt­

tur, hem biraz köpek. Mao bunu, maymun ve kaplan diye söyler.

Oral Çalışlar'ın bilincinde köpek, kurdun boynuna dişlerini 1980- 81'de geçirmeye başlamıştı. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra Do­

ğu Perinçek ve diğer Türkiye İşçi Köylü Partisi yöneticileriyle bir­

likte tutuklanıp konduğu Dil Okulu'nda.

5 Aydınlık, 6 Ocak 2002.

(26)

Oral Çalışlar Dil Okulu'nda, Bülent Ecevit’e ve Alpaslan Tür- keş'e sokuldu, ortamın sunduğu konuşma ve konuşturma olanakla­

rını sonuna kadar kullandı. Beklemedikleri sırada, beklemedikleri şekilde, mevkilerinden, eşlerinden, çocuklarından koparılıp kapa­

tılmış insanların duygu dünyaları, bütün duvarlarını ve perdelerini yitirmiş olarak, kişiliği bozuk dedikodu avcısının serbest bölgesi haline gelir. Oral Çalışlar kendisine, tabii bir gün yayınlansın diye değil, içtenlikle anlatılan her şeyi not etmeye başladığında, "Ne ya­

pacaksın hayatını?" sorusuna yeni yanıtını da oluşturuyordu. Artık devrimci Parti'nin üyeliğinden vazgeçiyor ve gözlerini Cağaloğlu gazeteciliğine dikiyor.

Ünlüler Sofrasının Etrafında

Bir hayat seçilmektedir, aynı zamanda bir ahlak tabii. Artık ha­

yatına, ünlülerden ün bulaşır gibi bir düşünce yol gösterecektir.

Hep milletvekillerine, bakanlara, tanınmış gazeteci ve yazarlara so­

kulmaya çalışacak, Almanya yıllarında Tessa Hoffman'ları, Udo Steinbach'ları yaşamının yıldızlan yapacaktır. Bir fırsat çıkar otu­

rurum umuduyla, ünlüler sofrasının etrafında dolaşılarak sürdürü­

len bir hayat. Enerjisini başkalarına özenerek harcadığı için, kendi­

sini yaratmaya gücü kalmamış insanların var oluş biçimidir bu.

Düzeltilen Kitap

Oral Çalışlar'm, Milliyet gazetesinde 2-15 Mart 1986 tarihleri arasında "Liderler Hapishanesi" başlıklı bir dizi olarak yayımlanan cezaevi anıları üzerine Doğu Perinçek, onun Babıâli'de kendisine yer aradığını söylemişti. Sonraki yıllarda bu tanı, öylesine büyük

24

(27)

bir kesinlikle doğrulandı ki, insanın, yçksa Oral Çalışlar, Doğu Pe- rinçek'i yanlış çıkarmamak için mi böyle yaptı diyesi gelir.

Kaldı ki, Oral Çalışlar, insanların, yazılacağını düşünmeksizin anlattıklarını yazmakla kalmamış, Türkeş'i ve diğer MHP yöneticile­

rini şirin göstermek, faşist milliyetçiliğe ve düzene yaranmak için elinden geleni yapmıştı. Yani Oral Bey, Alman devletine geçerken stajını Türkeş övücüsü olarak yaptı. Şimdi de tutmuş, Türkiye'nin bi­

limsel sosyalistlerini, "MHP ile milliyetçilik yarışı" yapmakla suçlu­

yor. Alman psikolojik savaş eğitimi, CIA'nmkinden geri kalmıyor.

İşçi Partisi yönetimi, "Liderler Hapishanesi" kitap olarak basıl­

madan önce, Türkeş'leri şirin gösteren bölümlerle, düzen taraftarı bölümlerin temizlenmesini kararlaştırdı. Oral Çalışlar, bu temizliği yapacak ideolojik tavır içinde olmadığı için, bu görevi başka iki partili yerine getirdi.

Kitabın kapağında Türkeş ve Ecevit'le birlikte Doğu Perinçek'in de resmi vardı. Parti'den tamamen kopunca, Oral Çalışlar, kitabını yeniden bastırdı. Değişiklik yapma sırasının kendisine geldiğini düşünmüş olmalı; kapaktan Doğu Perinçek'in resmini çıkardı. Dev­

rimci maziyi silme operasyonu başlıyordu.

Soyunma

Oral Çalışlar Cumhuriyet gazetesine alınınca, yazacağı köşeye

"Sıfır Noktası" adını koydu. Ne kadar kötü olursa olsun bir yazar, gerçekten görmek ve yazmak istiyorsa, şöyle her yere hâkim bir yerden, tepelerden, zirvelerden bakmak istemez mi? O bir yana, in­

san kendisine, bütün rakamlar bitmiş de sadece o kalmış gibi, niçin sıfırı layık görsün? Oral Çalışlar, teslim olduğu yerlere, devrimci geçmişini sıfırlayarak geldiğini anlatmak için o başlığı seçti. Kesin­

dir bu. Yaşamöyküsü istendiğinde, Aydınlıkçılık döneminin üzerin­

den sürekli atlaması, gene bu sebepledir. 12 Mart'ın dönekleri de

(28)

yeni hayatlarına, devrimci ideolojiyi tamamen reddettiklerini anlat­

mak üzere, bütün elbiselerini çıkarıp çırılçıplak soyunarak başlar­

lardı. Döneklik, insanın kendisinden, kendi özyaşamından utanma­

sı ve nefret etmesidir.

Tepeden kopan taş, düzlüğe kadar yuvarlanır. Yerçekimi yasası­

nın gereğidir bu. Oral Çalışlar'ın ise, sıfır noktasında durduğu bile doğru değil. İrtifa kaybı çok daha büyüktür.

26

(29)

Ç ETİN ALTAN: S IR A D A N B İR D Ö N EK *

/'Ben .politikacılık yap­

madım" diyor Çetin Altan,

"sadece rahat ,yazı yazabil­

mek için Meclis'e girdim, ama o zaman da dokunul­

mazlığımı kaldırdılar. Benim siyasete ihtiyacım yok."*

Kendi Reklamcısı

Sanılır ki, yâzT yazıyor diye devletin bütün polisleri,, savcıları, mahkemeleri .ve tabii "etrâk-ı biİdrak", yanı anlayıştan yoksun Türklerin tamamı, bü "büyük yazârı"

kovalamaktadır ve'yazmasa öleceği için dokunulmazlık

* Aydınlık., "Dönek Portreleri",, sayı,773, 1,2 IVtayış 2002; sayı IIA , 19 Mayıs,2002;

sayı 775, 26 Mayıs 2002; sayı 776, 2 Haziran 2002; sayı 777, 9 Haziran 20Ö2; sa­

yı 778, 14 Haziran 2002; s';lyi'779,’23 Haziran 2002; sayı 780, 30 Haziran 2002;

sayı 781, .7 Tenııpuz 2002. ‘. 7 .

1 Mustafa Karaalioğlu'yla röportaj, Yeni Şafak, 21 Nisan 2002.

(30)

zırhından yararlanmak amacıyla Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne sığınmıştır. Yoksa, ne işi vardır politika çamurunun içinde?

Ama sıra politikacılık konusunda böbürlenmeye gelince tuğla büyüklüğünde bir kitap indirilir raflardan, üstünde "Ben milletveki­

li iken" yazılıdır. Büyük "Yazı adamı", yazı adamlığını bu kez, "bü­

yük politikacılığını" ve Parlamento maceralarını anlatmak için kul­

lanmıştır. Bu kadar da değil, Çetin Altan'm politika yıllarını övüne­

rek anlattığı sayısız yazısı ve konuşması vardır. "Yazı adamlığı"

onun, böbürlenmeye en uygun konumdur diye, deneye sınaya ken­

dini oturttuğu son posttur.

Özden yoksunluk, kendini yalan ve gürültü şeklinde ifade eder.

Boş Laf Şampiyonu

Çetin Altan, 1967'de emekçiler tarafından kendisine gönderilen mektupları toplayıp Onlar Uyanırken adıyla bir kitap yaptı. Kitabın kendisine ait giriş bölümünde şöyle yazıyor:

"Türkiye'nin ezilen, horlanan, çağının dışında bırakılan emekçileri ... bütün gücün kendi sınıflarında olduğunu göre­

cek ve sınıflarının özgürlüğünü kimseden bir şey ummadan kendilerinden yana olan namuslu aydınlarla sağlamaya çalışa­

caktır... Ve ancak bu büyük çaba sonunda gerçek olarak kur­

tulacaklardır... Bu mücadelede elbette başı belaya girenler, fe­

laketlere uğrayanlar, eziyet çekenler olacaktır... Ama şunu unutmamak gerekir ki, insanlığın kurtuluşu için uğraşanlar ölümsüzdürler. Onların her yaptıkları yarın doğacak bebekle­

rin mutlu dünyasında bir taze gülüş olarak açılacak ve onların varlığı evrenin içindeki atom cümbüşünde gelip geçtikleri bir sinema perdesinin gerçek sahibi olarak sonsuzluğa perçinle- necektir... Sosyalizm alabildiğine geniş, alabildiğine derin,

28

(31)

alabildiğine insanca bir çabanın hiç bitmeyecek bir meyvası- dır. Yaşantının mutluluğunu böyle bir meyvamn lezzetinde duyanlar, çağlarını anlamış ve gerçekten yaşamış olanlardır."

Aldatan ve Aldanan

Dikkat edilirse, Meclis'e rahat yazı yazmak için girdiğinin he­

nüz farkında değildir ve "sosyalist politikacı" kisvesiyle konuşmak­

tadır. Bu yüzden cicili bicili, "bebeklerin gülüşü", "meyvaların lez­

zeti", "sinemaların perdesinin sahibi olarak sonsuzluğa perçinlen­

me" gibi ifadelerle, olabildiğince güçlü bir inanç gösterisi yapıyor.

Laf salatası, halk avcılarının tezgâhında satılır.

Çetin Altan, hayatının herhangi bir döneminde ne Bilimsel Sos­

yalizm'! öğrendi, ne de sosyalist oldu. Sosyalistlik pozu yaptı ve kendi pozuna belki kendisi de inandı; o kadar. Kendini ve halkı al­

dattı. Türkiye'de henüz sosyalizm bilinmiyordu. Devrime gözlerini yeni açan insanların etkilenmesi kolaydı.

Halk Avcısı

27 Mayıs 1960 hareketiyle ivme kazanan devrimcilik, iki yaza­

rı kitlelerin sevgilisi yapmıştı. Akşam'AdL yazan Çetin Altan, Cum- huriyet'te yazan İlhan Selçuk. İkisi de kitleler ve TİP (Türkiye İşçi Partisi) tarafından siyasete çağrıldı. İlhan Selçuk, emin yollardan, adımlarını yoklaya yoklaya atarak yükselme yolunu seçti ve gaze­

tecilikte kaldı.

Çetin Altan'ın kişiliği farklıydı; ün, takdir ve alkışa direnmesi mümkün değildi. Böyle oluşunun sebebini, Çetin Altan her sorul­

duğunda kendisi izah eder. "Sekiz yaşında yatılı okula bıraktılar, bir

(32)

daha da kimse aramadı... Sevilmemiş insanlar, insanları mahkum etmeye çalışırlar kendilerini beğenmeye."^ Aynı ifade, eşi Solmaz Kâmuran tarafından İpek Böceği Cinayeti adıyla yazılan biyografi­

sinde aynen vardır. Çetin Altan o yıllarda ve hayatı boyunca hep tri­

büne oynadı. Olayların merkezinde olmak ve kendini alkışlatmak için elinden geleni yaptı. Bu amaçla içeriksiz ama süslü konuşur ve yazar; sesinin kalınlığı, üslubu, duruşu, hepsi alkışa davetiyedir.

TİP listelerinden bağımsız milletvekili olarak girdiği Meclis onun için bir kişisel şov sahnesiydi. Daha sonra üyesi olduğu TİP'te başına buyrukluğuyla öne çıktı. 60'ların sonuna gelindiğinde artık kitle hareketi geri çekiliyordu, Çetin Altan'a yol görünmüştü. Par- ti'den ayrıldı, devrimciliğe. Sofa, sosyalizme sırtım döndü.

Halk avcısı her zaman halkın sırtında yaşar ve sürekli orada dur­

mak ister. Halk üstteyken onun ellerinde yükselir; yenilip alta dü­

şünce, bu kez yenenlerle birlikte biner halkın sırtına.

Aynı Yolun Yolcusu

Stalin, Troçki için "Alkış uğruna Kızıl Meydan’da intihar etme­

ye razıdır" demişti. Çetin Altan da kesinlikle özel bir dönüşle, ken­

di şanına yakışır bir şekilde ve alkışlar arasında dönmüş olmayı ter­

cih ederdi. Ama, dönüşünün diğer döneklerden en küçük bir farkı, kendine özgü hiçbir yanı yok. Oral Çalışlar, Hadi Uluengin, Cengiz Çandar ve Taner Akçam neden ve nasıl dönmüşlerse o da aynı şe­

kilde dönmüştür. Yol da aynıdır, güzergâh da aynı. Devrim dalgası­

nın saraylardan sürükleyip getirdikleri arasında yer almış, halkın sırtına basarak yükselebildiği yere kadar çıkmış, dalga geri çekilir­

ken diğerleri gibi o da halkı suçlayarak saraya dönmüştür.

2 Ahmet Tıılgar'la söyleşi, 7 Nisan 2002, Milliyet Pazar.

(33)

Artist

1960'lann ikinci yarısında biz, İTÜ'nün (İstanbul Teknik Üni­

versitesi) sosyalist gençleri, hem Çetin Attan hayranıydık, hem Prof. Dr. Tarık Özker'in öğrencileri. Önemini sonradan anlayacağı­

mız bir büyük çelişmeydi aslında bu.

"Şarlatan"

Ham elmanın yeşili canlı, genç sosyalistin coşkusu büyük olur.

Sosyalizmi henüz benimsiyorduk ve Çetin Altan'ın hâkim sınıfa ve iktidara yönelik alaycı ve çarpıcı üslubu, parlak sömürü tasvirleri, gençlik heyecanlarımızı tatmin ediyor ve büyütüyordu. Çetin Al- tan'a İTÜ'nün Gümüşsüyü Yurdu yemekhanesinde verdirttiğimiz konferans ünlü bir ses sanatçı­

sının konserinden bile daha görkemliydi. İktidarı yerden yere vuran ve halkı göklere çı­

karan Çetin Altan büyük alkış toplamış, bizim de gururdan başımız göğe değmişti.

Çetin Altan şimdi, Türki­

ye'nin bilim açısından uçsuz bucaksız bir çölden ibaret oldu­

ğunu adeta cinsel bir haz duya­

rak yazarken, tam bir cahil ve tam bir palavracıdır. Bırakalım her alandaki sayısız bilim insa­

nımızı, Türkiye, sadece Prof.

Dr. Tarık Özker’i yetiştirmiş ol­

saydı bile, dünya önünde gu- ^ p r C i L i K ^

(34)

rurlanabilirdi. Tarık Özker, ömrünü genç kafalarda bilimsel düşünce­

nin tomurcuklanması için mücadeleye vermişti; ITÜ'den yetişmiş mühendis nesillerini "neden", "niçin" ve "nasıl" sorularıyla tanıştırdı.

Sosyalist bir bilim adamı olarak, Amerikan üniversitelerinden her se­

ne aldığı davetleri reddetmiş ve Türkiye'de kalmıştı. Fizik bilimini sadece fizik olarak okutmazdı; aynı zamanda toplumsal olayları ve tarihsel süreçleri bilimsel olarak tahlil etmemizi isterdi. Bizim Çetin Altan'la yatıp Çetin Altan'la kalktığımız o günlerden birinde, kendi­

siyle Fakülte koridorunda karşılaştık. Aynı zamanda deli dolu bir in­

sandı, beni yakamdan tuttuğu gibi odasına götürdü, masasının karşı­

sına oturttu. "Şarlatan, bu Çetin Altan" dedi; "Devrimci değil, şarla­

tan ve hiçbir bilimsel görüşü yok".

Tarık Özker’in, o gün bana bu teşhisini kabul ettirmesi mümkün değildi; biliyordu bunu. Ama ulaştığı sonucu, devrimci öğrencisi­

nin bilincine sunuyordu. Fizik biliminin Çetin Altan hakkmdaki la- boratuvar test raporu olarak. Aynı zamanda bir vasiyet gibi. Türki­

ye, Prof. Dr. Tarık Özker'i çoktan yitirdi. Ben ise en azından 30 yıl­

dır, Çetin Altan'ın adına ne zaman rastlasam mutlaka Tarık Özker'in değerlendirmesini hatırlarım; "Şarlatan bu Çetin Altan, hiçbir bi­

limsel görüşü yok."

Demagog

Kitlelerin bilgi ve bilinç yetersizliği, şarlatanların yaşama ve üreme ortamıdır. 1960'larm Türkiye’sinde sosyalizm bilgisi son de­

rece yetersiz ve yüzeyseldi. DP döneminin tutuklamaları sosyaliz­

min geçmişle bağlarım koparmış ve birikimin yeni kuşaklara akta­

rılmasını önlemişti. Türkiye'ye özgü teori, program ve strateji, he­

nüz son derece kabaydı, yok gibiydi. Bilimsel sosyalizmin klasik­

leri, üstelik yarım yamalak çevirilerle, Türkçeye yeni kazandırılı­

yordu. Çetin Altan, sağdan soldan duyduklarını bu pazara, "sosya­

(35)

lizm" diye etiketleyip sürdü. Görüşlerinin tamamı yüzer gezer fikir­

lerden oluşuyordu ve kaba bir sömürü edebiyatından ibaretti. Sos­

yalizm konusunda ömrü boyunca, ağzından çıkan lafların toplamı­

nın yüzde biri kadar bile okumadığı kesindir.

Bütün halk avcıları gibi, ne yaparsa daha çok alkışlanacağını ça­

buk öğrendi. Boş ama, tumturaklı cümlelerle konuşurdu. Giderek bir demagog olup çıktı. Alkış cehaleti azdırır. Ama aynı zamanda kişiliği bozar. Çetin Altan'ın alkışı arttıkça, kuşkusuz öğrenme ihti­

yacı azaldı; her şeyi bildiği duygusuna kapıldı. Kitleleri aldatırken, kendisi hakkında yanlış fikriler edindi. Oldum sandı. Kibirlendi.

Oysa öğrenmek, bilmediğini bilmekle başlar ve alçakgönüllü­

lük gerektirir. Demagog, iddiasıyla bilgisi arasındaki uçurumu, boş böbürlenmeyle ve mugalatayla doldurur. Çetin Altan şimdi, "40 ka­

dar kitap ve 40 bin kadar köşe yazısı yazmakla" övünüyor. Yazdı­

ğından fazlasını da konuşmuştur kesinlikle. Kendine biçtiği değer­

le, gerçek değeri arasındaki fark bu kadarıyla bile giderilemeyecek büyüklüktedir.

Hafif

Çetin Altan’ın dönüşünde alkışın ve cehaletin rolü çok büyüktür.

Fırtına önce hafif nesneleri saçar savurur. 27 Mayıs 1960'tan sonra yükselen devrim dalgası Amerika'yı telaşlandırmıştı. Genç ve dene­

yimsiz devrimci hareket provokasyonlara karşı hazırlıksız, saldırı­

lara karşı savunmasızdı. Ajanları ve her an ajan rolü oynayabilecek demagogları tanıyıp hizaya getirecek disiplinli bir yapı yoktu. Ter­

tipler, saldırmalar, öldürmeler başlayıp, devrimciliğin zorlukları öne çıkınca. Çetin Altan döndü. Hangi halka bağlılık ve tarih bilin­

ciyle, hangi sosyalizm bilgisiyle, hangi örgüt terbiyesiyle kalacaktı ki devrim saflarında?

Alkış bitince artistler sahneden çekilir.

(36)

Demagog, alkış pazarında hangi malın müşterisi varsa onu satan adamdır. Ve sattığı malı değiştirdiğinde esnaf, esnaf olmaktan çık­

maz. Dün cahildi, bugün de cahildir. Değişen, pazarladığı maldır. O zaman yoksulluk ve sömürü edebiyatı revaçtaydı, onu sattı; dönem değişti, emperyalizmin mallarıyla çıktı müşterinin karşısına.

Keklik

"Değişim", dönekler cemaatinin en çok kullandığı kavramdır.

20 yıldır, emperyalizm tarafından ağızlarına verilen bu aynı sakızı çiğniyorlar. Sanılır ki, "değişim" kavramı, döneklerin rahatlıkla dö­

nebilmesi için vardır. Gene de ele alınışı dönekten döneğe fark edi­

yor. Bazıları, "değişim"!, "insanoğlu değişir ve değişmek bir aydın meziyetidir" anlamında kullanıyor. Hadi Uluengin'in külhanbeyi üslubuyla, "Değiştimse değiştim lan!" diye ifade ettiği budur. Bu tür dönek, kendisi dahil devrimcilik yaptığı döneme ait her şeye la­

net okur; karşı tarafın askeri olduğunu gizlemez, devrimcilik ve sosyalizmle cepheden savaşır. Dolayısıyla halk açısından böylele- rini tanımak diye bir sorun yoktur.

Ama Çetin Altan türü farklıdır. Bunlar döndüklerini kabul et­

mezler. Hem geçmişte söylediklerinin, hem şimdi söyleyip yaptık­

larının aynı şekilde ve aynı ölçüde doğru olduğunu ileri sürerler.

Efendileri tarafından kendilerine, diğer kuşları tüfeğin ucuna geti­

recek çağırıcı kuş, keklik rolü verilmiştir.

Gözaltında Büyük Dönüş

"Değişim" Çetin Altan'ı, 12 Mart'tan hemen sonra cezaevinde buldu. Darbe, paşa torununun vücudu için fazla sertti. Zaten canı burnundaydı. Mücadelenin zorlaşmasıyla, "bu işlerin kendisine gö­

34

(37)

re olmadığım" anlamaya başlamıştı. TİP'ten istifa etmiş, ağır ağır voltayı alıyordu. Şimdi ise artık kesin dönüş başlıyordu.

Birlikte yatanlar, Çetin Altan'ın tutukluluk dönemini korku ve teslimiyet içinde, devrimciliğe ve devrimcilere ilenerek geçirdiğini anlatırlar. Çetin Altan türünün, dışarıda yaprak kımıldasa, içeride sürüklendiği "Bizi astıracaklar" paniği, her dönemde düzene sunu­

lan dönüş dilekçesi olmuştur. Ağlayıp sızlayarak ve "hasta" numa­

rası yaparak, Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'ün özel affıyla ceza­

evinden çıktı. Dönekleşirken yaşadığı ruhsal serüveni, daha sonra

"Büyük Gözaltı", "Bir Avuç Gökyüzü" ve "Viski" adlarıyla "ro­

manlaştırıp" pazarlayacaktır.

CIA'nm Tehdit Memuru

"Değişim" bütün görüşlerini değiştirdi. Yolladıkları "binlerce"

mektupla kendisine, "hiçbir şey karşılığında değişmeyeceği bir kı­

vanç" yaşatan, kendilerini kendi güçlerine dayanarak kurtaracakla­

rına inandığı "Türkiye'nin ezilen, horlanan emekçileri (Onlar Uya­

nırken), artık gözüne, "yağlı kaygan bir bataklık" (Viski) gibi görü­

nüyordu. Kurtarıcı makamında ise ABD ve Avrupa oturuyordu. Yıl­

lar geçtikçe, bazı yabancı dillerde, "Türk kafası" deyiminin "taş ka­

fa" anlamına geldiğini fark edecektir.^ Kendisi gibi bir "büyük ada­

mı" takdir edip, gereken yerlere getirmeyen Türk milletine karşı duyduğu nefret arttıkça, emperyalizme daha sıkı bağlanacak; gide­

rek her iki yazısından birinde, ya "dış merkezlerin" Türkiye'yi adam edeceğinden dem vuracak ya da direnen Türk Ordusu'nu, küstah ve sıradan bir CIA memuru ağzıyla, "ABD gizli servisleri­

nin elindeki belgelerle"."^ tehdit edecektir. Türkiye'ymiş, bağımsız­

lıkmış, ulusal devletmiş, Cumhuriyet'miş, vatanmış, ulusal onur-

3 Sabah, 18 Nisan 2001.

4 Sabah, 17 Haziran 2000.

(38)

muş, artık Çetin Altan için bunların hepsi, üzerinde şaklabanca te­

pineceği birer alay konusu; Amerika ve Avrupa'nın bir demir kürek­

le süpürüp, tarihin uçurumlarına fırlatacağı çöp yığınlarıdır.

Dün savunduğu her fikrin tam tersini söylemekte, dün uğrunda mücadele eder göründüğü her değerin karşısında emperyalistlerin kılıcım şakırdatmaktadır. Ama dediğine bakılırsa, gene de dönme­

miştir! Şimdiki karısı Solmaz Kâmuran'a yazdırdığı ve Habertürk gibi internet sitelerine koydurduğu, İpek Böceği Cinayeti isimli ya- şamöyküsünde belirtildiğine göre, "döndü" denmesi Çetin Altan'ı

"yıkmaz ama üzer"miş! "Büyük adam" yıkılır mı hiç, olsa olsa

"üzülür" ve dönek olması ise asla söz konusu değildir.

Kıraathane Âlimi

Çetin Altan kendi dönekliğini, dünyanın dönüyor oluşuna bağla­

yarak yutturmaya çalışan dönektir. Yani, değişse değişse evren deği­

şir ve "değişim teorisi" sayesinde bu değişimi kavramak ve açıkla­

mak tabii gene bu "Büyük adam"ın kendisine düşer. Çünkü Türki­

ye'de, "Mai'ksizm'in değişim teorisini" bilip açıklayacak başka kim­

se yoklur.5 "Kozmos sürekli bir değişim içinde" olduğuna göre. Çe­

tin Altan, yani Kozmos'un bu mümtaz parçası, elbette "Kozmos'un değişim yasası"nı haksız çıkaramazdı; dönecekti. Ve döner dönmez de fark edecekti ki, "evrensel değişimin bayrağı" artık, dünyada "kü­

resel sermayenin", Türkiye'de ise "TÜSİAD'ın" elindedir.^

"Aynı ırmakta iki kez yıkanılamaz" diyen Efesli Herakleitos'tan 2 500 küsur sene sonra, aynı Anadolu'da ortaya çıkıp, Marksizm!,

"Kozmos sürekli bir değişim içindedir" cümlesine indirgemek için gerçekten Çetin Altan gibi bir cahil-i cühela olmak gerekirdi. Bir

5 Hürriyet, 12 Aralık 1988.

6 Sabah, 8 Temmuz 2001.

(39)

başka Anadolu kentinde, Denizli'de böyleleri için, "kibirinden dü- bürünü görmüyor" denir. Yazılarında durmadan tekrarladığı, "Tür­

kiye'nin mesleksiz ve cahil, ortak hipnozlardan arınamamış kul sü­

rülerinin ülkesi" olduğu şeklindeki zırvalarına, bizzat kendisi inan­

mış ve köpeksiz köyde dolaştığını sanmaya başlamış olmalı.

Artık, sağdan soldan duyduklarını bilgi diye satan kıraathane âlimi edasıyla devam edecek, "sürekli değişim içinde olan evren",

"Kozmos", "Kozmos'la çatışmadan sürekli bir değişim sürecine ge­

çebilmek” gibi iri lakırdıları, hindi yumurtaları gibi arka arkaya sı­

ralayacaktır.^

Türkiye'nin Ayıbı

Cehalet ve boş böbürlenme, saçmalıklarının sadece anasıdır.

Çetin Altan'ın bütün yazdıklarına harfine kadar damgasını vuran baba ise, emperyalizmdir. Bilgisiz, birikimsiz ve gösterişçi olduğu için, aynen tekrarlamak üzere Batı merkezlerinin emperyalist pro­

paganda malzemesine el atar. Kendini "yazı adamı" diye yutturma­

ya çalışan bir psikolojik savaş memurudur. Marksistlik taslaması ise, kendi üzerinden Marksizmi ve Sol'u da efendilerinin hizmetine sunmak istemesindendir.

Çetin Altan, Türkiye insanının cehaleti üzerine durmadan atar tutar. Tamamı haksız ve yanlıştır. Ama, belki sadece, Çetin Altan'ın bu ülkede hâlâ yazar sayılıp, yazı yazabiliyor oluşu, bir cehalet ka­

nıtı sayılabilir. Bizzat kendisi genel kültürel geriliğin ürünüdür ve Türkiye'nin ayıbıdır.

7 Sabah, 8 Temmuz 2001.

(40)

üfürükçü

Edebiyat, özle biçim ara­

sında tutarlılık ister. Biçim­

sel güzellik, içeriğin yerini hiçbir zaman tutamaz. Yazı ustalığı, içerik yoksunluğu­

nun örtüsü olarak kullanıl­

mak istendiğinde, güzellik değil bayağılık çıkar ortaya.

Yani Çetin Altan'ın yazıları.

Çetin Altan sık sık, 40'tan fazla kitap ve 40 bine yakın köşe yazısı yazdığını söyle­

yerek övünür ama, yazdıkla­

rı özden tamamen yoksun­

dur. Süsünü püsünü attığınız zaman bugüne kadar yaz­

dıklarının toplamı, en fazla 40 cümledir. Geri kalanı, o 40 cümleyi yutturmak için kullanılan süslü dolgu maddelerinden veya sözü o 40 cümleden birine getirmek amacıyla yapılmış girizgâhlardan ibarettir.

Sıfır

Çetin Altan dün okuduğunu bugün unutanların ve süslü laf me­

raklılarının yazarıdır. Küçük sepetinde sürekli bulundurduğu ve ga­

zete gazete dolaşıp hokkabazlık yaparak sattığı çürük yumurtaları, dikkatli bir okuyucu üç günde saptayabilir. Sınamak isteyen varsa.

Çetin Altan'ın on sene boyunca yazdığı köşe yazılarını üst üste yığ­

sın, aralardan rasgele 40-50 tanesini çekip baksın; döne döne aynı laf salatasının tekrarlandığını görecektir.

(41)

Televizyon programlarında da öyledir; durmadan konuşur ama, yeni olarak söylediği hiçbir şey yoktur; soruyu anlamazdan gelip ezberini tekrarlar. Nebil Özgentürk^ ve Neşe DüzeP gibi, ruhunu teslim edip, çoktan sahte şeyhin müridi olmuş zavallı röportajcıla­

ra yutturduğu dolmalar ise bayat bile değildir; resmen kokmuştur.

Bireycilikle yaratıcılık birlikte yaşamaz. Çetin Altan demek, sı­

fır yaratıcılık demektir.

Çürük Yumurta Sepeti

İşte Çetin Altan'ın bütün yazılarının formülü, özeti, iskeleti ve nakaratı; suyu, salçası, tanesi, hepsi:

"Engellenme olanağı bulunmayan dur duraksız değişim";

"Kozmos'taki sürekli değişim";

"Teknoloji değişip geliştikçe, toplum da değişecektir";

"Evrensel boyutlu üretim örgütleri";

"Müspet bilim niteliği kazanmakta olan ekonomi";

"Hızla artan üretimin evrensel boyutta emilmesi";

"Teknolojiler değişir; işçi sınıfı tarihe gömülme dönemine gi­

rer";

"Değişimin bayrağına dünyada küresel sermaye, Türkiye'de TÜSİAD sahip çıkıyor";

"Statükonun ta kendisi olan ulus devlet";

"Ulus devlet modelini aşan küreselleşme süreci";

'"Kabuk devlet' yapılanmasından, 'teknik"devlet' çağdaşlığına geçilemeyiş";

"Türk'e Türk propagandası";

"Mesleksiz yığınlar";

8 Yeni Yüzyıl, 22 Haziran 1997.

9 Yeni Yüzyıl, 30 Haziran 1997.

(42)

"Mesleksiz kul sürüleri";

"Hipnozların içine kilitlenmiş yığınlar";

"Ortak hipnozlardan arınamayış";

"Kulluk koşullanmalarından arınmak";

"Türkiye'de yaşam kalitesi Yunanistan'ın bile 65 basamak al­

tında";

"Türkiye, adam başına düşen ulusal gelir birimi açısından uluslararası sıralamada 93. basamağa düştü";

"Türkiye'nin 'yaşam kalitesi' açısından evrensel merdivende 82'nci basamağa düşmüş olması";

"Türkiye, biten yüzyıl içinde en kötü yönetilmiş ülkelerden bi- n ;

"Türkiye Cumhuriyeti Devleti, 20. Yüzyıl'ı rezalet bir fiyas­

koyla, köküne kadar ıskaladı";

"Ankara'daki egemenlerimiz";

"Kuru sıkı hamaset salvoları";

"Sinsi talan ve iri yalanlar"

"Siyaset, artık modası da yavaş yavaş geçmekte olan, ikinci sınıf bir uğraştır";

"'Değersiz önemliler' dönemi sonuna yaklaşırken; 'önemsiz değerliler'in yücelmeye başladığı bir döneme geçiliyor";

"Görünen o ki, Türkiye'ye 21. Yüzyıl'ı da ıskalatmayacaklar";

"Enseyi karartmayın".

Baloncu

1960'ların ikinci yarısında, belki 1970'lerde de, her gün akşam­

ları, Beyoğlu'nun ortalarındaki sokak başlarından birinde orta yaş­

lı, saçları yarı yarıya dökük, kalın vücutlu, yıpranmış siyah kalın yün kumaştan giysileri olan bir adam dururdu; şimdi "pipet" denen bir borucuğu, öbür elindeki gliserinli su dolu koyu renkli küçük şi­

(43)

şeye sokup çıkararak havaya doğru üfler; her üfleyişinde etrafa sa­

bun köpüğü gibi, saydam baloncuklar saçardı. Adam arada bir sa­

dece, kalın ama alçak bir sesle, söylenir gibi, "balon" diye seslenir;

sonra borucuğunu şişeye sokup çıkararak üflemeye devam ederdi.

Özellikle biz devrimci öğrenciler onun etrafı gözetlemekle görevli bir sivil polis memuru olduğunu düşünürdük.

îşte odur Çetin Altan. Yıllardır gazete köşelerinde, sabun köpüğü gibi saydam ve hepsi birbirine benzeyen birkaç cümleden ibaret kü­

çük baloncuklarını üflüyor durmadan. Ama şişesindeki gliserinli su bile yerli, özgün, kendine ait değil. Abra Kadabra numaralarıyla oku­

yucuya sokuşturduğu malların hepsinin üstünde USA veya AB yazı­

lıdır. Emperyalist merkezlerin ezilen dünyaya karşı yürüttüğü psiko­

lojik savaşın ürettiği malları satar. Beyoğlu'nda sokak başında balon üfleyen adam gibi, o da bir misyonun gereğini yerine getirmektedir.

Beyni ise dumura uğramıştır. Bütün döneklerin ortak özelliğidir bu.

Yurdunu yitiren, yaratıcılığı yitirir.

Sıfır

Çetin Altan, kıymeti bi- linmemişlik duygusunu en yoğun şekilde, 1968 yılı sonlarında yaşamaya başla­

dı. Daha önceleri sonuna kadar açık olduğunu sandı­

ğı ikbal yollarının, giderek kapandığım fark etmişti.

TİP (Türkiye İşçi Partisi), Aybar ile Aren-Boran gru­

bu arasındaki kavgalarla

^ P T Ü L İ K ^

(44)

parçalanma sürecine girmişti ve milletvekili seçilmek artık kolay görünmüyordu. Üstelik devrimci mücadele genel olarak zorlaşıyor­

du. Bireycilerin şahı olarak, bütün bireycilerin yaptığı gibi yaptı.

İsyan etti ve suçlamaya başladı.

Egosantrik

TİP (Türkiye İşçi Partisi)'in 9 Kasım 1968'de başlayan ve dört gün süren Üçüncü Kongresi'nin, üstelik başkanlığını yaptıktan hemen sonra, Türkiye'nin yeni şekillenen sosyalist hareketini büyük hayal kırıklığına uğratan bir davranışla, Akşam gazetesindeki köşesinde, mücadele arkadaşlarını suçlayarak Parti'den ayrıldığını açıkladı.'®

Ama ne açıklama!

Güya bu süre içinde "Çok yakın dostlarını daha yakından tanı­

mıştı". "Ben" diye başlıyordu yazısına ve "Ben" diye sürdürüyordu;

"Ben Meclis’te yerlerde sürüklenirken"; "Sırtımda 170 yıllık hapis cezaları" varken... "Sosyalist akıma biraz da yazılarımla eğilmiş" di­

ye tanımladığı delegelerin, "amacın ne olduğunu hiç anlamadan al­

kışlarla parmak kaldırmalarına" öfkeleniyor ve herkesin önüne fatu­

rayı koyuyordu; "Ben bütün bunlar için mi bırakmıştım uykularımı.

Bunlar için mi göğüs germeye uğraşmıştım anama, çocuklarıma, bütün sevdiklerime sövülmesine..." O ki, "Başbakanlara, egemen sı­

nıflara, örgütlü ve belalı güçlere... kafa tutmuştu" ve "omuzlarının...

abstraksiyon ve fantezi gösterilerine merdiven olarak kullanılmasını kabul edecek budalalardan değirdi. Aslında olup bitecekleri çok ön­

ceden görmüştü, ama "belirli bir devrede bundan yararlanmak iste­

mişti". "Dostlar" dediği mücadele arkadaşları, onu "kullandıklarını sanırken", "kendi yaptıkları hesapların dışında çok daha sıhhatli baş­

ka hesapların yapıldığını sezmemişlerdi"; onu "sadece bir propagan­

10 Aksam, 14 Kasım 1968.

(45)

da aracı olarak kullanacaklarını sanmışlardı", ama işte "Ne haliniz varsa görün" diye kenara çekiliyordu.

Hesaplı

Aslında böbürlenirken kendini kaybedip suçunu itiraf etmişti.

Yazdıkları ve yazısına koyduğu "Bir yıl erken oldu" başlığı, ihanet anını, birtakım "hesaplar" yaparak önceden kararlaştırdığını net olarak ortaya koyuyordu.

Bireyci insan, dünyada olup biten her şeyi kendisiyle ilişkilendi- rir; başarıları kendisinden, başarısızlıkları başkasından bilir. Hatta bütün olumsuz gelişmeler, kendisine karşı önceden hazırlanmış bir komplolar dizisinin halkalarıdır. Artık o güne kadar yaptığı işleri ba­

şa kakacak, değerinin bilinmediğinden yakınacak, kendinde herkese hakaret etme hakkı bulacaktır. Bireyci, üstünde tutulduğu sürece bağlı kalır, devrimci harekete. Çünkü sadece kendisine bağlıdır. Zor günler gelip çatınca, bencil çare arayışları ihanete dönüşür.

Dönekler, dünyanın en bireyci insanlarıdır.

ilenen

Çetin Altan, bundan sonraki hayatını, kendince uğradığı haksız­

lıkların hesabını tutup, makbuzunu keserek ve ilenerek geçirecek­

tir. Siyasete girmiş milletvekili olmuştur, ancak kıymeti bilinme­

miş; bir taht bulunup oturtulacak yerde arkadaşları tarafından kul­

lanılıp, rejim tarafından hapse atılmıştır. Gerçi yatıp yatacağı iki yıllık bir hapislik bile değildir ve "hasta" numarası yaparak Cum­

hurbaşkanı Fahri Korutürk'ün özel affına sığınmıştır ama, afra taf­

rasını dinleyen, yetmiş küsur yıllık hayatının hiç olmazsa yarısını

(46)

zindanda geçirdiğini sanır. Hepsinden beraat etmiştir ve bu Türki­

ye yargısı bakımından övünülecek müthiş bir olaydır, ama o, önü­

ne gelene ve uzatılan her mikrofona, "304 ceza davasından geçtim"

diye başlar anlatmaya ve "Herkes geçiyor mu bu davalardan?" diye sorup böbürlenir.

En sonunda parasal bir fatura da çıkarır Türkiye'ye, "Fransa'da, bir tiyatro piyesinin telifiyle bir ev ahnabilir"ken ve "Gerek ABD'nin, gerek Avrupa'nın yazarları, tahmin edemeyeceğiniz ka­

dar zengin insanlar" olduğu halde, bu beyefendi 40'ın üzerinde ki­

tap, 40 bine yakın yazı yazmış ama ne 40 tane eve sahiptir, ne de zengin olabilmiştir. Çünkü Türkiye kadir kıymet bilmezlerin ülke­

sidir ve "Siyasal egemenler ve mesleksiz yığınlar", "ne tiyatrodan anlamaktadırlar, ne de edebiyattan".^'

Kendi Kendisinin Ölçüsü

Metre uzunluk ölçüsüdür, kilo ağırlık. Metre metreyle ölçüle­

mez; kiloyu kilo ile tartmak mümkün değildir. Metreyi metreyle ölçmeye, kiloyu kiloyla tartmaya kalktığınız zaman, hiçbir şey çık­

maz ortaya. Çetin Altan, kendisi hakkında herkesin kabul etmesini istediği değerlendirmeleri gene kendisi yapar. Ölçüsü bizzat kendi­

sidir. Dolayısıyla hiçbir şeydir. Sıfırdır.

Ve kıymeti bilinmemişlik duygusu, nefretin anasıdır. Bütün top­

lumsal ilişkilerde geçerlidir bu kural. Ama insanın nefret ettiği kendi milletiyse, ihanet kaçınılmaz olur ve nefret büyüdükçe ihanet büyür.

Çetin Altan, dönüş yollarında bir büyük yazar olamadı ama, bir büyük Türk düşmanı olup çıktı.

11 Milliyet, 2 Mayı.s 2002.

Referanslar

Benzer Belgeler

Diş kesme ve alveolar

yüzyılda Antalya şehrine gelmiş olan ve İskenderiye’deki Yahudi c e- maatiyle birlikte ç alıştığı anlaşılan Antalyalı Yahudi tüc c arlar, S elç uklu döne-

Bazı hastalıklar belirli yaş gruplarında daha ağır seyreder (Örneğin Çoçuk ve genç bireylerde Herpanjina). Bazı hastalıklar erişkin bireylerde daha fazla gözükür. TME

Subclass, Drug Mechanism of action Effects Clinical application Pharmacokinetics, Toxicities, Interactions DPP-4 INHIBITORS. • Sitagliptin, saxagliptin, linagliptin, alogliptin,

A premix is a solid dosage form in which an active ingredient, such as a production enhancer or nutritional supplement, is formulated with excipients.. Premix products are

İlaçlara bağlı oral mukozal erozyon ve ülserasyonlar ya mukokutanöz bir ilaç reaksiyonunun parçası olarak (Stevens-Johnson sendromu, toksik epidermal nekroliz, fiks

Tanı ve tedavi açısından birçok dermatolog için zor bir alan olan oral mukoza hastalıklarından liken planus ve lökoplaki neden oldukları beyaz plaklar nedeniyle

ROA olan hastalarla yapılan bir çalışmada, pentoksifilin günde 3 kez, 400 mg dozunda 6 ay boyunca verilmiş, plasebo gruba göre ağrıda, ülser çapında ve ülsersiz geçen