• Sonuç bulunamadı

MAHUR, BESTE roman Ahmet Hamdi Tanpınar

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "MAHUR, BESTE roman Ahmet Hamdi Tanpınar"

Copied!
214
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)
(2)

MAHUR, BESTE roman

Ahmet Hamdi Tanpınar

(3)
(4)

SUNUŞ

Batı kültürünün bir edebiyat ürünü olan roman için, genellikle Batıda oluşan sınıf kavgalarının ve özellikle burjuva sınıfının kaynaklık ettiği söylenir. Olaylara ba­

karken onları meydana getiren insan veya toplumun psi­

kolojik ve sosyolojik boyutlarını kavrayan, tarihten, mi­

tolojiden, destanlardan, felsefe ve hikayeden faydalanan bu edebiyat türü, Türkiye'ye de bunalımlı bir devirde gir­

di. Geçmişimizde sınıf kavgaları ile ferdiyetçilikten mey­

dana gelen, ferdi kendi dramını yaşamaya sevkedecek bir düzen yerine cemaatçı bir mazi bırakmıştık. İslam dü­

şüncesinin yönlendirdiği Türk fikir ve sanat hayatı, ede­

biyatı, bir silah olarak kullanmaktan ziyade bir hüner, en nihayet bir irşad vasıtası olarak değerlendirmişti. Tan­

zimattan sonra fikir ve yaşayışta görülen taklitçi batılı­

laşma hareketleri, sanat hayatına da etki ederek parale­

linde Batı'nın edebiyat türlerini (roman, tiyatro v.b.) de beraberinde getirdi. İlk roman örneklerimiz yine gele­

neksel düşünce şeklimizin tesiri ile kıssadan hisse veren, bazı faydalı bilgileri aktaran, adeta Batı romanına fetih­

çi bir tavırla yaklaşan eserlerdir. Türk romanının batılı çizgi ile kesişmesinde Halit Ziya, bir merhale sayılabilir.

Romancılarımızın en büyük meselesi, bir tür olarak ro­

manı Türkiye ve Türk insanına mazisinden getirdiği, ha­

(5)

maktı. İkiyüz yıldır sürdürülen batılılaşma hareketleri içinde vukubulan iktisadi, içtimai ve kültürel değişme­

lerin insanımıza getirdiği yeni boyutlar, bir bakıma Batı romanı çizgisini kovalıyan Türk romancılarının işlerini kolaylaştırmıştır. Ancak bu arada Türk romanı kavramı ortaya atılarak, buna bir takım temellendirmeler getir­

mek yolu da denenmiştir. Bir asra yaklaşan Türk roman geleneği, büyük bir zaman dilimi içinde kendi insanının yapısına ters düşen bir edebiyat türü içinde oluşturulma­

ya çalışılırken, olumsuz örneklerin yanında sıçramalar yapan eserler de vermiştir.

Yayınevimiz Türk edebiyatı roman dizisi içinde dik­

kate değer Türk romanlarından bazılarını yayınlamak kararındadır. Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nden sonra Mahur Beste bu dizinin önemli kitaplarından biridir.

DERGAH

YAYINLARI

(6)

MAHUR BESTE HAKKINDA BİRKAÇ SÖZ

Mahur Beste «geçmiş zaman insanları» nın hayatını tasvir eden bir roman veya birbirine bağlı hikayeler di­

zisidir.

«Geçmiş zaman» Tanpınar'ın hemen bütün eserlerin­

de önemli bir rol oynar. Bu, Tanpmar'ın geçmiş zamana karşı bir hasret duymasından değil, «Zaman» a büyük e­

hemmiyet vermesinden ileri gelir. «Zaman» ise bize var­

lığını en iyi geçtiği, tarihi bir perspektif haline geldiği zaman gösterir.

«Zaman» yaşandığı vakit, objektif bir vakıa veya var­

lık haline gelir. Gelecek bir tasavvurdan, hal ise henüz şekil almamış bir izlenim veya yaşantıdan ibarettir.

Hikaye veya roman aktüel hayatı anlatmış olsa bile, olmuş bitmişi anlatır. Hikaye veya roman, uzak yakın bir

«geçmiş zaman» a dayanır.

Daha gençlik yıllarında Bergson ile Marcel Proust'u okuyan Ahmet Hamdi Tanpınar, «zaman» m insan ve toplum hayatının temel vakıası olduğunu anlamış bulu­

nuyordu. Türkiye'nin başdöndürücü şekilde değişmesi de onu «Zaman» üzerinde düşünmeğe sevkediyordu. Üstadı Yahya Kemal de estetiğini tarih ve zaman vakıaları üze­

(7)

«Zaman» ile «hayat» hemen hemen aynı şeydir. Her ikisinin ortak özelliği dinamik olmasıdır. Fakat «Zaman»

veya «hayat» adeta bir yanardağın lavları gibi belli şe­

killer içinde donar. Tanpınar, Bursa'da Zaman şiirinde bu fikri

Billur bir avize Bursa'da zaman

mısraı ile çok güzel ifade eder. Mimari eserleri zamanın donmuş şekilleri olan «billur avizeler» dir. Tanpınar'ın plastik sanat eserlerini sevmesi de bundan ileri gelir.

Tanpınar, diğer eserlerinde olduğu gibi Mahur Beste'­

de de insan ile zaman veya tarih arasındaki münasebeti yakalamağa çalışır. Her insan içinde yaşadığı çevre ve za­

mana göre şekil alır. Fakat Tanpınar için zaman, sadece insanın dışında çalışan bir mekanizma değildir. Hayatın bizzat kendisi, yaşanılan her an zamanın bir parçasıdır.

Eser okunurken görüleceği üzere Tanpınar, ferdi mi­

zaca da önem verir. Aynı devirde, aynı tarihi şartlar için­

de yaşayan insanlar arasında büyük farklar vardır. İnsan­

lar doğuştan ayrı yaratılmışlardır. Behçet Efendi ile ba­

bası İsmail Molla veya kayınpederi Ata Molla birbirinden çok farklı insanlardır. Tanpınar bu farklar üzerinde ısrarla durur. Zaman ile mizaç, şahsiyet ve karakteri vücuda ge­

tirir. Buna Tanpınar'ın eserinde «zaman» ve «mizaç» ka­

dar önemli bir yer tutan «eşya» yı da eklemek lazımdır.

Eşya kelimesi ile, sadece elbise saat, kitap gibi nesneleri değil, mekanı, evi, sokağı, hatta mahiyeti farklı olmakla beraber, sanat eserlerini de kasdediyorum. İnsan, «mi­

zaç», «Zaman» ve «eşya» (veya dünya) denilen üç varlı­

ğın sürekli dokuması ile oluşur.

Ben prensipleri belirtiyorum. Bir sanatçı olan Tan­

pınar, onların somut bin bir örneğini verir. Eseri sadece bir geçmiş zaman hikayesi zannedenlerin dikkatini çek­

mek için bu noktalar üzerinde durdum. Mizaç, zaman, eşya, hayatı dün olduğu gibi bugün de dokuyan esrarlı

(8)

Tanpınar'ın eserini güzel yapan «somut» oluşudur.

Tanpınar «ben hayal ile düşünen bir insanım» (s, 191) der. Eser baştan sona kadar geçmiş zamana ait hayaller ile doludur. Fakat her hayal, insan ve toplum üzerinde bir düşünceyi ifade eder. Tanpınar'ın kitabını alelade bir tarih kitabından ayıran başlıca vasıf da budur. Mahur Beste, tarihi bir roman veya hikaye dizisi olmakla bera­

ber tarih değildir. Burada yazarın aradığı tarihi gerçek değil, insanın gerçeğidir. İnsanı ise sanatçı, tarihçiden daha iyi anlar. Tarihçinin düşüncesi, geçmişin enkazı olan vesikalarla sınırlıdır. Sanatçı hayali ile görülmedik şeyleri görür. Biz Mahur Beste'yi okurken, tarihi, bir ta­

rih kitabından çok daha iyi anlarız. Zira onda insan bü­

tünüyle vardır. «Behçet Efendi'ye Mektub»unda Tanpı­

nar «Freud ile Bergson'un beraberce paylaştıkları bir dünyanın çocuğuyuz. Onlar bize sırrı insan kafasında, in­

san hayatında öğrettiler» diyor. Tanpınar, başka eserle­

rinde olduğu gibi insariı, vesikaya bağlı tarihçiler gibi dıştan değil, içten okur. Tarih bize insan ruhunun karan­

lıklarında cereyan eden ruhi hadiseler hakkında bir şey söylemez. Halbuki tarihi yaratan insandır.

Freud ile Bergson, Tanpınar'ın gençlik yıllarından beri tanıdığı iki fikir adamı, psikolog ve filozoftur. Onları bize Tanpınar'ın ilk şiirlerini neşrettiği, Yahya Kemal'in Mütareke yıllarında yayınladığı Dergah Mecmuasında Mustafa Şekip Tunç tanıtmıştır. Tanpınar'ın bütün eser­

lerinde bu iki fikir adamının büyük rolü vardır. Freud ile Bergson, XIX. asrın insanı maddi şartlara göre izah eden felsefesine karşı, içe, ruha, içgüdü ve şuur-altına önem vermişlerdir. «Eski bir konak» adlı hikayede Tan­

pınar, Agop Efendi'yi anlatırken bize maddenin ruh ile münasebetinin çok güzel bir örneğini verir. Bütün hika­

yelerde biz derin psikoloji ve felsefe kültürünün roman­

cıya neler kazandırdığını açıkça görürüz.

Fakat Tanpınar'ın eserinde tarih, psikoloji ve felsefe

(9)

Mahur Beste'de güzellik, tabiatta olduğu gibi, insanın gözlerini kamaştırır. Hakikat, güzelliğin içinde gizlidir.

Mahur Beste, kompozisyon bakımından klasik roman yapısından ayrılır. Klasik romana bir tek şahsın görüşü hakimdir. Biz onlarda hayata ve insanlara, çok defa ya­

zarın arkasına gizlendiği bir şahsın gözleriyle bakarız.

Tanpınar, Mahur Beste'de romanın bu temel kaidesine riayet etmez. Her hikayede ön plana geçen şahıslarla be­

raber, hayata bakış tarzı da değişir. «Behçet Efendi'ye Mektup»unda Tanpınar, bu kompozisyon tarzını «hayat kimsenin etrafında dönmez, herkesle beraber yürür» di­

ye meşru göstermeğe kalkar. Fakat sanat bakımından bu görüşü müdafaa etmek güçtür. Resimde olduğu gibi, hi­

kaye ve romanda da perspektif esastır. Bir şahsın bakış tarzını benimsemeyen roman dağılır. Tanpınar'ın «bu kadar kalabalığı bir şahsın etrafında toplayamazdım» de­

mesi de meşru bir mazeret değildir. Yazar, Huzur ve Sa­

atleri Ayarlama Enstitüsüsü'nde bize bir yığın insanı tanıtır.

Kendisinin de söylediğine göre Tanpınar, önce Beh­

çet Efendi'nin hikayesini yazmış, daha sonra onu derin­

leştirirken babasının, karısının, kayınpederinin ve diğer şahısların da hikayelerini yazma ihtiyacını duymuştur.

«Çekirdek zaman her gün biraz daha genişledi, büyüdü, dal-budak saldı, met ve cezirler yaptı, ileri geri gitti ve daima aradığını yerinde buldu. O zaman anladım ki öy­

le ilk sandığım gibi tek bir zaman parçası değildiniz»

(s. 198) cümleleri Tanpınar'ın Mahur Beste'yi yazış tar­

zını açıklar. Bu yazış tarzı Topkapı sarayında olduğu gibi eklemeye dayanır. Orada her şey yanyana ve ayrı ayrı güzeldir, fakat bütün değildir.

Mahur Beste'de Tanpınar bize Abdülhamid ve Abdü­

laziz devirlerinde yaşayan, birbirine yakın ve akraba ol­

makla beraber, hepsi birbirinden ayrı şahsiyet, mizaç ve

(10)

zellikleri birbirlerinden çok ayrı, hatta birbirine zıt oluş­

larından ileri gelir. Bu şahıslar aynı zaman ve me­

kanın içinde yanyana gelmekle beraber, her biri kendi başına bir alem teşkil ederler. Yazarın onlara bakış tarzı alaycıdır. Fakat bu alay, anlayış, sempati, acıma, hatta yer yer şiir doludur. Tanpınar'ın başka eserlerinde de görülen bu «ince alay» Hüseyin Rahmi veya Aziz Nesin'in kaba alaylarından çok farklıdır. Ona bir başka ad vermek icap eder. Edebiyat araştırıcılarının bir gün Tanpınar'ın ironisi üzerinde uzun uzun duracaklarına eminim. Oku­

yucu Mahur Beste'yi okurken, bu ince alayın tadına va­

racak ve sanırım onu sevecektir.

Mahur Beste, yapı bakımından dağınık olmakla be­

raber güzel bir eserdir. Okuyucu onu okuduktan sonra kafasında birleştirince, tarihin arka planında insanların nasıl yaşadıkları hakkında çok canlı bir fikre sahip olur, tarihi ve insanları daha iyi anlar.

Prof. Dr. MEHMET KAPLAN

(11)
(12)

Bu romanı büyük bestekôrımız Eyyüb'i Bekir Ağa'nın ruhuna ithaf ediyorum.

(13)
(14)

MAHUR BESTE

(15)
(16)

İKİ UYKU ARASINDAKİ

DÜŞÜNCELER

(17)
(18)

Behçet beyefendi, merhum zevcesi Atiye hanımefendi­

nin bundan otuz beş sene evvel, sırf kadın inadını yerine getirmek için birdenbire küçük ve manasız bir hastalık ba­

banesiyle genç ve güzel hayatına veda ederek tek başına kendisine bıraktığı geniş ve eski yatakta bu gece belki bu otuz beş senenin en sıkıntılı uykularından birin i uyumuş­

tu. Bütün gece kendisini ziyaret eden çeşit çeşit rüya ara­

sında, tıpkı ince ve rahatsız edici bir diş ağrısı gibi, _ Beh­

çet bey için bu cins ağrılar uzun zamanlardan beri sadece tatlı bir hatıradır - hep bu sabahı, bu sabahın hayatına ge­

tireceği büyük değiş ikliği düşünmüştü. Akşam bu sıkın­

tı içinde Şerife hanıma darılmış, yine ayn i sıkıntı yüzün­

den taşlıktaki büyük saatın ayarını düzelteyim diye zem­

bereğini kırmış, sonra her şeyden, hepsinden kurtulmak için yatağına girmişti. Ne garip bir uyku uyumuştu . . . San­

ki bütün gece hep uyanıktı; bununla beraber, üstüne yat­

mış olduğu sol kolu yüzünden hep rahatsız olduğu halde

(19)

M A H U R B E S T E

b i r türlü yerinden kımıldanamamı ş, sı kıntılı b i r rüyanın durmadan değişen ve değiştikçe daha bunaltıcı olan bin türlü tuhaflığı ve azabiyle bu saatı etmişt i .

Doğrusu istenirse, b u rüyalarda büyük bir değişiklik yoktu; her gece bu geniş yatakta, yaln ız onun iç gözleri ve uyuşuk dimağı için oynanan o acaip ve şuursuz dram bu sefer yine eskisi gibi ve ayni gölge aktörlerle oynan­

mışt ı . Her akşamki gibi bu gece de, yaşanmış, her taraf ı sımsıkı kapalı ömrüne şuradan buradan teker teker g i rmiş olan b i r yığın insan, onun etrafına, kimi her hangi yüzü ve kıyafetiyle, kimi yabancı ve değişik b i r çehre ile toplan­

mışlar, hareket etmişler, gidip gelmişlerdi . Babası mer­

hum İsmail M olla beyefendi, yine duvarda, başucunda ası­

lı duran Hamdullah yazması Kur'an ı kerimi alıp göstermeye kalkı şmış, bin zahmetle v e b i raz da Şerife hanımın yardı­

mı ile elinden ancak alabilmişt i . Bereket versin ki alabil­

mişti . Yoksa, yoksa sonu fena idi . Yirmi sene evvel geçir­

diği büyük b i r hastalı kta kurtuluş terlerini dökerken Beh­

çet beyefendi bu rüyay ı görmüş ve onun verdiği sevinçle hayata dönmüştü. Ondan beri hemen her gece, rüyasında bu Kur'anın etrafında Behçet beyefendinin babasına karşı ancak uyanarak muzaffer ç ı ktığı bir mücadele olurdu. Fa­

kat bu gece öyle olmamış; Behçet bey, ağır ve düşünceli uykunun kendisini hapsetti ği zindanda, b i r "final"i olma­

sına alışt ı ğ ı bu rüyaya rağmen, saatlarca kalmış ve gemi azıya almış b i r muhayyelenin bütün acaipliklerini tecrübe etmişti.

Bununla beraber, o rüyaların hiç b i rini yadırgamıyor­

du. Hatta Atiye han ımefendınin, büyük annesinin o acaip hotozunu giyerek ve beline o zünnar biçimli kemeri taka-

(20)

M A H U R B E S T E

rak karşısına çıkmasında bile büyük bir değişiklik bulmu­

yordu. Fena olan şey, bütün bunlar olup biterken, Fatih Camii 'nde birdenbire kaybettiği merhum babasını bir Cu­

ma kalabalığı arasında ararken, yahut Şerife hanımın ge­

çen gün kendisine istanbul'dan aldığı o pantuflaların için­

den bitmez tükenmez bir yığın kedi yavrusunu teker teker, tıpkı bir hokkabazın cebinden veya şapkasından bir yığın eşyayı çıkarması gibi, çekip çıkarırken hep o h iss i, bundan böyle istediği gibi yaşıyamıyacağı, hayatının a henginin bo­

zulmuş olduğu h issin i kendisin de hazır bulması, nefsine karşı büyük bir hata ve ihmalde bulunanların duydukları o keskin azabı -Behçet beyefendi bu duygudan bütün ömrün­

ce kurtulamamıştır- duymasıydı.

içini çekti ve gözlerini açmadan: " Bugün Cavide gele­

cek . . . " diye mırıldandı. Neden ve niçin onu davet etmek ihtiyacını duymuştu ? Gerçi genç bir kadının tek başına bir evde yaşaması biraz garip oluyordu. Aylardan beri kaybo­

lan Sadullah beyin ölümü tahakkuk edince bu yalnız yaşa­

ma büsbütün imkansızlaşmıştı . Kendi ailesinden olan bu genç kadına evinde bir yer göstermesi lazımdı. Sonra genç kadın da yalnızlıktan, bütün pencereleri dar bir sokağa ba­

kan apartımanında nekadar başka bir sesle şikayet etmiş­

t i . . . Zavallı yavrucak, elbette ki bütün yazı orada geçir­

mekten memnun olmıyacaktı . ister istemez ona köşke gel­

mesin i teklif etm işti . Hatta bununla da kalmamış, "ev se­

n indir, elbette senindir, muhakkak ki sizin de evinizdir" di­

ye üstüste bir y ığın israrda bulunmuştu. Velhasıl genç ka­

dının ağzından "peki Behçet dayıcığım, pazartesiye inşal­

lah gelirim" cevabını alana kadar elinden gelen her şeyi yapmıştı ..• "Ne oluyordu sanki ? ... " diye tekrarladı. Ş üp-

(21)

M A H U R B E S T E

hesiz ki bu eninde sonunda olacak şeydi; fakat hiç olmaz­

sa iki üç hafta sonra olamaz mıydı? iki üç hafta . . . Behçet beyefendinin kapalı gözlerinin önünden rahat, yalnız ve kaygısız saatlarla dolu günler, bütün ömrünün günlerine benzeyen, sabah uyanışlarının önünde açtığı aydınlık ve derin uçurumunu bin türlü küçük merakı ile ancak doldu­

rabildiği o mesut günler canlandı.

Bununla beraber, olan olmuştu. Ablasının torununu, sonuna kadar tek başına kim olduğunu bilmediği bir ,hiz­

metçi ile oturtamazdı ya . . . Behçet bey için bu hizmetçi meselesi çok mühimdi. Hizmetçi dediğin öyle rastgele eve alınamazdı; evin rüknü olmalıydı. " Bak, bizim Şerife ha­

nım? .. " Fakat acaba Cavide ile Şerife hanım biribiriyle ge­

çinebilecekler miydi? Aksi kadın, bu yeni geleni kimbil i r ne gözle gö recek, n e huysuzluklar edecekti . . . Daha onun geleceğini haber verir vermez kaşları çatılmış, put kesil­

m işti. "Ah mel'un ! nasıl., tek başına bu koskoca köşke sa­

hip olur musun? "

B i rdenbire içinden o eski · kin, ta Atiye hanımla evlen­

diği günden başlayan ve kırkbeş sene, toprağın altındaki maden yangınları gibi sessiz sedasız, bazı küçük fır!ayışla­

rın dışında hiç bir iz göstermeden çoğalan, biriken büyük kin tekrar coştu. Bu kadın bütün hayatını lokma lokma zaptetmiş ve kendisine, Behçet beyefendiye, bazı· küçük meraklarını, - Şerife hanı.ma göre deliliklerini - serbestçe tatmin edebilmekten başka b i r hürriyet bırakmamıştı. "Oh, ne iyi oldu ! Elbette gelecek ve evin hanımı olacak . •. " Ve Şerife hanımın bu yeniden yeniye kurulacak ehli saltanat karşısındaki çehresini düşünerek adeta memnun oldu.

"Kimbilir, belki de . . . " Fakat hayır, Şerife hanımın bu ev-

(22)

M A H U R B E S T E

den gitmesi okadar büyük bir değişiklikti ki, B ehçet beye­

fendi bunu düşünmeye bile cesaret edemedi. Sonra, biz­

zat kendisinin de Cavide ile uyuşa bileceği pek belli değil­

di. B ehçet bey zavallı, insanlardan kaçan bir ihtiyardı. Bu­

nu söylerken vaktiyle evlendiği sırada Mısır'dan getirtil­

miş olan siyah a banozdan geniş karyolanın içinde, levanta çiçeği kokan beyaz örtülerin arasında, sırmadan yıldızlarla süslü Halep işi yorganın altında, kendisini birdenbire ol­

duğundan daha küçük, daha b içare buldu. Hakikaten eski­

si g ibi m iyd i ya ? ... Eskisi okadar uzak, o kadar efsanevi bir alemdi ki. Behçet bey orada, bu alemin her şeyi değiştiren ve güzelleştiren büyülü ışığı altında kendisini istediği gibi tahayyül edebilirdi.

Birdenbire aklı evlendiği seneye, biricik aşkına, her ömürde bir kere açan o bahara gitti. Fakat Behçet beyin hayatı bu c insten seyahatleri zorlaştıran bir hayattı. Mazi onun için tehlikeli bir mıntakaydı. Onun için çabukça dön­

dü. insan ömrü zavallı, çok zavallı bir şeydi. " Darülmi­

han . . . " diye mırıldandı. Bu, Behçet beyin her şeye rağ­

men sımsıkı bağlı olduğu, bir sarmaşığın dallarına, çen­

gellerine benzeyen bin türlü alaka ile, her zerresine kenet­

lediği hayatın kendi lügatindeki karşılığı idi. Daha doğru­

su, ömrünün tecrübelerin i hatırladığı zamanlar, kendisini teselli için bulduğu kelimeydi. Başka türlü olsaydı ne ola­

caktı sank i ? Mademki ş imd i ihtiyar ve biçare bir şeydi. . . Fakat acaba geçinebilecekler m iydi ? Bu uzak mazi yolcu­

luğu ·ona emekdar hizmetç is ine karşı iç inde uyanan kini unutturmuştu.

Şimdi Şerife hanımı olduğu gibi, yani hayatının biricik zarureti olarak görüyordu. Bu asık yüzlü, dedikoducu ka-

(23)

M A H U R B E S T E

d ın, onun için her şeydi: sıcak çayın üzerinde tüttüğü kah­

valtı tepsisi, muntazam yemek sofrası, sıcak ve temiz ya­

tak, yumuşak terlik ve her türlü kaygıdan uzak, kendi işle­

rine kalan geniş, huzurlu saatlardı. Onun sade kiracılarla boğuşması yeterdi. Vakıa Behçet beyefendi zaman zaman kiraların alınması, kunturatların yapılıp yapılmaması hakkın­

da hizmetçisini tenvi r etmez değildi, fakat ikisi de bunu sa­

dece işin dış tarafını kurtarmak için olduğunu bilirlerdi. Ya geçnemezlerse. . . Fakat olan olmuştu. Zaten yaptığından pek de pişman değildi. Cavide akıllı, neşeli bir kadındı. Etra­

fındaki yalnızlık bu genç ve güzel kadının vücudü ile değişe­

cek, evin içinde yepyeni ve sade şiirden bir hava esecekti.

Hakikat şu ki Behçet bey, bütün akrabası içinde, abla­

sının torununu severdi. Cavide, çocukluğunun b i r kısmını bu evde onun yanında geçirmişti. Şımarık ve alaycı tabiatı­

na, kuru hiddetlerine rağmen bu ihtiyar bekarı avutmasını bilirdi. Onun hatırı için tanbura başlamış, sonra da bırakma­

mıştı. Fakat nekadar değişmişti ! Onbeş sene sonra tekrar onunla karşılaşınca adeta tanıyamamış, hatta nasıl, hangi eda ile konuşacağını şaşırmıştı. "Bereket versin, kızın şıma­

rıklığına . . . " Şüphesiz ki onun yerine mesela bir erkek yeğeni bulunsaydı da o gelseydi daha çok memnun olacak değildi;

erkekler Behçet bey için bütün ömrünce okadar hoyrat ol­

muşlardı ki. . . B ütün ömrü onların mütehakkim hodbinlikleri arasında geçmiş, her baş vurduğu yerde, mektepte, kalem­

de, vaktiyle azası olduğu Şürayi Devlet'te, sokakta, Sahaf­

lar içinde, antikacı dükkanlarında, eski mücellitler arasında hep ayn i aşılmaz duvarla karşılaşmıştı. Hayır, gelecek ola­

nın genç ve güzel bir kadın olmasından memnundu ve Ca­

vide'yi gerçekten güzel ve müstesna buluyordu.

(24)

M A H U R B E S T E

Bununla beraber, sadece bu "genç ve güzel kadın " keli­

meleri onu korkutuyordu. Genç kadın, sonra bugünün kadı­

nı, yıllardır yabancısı olduğu bir şeydi. Behçet bey için genç kadın hüviyeti ömrünün biricik tecrübesiyle birkaç kelimede hülasa edilebilirdi; y umuşak bir ten, cazip bir koku, yalan yahut hayal kadar güzel bir ses, bir yığın süs ve hepsinin ar­

kasında bir oka dar fantezi bir inat . . .

B irdenbire içine başka bir korku geldi: ya Cavide evde her şeyi değiştirmeye kalkarsa . . . Maçka'daki evde kendile­

rini a ldıkları odayı, o yumuşak ve alçak sediri, renk renk yastıkları, ortada ne işe yaradığını bilmeden aca ip biçim iy­

le, bodurluğu ile hoşuna giden rahle bozuntusu küçük masa­

yı, şurada burada sürünen bir yığın bebeği, biçimsiz koltuk­

ları hatırladı. Genç kadın bütün bunları pekala bu köşke ve Behçet beyin hayatına sokmaya çalışabilird i. "Benim de be­

beklerim var . . . " Ve yatağının iki yanında birer eski zaman tılsımı gibi duran siyah katran vücutlü, kıvırcık saçlı, kırmı­

zı karanfil dudaklı, akik gerdanlıklı fellah kadınlarını, komo­

dinlerin, odanın içinde her kımıldanışında kend isine ş işkin göğüslerini gösteren ve Behçet beyi tadılmamış, yabancı zevklere davet eden süslerini düşündü. Bereket versin ki belden aşağıları birdenbire kayboluyordu. "Rahmetli Ata Molla'nın acaipliği işte . .. Sanki kızına başka bir yatak takı­

mı bulamazdı ? . .. " Ve kırkbeş sene sonra Behçet beyefend i bu çeyiz hatasını bugün olmuş bir mesele gibi ciddiyetle mü­

nakaşa etmeye hazırlandı. Eğer merhum refikasının hatıra­

sı olmasaydı, çoktan onları Bedesten'e gönderirdi. Bununla beraber, mesela Cavide'nin onları beğenmeyip yerlerinden oynatmasına hiç bir zaman razı olamazdı.

Başına ne iş açmıştı . .. Kimbilir, belki bu hoppa kadın,

(25)

M A H U R B E S T E

evin iç inde her şeye itiraz edecekti. " Onlarda didişmek aile mi rasıdır . . . " Bu düşünce ile aklına Cavide'nin dedesi, ya­

ni eniştesi Arif bey geldi. Bu adam, bütün ömrünce kendisi­

ni beğenmemiş, sevmemiş, onun la didişmiş durmuştu. Az kalsın, " bereket versin, öldü de kurtu ldum . . . " diyecekti, fa­

kat kız kardeşinin bu ölümle perişan yüzü, b i rdenbi re ışığı kararmış bir lamba gibi yaşayışı, aradaki zaman fasılasına rağmen, kendisine bugün olmuş bir şey gibi göründü. Hayır, bukadar yakında olan b i r ıztıraba karşılık gelen b i r kurtul­

mayı o elbette istemezdi. Sonra, zavallı adamın ne kabahati vardı ? Kitapları yanmadan önce, hemen her gün, kendisi­

ne "bukadar serveti böyle kav gibi binada, bu kibrit kutu­

sunda saklıyorsun; maazallah bir ·yangın, bir şey oluverir, mahvolursun !., diye nasihat vermişti. O zaman bu sözleri dinlememiş, hatta merhum İbrah im Paşa ailesin in baba oca­

ğı olan o koca konağa "kibrit kutusu", "kav " gibi hiç bir su­

retle layık olmayan isimler vermesine gücenmişti. Fakat Arif bey dinler mi ? A llah rahmet etsin, kafasına koyduğu şe­

yi diline tesbih edenlerdendi. Gün aşırı nasihatını tekrarla­

mış, o söyledikçe Behçet bey de eski konağa daha çok bağ­

lanmıştı.

Nihayet konak yanmşı, dört bin ciltlik "kütübü nefise"

okadar feramin, çekmeceler dolusu evrak kül olmuş gitmişti.

Fakat Arif beyin kılı bile kıpırdamamış, ertesi gün karşılaş­

tıkları zaman bir tek taziyet cümlesi bile ağzından çıkmamış, sadece kayınbiraderinin yüzüne bakarak: " Behçet bey, sana b u kitapları, bu kav gibi evde bir gün yakacaksın dememiş m iydim ? " diye çıkıştıktan sonra çekilip gitmişti. Elbette ya­

nardı. üzerinde bukadar göz kaldıktan sonra . . . Nazara taş­

lar bile dayanmazdı.

(26)

M A H U R B E S T E

Ş imdi bu taş yürekli adamın kızı gelecek, o dede mirası inat ve israrla bu evin içini altüst edecekti. Biraz da haklıy­

dı ya ! Mesela bu yatağın üstünde bir yığın kitapla yatmasına kim razı olurdu? Fakat bu onun senelerden beri alıştığı bir şeydi. Sevdiği kitaplarını oraya, yorganın içinde bir kenara toplar, sonra onlarla beraber, tıpkı oyuncağı ile beraber ya­

tan ve onu kucaklamak için zaman zaman tatlı uykusundan uyanan bir çocuk gibi, onlar la koyun koyuna yatardı. Sonra bu odanın hali . . . Behçet bey, yattığı yerden karanlıkta oda­

sını düşündü. Tuhaf bir zihin itiyadiyle, her şeyi yerli yerin­

de, olduğu gibi bulunuyordu. Bahçeye bakan iki pencere ara­

sında büyük masa vardı. B urada Behçet beyin mücellitlik aletleri ve levazımı duruyordu. Kapının sağındaki küçük ma­

sa, saat tamir ine mahsustu. Duvarda, yıllardır elini sürmedi­

ği tanburları, bir iki ney asılıydı. Köşede, her yerde, henüz b ir türlü bir camekan alıp yerleştiremediği bir yığın antika eşya, çanak, çömlek, fincan, gümüş takım, eski minyatür, karmakarışık duruyorlardı. Daha ötede, yatağın biraz ileri­

sinde, Lİç gündenberi, büyükçe bir koltuğa, yeni satın aldığı sedef ayna dayalı idi. Bu karışıklık, yıllarca çalışarak, Şer ife hanımın dikkatini en saf hiylelerle aldatarak elde edilmiş bir şeyd i. Bir çocuk israriyle evin bünyesi içinde bu oda, yıllar boyunca, acaip varlığiyle yavaş yavaş, efsanevi bir meyva gibi, otuz yılın içinde damla damla meydana gelmişti. Kıyı­

da bucakta neler, neler yoktu . . •

Behçet bey için bütün hayat iki kısma ayrılabilirdi: ken­

di ömrüyle bir taraftan bağlanan şeyler ve ona yabancı olan­

lar. işte Behçet bey bu odayı kendisine ait olan şeylerle vü­

cuda getirmişti. Yatağın karşısındaki gardropta ve onun da­

yalı durduğu duvarda, karısının elbiseleri duruyordu. Kon-

(27)

M A H U R B E S T E

solun üzerindeki bi ilGr kasede gelinlik süsleri, tel ve duvak­

tan kalanlar vardı. Behçet bey bu aziz hatırayı karanlıkta en küçük kıvrımlarına kadar hatırlıyordu. Yanıbaşındaki küçük çekmece, ölünün boynuna ve kollarına taktığı süslerden el­

de kalanlardı. Yatağın altında ayakkabıları ve terlikleri var­

dı. Ve Behçet bey hayatını hatıralariyle beraber topladığı odada bütün gününü, tamir ettiği saatlarla, ciltlediği kitap­

lar arasında, her biri bell ibaşlı iki atelye gibi olan masala­

rın birinden öbürüne giderek geçiriyor ve gece oldu mu, mut­

lak bir ebediyet imaniyle içtimai mevki fikrini okadar garip surette brleştiren eski Mısır hükümdarlarının bütün zengin­

liklerini topladıkları mezarlarında ölüm uykularını uyumala­

rı gibi, o da bu sevd iği eşya arasında, hangi zamanı saydık­

ları bilinmeyen bir yığın saat tıkırtısı içinde uyuyordu.

Şüphesiz ki bu odanın, nizamını nizamsızlıktan olan bu latif terkibin bozulmasına kolay kolay razı olmıyacaktır. B u­

nunla beraber, bir kadın inad iyle mücadele etmek okadar güç bir şeydi ki. . . işte sevgili refikası Atiye hanımefendi sırf bu inat yüzünden o genç yaşında ölmemiş miyd i ? B unu ancak bir kadın yapabilird i ? Behçet bey, Atiye hanımın ken­

disiyle yaşamaktan bir türlü hoşlanmadığını, kocasından hatta nefret ettiğini iyice biliyordu. ölümüne sebep te bu idi. Ne doktorların kend isine birbiri ardınca saydıkları bir yığın hastalık adı, ne de haftalarca evcel bahsettikleri tehli­

ke onu bu düşünceden vazgeçirtmemişti. Hastalık başka şey­

di, ölüm başka şey . . . Aralarında okadar uzun bir yol vardı ki işte Atiye hanım bu uzun yolu, kadın inadının zoruyla, kendisine karşı beslediği nefretle üç haftada geçivermişti.

Zaten bunu gizlememiş, kendisi de söylemişti.

ölümünden birkaç saat evvel onu yanına çağırmış,

(28)

M A H U R B E S T E

"Bey, bey, demişti, işte ölüyorum. Fena şey ama, ne yapa­

lım ?" Sonra kocasının orada yatağın çarşaflarına başını gö­

müp ağladığını görünce, o hasta yüzde daha manalı olan bi­

çare bir tebessümle, fazla kederin yeri olmadığını, Behçet beye bu "darülmihan" da bir kadının en lazım şey olduğu­

nu, kitaplariyle, saatleriyle, ciltleriyle bundan böyle istediği gibi meşgul olabileceğini, hiç kimsenin kendisini artık ra­

hatsız etmiyeceğini ilave etmişti.

B u sözler hakikatte genç kadının nasipsiz hayatından ala­

bildiği biricik intikamdı. O, Behçet beyin evine, Çırçır "ha­

rik-i kebiri "nde yanan İ brahim Paşaların konağına bundan kırkbeş sene evvel, yirmi yaşının bütün saadet hulyalariyle gelmiş ve daha ilk geceden itibaren küçücük boyu, temiz yüzü, temiz kıyafeti, kibar ve zarif, ölçülü konuşması, çok itina ile yapılmış bir kuklayı hatırlatan kocasiyle başbaşa kaldığı andan itibaren bütün bu hülyaların avucunda bir kül yığını olduğunu görmüş ve o geceden itibaren ölümüne ka­

dar, bütün talih kurbanlarının tek siperi olan imkansız bir sa­

bır ve tesJimiyetin arkasına sığınarak, h�p bu sözleri söyli­

yeceği son dakikayı düşünmüştü. Nihayet onu söyledikten, ömrünü kıran bu biçarenin yüzüne karşı gülerek talihine olan isyanını haykırdıktan sonra, hiç bir saadet hulyasının rahat ve huzurunu bozmıyacağı büyük uykuya dalmıştı.

Behçet bey, on senelik evli hayatında karısının kendi hak­

kındaki hislerini anlamamış değildi; onun anlamadığı, ha­

la anlıyamadığı nokta, bukadar basit bir şey karısının yıllar­

ca ölümü beklemesi ve görür görmez kucağına atılmasiydi.

işte kendisi, Behçet bey, her şeye rağmen yaşıyordu ve ya- . şıyacaktı. Ne olursa olsun, hayat güzel bir şeydi. Eski saat­

lar bakılması, iyileştirilmesi lazım gelen temiz yüzlü, iyi yü-

(29)

M A H U R B E S T E

rekfi hastalardı ve kitaplar, iyi ciltlenince, birdenbire gençle­

şiyor, güzel giyinmiş kadınlara benziyorlardı. Birçok ahbap meclislerinde saz yapılıyor, şarkılar, besteler, semailer oku­

nuyordu. Antikacı dükkanla rında, üzerinde mazinin, yaşan­

mış zamanın izlerini taşıyan ve bu izlerle güzelliği, değeri a rtan, hulasa zaman ve insan tecrübesini kutsi bir büyü gibi kendi varlıkla rında taşıyan bir yığın eşya vardı. Ha la müza­

yedeler o luyor, geniş ve çıplak, her tarafını dolduran eşyaya rağmen çıplak salonla rda, çiy ve yüksek tellal sesleri, etraf­

larındaki faciaya kayıtsız, e lleri a rasından geçen şeylerin ha­

kiki değerinden habersiz, telaşlı ve mütehakkim bir eda ile durmadan zengin koleksiyon parçalarını birbiri a rdınca sa­

yıyor, Bohemya billuru, Sevr porseleni, Çin kasesi, İran ha lı­

sı, Hind veya Bizans oyması fi ldişi, Empire üslubu konsol, Aziz devri yazı takımı, Tebriz cildi, Herat minyatürü, Diyar­

bekir ve Bursa kumaşı, İstanbul yazması, Edirne kesmesi el­

d en ele dolaşıyor, sonunda ya bir müze salonunda, yahut şahsi bir koleksiyonda, zaman dışında kalmış yekpare uyku­

larını uyumak için sahip değiştiriyordu.

Behçet bey bütün eski, güzel, renkli ve kıymetli şeyleri severdi. Ona göre hayatın en manalı tarafı bu cins eşya a ra­

sında geçirilen zamandı. Antikacı dükkan la rına, müzayede rerlerine, Bedesten'e sık sık uğrar, ahbapla rının h ususi ko­

eksiyonlarını gezer, bütün gününü ayak üstünde, eski ayna­

aııın, küçük mücevher çekmecelerin, Çeşmibülbül'lerin, ıamdan ve surahilerin, kitapların karşısında hayran bir vecit­

e geçirirdi. Ciltleri veya ha lıları bir kadın teni gibi lezzetle ıkşar, tezhiplerin çiçeklerinde solmaz bir bahar vehmeder, ynaların derinliklerinde geçmiş zamanla rın ve bilinmeyen

<!imlerin insanlariyle konuşur, küçük boyu ile zıplaya· zıp-

(30)

M A H U R B E S T E

laya, bütün bu eşyanın birinden öbürüne gider, gelir, yakla­

şır, uzaklaşır, sualler sorar, eski sahiplerini, yapıldıkları ye­

ri, mümkünse yapan ustaları öğrenir, h ulasa adeta altı duy­

gusiyle birden onların havasında yaşar, sonra birdenbire ge­

len bir zaman şuuriyle, vapurda çekileceği köşede bütün bu gördü.klerini ve işittiklerini karmakarışık hatırlamak için, içi­

ni çeke çeke, onlarda n ayrılırdı.

Cilt, minyatür, yazı gibi bazı yerli şeylerin dışında üs­

lüptan, işten pek anlamazdı. üç beş yüz senelik hakiki ma­

nasında eski bir sanat eseriyle otuz sene evvel yapılmış tak­

lidi arasında, tıpkı Hamdullah yazması bir eserle Kamil Efen­

dinin birkaç sene evvel kendisi için yazdığı levha a rasında olduğu gibi hiç bir fark gözetmezdi. Onun için eskilik ayrı bir şeydi; o zamanın takdisi idi; insa n elinden geçmek ve in­

san hayatına girmekle eşya tabiatında n ayrı bir sıcaklık ka­

zanır, adeta insanileşirdi. B u nun dışında Behçet beye göre eskiliğin başka bir manası olamazdı. Tıpkı bunun gibi küçük ve renkli bir kart postalla büyük ve hakiki resmi de ayırmaz­

d ı . Bu yüzden değil midir ki bazı nadir dostları, her bayram ondan aldıkları o yaldızlı İsviçre ma nzaralarına, tatlı ve bay­

gın akşam denizinde gülpembe yelkeniyle süzülen sandalla­

ra, kenarlarına mavi, kırmızı kurdelalar geçirilmi� sepetler­

den çıkmaya uğraşan tombul kedi yavrularına, yahut ay ışı­

ğında karlı dağlar başında eşini çağıra n geyiklere, hulasa bundan yirmi yıl önce altındaki kaltn yaldız yazı ile "iydisa­

idiniz"i tebrik eden, şimdi sadece bayramınızı ve yılbaşınızı kutlayan o karışık zevkli, fakat boş bir anı birdenbire· telkin ettiği yaşama hazzı ve saa det hulyasiyle dolduran kartlara bakıp şaşırırlar, bu yaşta bir adamın böyle şeylerle uğraşma­

sını bir türlü anlıyamazlardı. Hakikaten dostları, Behçet be-

(31)

M A H U R B E S T E

yin bu ka rtları seçerken neler düşündüğün ü, bu yaldızlı ka­

nat parçala rının onun için hangi semala rın a rtığı olduğunu nereden bileceklerdi ?

Hayır, Behçet bey ne bir sanat meraklısı, ne de koleksi­

yoncu idi. O, sadece, şairdi. Onun için orijinal, hatta nadir eşyanın büyük bir manası yoktu. Güzel inhinalı, yumuşak çizgiler, girift ve ince halezonlar birbirini kovalasın, iyi ka­

ba rtılmış şekiller bu çizgi a ra beskinin a rasında biribirleriyle kucaklaşsın ve renkler gözlerinin önünde o sıcak ve sarhoş rakısla rını yapsınlar, onu oldukları yerden alsınlar, kendi ya­

şanmamış hayatından başka yere, ya eskiye, yahut uzağa götürsünler . . . B u elverirdi. Onun bütün bu eşyadan istediği şey, hulyasına bir çerçeve olmala rı, ona bir fira r kapısı aç­

malarıydı. Tesadüf ettiği şeylere sahip olmayı pek az ister­

di. Behçet bey, bütün ömrünce, yerinden kımıldanmadan

"kaçmak, gitmek!" diye çırpınanla rdandı. ömründe bi r kere, o da Adana'ya kadar, bin türlü telaş ve üzüntü içinde, şöyle bir gidip gelen bu adamın hayatı, rasladığı eşyanın, insanla­

rın, işittiği bir fıkranın, hatırladığı bir adın telkiniyle başla­

yan seyahatlerle dolu idi.

Behçet bey, olduğu yerden biraz doğrula rak, a rtık iyi­

ce ka ranlığa alışmış gözleriyle, odanın içinde, bir hafta ev­

vel satın almış old uğu aynayı a radı. Aynanın, üzerinde güzel yontulmuş sedemten ince sa rmaşıkla r, filizli nebatla r dola­

şan ve küçük, mavi kuşlçır uçuşan sihirli bir Demirhindi ağa­

cından geniş ve ağır çerçevesi, hapsettiği billur sathına tec­

rit edilmiş bir zaman çehresi veren o çok dikkatli işçilik ka­

ranlıkta görünmüyordu. Fakat nereden geldiği belli olmıyan bir ışığı kendisinde toplıyarak saf ve cilalı billur, büyük ve uzak sula rın bazı mehtapsız gece saatlarındaki esmer maden

(32)

M A H U R B E S T E

parıltısiyle, tıpkı bilinmeyen bir kadere açılan bir yol gi bi, müphem ve tılsımlı parıldıyo rd u .

Bu yeni aynanın epeyce evvel Necip Paşa veresesinden alındığını Behçet beye anti kacı Hüseyin efendi söylemişt i . Bukadarını bilmek bile ihtiyar adamın bu aynanın etrafında bütün bir hayal dünyasını toplamasına yeterdi . Çünkü çocuk­

luğunun ve ilk gençliğinin büyük bir kısmını her yaz Boğaz'­

da geçiren Behçet beyin hayatına bu yalı garip bir şekilde karışmıştı. İsmail Molla bey ile Necip Paşa, yıllardan beri birbirine dargın olan iki komşu idiler. Bu itiba rla yalıya hiç girmemiş, oradan kendisini her tesadüfünde hürmetle se­

lamlayan bir haremağası ile bir iki uşaktan başka hiç kim­

seyi tanımamıştı . Fakat muhayyelesi bütün bir ergenlik ça­

ğında hep bu yalının etrafında dolaşmıştı . Behçet bey, Necip Paşa'nın evini dolduran o sarışın, güzel kızların, karısı Tarı­

dil hanımefendinin iht imamla seçtiği, dikkatle yetiştirdiği cariyelerin nerede olduklarını, kimlerle yaşa dıklarını, mem­

leketin hangi köşesinde öldüklerini bilmiyordu.

Behçet bey bunu bilmediği gibi, bir gece kayıkla yalının önünden geçerken, kayığın içine, ta ayaklarının ucuna , o bü­

y

ük ve kırmızı gülü bunlardan hangisinin attığını da fark et­

memişt i . Bildiği şeyler şunlardı: bu kızlar çok güzeldi, bu gül henüz koparılmış kadar taze idi ve o atılır atılmaz yalının penceresinde çınlayan nazlı kahkahada o zamana kadar tat­

madığı, bilmediği hazların daveti vardı.

Behçet o zaman henüz ilk sınıfında bulunduğu Mülkiye i,Jlektebi'nin lacivert Üniforması içinde, şamdan:na yeni Oi­

kilmiş bir mum kadar dimdik, taze ve mahcup, - belki şim­

dikinden daha mahcup - bir çocuktu. Şuradan, buradan top­

ladığı aydınlıklarla , milyonlarca küçük elmas kırıntısı için-

21

(33)

M A H U R B E S T E

de çalkanan bu eski Boğaz gecesinde, ağır yasemin ve gül kokuları a rasında , ayağının ucunda bir türlü eğilip alamadı­

ğı yumuşak, kanamaya hazır, dolgun nesci ne bir türlü yüzü­

nü süremediği bu kırmızı gülü hatırladıkça Behçet bey, ara­

dan geçen altmış seneye ra ğmen hala kendisini mustarip ve biçare hissederdi. Bu gecenin macerası onun için yılla rca devam eden bir iç hayatın başlangıcı olmuş, bu genç kfz kahkahasının açtığı izden yıllarca meçhul saadet alemlerine taşınıp gitmişti. Vakaa bu geceden sonra ya lının önünden bir daha geçmemiş ve nadir tesadüflerinde yalıda oturanla­

rın yüzüne bir kere olsun başını ka ldırıp rahatça bakamamış­

tı.

Bununla bera ber yalı onun hayatına, annesinin misafirle­

rinin anlattıkları ile, hizmetçilerin sokaktan getirdikleri dedi­

kodularla her gün bir başka çehreye girerdi . Abdülmecid'in ölümü üzerine dışarıya çıra ğ edilmiş saraylılardan olan Ne­

cip Paşa'nın karısı Tarıdil hanımefendi, bu 1 31 0 seneleri is­

tanbul'unun zevk ve moda itibariyle en meşhur çehrelerin­

den biriydi. Ayrıca bizim musikiyi çok sever ve anlardı . Se­

lamlığında kendi havasınca yaşayan Necip Paşa'ya muka bil o da her akşam haremde seçilmiş birkaç ahbabı ve seneden seneye kadrosu yenileşen cariyeleriyle erkek tecessüsünün hiç bir tarafından sızmadığı bir mahremiyet içinde yaşardı . Hem de saz ve musiki olmadığı gece hemen yoktu . Doğrusu istenirse Necip Paşa'nın evi o yılla r içinde alaturka musiki­

nin en iyi tanındığı merkezlerden biriydi. Öyle ki soyların­

da pazardan alınmış kadın bulunmamasını bir gurur mesele­

si telakki eden bazı ikbale yeni ermiş taassuplu aileler bile­

daha ziyade Anadolulu ve Rumelili zengin a razi sahipleri ve orta sınıftan İstanbullular - Tarıdil hanımefendinin yetiştir-

22

(34)

M A H U R B E S T E

diği, okutup yazdırdığı, hoca tutup musiki öğrettiği bu ca ri­

yeleri evlatlarına almağı isterler ve nasıl her hangi bir dü­

ğünde, bir bayram ziyaretinde, yahut gezintide Hanımefen­

dinin veya bu kızların üstünde gördükleri yeni mevsim mo­

dası elbisenin baş tuvaletinin, ça rçaf veya feracenin, uzun uzun bahsi yapılırsa, üç beş sene evvel satın alıp kendi gözü önünde, öz kızıymış gibi itina ederek yetiştirdiği bu ca riye­

lerin terbiyelerinden, seslerinden ve sazdaki ustalıkların­

dan, güzelliklerinden öylece ba hsedilirdi. izdivaca kadın gö­

zünün ve zevkinin hakim olduğu, kadınların biribirleri hak­

kında cinsi kıskançlığın dışında hüküm verebildikleri bu de­

virde bu konak bir nevi bedii mektep gibi kabul edilmişti.

Doğrusu da bu idi. Ca riyeleri Tarıdil hanımefendi için bir yetiştirme ve zevk guru ru idiler. Onları sever, onlarla iftiha r eder ve bir kere şu veya bu şekilde evlendirdikten sonra, za­

ten evinde ikeiı pek okada r duyurmadığı mevki farkını büs­

bütün ortadan kaldırarak kapısını ve sofrasını, her hangi bir a hbabına ve akrabasına açtığı gibi, ona ve bütün etrafında­

kilere gerçekten garip bir cümertlikle açardı . Bu suretle bu büyük ev, değişen zamanın içinde, tasfiye edilmiş zevk ve adetleriyle, artık son günlerini yaşıyan bir ırkın adeta de­

vamı için çalışırdı.

Evinde bu yalıdan bahsedilmesini istemeyen İsmail Mol­

la beyin bile, bazı yaz geceleri, Arnavutköy sırtlarına doğru set set yükselen bahçesinde N ecip Paşalara en yakın bir kes­

tane ağacının dibinde geciktiği olurdu . Hatta oracığa küçük bir kameriye bile yaptırmıştı . B ehçet beyin zaman zaman

"merhum pederimiz Molla B ey Efendi Ferahfeza ile Bayati­

ye bayılırla rdı" diye musiki merakından uzun uzun bahset­

tiği Molla B ey, bu kameriyede emekdar uşağı Halil ağanın

23

(35)

M A H U R B E S T E

gizlice hazırladığı işret masasının başında, komşu yalıdan gelen saz ve körpe kadın seslerini dinleyerek insan ve talih üzerinde acı acı düşünürdü . B ununla beraber, bu yalnızlık saatla rını başka türlü tefsir edenler de va rdı . Onlara göre Molla bey, bundan yirmi sene evvel Tarıdil hanımefendi ile a rala rında başlayan ve d edikodu yüzünden iki komşu yalının a rasında bütün münasebetlerin kesilmesiyle biten bi r mu­

aşakayı henüz tamamiyle unutmamıştı. Evet, genç hizmetçi­

leri, uzak yakın bir yığın kadın akra ba, Molla beyi hala bu romanın kahramanı olarak görmekten hoşlanırla rdı .

Muhakkak olan, Molla beyin vakit ilerledikçe yavaştan bu musikiye refakate başlaması ve komşu evde saz biter bit­

mez, çekildiği odasından, belki de davetsiz ola rak iştirak et­

tiği bu ziyafete teşekkür için ağır ve dik sesiyle bir veya iki beste okuması idi. Molla bey gençliğinde bütün istanbul'un sesine koştuğu nadir insanla rdandı. Onun için bu besteler başlar başlamaz, her ta rafta ses kesilir, komşu evlerden, pencerelerden başla r uzanır, denizde gezinenler varsa ora­

da, hemen pencerenin önünde dururla r ve Boğaz gecesinin geniş, pırıltılı sükutu, Bayatinin, Mahurun sıcak busesi ile kucaklaşırdı . Mehtaplı gece birdenbire çılgın bir ihtirasın rüyasında uyanmak için kendi havai gül rüyasından uyanır­

dı . Dedikoduya hak verdi ren ta raflardan biri de Molla'nın bu gecelerde hemen daima ayni besteleri okuması idi . B eh­

çet bey, babasının sesini işitir işitmez yerinden fırlar, duva r­

da asılı tanburunu alır ve ona yavaştan refakate çalışırdı . Gür ve kendisinden emin sesin peşinde bu korka korka iler­

leyiş kadar onu çıldırtan şey azdı . Tıpkı bir a rslan izinde yü­

rüyormuş gibi, sıtmalı ve halecan içinde, başı küçük kolla­

rının bi r türlü tam kavrıyamadığı tanburuna eğilmiş, olduğu

24

(36)

M A H U R B E S T E

yerden bu sesin gece içindeki macerasını düşünür, onun Boğaz tepelerinde renkli bir uçurtma g i bi süzülüşlerini takip eder, sonra da erit ilmiş altın gibi, bir tarafta, durgun suda külçelendiğini zannederd i .

Babası içeriki odada olup bitenlerden habersiz, bestesi­

ni bitirir biti rmez bir kahkaha savurur, "takyem nered e ? ge­

celiğim ne oldu ? Bu surahi n iye boş ?" diye bir yığın gürül­

tü yapar, sonra yattığı yerden hala uslanmayan bu adama hüzün ve hayranlıkla bakan karısının alnından öperek ışığı söndürürdü. Molla bey, canlı varlığının peşinden sürükledi­

ği herkesi, kendisinin olan herşeyi, hatta karısını bile sever­

d i .

Behçet bey içini çekerek düşündü: "Acaba hakikaten o zamanlar anlatılanlar doğru muydu ? Tarıdil hanımefendiye bir iki defa kayıkta iken şöyle bir bakmaya cesaret etmişti.

O zamanlar elli, elli beş yaşla rında olmalıydı. Fakat yine gü­

zeldi. Peşinde sürüklediği zevkle ve ihtirasla yaşanmış bir ömrün şöhretiyle, tıpkı batmadan evvel etrafı o sıcak hatı­

ra güzelliğine boğan bazı akşam güneşleri gibi, güzel ve aza­

metliyd i . ince yaşmağının altında geniş ve siyah gözleri pa­

rıl parıldı. B i r defasında ona çok dikkatle, hatta şefkatle bak­

mış, sonra yanındaki genç kadına dönerek birşeyler söyle­

mişt i . Kim bil ir ? insanoğlu bu . . . Her şey olabilird i . Sonra babasının beğenilmesi ve sevilmesi kendisi için okadar tabii bir şeydi ki . . .

Behçet bey, sanki donuk parıltısında geçmiş günlerden bir şey ister g i bi tekrara aynasına döndü. Kimbilir, belki de ora da, Tarıdil hanımefendinin her biri başka bir diyardan gelmiş, sarışın, esmer ve beyaz tenli cariyelerini, onla rın çıplak boyunlarını, dolgun göğüslerini, dağınık nerkisleri ha-

25

(37)

M A H U R B E S T E

tırlatan saçlarını, mahmur uyanışlarını a rıyord u . Şüphesiz, bu genç kızların hepsi birçok defalar bu aynaya bakmışlar, orada, bu durgun ve katı a ydınlıkta, çıplak veya giyinmiş ha­

yallerde gülümseyerek saçlarını düzeltmişler, yüzlerine pud­

ra sürmüşler, korselerini bağlamaya veya küçük çıtçıtların üzerine narin parmaklarını incite incite elbiselerini ilikleme­

ye çalışmışlardı. Kadınların giyinip süslendikten sonra, çık­

madan evvel, aynalara son bir defa bakmaları kadar Behçet beyi eğlendiren ve düşündüren şey yoktu .

Behçet bey, büyülenmiş gibi, uzun uzun bu parıltıya dal­

dı. Bu ürpertici boşluktan kendisine gelebilecek şeyleri dü­

şündü. Bu sade kendisi olmakla kalan ve yekpare uykusu ne bir ağaç ve yosun, ne d e bir kuş kanadı veya el kadar bir gök, hulasa hiç bir a rıza ile bozulmayan zaman parçasından birdenbire bütün bir mazi fışkırabileceği gibi, bin türlü ih­

timalle yüklü bir istikbal de çıkabilirdi . Bu gece saatında mücerret ve gayri şahsi bir göz gibi genişleyen bu su oka­

dar derin, okadar karanlıktı. .. Kimbilir, belki de oradan hiç bir şey çıkmaz, fakat kendisi, biraz sonra geleceğini bildiği uykusunda, hiç fark etmeden ona gidebilir, etrafındaki çer­

çevenin girift süslerine kad a r her şeyi derinliğine yutan, hepsinin üzerine buzdan kilidini vuran bu donmuş zamana gömülebilirdi. Evet, tıpkı ölüleri gibi, babası İsmail Molla bey, annesi Şefika hanımefendi, karısı Atiye hanım gibi, ha­

yatında kimi bir şimşek çabukluğiyle bir an çakıp sönmüş, kimi bir yıldız gibi makrekinde devrini tamamladıktan sonra çekilip gitmiş, kimi de vaktiyle bu eski aynanın sahibi olan Necip Paşa ailesi gibi sadece uzaktan, bir isim, bir şöhret ve bir yığın tadılmamış saadet halinde tanıldıktan sonra unutu­

lan yüzlerce insan gibi, o da, orada, a rtık tehlikeli davetini

2 6

(38)

M A H U R B E S T E

görmemek için gözlerini sımsıkı yumduğu bu derinlikte kay­

bolabilirdi .

Hakikat şu ki Behçet bey aynaları hem sever, hem on­

lardan korkardı. Aydınlıkta her karşılaştıkları şeyi güler yüz­

le içlerine alan bu sevimli mevcutların bazan okadar haşin ve sert bir şekilde kendi Üzerlerine kapanışları, sizi acaip bir sükut içinde sarıp mumyalayışları vardı ki . . . Aynala r, iste­

dikleri zaman, dört bir yana salıverdikleri bu sessizlikle tak­

sim kabul etmiş bir zamanın timsali idiler. Halbuki Behçet bey, daha çok bizim olan zamanı, beraberimizde getirdiği­

miz ve yine beraberimizde götürdüğümüz, her zerresine ayrı mana ve şekiller, ayrı çehreler vererek sa hip olduğumuz za­

manı, kendi eliyle tamir ettiği, temzileyip ayarladığı bir yı­

ğın saatın, kah telaşla, kah büyük bi r sabır ve dikkatle teker teker, küçük küçük, hiç yorulmadan, yanı imadan, şaşmadan saydıkları, nabızlarımızın munis kardeşi olan zamanı sever­

di.

Şimdi B ehşet bey, iki eli çenesine kadar çektiği yorga­

nın kenarına sımsıkı kilitlenmiş olduğu halde, odasında şu­

raya buraya dağılmış, irili ufaklı bir yığın saatın sesini, tıp­

kız gizlendiği bir köşeden yetiştirdiği orkestrayı dinleyen bir şef dikkatiyle dinliyordu . Ve yine tıpkı bir orkestra şefi gibi, bu acaip konserin sazlarını hem bir bütün olarak tadıyor, hem de teker teker tanıyordu. Bu zembereğinin kıvrak, çeli­

ğinden a deta bir teneke gürültüsü çıkaran saat, Hüseyin e­

fendinin saatıydı . Günlerce uğraştığı halde hala senini dü­

zeltememişti . Yarın iyice bir bakmalıydı. Ama düzeltip te ne olacaktı sanki? Herif hoyratın biriydi . Evinin bir kısmını ona kiraladığı için pişmandı bile . . . Kendi yattığı odanın karşı­

sındaki büyük salonun duvarını sanki bile bile harabetmişti;

27

(39)

M A H U R B E S T E

çivi çakılmadık yeri yoktu . Onun yanıbaşında adeta öksürür gibi çınlıyan saat, N u ri beyin saatıydı. Eski bir saattı; ingil­

tere'de yapılmıştı. Allah saklasın, bir tarafı kırılsa tamiri kaabil değildi; bugün o aletleri nereden bulabilirdi ? Sabire hanımın guguklu saatı da böyle idi . Bahçedeki büyük pav­

yona taşındıkları günden beri bu saatı merak etmişti . Fakat aksi kadın, baba yadigarıdır, yerinden kaldıramam diye bir türlü ona yakından göstermeye razı olmamıştı . Nihayet ol­

d u ğu yerden düşmüş, d urmuştu . işte o zaman, koltuğunun altında saat, aya ğına kadar gelmiş, "kuzum beyefendi, sizi b u işten anla r diyorlar, şuna bir baka r mısınız ? " diye yalvar­

mıştı . Saatın hiç bir şeyi yoktu; biraz toz kapmıştı. Fakat Behçet bey, ayağına kadar gelen bu fırsatı kaçıramazdı; on­

beş gündür onu odasında tutuyordu . Sanki şöyle bir bakma­

ma razı olsa ne olurd u ? .. . Onun da sesini tanıyordu: küçük ve gergin bir maden üzerine çekişle vurur gibi bir sesi va r­

dı . Tuhaf bir ses, insanı her an kendisine çağıran bir ses . . . Babasının alaturka ve alafranga zamanı beraberce gös­

teren pusulası, takvimli büyük cep saatı da buradaydı . Şiş­

kin mahfazası içinde bu altın saat, bu ailenin şöyle böyle yüz, yüzyirmi yıllık bir ömrünü kaydetmişti . Bu da az şey değildi. Behçet bey, bu dikkatleriyle odasında birdenbire büyüyen çıtırtı ormanında Cavide'nin kol saatının sesini a ra­

dı . B u, temiz elmaslı, küçük bir altın saattı. Genç kadın bu saatı alalı on sene olmuştu . On sene kendisi için az, çok az bir zamandı, fakat Cavide için gerçekten mühim bir şeydi.

On sene . . . Zavallı kız, bu on sene içinde neler çekmişti . . . üstüste babasını, annesini kaybetmiş, o hayırsız adamla ev­

lenmiş, çekmediği azap kalmamıştı . Gerçekten acınacak şeydi. Halbuki en güzel seneleriydi. Bereket versin, öldü de

28

(40)

M A H U R B E S T E

kızcağız nefes aldı. Şimdi burada dinlenir, diye düşündü.

B u kızı düşündükçe yüreği parçalanıyord u . Onu mesut et­

meye çalışacaktı. Varsın, istediğini yapsın, ne çıkar ? Beh­

çet bey, birdenbire içini saran merhamet tufanında yazma kitapları yerine, isterse, Cavide'nin bebekleriyle bile yatma­

ya razı oluverdi.

Evet, Cavide'nin saatı bundan sonra ona iyi zamanlar sayacaktı. Şimdi orada, komodinin köşesinde, yarın sabah hanımının gelmesini bekliyord u. Güzel saattı doğrusu .. . Küçük, ince bir sesi vardı. Yalnız biraz acele ediyor hissini veriyordu. Acaba nedendi ? Sabahleyin ona da bakacaktı.

Bu başıboş düşüncelerle yorulan Behçet bey, yeniden gözlerini kapadı. Altın yapraklı bir a ğaç gibi, gözlerinin ö­

nünde gene saat seslerini gördü. B u, ömrün ağacı, Behçet beyin içinde büyüyen, dal budak salan ağaçtı. Behçet bey onu yetmiş beş sene, her türlü afetten uzak beslemiş, büyüt­

müştü. Allah izin verirse birkaç sene daha böyle gidebilirdi.

içini çekti. Artık saat seslerinden bıkmıştı. Onları unutmak, duymamak istiyordu. Fakat bu sesler acaip bir ısrarla peşin­

deydiler. Kendi içinde, bilmediği bir zemberek kopmuş, bu küçük, acaip şeytanları ortaya atmıştı. Onlar, yorgun ve ya­

rı uykulu dimağında uyandırdıkları garip hayallerle biteviye etrafında dolaşıyorlardı. Kah altın sarısı renklere bürünmüş rakkaseler gibi önünden geçiyorlar, onu gülerek selamlıyor­

lar, kah kolkola vermiş, sıkı saflarla, bilinmeyen bir hedefe doğru bir Roma taburu gibi geniş ve tesanütlü yürüyorlardı.

Nereye gidiyorlardı ? Hiç birini durdurmak kaabil değildi.

Başlarının üzerinde küçük, boş vazolarla, küçük ve ölçülü adımlarla bu küçük mevcutların mahşer kalabalığı nereye akıyordu?

(41)

M A H U R B E S T E

Birdenbire her şey susa r gibi oldu, karanlık ve sessizlik adeta kat'i bir iradeyle çatırdadı: sanki bir yerde altın bir duva r çatlamıştı . Bu aşağıda, yemek odasının dördü vuran saatıydı. Ona hemen aynı zamanda sofanın saatı adeta bir dişi naziyle cevap verdi; sonra her ikisi birden hemen çatla­

yan altın duva rın a rkasında çoğalmaya gittiler. Behçet bey a rtık eskisi gibi saat seslerini teker teker fa rketmiyordu; sa­

dece içinde her şeklin, her rengin çalkandığı sıcak bir ça ğ­

layan durmadan akıyord u . Sonra bu şekiller ve renkler kay­

boldu, yerlerinde mahiyeti bilinmeyen bir altın pa rıltısı kal­

dı. Fakat nekadar geniş ve kuvvetli, nekada r çabuk akıyor­

du; etrafında ne varsa hepsini, Behçet bey de içinde olmak üzere, hepsini beraberinde alıp götürüyordu. Şimdi Behçet bey bütün bu alemin aktığı yeri görüyordu. Bu, yeni satın al­

dığı aynanın ka ranlıkta bir uçurum gibi açılan boşluğu idi.

Behçet bey, bu boşluğa düşmemek için çırpındı . Geniş çer­

çevenin kena rını süsleyen filizlere, sarmaşıklara yapışmak istedi. Fakat akış okadar kuvvetliydi ki hiç bir şey önüne ge­

çemezdi . Nihayet Behçet bey, son gayretini de sa rfettikten sonra, bu boşluktan içeriye düştü ve Cavide'nin kaç gündür kendisini okadar düşündüren ve eğlendiren o aca ip, çekik kaşlı, uzun çeneli, sivri vücutlu bebeklerinin dört yanını al­

dıkları, sa rmaş dolaş kucakladıkları bir rüyada kendini kay­

betti . . .

(42)

BABA İLE OGUL

(43)
(44)

B ehçet bey, N ecip Paşa yalısının muhayyelesini okadar zevkli hayallerle dolduran bu parlak ve lezzetli hayatını, mu­

siki ile sazın giydirdiği bu bir yığın genç, güzel, hisli ve ür­

kek kad ın kalabalığını ancak ondokuz yaşına kadar takip e­

debildi . O sene babası, Hünkarın ani bir karariyle Mekke kadılığı verilerek, ista nbul'da n uzaklaştırıldı. İsmail Molla beyin çok ölçülü olmakla beraber, bir ya ndan da pervasız ola n mizacı, her türlü entrika nın dışında -hiç bir zevkini ih­

mal etmemek şartiyle- o sağlam yaşayışı çokta ndır dikkati çekmişti . Son zamanla rda ise, Molla bey, mizacının emret­

tiği bu hayatı adeta bir nevi çekingenliğe dökmüştü . Bir Sa­

ray, birçok tasavvurları affedebilirdi; fakat istiğnayı, uzleti affedemezdi. B unu bilen dostla rı, zaman zama n kendisini iy­

kaza çalışmışlar, "Molla bey, vazgeçin bu çekingenlikten, hoş görülmüyor" demişlerdi. Fakat Molla aldırmadı. Daha doğrusu, yeniden ikbalin yükünü taşımak kudretini kendin­

de bulmuyordu . Hatta bir defasında, gene böyle bir nasiha-

(45)

M A H U R B E S T E

ta cevap olarak: "selamlığımı o lüzumsuz misafir kalabalı­

ğından temizlemek için tam altı yıl çalıştım; rahatımı boza­

mam" demişti . Adamlarından birinin himmetiyle işittiği bu söze Abdülhamit son derecede kızmış ve ertes gün, Mabeyn vasıtasiyle "İsmail Molla beyefendi, anlaşılıyor ki bizim ha­

reketlerimizi tasvip etmiyorlar; bari kendilerini Mekkei Mü­

kerreme kadısı yapalım. B u vesileyle hem Haccı Şerifi eda etmiş olurlar, hem de duamızla meşgul olu rlar." emrini ver­

mişti. İsmail Molla bey, bu emirden üç gün sonra, hazırlığı­

nı bitirip karısiyle Hicaz'a gitti.

Bu gidiş, Behçet beyin hayatını altüst etti . Yanlış anla­

şılmasın, Behçet beyin hayatında, zayıf yaratılışının kendi­

sine doğduğu andan itiba ren çizmiş olduğu yoldan en ufak bir ayrılış bile "yoktur. Bu değişiklik, sadece hissi mahiyet­

teydi . Behçet bey, baba sevgisini bir nevi din gibi alanla r­

dandı. Onun için birdenbire yatılı bir mektepte, babasından:

ve itiyatlarından ayrı yaşamak, ondokuz yaşındaki bu genç adama hala bir çocuk muamelesi eden anne ve dayısından ayrılmak, onu aylarca ümitsizliğin derinliklerinde yaşattı.

Hakikat şu ki İsmail Molla bey, tahakkümlü tabiatiyle ..

nufuzlu ve her tenkidin üstünde kalan şahsiyetiyle etrafın­

dakilerin hemen hepsini farkında olmadan bir esir gibi kul­

lananlardan, daha doğrusu, bir esir bağlılığını onlarda en ta­

bii bir ruh haleti yapanla rdandı . Karısı, onunla evlendiğ�

günden itibaren, hayattaki bütün saadetini bu iradeye itaatta ve onun heveslerine katlanmada görmüştü. Kızı Rühsal ha­

nımefendi, bütün ömrünce babasiyle mukayese ederek koca­

sını küçük bulmuştu. Yaratılıştan zavallı doğan oğlu ise, da­

ha ilk yaşlarından itibaren, bir nevi yarım Tanrı gibi baktığf

(46)

M A H U R B E S T E

bu güzel, cömert, zeki ve zaafsız babanın karşısında şahsi­

yetini bir çırpıda silivermişti.

Behçet bey, babasını çok sever, fakat pek az tanırdı.

Onun bütün şahsiyetine hakim olan ga rip ve ahenkli hotbin­

liğini bir kere bile ölçmeye kalkmamıştı. O, daha çok, ha­

remde, annesi ve dadısiyle büyümüş, babasının hoşuna git­

tiğini sanarak onların sönük ve biçare görüşlerini olduğu gibi benimsemişti. ilk önceleri Molla bey buna üzülmüş, oka­

dar dua ile ve sonuna doğru Allahın kendisine bahşettiği oğ­

lunu bu terbiyenin sakatlığından kurtarmaya çalışmıştı. Fa­

kat çocuğun tabiatındaki pısırıklığın ve zavallılığın dışa rı­

dan aşılanmış bir şey olmadığını anlayınca, bu biça re do­

ğuşla mücadeledeki güçlük karşısında birdenbire ürkmüş ve bir daha onunla meşgul olmamıştı. Behçet beyin bütün genç­

liği iki ihtiyar ve zavallı kadının "Maşallah, oğlumuz, ciddi ve terbiyelidir, sağa sola bakmaz " yahut "A, vallahi, emi­

nim bütün Emirgan önünde soyunsa, Behçet şöyle yüzünü çevirmez, bir kad ın görünce gül gibi kıza r ı r" cinsinden söz­

lerin çizdiği bir a hlak düsturunda kendisini idrak etti. Bazan dadısı veya annesi şaşırırlar, bu sözleri Molla 'nın önünde tekrarlarlar, o zaman Molla çileden çıkar, " eğer doğru ise, Allah sizin de, onun da belanızı versin ! " diye odadan f ı rla r­

dı.

Hulasa Molla bey, bütün ümitlerini bir zaman üzerinde topladı ğ ı biricik oğlunun kendisine benzemeyişini bir türlü affedemezdi. Onun için oğlunun istediği gibi yetişmesinden ümidini kestikten sonra, h ayat ını büsbütün değiştirmişti.

Hatta kendisini yakından tanıyanla ra garip bir zevkle bunu anlatmıştı bile . . . insan hayatta, yapmak istediklerinin birço­

ğunun evladı ta rafından yapılmasını isterdi. Bu, tabii bir

Referanslar

Benzer Belgeler

3- Rosenthal NE, Sack DA- Gillin SC- et al: Seasonal affective disorder a description of the sydrome and preliminary with ligth trerapy.. 4- Wehr TA and Rosenthal NE: Seasonality

Örneğin fen bilimleri derslerinde temel konuları öğretmek belki de birçok öğrencinin kafasında, bilimin bir bilgiler topluluğu olduğu ve bunun kesin doğru olduğu

Spearman rho de ğ erinin 0.45'in (t de ğ eri 2.76'den büyük ve p de ğ eri 0.01'den küçüktür, serbestlik derecesi tüm de ğ erlerde 29 dur) Spearman rho de ğ erinin

Spearman rho de ğ erinin 0.45'in (t de ğ eri 2.76'den büyük ve p de ğ eri 0.01'den küçüktür, serbestlik derecesi tüm de ğ erlerde 29 dur) Spearman rho de ğ erinin

MRI incelemesi normal- di, EEG'sinde bilateral senkron yava ş diken dalga aktivitesi vard ı.. Öyküsünde iste nen bir hamilelikle zaman ı nda, normal do ğ umla dünyaya geldi ğ

Mala yönelik suçlardaki artış şehirlerde daha bozuk olan gelir dağılımı, daha yüksek oranlardaki işsizlik, şehirde sosyal bağların zayıflaması sonucu olarak azalan

“a) Bir icra, fonogram veya yapımın izinsiz çoğaltılmış nüshalarının bu Kanun’un.. maddesinin yedinci fıkrasında sayılar yerlerde satışı ile ilgili ihlallerde üç ay-

藥科心得-吳建德老師部分 21 世紀醫學新希望-大腦研究的新趨 勢 藥三 B 林承緒 B303097162