Bilimsel bulgulara, gerçeklere karşı
gösterilen toplumsal tepkilerin kaynağını oluşturan üç temel değer ve inanç vardır.
Etnosantrizm (biz merkeziyetçilik) Homosantrizim (insan merkeziyetçilik)
Bütün toplumlarda kendi toplumunu
yüceltme, önemseme ve merkeze koyma şeklinde genel bir eğilim olduğundan söz edilebilir.
Bu eğilimin sürdürülmesindeki temel
amaçlardan biri toplumsal birliğin ve dayanışmanın kuvvetlendirilmesidir.
Fakat bazen daha ileri gidilerek başka
toplumları ve onların üyelerini aşağı
İnsanın yeryüzündeki varlıkların en
değerlisi, şereflisi, ruh ve zekasıyla en
seçkini olduğunun kabul edildiği
görüştür.
Sadece kendi toplumunu, kültürünü ve
tarihsel mirasını değil, genel olarak
insanı, insanlıkla ilgili her türlü varlık
alanında en yüksek yere koyma
Bu görüş insanı gereğinden fazla
yücelterek, insanın incelenmesini,
biyolojik, psikolojik kapasite ve
özelliklerinin bilinmesine yüzyıllarca
engel oluşturmuştur.
İnsanın bir biyolojik varlık olarak
incelenmesi ve araştırılması ancak
Rönesans ile birlikte
Evrendeki tüm yıldızlar, gezegenler
ve güneş, dünyanın etrafında
dönmektedir.
Yunanlı coğrafyacı Batlamyus,
üzerinde yaşadığımız dünyayı evrenin
merkezine koymuştur.
Yıllar boyunca, kilise ve
Orta Çağ’da yapılmış olan coğrafi
keşiflerin temel amacı, yeni ticari alanlar ve Hindistan’a ulaşan deniz yolunu
bulmaktır.
Gidilen yerlerde yaşayan değişik
görünüm ve davranış özelliklerine sahip insanların varlığından da haberdar
olunmuştur.
15. ve 16. yüzyıllarda artan keşiflere
göre yeryüzünde, “beyaz tenli”
Hindistan aranırken Amerika kıtasına
ulaşılmış ve Kızılderililerin Avrupalılardan farklı olan görünümleri dikkat çekmiştir.
Dünyada, değişik insan gruplarının varlığının
tespit edilmesi insanla ilgili birçok yeni soru ve cevaba neden olmuştur.
Homosantrizm, etnosantrizm ve geosantrizm
görüşlerinin yüzyıllar boyu savunulması ve gündemde kalmasının en önemli
Orta Çağ boyunca Avrupalıların dünya
görüşünün tek baskın özelliği tüm yaşam formları ve birbirleri ile olan ilişkilerini
içeren doğanın tüm yönleridir, ki bu durum asla değişmemiştir.
Bu görüş kısmen yüzyıllarca değişmemiş
Görüş, tek bir “doğru”ya tutunan güçlü dini
sistemle Hristiyanlığın modern öğretilerinden etkilenmekteydi.
Sonuç olarak dünyadaki tüm yaşamın Tanrı
tarafından yaratıldığı kabulü ve bu inancın yaşam formlarının ve türlerin sabitliği olarak bilinmesi durumunun değişmediğidir.
Sabitliğin sorgulanması ile, özellikle 15. ve
16. yüzyıllarda Tanrının mükemmelliğine
meydan okumakla suçlanmak kaçınılmazdı.
Suç olarak görülen bu durum sıklıkla
17. yüzyılda bilimsel faaliyetleri
destekleyen önemli kurumlardan biri
bilim akademileridir.
Bu akademiler, hem üniversitelerin
faaliyetlerine hem de gerçek çağdaş
bilim adamlarını desteklemişlerdir.
18. yüzyılda bugünkü anlamda doğa
Carl Linnaeus (1707–1778)
Taksonominin babasıdır. Linnaeus ilk kez
canlıları iki isimle adlandırmıştır. Örneğin bugünkü insan Homo sapiens olarak
isimlendirilir.
Böylece bugün kullanılan ikili adlandırma
(binaminal) sisteminin ve bitki ile
hayvanların sınıflandırılmasının temelini atmıştır.
Linnaeus’nin yaptığı sınıflamada tüm
Ancak türlerin yok olmasını mümkün
görmemiştir.
Buna karşın doğa dengesinden bahsederken
yaşam mücadelesi vurgusu ile doğal seçilime kavramsal arka plan hazırlamıştır.
İnsan ırklarını ilk tanımlayanlar arasında olan
Linnaeus insanları dört ırka ayırmıştır.
Avrupa-Beyaz,
Asya-Sarı,
Georges-Louis Leclerc de Buffon
(1707-1788)
Fransız bir doğa bilimci Buffon dış çevre ve
canlı formları arasındaki dinamik ilişkiyi kabul etmiştir.
Doğal Tarihi adlı eserini ilk kez 1749’da
yayınlanmış, farklı bölgelerin günümüzde
biyocoğrafyada önemli bir kavram olan eşsiz bitki ve hayvanlara sahip olduğunu kabul
Ayrıca, hayvanların “menşe
merkezinden” geldiğini vurgulamışsa da zaman içinde yaşam formlarının
çeşitliliğini hiç tartışmamıştır.
Buna rağmen Buffon iklim de dahil olmak
üzere dış ortamdaki değişikliklerin
türlerdeki değişimin aracıları olduğunu kabul etmiştir.
Bu nedenle evrim biyoloğu Ernst Mayr
Thomas Malthus (1766-1834)
İngiliz ekonomist Malthus 1798’de
Nüfus İlkesi Üzerine Bir Deneme
eserini yazmıştır.
Bu önemli makale, hem Charles Darwin
Malthus insan nüfusunun büyümesinin
sınırlı olduğunu çünkü doğada nüfus artış eğiliminin sürekli olarak mevcut
kaynakların kontrolünde olduğunu belirtmiştir.
Besin kaynakları nispeten istikrarlıyken
nüfus büyüklüğü katlanarak artmaktadır.
İnsanlar daha fazla gıda üreterek nüfus
büyüklüğü üzerindeki kısıtlamaları azaltsa da, Malthus kaynak sayısının artmasıyla kaynak eksikliğinin her zaman sabit bir “sefalet” kaynağı ve
Hem Darwin hem de Wallace, Malthus’un
ilkelerini sadece insanları değil tüm organizmaları kapsayacak şekilde genişletmişlerdir.
Her ikisi de nüfus büyüklüğünün mevcut
kaynaklarla sınırlı olduğunu, gıda ve su için sürekli bir rekabet durumunun
olması gerektiğinin gerçeğini kabul
Georges Leopold Cuvier (1769-1832)
Karşılaştırmalı anatomi, paleontoloji ve
omurgalılar konularında çalışmıştır.
Cuvier, Linnaeus’nin sadece yaşayan
canlıları kapsayan sınıflandırmasına
fosilleri, yani yok olmuş canlıları da
eklemiş, sınıflandırma biliminin
Cuvier, fosillerle temsil edilen
hayvanların ortadan kaybolmasını
açıklamak için nesli tükenme
kavramını ortaya koymuştur.
Parlak bir anatomist olmasına
Fosil formları ve canlı türler arasındaki
benzerliklerin evrim ilişkilerini
gösterdiğini varsaymak yerine felaket olarak bilinen bir doktrin çeşidini
önermiştir:
Katastrofizm
Yaşam birkaç kez yok olmuş ve daha sonra
yeniden yaratılmıştır.
Karşılaştırmalı Anatomi Dersi, Fosil
Jean Baptiste Lamark (1744-1829)
Dönüşümcülüğün kurucusudur.
Canlıların yaşaması esnasında kazandığı
özelliklerini, kalıtım yoluyla sonraki
kuşaklara aktarması ve böylece türlerin birbirine dönüşmesi.
Lamarck’ın teorisinin en sık kullanılan
örneği, tüm yaprakları bir ağacın alt dallarından (çevresel değişim) üst
“Hayati güçler” boyundaki dokulara
hareket ettikçe boynun biraz uzadığını ve zürafa daha yükseğe ulaşabildiğini öne sürmüştür.
Uzun boyun daha sonra yavrulara iletilir,
sonuçta tüm zürafaların öncekilerden daha uzun boyunları vardır.
Bu teoriye göre, bir hayvanın yaşamı
Varsayımları:
Kullanılan organlar büyür ve kuvvetlenir,
kullanılmayanlar zayıflar, küçülür ve körelir.
İhtiyaçlar yeni organların meydana
gelmesine sebep olur ve böylece canlının ortama uyması mümkün olur.
Sonradan kazanılan bu karakterler dölden
Elbette bu teori yanlıştır, çünkü sadece eşey
hücrelerinde (yumurta ve sperm) bulunan genetik bilgiden etkilenen özellikler kalıtsal olabilir.
Lamarck’ın tür değişiminin açıklaması genetik
olarak doğru olmadığı için günümüzde geçerliliğini yitirmiştir.
Yine de Lamarck evrim sürecinde
organizmalar ile dış çevre arasındaki etkileşimin önemini farkında olmadan vurgulamıştır.
Ayrıca, biyoloji terimini canlı organizmaların
çalışılmasında yararlanılması için kullanmıştır ve bu yeni disiplinin merkezi özelliği tür