DÜNDEN BUGÜNE SENDİKA NEDİR?
NE DEĞİLDİR?
EĞİTİM BROŞÜRÜ DİZİSİ 1 2011
SENDİKA NEDİR? SENDİKA FEDARASYONU, SENDİKA ENTERNASYONALİZMİ NE DEMEKTİR?
İşçilerin bir sınıf olarak burjuvaziye karşı örgütlü direnişi, üretime makinelerin sokulmasına karşı girişilen şiddet hareketleriyle başladı. Bu sanayi Devriminin en erken aşamalarında meydana geldi. ARKWİRGHT ve ötekiler gibi ilk mucitler saldırıya uğradı, makineleri tahrip edildi. Birçok makine kırma olayı birbirini izledi.
Hiç kuşkusuz işçiler arasında her zaman gizli örgütler dernekler kurula gelmiş ancak bunlarla pek bir şey elde edememişlerdir. Kurdukları birliğe katılmayan işçiler üzerine Sülfürik Asit dökerek, ya da döverek, onları cezalandırma yoluna bile gitmişlerdir. Bu birlikler üyelerini sadakat ve gizlilik içinde kendilerine bağlıyorlar, fonlar oluşturuyorlar ve düzenli mali raporlarla çalışıyorlardı. İngiltere de 1824 Yılında özgürce dernek kurma hakkı tanınır tanınmaz ülkenin her yanında sendikalar mantar gibi bitmeye başladı. Tarihte ilk rekabetçi Kapitalizm aşamasına gecen devlet İngiltere’dir. Aynı zamanda ilk emperyalizm aşamasına gecen devlette İngiltere olmuştur. Bu anlamda ilk işçi sınıfı da burada doğdu
Sendikalar ve grevlerin gerçek önlemleri, kedi aralarında ki rekabete son vermek için işçilerin giriştiği ilk çabaları arasında olmalarında yatar. Burjuvazinin işçiler üzerindeki hâkimiyetinin bütünüyle işçilerin kendi aralarında ki rekabete yani dayanışma yokluğuna dayandığı gerçeğinin kavranması sendikaların temelini oluşturmuştur.
Öncelikle sendikalar her işkolunda çırakların sayısını sınırlandırmaya çalıştılar. Sonra da işçiler sendikalarından mali yardım alma olanağına kavuştular. Bu yardım ya sendika forumundan işçiye para ödeyerek, ya da eline bir kart verilerek yapılıyordu.
Bu kartlarda işçilerin sendika üyesi olduğu belirtiliyor, böylelikle ülkelerinin diğer bölgelerinde iş ararken kedisine öteki sendikalarca yardım ediliyor iş bulması için yardım ediliyordu.
Tarihte ilk kez İşçilerin,1830 Yılında her sendikadan gelen delegelerin toplandığı ulusal ölçekte bir sendika oluşturmak amacıyla bir caba içinde olduklarını görüyoruz.
İşverenler işçilerin örgütlü kitle direnişi ile karşılaşmasalardı işçi ücretlerini sürekli kısarak kârlarını arttıracaklardı. Dahası burjuvaların kendisine bir eşya, mülklerinin bir parçası gibi davranmalarının önünü alamayacaklardı. İşçi bugünkü durumunu değiştirmeye ne ölçüde kararlıysa o ölçüde açık düşmanlığı ile karşılaşır.
GREV VE TOPLUSÖZLEŞME NEDİR?
İşçilerin işverene taleplerini kabul ettirebilmek için topluca başvurdukları eyleme denir. İş hayatındaki durgunluk nedeniyle ücretlerde düşüş kaçınılmaz hale geldiğine göre işçilerin bunu önleyeceğiz diye greve gitmelerinin nedeni sorulabilir.
Bunun cevabı basit olarak şöyledir. İşçiler hem ücretlerdeki düşüşü hem de bu düşüşü zorunlu kılan koşulları protesto etmelidirler. İnsan olduklarına göre toplusal koşulların baskısına teslim olmayacaklarını vurgulamalıdırlar. Toplumsal koşulların kendi isteklerine uyacaklarını vurgulamalıdırlar. Sendikalar protestolarını grev biçiminde vurgulayamazlarsa sessizlikleri toplumsal koşulların insan mutluluğuna üstün geldiğini, onların da kabul ettiği anlamına gelecektir. Bu da orta sınıflara iş hayatı canlandığı zaman, işçileri sömürme durgunlaştığı zaman onları açlığa terk etme hakkının tanınması demektir. İnsanca duyguları tümden yitirmedikleri sürece işçiler olayların bu akışını protesto etmelidirler. Bu protesto grev biçiminde olacaktır.
İşçiler sendikalar kurarak, grevler düzenleyerek sosyal yapının ve orta sınıfların giydiği zırh’ın en açık noktasını bulmuşlardır. Bunu başka herhangi bir yolla gerçekleştiremediklerindendir. İşçiler arasında ki rekabet son bulup, tüm işçiler orta sınıfların kendilerini sömürmelerine müsaade etmemeye karar verdiklerinde mülkiyetin egemen gücü son bulacaktır. İşçiler bu güne değin kendilerini alıp satabilen bir mal gibi davranılmasına ses çıkarmadıklar için ücretler arz ve talep konumuna, işgücü pazarının belirli bir andaki durumuna bağlı kalmıştır. İşçiler kararını verip, bundan böyle kuzu, kuzu alınıp satılmaya razı olmayacaklarını ilan eder etmez, çağdaş ekonomik politik düzenin tüm ücret kanunu ile birlikte yıkılacaktır.
İşçiler aynı zamanda zahmet çeken değil, aynı zamanda düşünen insanlar gibi davrandıklarında, kendi emeklerinin meyvelerinden adil pay almaya karalı olduklarını gösterdiklerinde (Kapitalizmin) yıkılışı sağlama bağlanmış demektir. Eğer işçiler sadece aralarında ki rekabeti yok etmekle yetinip, daha öteye gidemezlerse, ücret kanunun sonunda yeniden işlemeye başlayacağı gerçektir.
Sendikacılık sosyal savaş için ideal bir hazırlıktır. Ülkedeki her çalışan kişi sırtına giyecek bir ceket, içerisinde ailesiyle oturacağı rahat bir ev, masasında iyi bir yemek bulma hakkına sahiptir.
Makineler, ihtisaslaşmış bir emeğim başkaldırısını bastırmak için kapitalistlerce kullanılan silahtır. Çağdaş sanayinin en büyük buluşu olan otomatik iplik bükme makinesi başkaldıran bükücüleri saf dışı bıraktı. Üretimdeki gelişmeler, en büyük fabrikalara sokulan makineler, sosyal emeğin üretkenliğinde ki artışı kolaylaştırırken, kapitalizmim işçiler üzerindeki gücünü pekiştirmeye, işsizliği arttırmaya ve böylece işçilerin savunmasız durumunu daha da kötüleştirmeye hizmet etmektedir.
Sanayide en yüksek gelişme düzeyine ulaşan İngiltere en büyük ve en iyi örgütlenmiş birliklerin bulunduğu yerdir. Kendi aralarında birleşmek amacıyla işçilerin başvurdukları ilk girişimler hep birlikler biçimini alır. İşçi birlikleri her zaman çifte amaç taşırlar. İşçiler arasında rekabete son vermek ve bu sayede kapitalistlerle toptan rekabet etmek, direnişin amacı yalnızca ücretlerin korunması olsa bile önceleri birbirinden kopuk olan birlikler baskı amacıyla bir araya gelen kapitalistleri görünce gruplar halinde birleşirler. He zaman karşılarına yek vûcut dikilen sermayeyi görünce birliklerini sürdürülmesi onlar için ücretlerin korunmasından daha gerekli duruma gelir.
Bu aşamada kitleler sermaye için bir sınıftır ancak henüz kendisi için bir sınıf değildir.
Ancak sınıfın sınıfa karşı mücadelesi siyasi bir mücadeledir. Burjuvazi iki ayrı dönemden geçer, feodalizm ve mutlak monarşi rejiminde kendisini bir sınıf olarak oluşturduğu dönem. Ve bir sınıf olduktan sonra toplumu burjuva toplum yapmak için feodalizmi ve monarşiyi yıktığı dönem. Bu dönemlerden ilki daha uzun sürmüş ve daha büyük çabaları gerektirmişti. Bu birinci dönem de Feodal Lord’lara karşı konulan geçici birliklerle başlamıştır. İşçiler köleci ve ilkel toplumlar döneminde var olmamışlardır. İşçi sınıfı kelimesi kapitalizm ile birlikte ortaya çıkmıştır. Bunun adı köleci toplumda köle, feodal toplumda serf’tir. Modern işçinin köleden farkı şudur, Köle bedenen bir kişiye satılır, işçi ise emeğini pazarda özgürce istediğine satma özgürlüğüne satan kişidir. Feodalizmin sonuna doğru ortaya çıkmışlar ve Kapitalist toplumda bir sınıf olabilmişlerdir.
Sınıf düşmanlıkları temeline dayanan her toplumda ezilen sınıfın varlığı vazgeçilmez koşuldur. Bu yüzden ezilen sınıfın kurtuluşu zorunlu olarak yeni bir toplumun kurulması anlamına gelir. Ezilen sınıfın kedi kendine kurtuluşunu sağlayabilmesi için mevcut üretici güçlerle mevcut toplumsal ilişkiler bundan böyle yan yana var olmamaları gereklidir. Tüm üretim araçları içinde en üretken devrimci sınıfın
kendisidir. Devrimci unsurların bir sınıf olarak örgütlenmeleri eski toplum bünyesinde gelişebilecek tüm üretici güçlerin varlığını gerektirir. Siyasi iktidarlar toplumun düşmanlıklarının tam tamına resmi ifadesidir.
Fabrikalar da dolup taşan işçiler, işçi yığınları askerler gibi örgütlenmişlerdir. Sanayi ordusunun erleri olarak subaylardan çavuşlardan oluşan eksiksiz bir hiyerarşi içine sokulurlar.
Orta sınıfların alt kesimleri küçük tüccarlar, dükkân sahipleri, genel olarak işlerinden ayrılmış ticaret erbabı, zanaatçılar ve köylüler ufacık sermayeleri modern sanayinin yürütüldüğü ölçek karşısında yetersiz kalıp, büyük sermaye tarafından rekabet alanından silindiklerinden ya da uzmanlaşmış hünerleri, yeni üretim yöntemleri tarafından değersiz kılındığından giderek işçiye dönüşürler. Bu nedenle işçi sınıfının kaynağı toplumun bütün sınıflarıdır.
Eski toplumun sınıfları arasındaki çatışmalar bütünüyle alındığında işçi sınıfının gelişimini birçok yoldan hızlandırır. Burjuvazi kendini sürekli savaş halinde bulur.
Önce aristokrasiye karşı, daha sonra çıkarları sanayi gelişimine ters düşen burjuva kesimleriyle savaşır. Başka ülkelerin burjuvalarıyla ise her zaman savaş durumundadır. Burjuvazi bu savaşların tümünde işçilere gider, onun yardımını ister.
Böylece işçiyi de siyaset sahnesine çeker. Bu nedenle burjuvazinin bizzat kendisi işçiye siyasi ve genel eğitim unsurlarını sağlamaktadır. Başka bir deyişle burjuvazi işçiyi kendisine karşı savaşmak için gerekli silahlarla donatmaktadır. Burjuvazinin kendi içinde bölünmelerinden yararlanılarak işçi sınıfının çıkarlarını yasal olarak tanınması sağlanır. Günümüzde burjuvaziye karşı olan sınıflar arasında işçi sınıfı gerçekten devrimci bir sınıftır. Öteki sınıflar ise çürümekte sonunda modern sanayinin karşısında yok olup gitmektedirler. İşçi sınıfı modern sanayinin özel ve ayrılmaz bir parçası ve ürünüdür. İşçinin mülkü yoktur, karısı ve çocukları ile ilişkilerinin burjuva aile ilişkileri ile ortak hiçbir yanı kalmamıştır.
İşçi sınıfı, kendi mülkiyet biçimini kırmadıkça dolayısı ile daha önceki tüm mülkiyet biçimlerini ortadan kaldırmadıkça, toplumdaki üretici güçlerin denetimini ellerine alamazlar. İşçilerin güvenceye alacakları pekiştirecekleri hiçbir şeyleri yoktur.
Görevleri kişisel mülkiyetin eski güvece ve dayanaklarının tümünü ortadan kaldırmaktır. Bundan önceki tarihsel hareketlerin tümü azınlık hareketleri ya da azınlık çıkarları adına yürütülen hareketlerdi. İşçinin hareketi ise büyük çoğunluğun
bu çoğunluğun çıkarlarının bilinçli ve bağımsız hareketidir. Günümüz toplumunun en alt katında yer ilan işçi resmi toplumun üst tabakalarının tümü havaya uçurulmadan hamle edip, ayağa kalkamaz. İşçinin burjuvaziye karşı mücadelesi, başlarda özünde olmasa bile biçimde ulusal bir nitelik taşır. Hiç kuşkusuz her ülkenin işçisi ilk önce kendi burjuvazi ile hesaplaşmalıdır. İşçi sınıfı, önce ulusalcı olmalı sonra enternasyonal ölçekte düşünmelidir. Burjuvazinin zorla alaşağı edilmesi işçi sınıfı egemenliğinin temelini oluşturur.
Bu güne kadar her toplum biçimi ezen ve ezilen sınıflar arasındaki düşmanlık temeline dayanıyordu. Ancak bir sınıfı ezebilmek için hiç olmazsa kölece yaşamı sürdürebilsin diye bu sınıfa karşı gerekli koşulları sağlamak gerekir. Serflik döneminde serf kendini komün üyesi yaptıracak kadar yükselmişti. Aynı biçimde feodal mutlakıyetin boyunduruğu altındaki burjuva da yükselip burjuvalaşmanın yolunu bulmuştu. İşçi ise tam tersine modern sanayinin gelişimiyle yükseleceği yerde battıkça batıyor. Kendi sınıfını varoluş koşullarının altına düşüyor. İşçi düşkün yoksul duruma geçiyor ve yoksulluk nüfustan ve zenginlikten daha hızlı artıyor. Ve işte bu noktada burjuvazinin artık bu toplumda egemen sınıf olma kendi varlık koşullarını toplumun tümüne kabul ettirme yeteneğinden yoksunlaşmış olduğu ortaya çıkıyor.
Burjuvazi yönetecek yetenekte değildir. Çükü kölelik çerçevesinde bile kölesinin varlığını sağlayamamaktadır. Çünkü kölesi onu besleyeceği yerde o kölesini beslemek zorunda kalmakta ve bu duruma çare bulamamaktadır. Toplum artık burjuvazinin egemenliği altında yaşayamaz, başka bir deyişle burjuvazinin varlığı artık toplumla bağdaşmamaktadır.
İşçi ve emekçi sınıflar, ancak örgütlenerek ve mücadele ederek işbirlikçi sermayenin saldırılarına karşı hak ve çıkarlarını koruyabilir, geliştirebilir. Sendikalarda örgütlenen emekçilerin, sınıf çıkarlarını ve haklarını elde edebilmeleri için çeşitli mücadele araçlarına sahip olmaları gerekir. Bu araçlardan en önemli iki tanesi grev ve toplu sözleşmedir. Bu araçlar, sendikayı sendika yapan en önemli öğelerdir. Grevsiz, toplu sözleşmesiz bir sendika, en önemli mücadele araçlarından yoksun sayılır. Grev ve direnişlerin sendikalar oluşmadan önce az-çok örgütlenen hareketler olması, grev sürecinde oluşturulan grev komiteleri, daha sonra emekçiler içinde kalıcı birlikler olan sendikaların doğmasını ve gelişmesini sağlamıştır.
Tarih işçi sınıfının ve sendikal hareketin mücadele biçim ve yöntemlerinin çok sayıda ve değişik biçimlerde ortaya çıktığını göstermektedir. Grevler sınıf mücadelesinin en
güçlü mücadele biçimi ve araçlarından birisidir. Engels “İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu” adlı yapıtında İngiliz işçilerin grev mücadelelerine önemli bir yer vererek, İngiliz işçilerinin bir sınıf olarak birleşmesinde, bir mücadele aracı olarak grevi kullanmalarına dikkat çeker ve “grevler işçilerin artık kaçınılmaz halde büyük çatışmaya hazırlandıkları bir savaş okuludur” ifadesiyle grevlerin sınıf mücadelesi açısından ne kadar önemli olduğunu ortaya koyar.
Öncelikle kendiliğinden ve tek başına bir hareket olarak ortaya çıkan grev, işçi sınıfının bilinç düzeyi yükseldikçe, kapitalist baskı ve sömürüye karşı işçi sınıfının en önemli eylemi haline gelmiştir. İşçi sınıfı grevle, sadece insanca yaşam hakkını ve iş güvencesinin tanınmasını talep etmekle kalmamış, aynı zamanda ülkenin ekonomik, toplumsal ve siyasal sorunlarına karşı grev silahını kullanmayı öğrenmiştir.
Ekonomik-sosyal haklar açısından kazanımlar elde etmek, ancak ülkenin genel ekonomik ve sosyal politikalarına emekçilerden yana taraf olarak müdahale etmekle mümkündür. Sendikalar bu müdahaleyi gerçekleştirdikleri ölçüde, yürüttükleri mücadeleye bütünlük kazandırmış olur. Sendikaların bu düzeyde bir siyasal etkinlik kazanmaları, eşit, özgür ve insanca yaşayabilecekleri bir ülke ve toplum düzeni oluşturma mücadelesi açısından da son derece önemlidir. Yeni mücadele yöntemlerinin gerekliliğine rağmen, grev ve toplu pazarlık silahının, sendikalar ve emekçiler için hala vazgeçilmez önemde olduğu söylenebilir.
Sendikalar; ekonomik, toplumsal ve siyasal talepleri noktasında farklı mücadele araçları kullanmak zorundadır. Bu mücadele araçlarından en önemlisi grevdir.
Sendika kurmak nasıl bir hak, toplu sözleşme yapmak demokrasinin olmazsa olmaz bir kuralı ise, bir mücadele biçimi olan ve emekçilerin haklarını koruma aracı olarak ortaya çıkan grev de öylesine temel bir haktır. Her temel hakta olduğu gibi, grev hakkı da yıllar içinde farklı bölgelerde, farklı ülkelerde, farklı bir evrim geçirmiş, çeşitlenmiş ve zenginleşmiştir. Sendika ve toplu sözleşme hakkının oluşması yıllarca süren büyük savaşımlar sonucu kazanılmıştır. Yani grev; sendika ve toplu sözleşme hakkını genişleten bir araç olurken; sendika, grev hakkına meşru/yasal bir nitelik kazandıran bir aygıt işlevi görmüştür. Biri diğerini koşullandırmış, genişletmiş, tartışılmaz bir hak düzeyine yükseltmiştir.
Grevlerin, kapitalizmin ilk yıllarında çok uzun iş sürelerine, sefalet ücretine ya da ücret ödenmemesine, ağır ve tehlikeli çalışma koşullarına, yoksulluğa karşı bir ayaklanma biçiminde; aktif ya da pasif şiddete karşı, yer yer şiddeti de içeren biçimde
gerçekleştirildiği görülür. 19. Yüzyılın ortalarında Avrupa ve Amerika'da uygulanan grevler, kimi zaman ekonomik ve toplumsal hak arama düzeyinde; kimi zaman da siyasal iktidarı ele geçirme düzeyinde gelişme göstermiştir.
Grev, her toplumsal eylem gibi zaman içinde değişim göstermiştir. Yüzyılın başında uygulanan grevlere göre; bugün uygulanan grevler çoğunlukla iş uyuşmazlığının sıradan bir aşaması olarak algılanmakta ve toplu sözleşmenin son aşamasında devreye giren sendikal bir eylem türü olarak değerlendirilmektedir. Bugün, birçok ülkede grev hakkı “sınırları aşmamak kaydıyla” yasal bir hak olarak tanınmaktadır.
Ancak bu hak kimi ülkelerde -ki bu ülkelerin büyük çoğunluğu demokratik-siyasal haklar ve özgürlüklerin sınırlı olduğu ülkelerdir- grev, toplu sözleşmenin tamamlayıcı bir unsuru olarak görülmektedir. Kimi ülkelerde ise grev, tüm uygulama biçimleriyle yalnızca toplu sözleşme sürecinde ortaya çıkmayan, farklı bir siyasal tutum unsuru olarak sendikalara güç veren demokratik bir hak olarak kullanılır.
Emekçilerin, topluca çalışmamak suretiyle işyerinde üretim faaliyetini durdurmak veya işin niteliğine göre önemli ölçüde aksatmak amacıyla aralarında anlaştıkları veya sendikalarının aynı amaçla topluca çalışmamaları için verdikleri karara uyarak işi bırakmalarına ‘grev’ denir. Grev kavramı, 19. yüzyıl Fransa’sında işi durduran, çalışmayan Parisli işçilerin, Paris Belediye Sarayı önünde Grévé denilen meydanda toplanmalarından gelmekte, greve gitmek (allez a Grévé) kavramı da bu olaydan kaynaklanmaktadır. Avrupa’da görülen ve bilinen ilk grev, 1539 yılında Fransa’da, Paris ve Lyon’daki basımevi işçileri tarafından yapılan grevdir.
Grev, üretimden gelen gücün kullanılarak emek karşıtı uygulamalara karşı gösterilen örgütlü bir tepkiyi ifade eder. Bu nedenle grevler belli bir amaçla yapılır, amaçsız grev olmaz. Grev durumunun ortaya çıkması, genellikle büyük soruların var olduğunun bir belirtisi, kanıtıdır. Grev eylemi de, herhangi bir toplumsal olgu gibi, ekonomik, toplumsal, teknolojik ve diğer değişikliklerden etkilenir. Teknolojik ilerlemeler, giderek artan uluslararası ticaretin yaygınlığı, emekçilerin yaşama koşullarını ve çalışma ilişkilerini etkileyen temel unsurlardır ve bunların tümü grevler üzerinde önemli etkilerde bulunur.
20. Yüzyılda Avrupa'da yaygınlaşan grevler ise grevi, sendikal hakkının temel ve ayrılmaz bir parçası olarak sınıf hareketine sokmuştur. II. Dünya Savaşı’ndan sonra grev hakkının artık toplum yaşamının ayrılmaz bir parçası haline geldiği görülür.
Türkiye'de ise grev, 80 yıllık Cumhuriyet tarihinin son 40 yılında; askeri darbeler ile sıkıyönetimler dışında, kısıtlı Anayasal ve yasal bir hak olarak hukuk sistemi içinde kalarak uygulanmıştır. Grevler son 40 yıllık dönemde yaklaşık 8 yıl fiili olarak yasaklanmış, sendikal hakların dışına çıkarılmıştır. Yani Türkiye’de ancak 32 yıllık dönemde yasal grev uygulamalarının, son derece sınırlı bir şekilde gerçekleşebildiği söylenebilir.
Grev, amaçlarına ve uygulanma biçimlerine göre değişiklik gösterir ve farklı şekillerde görülür;
Uyarı Grevi: Grev, işvereni çalışma koşullarının düzeltilmesi ve geliştirilmesi için uyarmak amacıyla yapılıyorsa uyarı grevidir.
Menfaat Grevi: Toplu sözleşmenin yasal süreci içinde ortaya çıkan grevlerdir. Toplu sözleşme görüşmelerinde anlaşma sağlanamaması veya uyuşmazlıkların belirli bir dönemde çözümlenememesi durumunda gerçekleştirilen grevler menfaat grevidir.
Hak Grevi: Bir hakkın elde edilmesi ya da var olan bir hakkın kullanılması amacını taşıyan grevler hak grevidir.
Dayanışma Grevi: Ulusal veya uluslararası düzeyde demokratik kazanımları korumak, geliştirmek amacıyla başlatılan bir ya da birçok grev veya eylemle dayanışma göstermek amacıyla gerçekleştirilen grevler dayanışma grevi olarak adlandırılır.
Genel Grev: Yalnızca bir işletmede ya da işkolunda değil, ülke çapında, tüm işkollarında üretimin topluca bırakılması şeklinde gerçekleştirilen ve siyasal anlamda sonuç alıcı özellikleri olan grev türüdür.
Siyasal Grev: Grev siyasal amaçlı olarak yapılıyorsa, siyasal grev adını alır. (Örneğin Emek Platformu’nun savaşa karşı bir genel grev kararı alması siyasal amaçlı bir grevdir). Aslında her grev, ekonomik amaçlı da olsa, özünde siyasal bir nitelik taşır.
Ancak her siyasal eylemin emekçilerin çıkarlarını korumaya yönelik olarak yapıldığı söylenemez.
Grev çeşitleri içinde siyasal grevin, sendika ile siyaset arasındaki ilişki açısından ayrı bir yeri vardır. Siyasal grev esas olarak iktidarı elinde bulunduran hükümete ve siyasal iktidara karşı bir karar almaya ya da alınmış bir karardan dönemeye zorlamak için
yapılır. Siyasal grevin muhatabı doğrudan devletin kendisidir. Bir grevin siyasal grev sayılması için bazı öğelerin bir arada bulunması gerekir. Öncelikle bu tür grevlerde taraf devlettir. Grev istemiyle yerine getirilmesi istenenler tek bir işverenin iradesi ve olanakları dışındadır ve bu tür grevlerde siyasal amaçlar daha baskın bir şekilde
ortaya çıkar.
Mevcut toplumsal düzeni değiştirmeyi veya bir rejim değişikliğini, siyasal reformu ya da hükümetin politik kararını, örneğin bir savaş ilanının geri alınmasını amaçlayan grev, doğrudan devlete yönelik olduğundan siyasal grev sayılır. En demokratik ülkeler dahil pek çok ülkede siyasal grev yapmak yasalar karşısında suç işlemek anlamına gelmektedir. Ancak gerek dünyada ve gerekse Türkiye’de fiilen pek çok siyasal grev yaşanmıştır. Örneğin Türkiye’de 1976’daki DGM direnişi, 1990’ların başındaki Bahar Eylemlilikleri, Emek Platformu’nun düzenlemiş olduğu 1 Aralık 2000 eylemi siyasal grev olarak adlandırılabilir.
Grev belirli bir amaçla yapılır. Bu amaç doğrudan ve yalnızca o işyerini ilgilendirdiği gibi o ülkedeki veya başka bir ülkedeki emekçileri veya demokrasi mücadelesini desteklemek amacıyla da gerçekleştirilebilir. Bir yasanın değiştirilmesi ya da politik iktidarın düşürülmesi amacına yönelik olabileceği gibi, siyasal iktidarların emek ve demokrasi karşıtı, sermaye yanlısı girişimlere karşı da uygulanabilir. Her eylemde olduğu gibi grevin belirgin bir amacı olmalıdır. Bu amaç grevin niteliğini, biçimini, süresini ve katılım düzeyini belirler.
İşçiler, birçok grev çeşidinin varlığına rağmen bazı durumlarda, grev olarak adlandırılabilen grev benzeri eylemlere de başvurmaktadır. Grev niteliği taşıyan başlıca eylemler şu şekilde sıralanabilir;
* İşyerinde çalışan tüm emekçilerin üretimi durdurması,
* İşyerinde çalışan emekçilerin bir bölümünün, bütün işyerinde işin durdurulmasına yol açan bir biçimde iş bırakması,
* İşyerinde tüm emekçilerin belirli aralıklarla ve kısa sürelerle çalışmaya ara vermesi,
* İşyerinde çalışan emekçilerin sistemli olarak verimliliği düşürmesi,
* Topluca viziteye çıkılması,
* Emekçilerin, işyerindeki işlerini yaparken aşırı bir özen göstererek üretimi veya hizmet sunumunu düşürmeleri,
* İşyerinde işi durdurarak işyerini terk etmemeleri,
* İşyerini topluca terk ederek yürüyüş, basın açıklaması, miting ve gösteri düzenlemesidir.
Bir bölge ya da ülke genelinde daha somut sonuçlar alabilmek amacıyla genel greve gidilebilir. Genel grevler, siyasal niteliği ağır basan grevlerdir ve ekonomik ve siyasal mücadeleyi birbirine bağlayan ve doğrudan sınıf mücadelesini besleyen bir nitelik taşır. Genel grevler, sendikaların siyaset ile olan ilişkisinin en fazla yoğunlaştığı dönemlerde görülür. Sınıf mücadelesinde büyük sıçramalar gerçekleşmesi açısından büyük önemi olan genel grevler, gerek ekonomik-toplumsal ve gerekse siyasal sonuçları açısından sermayeye karşı kullanılabilecek en önemli silahtır.
Sendikalar grev dışında da mücadele araçlarını kullanırlar. Mitingler, yürüyüşler, basın açıklamaları, tüketici boykotları, protestolar, kampanyalar bunların başta gelenleridir. Sendikaların tüm bu demokratik mücadele yöntemleriyle, ekonomik- demokratik-siyasal taleplerini gerçekleştirmeye çalıştıkları, bir anlamda sendikal mücadeleyi zenginleştirdikleri söylenebilir.
Grev ve eylemler uygun zamanda, uygun koşullarda ve mutlaka sendika üyesi olan/olmayan tüm emekçiler arasında birlik sağlanarak yaşama geçirilirse başarılı olabilir. Başarılı bir eylem için öncelikle üyelerin muhtemel sorun ya da sorunlar karşısında bilgilendirilmesi, eylem için örgütlenmesi, eyleme mümkün olan en geniş katılımının sağlanması gerekir.
Eylem için temel şartlardan birisi emekçiler arasında ayrım yapmadan bir birlik oluşturmak olmalıdır. Sendikal mücadelede emekçilerin birliği açıklıkla ve demokratik katılım süreçlerinin işletilmesi ile sağlanabilir. Uygun koşullarda gerçekleştirilmeyen; başlama, yükselme ve sonuçlandırma aşamaları belirlenmeyen, olası riskler ve tehlikeleri saptanmayan, koşulların değişmesini dikkate almayan, emekçiler arasındaki birliği ve dayanışmayı koruyamayan, yılgınlık, korku ve panik yaratabilecek örgütlenmelerle gerçekleştirilecek, ayrımcılığa neden olabilecek eylemlerin başarı şansı az olur. "Eylem için eylem", "Eylem her şey, amaç hiçbir şey"
vb yaklaşımlar; sendikaya, sendikal örgütlülüğe, emekçilerin kazanımlarına ve en önemlisi sınıf mücadelesine büyük zararlar verebilir. Bu tür yaklaşımlar benimsenirse
amaçlananlar gerçekleşmez. Sermaye çevreleri, medya vb araçlar aracılığıyla provokasyonlara neden olabilir, hatta yıllarca üyelerin üzerinden atamayacağı bir yılgınlık yaratabilir.
Grevler, kapitalizmin sonuçlarına karşı işçi sınıfının örgütlü bir tepkisi olarak ortaya çıkmıştır ve emekçiler içinde sınıf bilincinin gelişmesine büyük katkıda bulunmuştur.
Her grev, aynı zamanda sınıf mücadelesinin yeniden üretilmesi anlamına gelir.
Başarılı olan her grev, emekçilerin kendi özgücüne olan güvenini arttırır, emekçiler arasındaki dayanışmanın, birlik ve beraberliğin ve örgütlü gücün neler yapabileceğini gösterir, öğretir.
İşçi sınıfının bir başka mücadele aracı olan toplu sözleşme, adından da anlaşılabileceği gibi emekçilerin örgütleri aracılığıyla ücret, çalışma koşulları, sosyal yardımlar, izinler vb haklarını güvenceye almak ve geliştirmek amacıyla, hukuki bir ilişki çerçevesinde işverenle yaptıkları mukaveleye olarak tanımlanır. Bu klasik tanımla birlikte toplu iş sözleşmesini “her şeyden önce ücretin, yani işgücünün fiyatının saptanması olduğu gibi, aynı zamanda işçinin çalışma koşulları ve işgücünün yeniden üretiminin koşullarının saptandığı bir sözleşme” olarak da tanımlamak mümkündür.
Her mücadelede olduğu gibi TİS mücadelesinde de iki taraf vardır. Patronlar yada patron sendikaları bir tarafta, işçiler ve sendikaları bir tarafta bulunur. Kapitalist, işçinin emek gücünü mümkün olduğu kadar düşük bir fiyata satın alabilmek için bütün imkânlarını kullanır. İşçiler ise güçleri ve kararlılıkları oranında emek güçlerinin fiyatını arttırmaya çalışır.
Toplu sözleşme genellikle ücret kavgası ile sınırlı görülür. Oysa tarihine baktığımızda, her toplu sözleşme, karşıt çıkarları temelinde mücadele eden tarafların belli bir zaman dilimindeki güç ilişkisinin hukuksal bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Yani toplu pazarlık süreci, sendikal mücadelenin her kazanımında olduğu gibi, yıllarca yürütülen mücadelelerin bir sonucu olarak elde edilmiştir. Grevli-toplu sözleşmeli sendika hakkı, her dönem, işçi ve emekçi sınıflar için vazgeçilmez derecede önemli bir hak olarak görülmüştür. Türkiye’de yasal olarak işçilerin grev ve toplu sözleşme hakkı vardır. Ancak bu hakkın pek çok “yasal” kısıtlama ile kullanılamaz hale geldiği yaşanan örneklerden görülmektedir.
Sendikalar açısından toplu sözleşme hakkı, işyerlerinde çalışma koşullarını iyileştirmekten, çalışma ve yaşama standartlarının yükseltilmesine kadar her konunun sendikal güvencelerin esas unsuru olarak geliştirilmesini amaçlar.
Bunlara bağlı olarak sendikalar toplu sözleşme hakkı ile genel olarak;
* Satın alma gücünün korunması ve geliştirilmesi için, ücretlerin/maaşların ve diğer parasal sosyal ödemelerin artırılmasını,
* Çalışma süresinin, ücretlerden herhangi bir azalma olmaksızın kısaltılmasını,
* İş ve sendikal güvencelerin geliştirilmesini,
* Çalışma koşullarının iyileştirilmesini, iş güvenliğinin sağlanmasını,
* Mesleki ve özlük haklarının korunmasını, geliştirilmesini,
* İşyeri ya da işletmenin sosyal ve kültürel olanaklarının artırılması yönünde düzenlenmesini,
* Sendikal etkinlik ve güvencelerin işyerinde oluşturulan kurullar aracılığı ile genişletilmesini,
* Çalışma koşullarının ve çalışma ilişkilerinin demokratikleştirilmesini içeren düzenlemeleri yaşama geçirmeyi amaçlarlar.
Toplu sözleşme süreci, sendika üyelerini dolaysız bir biçimde sendikal mücadelenin içine çektiği ölçüde sınıf hareketinin birleşip güçlenmesinin bir dayanağı olabilir.
Aksi bir durumda toplu sözleşmeler, sadece sendikacılar ile patronlar arasında yapılan birer protokol olmaktan öteye gidemez. Tüm bunların yanında sendikalar;
üyelerinin çıkarlarını koruma ve geliştirme görevini sürdürürken; ülkenin geleceği, ekonomik, toplumsal ve siyasal alana ilişkin demokratik istemler yönünde de eylemler ve etkinlikler gerçekleştirmeye çalışır ya da gerçekleştirilen etkinliklere katılır. Bu anlamda grev ve toplu sözleşme, sadece emekçileri çalışma ve yaşama koşullarının iyileştirilip geliştirilmesi açısından değil, emekçi sınıfların en geniş kesinlerini mücadeleye çekmek, onları sendikal-siyasal mücadele içinde eğitmenin fırsatını yaratması bakımdan da son derece önemlidir.
Emekçilerin tarihi bizlere, işçi sınıfının ve sendikal hareketin mücadele biçim ve yöntemlerinin farklı zamanlarda, farklı yerlerde ve değişik biçimlerde ortaya
çıktığını göstermektedir. İşçi ve emekçi sınıfların mücadele biçim ve yöntemlerinin şekillenmesinde, sendikalar kadar siyasal-sendikal akımların da etkili olduğu
görülür. Bu anlamda sendika-siyaset ilişkisi kendi içinde bir bütünlük gösterir. Tarih boyunca, dünya sendikal hareketi içinde etkili olmuş belli başlı sendikal akımlar
ortaya çıkmıştır. Bu akımlar, gerek sınıf mücadelesine etkileri bakımından ve gerekse içinde yaşadıkları toplumun ekonomik-toplumsal-siyasal biçimlenmesi bakımından sınıf hareketi üzerinde oldukça etkili olmuştur denilebilir.
Cumhuriyetin ilk yıllarında kurulan her türlü parti, sendika ve diğer örgütlerin karşı devrimci odakların örgütlenme merkezi haline gelmesinden dolayı varlık gösteremeyen memur örgütleri, 1940'larda yeniden boy vermeye başladılar. Mahalli düzeydeki öğretmen dernekleri 1946'da "Türkiye Öğretmen Dernekleri Milli Federasyonu" nu kurdular.
1961 Anayasası'nın 46. maddesi sendikalaşma hakkını işçilerle birlikte memurlara da tanımıştı. Anayasanın bu hükmü uyarınca, 1965'te çıkarılan 624 sayılı
"Devlet Personeli Sendikaları Kanunu" toplu sözleşme ve grev haklarını içermiyor, öte yandan işyeri, meslek ve statü (kademe) temelinde örgütlenmeye olanak veriyordu. Bu durum, tam bir sendika enflasyonuna neden oldu ve 1971'e kadar devam eden bu ilk sendikalaşma döneminde 600 civarında memur sendikası kuruldu.
Birleşen bazı sendikalar "Türkiye Kamu Personeli Sendikaları Konfederasyonu" ve
"Türkiye Devlet Teşekkül ve Teşebbüsleri Personel Sendikaları Konfederasyonu"
adıyla üst örgütlenmeler yarattılar. Söz konusu dönemde oldukça cılız ve etkisiz olan memur sendikaları içinde TÖS ve T. İLK-SEN 15-19 Aralık 1969'da gerçekleştirdikleri 4 günlük "genel öğretmen boykotu" ile dikkati çekmektedir. 160 bin civarında öğretmenin çalıştığı 1969 Türkiye'sinde 110 bin civarında öğretmenin katıldığı bu boykot, işçi sınıfı tarihinin önemli grevlerinden biri olarak "meşru mücadele"
anlayışının oluşmasında kritik bir rol oynamıştır.
12 Mart 1971 darbesinin ardından, 20.09.1971 tarihli Anayasa değişikliği ile Anayasanın 46. maddesindeki 'çalışanlar' ibaresi yerine 'işçiler' ibaresinin konulmasıyla ve 119. maddesinin de 'memurlar… siyasi partilere ve sendikalara üye olamazlar' biçiminde değiştirilmesiyle memurların sendikalaşma hakkı ortadan kaldırılmıştır. Anayasanın geçici 16,. maddesiyle de daha önce kurulmuş olan memur sendikalarının faaliyetlerinin sona erdirildiği hükme bağlanmıştır.
1971'de sendika hakkının böylece ortadan kaldırılmasının ardından memurlar 1980'e kadar sürecek olan yeni bir dernekleşme sürecine girdiler. TÖS ve T.İLK-SEN'in yerine TÖB-DER kuruldu. (1971) Tüm-Der, Mem-Der gibi tüm memurları kapsamayı amaçlayan memur derneklerinin yanı sıra TRT-DER, GENEL-DER, EGO-DER, DDY-DER,
TEK-DER, SAYIŞTAY-DER gibi işyeri eksenli memur dernekleri ile daha genel ve kapsayıcı nitelikteki TÜS-DER, POL-DER, ENERJİ-DER, TÜM SAĞLIK-DER, TÜMAS, TÜM-ÖD gibi mesleki temelde dernekler kuruldu. 1971-1980 döneminde de tıpkı sendikalı dönemde (1965-1971) olduğu gibi, emekçilerin birliğini ve gücünü bölmeye dönük örgütler ortaya çıkmıştı. POL-BİR, Akıncı Memurlar Derneği, Ülkücü Kamu Görevlileri Güç Birliği Derneği gibi.
12 Eylül darbesi tüm işçi ve emekçi örgütlerine olduğu gibi, memur derneklerine de ağır darbeler vurdu, dernekler kapatıldı. Binlerce memur örgütsel faaliyetlerinden ötürü cezaevlerine dolduruldu, baskıya uğradı. Derneklerin mal varlıklarına el konuldu. 1982 Anayasasının 51. maddesi sendika hakkını sadece işçilere ve işverenlere tanımış ama memurlara yasaklamamıştı.
1986'da eski TÖS, T.İLK-SEN ve TÖB-DER yönetici ve üyelerince çıkarılmaya başlanan "abece dergisi" örgütlenme arayışlarını başlatmış, 1988'de çalışan öğretmenlerin üye olamadığı ama "fahri üye" olabildiği EĞİT-DER kurulmuştu. Yerel yönetimler, ulaştırma, sağlık vb. sektörlerde de yaygınlaşan dernekler, sendikalaşmanın "bir laboratuar çalışması" olarak önemli işlevler gördüler. 1989'da EĞİT-DER'in düzenlediği "Uluslararası Kamu Çalışanları Sendikal Haklar Kurultayı" ile sendikalaşma arayışları yeni bir evreye, "girişim evresine" taşındı. Bu gelişmede işçi sınıfının 12 Eylül yıllarında uğranılan hak kayıplarını telefai etmeye dönük "1989 Bahar Eylemleri"nin ve 1990'daki "madenci yürüyüşü"nün önemli bir itici rol oynadığı bilinmektedir. 28.05.1990'da Ankara'da kurulan ilk memur sendikası EĞİTİM-İŞ'i, Temmuz 1990'da İstanbul'da KAM-SEN, 13.11.1990'da İstanbul'da EĞİT-SEN izledi.
Kendilerine artık "kapıkulu zihniyetini" çağrıştıran "memur" yerine "kamu çalışanı"
ya da "kamu emekçisi" diyen kamu görevlilerinin sendikalaşması çığ gibi büyümeye başladı.
Bu sendikaların pek çoğu güç ve eylem birliği yaparak "Kamu Çalışanları Platformu"nu, daha sonra da "Kamu Çalışanları Sendikaları Platformu"nu oluşturdular. Eğitim-İş'in başını çektiği bazı sendikalar ise "Eşgüdüm Komitesi"ni oluşturdular. Kamu emekçilerinin her türlü baskıcı ve yasakçı politikalara karşın bağımsız bir doğrultuda gelişen ve hızla kitleselleşen sendikal hareketini bölmeye ve baskı altına almaya dönük girişimler gecikmedi. Kamu emekçilerinin "hak verilmez, alınır" şiarıyla sendikalarını kurduğu, sendikaların kapılarına vurulan mühürleri söktüğü günlerde sendika hakkının anayasada bulunmadığını, sendikaların illegal
olduğunu savunan "Türkiye Kamu Çalışanları Vakfı" ve çevresi hiçbir yasal ya da anayasal değişiklik olmadığı halde 1992'de birdenbire T.KAMU-SEN adıyla bir konfederasyon ve bağlı sendikalarını kuruverdiler. Devlet güdümlü, etnik milliyetçi çizgideki bu sendikaların kuruluşunun ardından, bu kez de 1995'te Memur-Sen adında din temelinde gerici çizgide bir konfederasyon oluşturuldu.
Pek çok sendikayı bünyesinde toplayan KÇSP, bir çok fiili ve meşru eylemden sonra 3 Temmuz 1991'de %18'lik zamlara karşı fiili yürüyüş gerçekleştirdi. Kamu emekçilerinin mücadele çizgisi giderek güçlenmeye başladı. Bunun üzerine 14.09.1991 tarihinde EĞİT-SEN genel merkezi valilik tarafından mühürlendi. Kamu çalışanları sendikalarına sahip çıkarak mühürleri söktü. 15.01.1992 tarihinde Ankara'da, 26.01.1992 tarihinde İstanbul'da grevli, toplu sözleşmeli sendika talebiyle ilk yasal mitingler düzenlendi. 21 Aralık 1992'de Başbakanlığa tüm ülke kamu emekçilerinin katılımı ile yürüyüş gerçekleştirildi. 13 Mayıs 1992 tarihinde ücret yetersizliğini ve tek yanlı belirlemeleri protesto amacıyla bordro yakma eylemi yapıldı. Kamu çalışanlarının hak arayışı ve demokrasi mücadelesi yetkililer tarafından baskı, sürgün ve cezalarla karşılansa da bu mücadeleler sürecinde Uluslararası Çalışma Örgütü'nün (ILO) 87 ve 151 sayılı sözleşmeleri TBMM'nde onaylandı. 15 Haziran 1993'te bölge mitingleri, 27 Haziran 1993'te beş koldan Ankara yürüyüşü organize edildi. Kamu emekçilerinin bu yeni sendikacılık anlayışı geleneksel tarzda oluşmuş işçi sendikalarını da hareketlendirdi. 03.01.1994 tarihinde "tüm çalışanların ortak genel grevi" yapıldı, %5 ek zam alındı. 20 Nisan 1995'de yeni bir eylem dalgası geliştirildi. 16-17 Haziran 1995 tarihinde Türkiye'nin her yerinden gelen kamu emekçileri Kızılay meydanını iki gün boyunca işgal ederek, grevsiz, toplu sözleşmesiz bir sendika yasasını kabul etmeyeceklerini açıkladılar. TBMM de ele alınan yasa tasarısının görüşmeleri ertelendi.
13.07.1995 tarihinde Anayasanın 53 maddesinde yapılan değişiklikle kamu emekçilerinin sendikalaşma hakları anayasal düzeyde tanındı.
Kamu emekçilerinin KÇSP ve Eşgüdüm Komitesi etrafında kümelenmiş olan sendikaları bir yandan birlik görüşmelerini yürütür ve aynı işkolunda örgütlü sendikalarını (EĞİT-SEN ve EĞİTİM-İŞ gb.) birleştirirken, öte yandan da 08.12.1995'te KESK'i (Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu) kurdular. Kamu emekçilerinin toplu pazarlık ve grev haklarını tanımak istemeyen ve sendikaların bağımsız, fiili ve meşru gelişimini kabul edemeyen siyasal iktidar ve yönetenler, sendikaları denetim
altına almaya dönük yasa tasarısını 1998 Mart'ında TBMM gündemine getirdiler.
Kamu emekçilerinin 4-5 Mart 1998'de Ankara'da ve izleyen günlerde pek çok yerleşim yerinde gerçekleştirdikleri direniş ve eylemlerle "sahte yasa tasarısı"
püskürtüldü.
Ne var ki, kamu emekçilerinin tüm direniş ve karşı koyuşuna rağmen, sendikaları denetim altına almayı amaçlayan, grev ve toplusözleşme hakları gibi temel sendikal hak ve özgürlüklerden yoksun 4688 sayılı "Kamu Görevlileri Sendikaları Kanunu"
25.06.2001'de TBMM'nde kabul edildi.
EMEK NEDİR?
Emek gücünün değeri ya da daha yaygın bir deyimle emeğin değeri zorunlu ihtiyaç maddelerinin değeri ya da bunları üretmek için gerekli emek miktarı tarafından belirlenmektedir. İşgününü fiziksel olarak mümkün olan en uzun süreye çıkarmak sermayenin sürekli eğilimidir. Çünkü artık emek ve bunun sonucu olan kâr işgücü uzadığı ölçüde yükselecektir. İşyerlerinde makine kullanış oranına tam tamına eşit olarak yıpranmaz. İnsan ise yaptığı işlerin toplamının gösterdiğinden daha büyük oranda çöker. Zaman insanın gelişme alanıdır. Harcayacak hiç vakti olmayan uyku yemek vb. fiziksel ihtiyaçları gidermeye ayırdığı süreler dışında ki tüm zamanı kapitalistlerin hesabına yaptığı iş tarafından yutulan insan bir yük hayvanından daha aşağıdadır. Bu kişi başkası için servet üreten bir makinedir. Bedenen ezilmiş, insanlıktan çıkarılmıştır. Oysa çağdaş sanayi tarihinin tümü sermayenin bir engelle karşılaşmadığı takdirde bütün işçi sınıfı pervasız ve merhametsizce aşağının en aşağı dercesine indirmeye çalıştığını göstermektedir. Şimdiki sistemin temelinde emeğinde diğerleri gibi meta olduğu ilkesi yatar.
İşçiler bayraklarına tutucu bir deyiş olan adil bir işgücüne karşılık adil ücretler sözlerini yazacaklarına, ücret sistemi kaldırılsın yazmalıdırlar. Sendikalar mevcut sistemin doğurduğu etkilere karşı küçük, küçük çarpışmalardan ibaret bir savaş yürütmekle yetinip, bunları yaparken aynı zamanda sistemi değiştirmeye uğraşmadıkları, örgütlü güçlerini emekçi sınıfın nihai kurtuluşu yani ücret sisteminin tümüyle yok edilmesi için bir manivela olarak, kullanmadıkları zaman genellikle başarısız olur. Emek gücünden başka bir şeye sahip olmayan işçiye karşılık, sermaye yoğunlaşmış toplumsal bir güçtür. Dolayısı ile emek ile sermaye arasındaki pazarlık
hiçbir zaman adil koşullarda meydana gelmez. Yaşamın ve emeğin maddi koşullarını biryana, üretimin vazgeçilmez güçlerini karşı yana veren bir toplum anlayışı açısından bile bu durum adil değildir. İşçilerin toplumsal gücü sayılarıdır. Sayıların gücüde dağınıklık yüzünden kırılmıştır. Kendi aralarında kaçınılmaz rekabet tarafından yaratılır ve beslenir.
Ücretli emekle ilgili yasalar (bu yasalar ilk çıktıklarında işçilerin sömürülmesini hedef alıyordu) daha sonraları geliştiklerinde bu nitelikleri kaybolmadı. İşçi sınıfının politik hareketinin amacı hiç kuşkusuz işçi sınıfı için siyasi iktidarın fethi edilmesidir. Bu yüzden ekonomik mücadelenin içinden doğan ilk işçi sınıfı örgütünün belirli düzeye kadar geliştirilmesi doğal zorunluluktur. Öte yandan işçi sınıfını egemen sınıflar karşısında bir sınıf olarak çıkıp, onları sıkıştırdıkları he hareket apaçık politik bir harekettir. Ör. Belirli bir fabrika da hatta belirli bir sanayi dalında grevler vb. arcılığı ile kapitalisti işgününü kısaltmaya zorlama girişimi katıksız ekonomik bir harekettir.
Buna karşılık 8 saatlik iş günü vb. bir kanunu çıkartmak için girişilen hareket politik bir harekettir. Ve böylece işçilerin ayrı, ayrı hareketlerinden her yerde politik bir hareket doğar.
SERMAYE NEDİR?
Sermaye hiçbir değer üretmez, toprağın yanı sıra emek zenginliğin tek kaynağıdır. Sermaye kendi başına biriktirilmiş emek ürününden başka bir şey değildir. Üretimin başında sermaye iki gruba ayrılır. Birincisi değişen sermaye:
üretimin sonunda artı değer üreterek çıkan sermayedir. Bu İnsan emeğidir. Diğer sermaye çeşidi ise değişmeyen sermaye: Makineler için yatırılan sermayedir, üretimin sonunda kendini amorti ederek çıkar. Demek ki emeğin ücreti emekten, işçinin ücreti kendi ürününden ödenmektedir. Bildiğimiz adalet anlayışına göre işçinin ücreti emeğinin ürünü kadar olmalıdır. Çalışma araçları hammaddeler fabrikalar makineler halkın kendisinin olmalıdır. Ortalama ücret düzeyi belirli bir ülkede alışılagelen yaşama standartlarına göre o ülkelerdeki işçilerin nesillerini devam ettirebilmelerine yetecek gerekliklerin toplamına eşittir. Bütün masraflar çıkarıldıktan sonra emeğin(işçinin)ürünü iki paya ayrılır. Bunlardan biri işçinin ücretini diğeri ise kapitalistin kârını oluşturur. Eğer sendikalar sermayenin açgözlülüğüne karşı kurulmadıysa ne için kurulmuşlardır.
Bir yanda emeğinin kullanımının tüm araçlarına sahip olan kapitalistler, öte yanda kendi emek güçlerinden başka hiçbir şeye sahip olmayan emekçilerdir.
Bunlardan ikincisinin (Emekçilerin) emeğinin ürünü her iki sınıf arasında bölüşülmek zorundadır. Sürüp giden bu mücadele işte bu bölüşüm üzerinedir. Her sınıf mümkün olan en büyük payı almaya çalışır. Mücadelenin en ilginç yönü kendi ürününden pay almak için mücadele etmekten başka bir şey yapmayan işçi sınıfının sık, sık soymakla suçlanmasıdır. Toplumun iki büyük sınıfı arasındaki mücadele zorunlu olarak politik bir mücadele biçimini alır. Orta (ya da kapitalist) sınıfla toprak sahibi aristokrasi arasında ki savaş nasıl politik mücadele biçimini almışsa, aynı kapitalistlerle işçi sınıfı arasındaki mücadelede bu durumu alacaktır. Sınıfın sınıfa karşı her mücadelesinde uğruna mücadele edilen bir sonraki hedef siyasi iktidardır. Egemen sınıf siyasi üstünlüğünü, diğer deyişle hemen yapıcı organdaki çoğunluğunu savunur. Egemenlik altında ki sınıf ise önce iktidardan pay almak daha sonra kendi çıkar ve gereçleri çıkarları doğrultusunda mevcut kanunları değiştirebilmek üzere bu iktidarın tümünü almak için savaşır. Sınıfın sınıfa karşı mücadelesinde örgüt en iyi silahtır. Akıntının önünde ki engel ne kadar uzun süre kalırsa zamanı geldiğinde akıntını bu engeli yıkıp geçişi şiddetli olur. İşçi sınıfı tüm emekçi ve sömürülen halkın doğal temsilcisidir.
İşçilerin kurtuluşu işçi sınıfını kendi eylemi olmalıdır.
Kapitalizmin gelişiminin bizi sürüklediği ilk değişim halk kitlelerini sadakaya muhtaç duruma sokulurken bir avuç kapitalistin kasalarında muazzam zenginlikler birikmektedir. Çünkü ortak emek bireysel emekten çok daha üretkendir. Ve malları çok daha fazla hız ve kolaylıkla üretmeye olanak verir. Büyük insan kitlelerinin dev fabrikalarda toplar. Sermayenin emeğe karşı egemenliği yalnız sanayideki değil aynı zamanda tarımda ki insan kitlesini de kapsamaktadır. Fabrikada durum biraz farklıdır.
Fabrika idaresi bir kez işçiyi kiraladığı zaman işçinin alışkanlıklarına, geleneksel yaşama biçimine, aile durumuna, entelektüel ihtiyaçlarına aldırmaksızın onun hizmetlerinden istediği gibi yararlanır. Fabrika emeğine gerek duyduğu her zaman işçiyi işe sürer, tüm yaşamını fabrikanın gereklerine uydurmaya, dinlenme saatlerini parçalamaya, geceleri ve tatil günleri de çalışmaya zorlar. Artık işçi koşullarında bir düzelme sağlamak için, emeğin sermaye tarafından sömürülmesini amaçlayan tüm bir sosyal düzenle kaynaşmak zorundadır. İşçi belli bir görevliyi sebep olduğu belli bir adaletsizlikle değil, tüm kapitalist sınıfın koruyuculuğu altında olan ve herkesin uymak zorunda olduğu bu sınıfın çıkarlarına hizmet eden, yasalar çıkaran devlet
otoritesinin kendi adaletsizliği ile karşı karşıyadır. İşte bu yüzden emeğin sermaye tarafından sömürülmesini sona erdirmek için bir tek yol vardır. Ve bu da iş araçları üstünde özel mülkiyeti kaldırmak, bütün fabrikaları, madenleri ve bütün toprakları vs. toplumun bütününe vermek, işçilerin kendilerinin yönettiği otak üretimi gerçekleştirmektir. Emeğin ortaklaşa ürettiği şeyler o zaman emekçi halkın kendi yararına kullanılacak ve yaşamları için gerekli olanın üstünde ürettikleri artık işçilerin kendi ihtiyaçlarını karşılamaları sağlanacaktır. Yeteneklerinin tam gelişmesine ve bilim ile sanatın gelişmelerinden eşit olarak yararlanma hakkını kazanmalarına hizmet edecektir.
İşçilerin sınıf mücadelesi bir ülke işçilerinin çıkarlarının birbirinin aynı olduğunu, hepsinin toplumun diğer sınıflarından ayrı bir tek sınıf oluşturduklarını anlamaları demektir. İşçilerin sınıf bilinci, işçilerin amaçlarına ulaşabilmeleri için tıpkı kapitalistler ve toprak ağalarının yaptıkları ve yapmaya devam ettikleri gibi devlet işlerini etkilemeye çalışmaları gerektiğini anlamaları demektir. İşçi sınıfının mücadelesi politik bir mücadeledir. Bunun anlamı işçi sınıfının devlet işleri üstünde bir etki sağlamadan özgürlüğü için savaşamayacağıdır. İşçilerin en ivedi talepleri, devlet işleri üstünde işçi sınıfının etkisinin birincil amacı politik özgürlüğün gerçekleştirilmesi, politik özgürlüğün gerçekleştirilmesi işçilerin hayati görevidir.
Çünkü bu olmadan işçiler devlet işleri üstünde bir etki sahibi olamazlar. Böylece de kaçınılmaz olarak hakkı olmayan alçaltılmış, kendi istekleri ifade edemeyen, sınıf olarak kalırlar.
KAPİTALİZM NEDİR?
Kapitalizm, toprakların, fabrikaların, araç ve gereçlerin vb. az sayıdaki torak sahiplerine ve kapitalistlere ait olduğu buna karşılık, halk kitlelerinin hiç ya da çok az mülk sahibi olduğu ve ücret karşılığı çalışmaya zorlandıkları sosyal düzene verilen addır. Kapitalizm, ekonomide kitle olarak halk başkalarının ücretli işçileridir. Kendileri için değil işverenler için çalışırlar. İşveren hangi işçiyi uygun görürse onu kullanma özgürlüğüne sahiptir, bu nedenle en ucuz işçiyi arar. İşçi emeğini dilediği işverene satmakla özgürdür. Bu nedenle en pahalısını kendisine en çok ödeyeni arar. Köleci toplum da köleden farkı budur. Köle bir kişiye emeğini vermek zorundadır.
TEK BAŞINA EKONOMİK MÜCADELE YETERLİ MİDİR?
Ekonomik mücadele işçileri sadece hükümetin işçi sınıfına tutumunu kavratmaya yöneltir. Bu nedenle ekonomik mücadelenin kendisine politik bir nitelik kazandırmak için ne kadar çalışırsak çalışalım, ekonomik mücadelenin çerçevesi içinde kaldıkça ve bu çerçeve dar olduğu için işçilerin politik bilincini yükseltmeyi hiçbir zaman başaramayız. İşçilerin örgütü önce bir sendika örgütü olmalıdır. Ayrı, ayrı meslekler, işçiler, aydınlar arasındaki her türlü ayrım kesin olarak silinmelidir.
Ekonomik mücadele için işçi örgütleri sendika örgütleri olmalıdır. Her devrimci işçi bu örgütlere alabildiğine yardım etmeli ve katılmalıdırlar. Bu doğru olmakla birlikte bu mesleki örgütleri üyeliklerine yalnız devrimcilerin seçilebilmesini istemek elbette bizim yararımıza değildir. Çünkü ancak kitleler arasındaki etkimizin kapsamının daralmasına yol açar. İşverene ve hükümete karşı mücadele için birleşme gereğini kavrayan he işçi bırakınız sendikalara katılsın. Eğer en azından bu temel kavrayışı edinmiş olanların tümü birleşmezlerse eğer sendikalar çok geniş örgütler olmazsa sendikaların esas amaçlarının gerçekleşmesine olanak kalmaz. Bu örgütler ne kadar geniş olursa onlar üzerindeki etkimizde o kadar geniş olacaktır. Bu etki yalnız ekonomik mücadelenin (kediliğinden) gelişmesi yüzünden değil, devrimci sendika üyelerinin arkadaşlarını etkilemede gösterebildikleri doğrudan doğruya ve bilinçli çabalar yüzündendir. Buğdayı saksıda yetiştirmek, bizim için değildir. Yaban otlarını yolarak, toprağı buğday için temizlemeliyiz. Bir metre boyundaki buğdayı görmeyi reddediyorlar, iki parmak boyundaki yaban otları ile mücadele ediyorlar. Devrimci hareketler yüz tane budala ile değil, bir düzine akıllı yürütür. Sürekliliği koruyan istikrarlı önderler örgütü olmadan hiçbir devrimci hareket ayakta kalamaz.
Sendikalar devrimcilerin denetimi ve yönetimi altında çalışmalıdırlar. Devrimciler arasında bu konuda iki görüş olamaz. Fakat bu nedenlerle tüm sendika üyelerine kendilerini devrimci partinin üyeleri ilan edebilme hakkının tanınması apaçık bir saçmalıktır. Ve ikili bir tehlike yaratmaktır. Bu yüzden sendika hareketinin boyutlarını daraltmak, böylece işçilerin dayanışmasını zayıflatmak, diğer yandan da devrimci partinin kapılarını belirsizliğe ve kararsızlığa açmaktır.
Ekonomik mücadele koşulların ivedi ve doğrudan düzeltilmesi için mücadele, tek başına sömürülen kitlelerin en geri tabakasını uyandırabilir, onlara gerçek bir eğitim
verebilir. Ve onları devrimci bir dönemde birkaç ay içinde politik savaşçılar ordusuna dönüştürebilir. Bu anlamda bu mücadele türü reddedilmemelidir. Ancak ekonomik mücadele, yöntemlerimizden yalnızca biri olmalıdır.
İŞÇİ SINIFININ MÜCADELE ŞEKİLLERİ NELERDİR?
İşçi sınıfını mücadelesinin üç temel biçimi vardır. Ekonomik, politik, teorik mücadele yöntemlerini yürütür. Bunu yaparken bir devrimci parti ile ilişkili olabilir mi? Olmazsa olmazıdır. Biz hiçbir partinin arka bahçesi değiliz söylemi doğru değildir.
Partiler üstüyüz, sınıflar üstüyüz, toplumlar üstüyüz söylemleri doğru söylemler değildir. Devrimci parti ilkelerine sıkı bağlılık bir sınıf mücadelesinin gerekli koşuludur. Partisizlik ilkesi burjuvazinin savunduğu bir görüştür. Devrimciler ekonomik mücadeleyi her zaman sınıf mücadelesinin bir parçası olarak görmelidir.
Ekonomik mücadele, işçi kitlelerinin koşullarında sürekli bir iyileştirmeyi ve gerçek sınıf örgütlerinde bir güçlenmeyi, ancak bu mücadelede işçi sınıfının politik mücadelesi ile uygun biçimde kaynaştırılabilinirse doğru olur. Devrimci Partilerde örgütleri partisiz sendikaların kuruluşlarını desteklemeli ve tüm parti üyelerini sendikalara katılmaya yönlendirmelidir. Sendikalar hiçbir konuda tarafsız davranamazlar. Sendikalar da partizanlaşamaz.
Devrimciler bütün işçi sınıfı örgütleri için mümkün olduğu kadar geniş işçi çevrelerinden üyeler toplamalı ve politik görüşlerine bakmaksızın bütün işçi örgütlerine katılmaya çağırmalıdır. Fakat bu örgütlerdeki devrimciler parti grupları kurmalı uzun ve sistematik eylemlerle devrimciler arasında ilişki kurmaya çalışmalıdır.
OPORTÜNİZM NEDİR?
Emperyalist büyük gücün burjuvazinin aşırı kârları ile kendi işçilerinin üst tabakasını ekonomik olarak satın alabilir. Ve bu küçük hakların işçi, bakanlar, işçi temsilcileri, savaş sanayi komitelerinin işçi üyeleri, işçi görevlileri, dar kalifiye işçi sendikaları üyeleri büro görevlileri vs. arasında nasıl bölüşüleceğine karar verilerek yapılır. İngiltere de 1892 Yılın da işçi sınıfının durumu, işçi sınıfı içindeki bir
aristokrasiden, emekçi halkın büyük kitlesinden ayrı ayrıcalıklı bir işçi azınlığından bahsetmektedir. 1848_1868 Yılları arasında ayrıcalıklı durumdan işçi sınıfının küçük ayrıcalıklı esirgenen bir azınlık sürekli olarak yararlanırken asıl büyük kitle en iyimser bir tahminle bile geçici bir iyileşmeden başka bir şey görmüyordu. Bu tekelin (İngiltere’nin sanayi Tekeli) yıkılmasıyla İngiliz işçi sınıfı ayrıcalıklı durumunu yitirecektir. Buradan hareketle Avrupa’nın işçi sınıfının tamamı burjuvalaştı denilebilir mi? Hayır denilemez. Çünkü işçi sınıfının bütününün burjuvalaşması hayatın kendisine aykırıdır. O zaman devrimci mücadeleye ne gerek kalır. İşçiler içerisinde aristokrat bir tabaka yüksek paralarla satın alınır. Bunlar aracılığı ile işçilere hükmederler. Oportünizm (Burjuvazinin işçiler arasındaki temsilcisi) düşüncesini bunlar aracılığı ile savunur. Oportünizm, bir burjuva ideolojisidir. Devrimci ideoloji içinde bir sapma değildir. Avrupa da olan budur. Birincisi Avrupa sendikaları bugün devrimcilerin önderliğinde mücadele vermemektedir. Karşı devrimciler tarafından idare edildiği için burjuvazinin, tekelleri hizmetinde iş görmektedirler.
LOKAVT NEDİR?
Lokavtlar, Yani işverenler arasında ki anlaşmayla işçilerin kitle olarak işten atılmaları, kapitalist toplumda grevler kadar gerekli ve kaçınılmaz bir olgudur. Ezici ağırlığını tümüyle küçük üreticilerin ve işi sınıfını üstüne bindiren sermaye sürekli olarak işçilerin koşullarını açık düzeyine düşürme ve onların açlıktan ölüme mahkûm etme tehdidinde bulunur. Ve bütün bu ülkeler de işçilerin mücadele etmedeki başarısızlıklarının onları inanılmaz yoksulluklar düzeyine ve açlığın tüm korkularına düşürdüğü zamanlar, böyle dönemler ulusların hayatlarında oldukça fazladır.
İşçilerin direnişleri doğrudan doğruya kendi yaşam koşulandan işgücünün satılmasından doğar. İşçiler mücadele sırasında çok büyük fedakârlıklarda bulunmak zorunda kalmış olmalarına rağmen yalnız bu direniş sayesindedir ki bir ölçüde katlanabilmesi mümkün bir yaşam düzeyi sağlayabilirler. Fakat sermaye giderek yoğunlaşmakta, Fabrikatör Birlikleri gelişmekte, yoksul ve işsiz insanları sayısı böylece de işçinin yoksulluğu artmaktadır. Bu nedenle çok düşük olmayan bir yaşama düzeyi için mücadele her zaman olduğundan daha da güçlenmektedir.
Lokavtlar mücadelenin şiddetlenmesiyle ortaya çıkar. Ve ortaya çıkışlarıyla da bu mücadeleyi şiddetlendirirler. İşçiler mücadeleye koşarak, sınıf bilincini, örgütünü ve
deneylerini bu mücadele de geliştirerek, kapitalist toplumun ekonomik bakımdan tümüyle yeniden kurulmasının mutlaka gerekli olduğuna giderek daha çok inanacaktır. Sömürülen sınıfı yalnızca mücadele eğitir.
TARIM İŞÇİLERİ İÇİN SENDİKA GEREKLİ MİDİR?
Asıl üzerinde durulması gereken nokta işgücünü satan herkesin temel sınıf çıkarlarının aynı olduğu ve yaşamın bir bölümüyle bile ücret karşılığı çalışarak kazananların hepsinin birleşmelerinin gerekli olduğudur. Kentlerdeki fabrikalardaki ücretli işçilere binlerce ve milyonlarca bağ ile bağlıdır. Güçlerinin bir bölümü doğrudan doğruya tarım işçilerinin kendi ayakları üzerinde durmalarına yardım için kullanılmalıdır. Tüm örgütlü işçiler bir günlük ücretlerini işçilerin birliğini geliştirmek ve güçlendirmek için kullanmalıdır. Tarım işçileri sendikası gereklidir.
GERİCİ SENDİKALARDA ÇALIŞMAK DOĞRU MUDUR?
MEVCUT SENDİKALARI NASIL DEĞERLENDİRİYORUZ?
Eğer devrimci bir sendika yoksa gerici sendikalarda çalışmak doğru mu?
Elbette doğrudur. Gerici sendikalarda çalışmayı reddetmek, gelişmeleri yetersiz ya da geri ise kitleleri gerici önderlerin ajanlarının ya da tümüyle burjuvalaşmış çalışanların etkisi altında bırakmak demektir. Bu doğru bir yol değildir. Eğitim dalında iş görenlerin üye olduğu, Eğitim Sen sendikasında, kalıp, sebatla çalışmak gerekliydi.
Tam on yıl boyunca sabırla gereken yapıldı. Bütün çabalara rağmen aşağıda belirteceğimiz nedenlerden dolayı sendikal hareketin birliği korunamadı. Ve yıl 2005, 17 Ekim tarihinde Eğitim İş yeniden kuruldu. Ancak bu süreçte; Eğitim Sen tabanından “sendikanın Kürtlerin eline geçtiği” yönünde eleştiriler ile birlikte istifalar ve Eğitim İş’e katılımlar gerçekleşti. “Eğitim Sen Kürtlerin eline geçti, o zaman ben de Türklere dayanan bir sendikaya üye olurum” diyerek ayrılmak, doğru değildir ki Eğitim İş etnik temele dayanarak kurulmuş bir sendika değildir. Eğitim-Sen’den kopuşu bu temelde olan üyelerimiz eğitimden geçirilerek ırk temelinde sendikalaşmanın yanlış olduğu, Kürtçülük anlayışına karşı çıkmakla beraber; Kürt kökenli olmakla Kürtçülük yapmanın ayrı şeyler olduğu belirtilmelidir. Elbette ki
bugün Eğitim İş’in Edirne’den Hakkâri’ye kadar her etnik kökenden binlerce üyesi vardır ve olmalıdır da. Sadece bir bölgeye veya bir etnik gruba hapsolmak sendikayı şovenist bir yapıya sürükler. Bugün Türkiye’de doğru temelde örgütlenen bir sendikal hareketin Antiemperyalist, tam bağımsızlıkçı ve emekten yana tavır koyan hangi etnik kökenden olursa olsun ( Türk, Kürt, Arap, Laz, Çerkez, Süryani, Boşnak, Ermeni vs…) tüm emekçileri kapsayabilmesi gereklidir. Tekrar 1995 yılına dönersek; Eğitim Sen, Sınıf mücadelesi temelinde kurulan ve devrimci ideoloji ışığında yürüyen bir sendika değildi. Ancak o günün koşullarında daha doğru bir alternatifi de yoktu. Bu sendikayı sınıf mücadelesi temelinde örgütlemek ve onun devrimci ideolojisi ışığına çekmek gerekliydi. Ancak bu konuda başarılı olunamadı. Elbette ortak talepler altında emekçilerin sınıfsal çıkarları gereği birlik içinde bulunması gereklidir. Ancak bizim gibi yarı sömürge ülkelerde sendikal mücadele, emperyalist ülkelerin işçi sınıflarının mücadele taktik ve stratejileriyle karıştırılırsa, doğru sendikal çizgiyi yaratmak için yeni bir örgütlenme yoluna gitmek tek çare haline gelebilir. Bizde de olan aynısıdır. Bütün çabalara karşın yönetim organlarında temsil edilememek pahasına; sınıf ve kitle sendikacılığı temelinde örgütlenmeyen bir sendikada devam etmek, ulusumuzun “gerçek demokrasi ve Cumhuriyet kazanımlarına sahip çıkma”
mücadelesini büyük zaafa uğratabilirdi. Zaten 2000’li yıllara geldiğimizde KESK /EĞİTİM SEN’in demokrasi mücadelesini Avrupa Birliği projesi hattına oturtması ve AB projeleriyle beslenmeye başlaması bardağı taşıran son damlalar olmuştur. ABD emperyalizminin uluslararası arenada kuklası olan PKK terör örgütü liderinin bizzat emperyalizm tarafından Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında Türkiye’ye teslim edilmesi sonrası ayrılıkçı hareketin sendikalardaki uzantılarının bizzat sendikal kimlikleriyle irade beyanlarında bulunmaları ve sendikal yönetim organlarını çeşitli hile ve kirli ittifaklarla ele geçirmeleri durumu iyice içinden çıkılmaz hale getirmiştir.
Bu süreci takiben 17 Ekim 2005’te; antiemperyalist, tam bağımsızlıktan ve emekten yana eğitim emekçileri bir araya gelerek Eğitim İş’i kurmuşlar, sınıf ve kitle sendikacılığı alanında yeni bir umudun temelini atmışlardır. Bu umut; Cumhuriyet devrimlerinden yana, Atatürkçü, devrimci ve gerçek sol-sosyalist çevrelerde yankı bulmuş ve bu yankı kuvvetini gitgide arttırmaktadır. Sonuç olarak Eğitim İş; ulusal temelde sınıf mücadelesi veren bir sendikadır. Vatanın parçalanma tehlikesine karşı, Anti Emperyalist ve ülke bütünlüğünden yana tavır koymaktadır. Diğer sendikalara gelince; zaten Eğitim Bir Sen ve Türk Eğitim Sen Amerika ve onların yerli işbirlikçileri tarafından kurulmuştur. Ancak bunlardan Türk Eğitim Sen bugün vatanın bölünme
tehlikesi karşısında daha Anti Emperyalist bir tutum sergilemektedir. Bu göz ardı edilmemelidir. Eğitim Bir Sen Sendikası bugün bütünüyle ABD ve onun işbirlikçilerinin emrindedir, vatanın bölünmesi mücadelesinde aktif rol üstlenmektedir. DİSK bu gün doğru sınıf mücadelesi veren bir sendika değildir. Tarihinde ara, ara sınıf mücadelesi verse de, sınıf mücadelesini ve onun ideolojisini esas alıp, İşbirlikçi Burjuvaziden iktidarı almayı programına almamıştır. TÜRK-İŞ Sendikası ABD emperyalizmi tarafından kurulmuştur. Ancak bu güne geldiğimiz de DİSK’e göre daha Anti Emperyalist tavır almaktadır. Bundan dolayı da işçiler içerisinde, Ülkede ABD Emperyalizmi ve onunla işbirliğine girmiş olan Eğitim Birsen Ve HAK İŞ Sendikaları hızla güçlenmektedir. Karşı devrim bundan dolayı güçlü görünmektedir. Özünde Emperyalizm ve onun işbirlikçileri kâğıttan kaplandır. Devrimci mücadele olmayınca ya da zayıf olunca bu durum kaçınılmazdır.
Sosyalist Enternasyonal ve İLO, karşı devrimci örgütlerdir. Bunlar devrimci örgütler varken, Emperyalizm tarafından örgütlenmiş yapılardır.
Hiçbir ülkede sendikaların aracılığı olmadan sendikalarla işçi sınıfının partisi arasındaki karşılıklı eylem olmadan işçi sınıfının gelişimi sağlanamamıştır. İşçi sınıfının politik iktidarı ele geçirmesi bir sınıf olarak işçi sınıfı için dev bir adımdır. Ve parti her zaman olduğundan daha çok sendikaları eğitmelidir. Ancak Türkiye’de gerçek anlamda emekçileri ve onun ideolojisini savunan bir parti yoktur. Bu olmadığı için sendikalar keşmekeş içindedir. Bundan dolayı Amerikan emperyalizmi Afrika’nın kuzeyine saldırdığında bütün partiler ve sendikalar koro halinde orada olanları devrimci hareketler zannedip var olan güçleri ile destek verdiler. Bu emperyalizmi destekleme, affedilmez hatalardan biri olarak kayıtlara geçmiştir. Ancak ABD emperyalizmi arkasına BM’yi alınca ve uçakları ile mazlum millet olan Libyalılara saldırınca birilerinin kafasına dank etti ve hatasını anlayabildi. Ne yazık ki ABD emperyalizmi Yedi Tane devleti etnik, Dilsel, dinsel temelde parçalama sürecine sokmuştur. Komşumuz Suriye’yi de tehdit etmektedir. Neden bu gün iç karışıklığı ülkemizde çıkarmamaktadır? Çünkü ABD emperyalizminin her dediğini harfiyen yapan ve ülkeyi gönüllü parçalayan bir hükümet işbaşındadır. Sözde devrim yapan ancak özde karşı devrim yapan ‘domino taşı’ devletler, Türkiye’yi örnek almaktadırlar. Ancak bugün örnek aldıkları Türkiye; ırkçılığın, gericiliğin, bölücülüğün ve emperyalizmin pençesinde kıvranan bir Türkiye’dir. Tüm mazlum milletlerin asıl
örnek almaları gereken Türkiye bugünün Türkiye’si değil; 80 yıl önceki tam bağımsız ve Atatürk devrimlerinin Türkiye’sidir.
DÜNYADA SENDİKAL HAREKET NASIL OLUŞMUŞTUR?
Sendikalar işçi sınıfı hareketinin bir parçası olarak, Sanayi Devrimi’nden sonra ortaya çıktılar.
1650’li yıllara doğru İngiltere’de Sanayi Devrimi ortaya çıktı. Buhar enerjisinin üretimde kullanılmasıyla ortaya çıkan bu dönüşüm Kapitalist Üretim Sistemi olarak adlandırılan yeni bir üretim sisteminin de habercisiydi.
Sanayi Devrimi yeni teknolojik gelişmelerin de hazırlayıcısı oldu. Zanaatkarın, köylünün artık geçinemeyerek kentlerde kurulan fabrikalara akarak işçileşme sürecine girdiler.
Çalışma ve yaşama koşullarının gittikçe ağırlaşması işçi hareketlerinin doğmasına neden oldu.
Fabrika sisteminin aynı anda çok sayıda kişinin yan yana çalıştığı bir sistem olması işçilerin bir araya gelişini kolaylaştırıyordu.
Başlangıçta işçi eylemleri örgütsüz biçimde kendiliğinden gelişiyordu. Genellikle ağır çalışma koşullarına karşı anlık öfkeler biçimindeydi.
İş koşullarının daha da kötüleşmesi, kadın ve çocuk emeğinin ağır ve tehlikeli işlerde de sınırsızca kullanılması tepkilerin daha da büyümesini sağladı. İşçilerin olumsuz olan ve giderek olumsuzlaşan koşullara ilk tepkisi, makina kırıcılığı biçiminde ortaya çıktı.
Sonuç alınamaması üzerine yardımlaşma dernekleri kuruldu.
Bunlar, işçilerin örgütlü biçimdeki çözüm arayışlarıydı. Aynı mesleğe sahip işçilerin kendi aralarında kurdukları örgütlenmeler oluştu. Adına birlik denilen bu yapılar, bugünkü anlamdaki sendikaların çok gerisinde, yardımlaşma sandıklarıydı.
Bu sandıklarda çalışma koşulları nedeniyle hastalanan, iş göremez hale gelenlere yardımlar yapılırdı. Zaman içinde yardım sandıkları grev ve direnişleri de örgütlemeye başladı. İşçi hareketi giderek güç kazandı. İşçi sınıfı yardımlaşma