• Sonuç bulunamadı

DÜNYA KLASİKLERİ DİZİSİ: 36

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "DÜNYA KLASİKLERİ DİZİSİ: 36"

Copied!
133
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

D Ü N Y A K L A S İ K L E R İ D İ Z İ S İ : 3 6

M I C H A E L K O H L H A A S

A — ^ — 1 . „

(2)

K L E I S T

M I C H A E L K O H L H A A S

Çeviren:

Dr. Necip Üçok

İ

DÜNYA KLASIKIERİ j j 1 j

(3)

Bu kitabın hazırlanmasında Michael Kohlhaas'ın MEB Alman klasikleri dizisinde yayınlanan ilk baskısı temel alınmış ve çeviri dili günümüz Türkçesine

uyarlanmıştır.

Yayma hazırlayan : Egemen Berköz

Dizgi: Yeni Gün Haber Ajansı Basm ve Yayıncılık A.Ş.

(4)

H . V O N K L E I S T

M İ C H A E L K O H L H A A S (Eski bir gerçek yaşamöyküsünden)

Almanca'dan çeviren:

Doç. Dr. NECİP ÜÇOK

C u m h u r i y e t Cumhuriyetimizin 75. yılı

(5)

Hümanizma ruhunu anlama ve duymada ilk aşama, in­

san varlığının en somut anlatımı olan sanat yapıtlarının be­

nimsenmesidir. Sanat dalları içinde edebiyat, bu anlatımın düşünce öğeleri en zengin olanıdır. Bunun içindir ki bir ulu­

sun, diğer ulusların edebiyatlarını kendi dilinde, daha doğ­

rusu kendi düşüncesinde yinelemesi; zekâ ve anlama gücü­

nü o yapıtlar oranında artırması, canlandırması ve yeniden yaratması demektir. İşte çeviri etkinliğini, biz, bu bakımdan önemli ve uygarlık davamız için etkili saymaktayız. Zekâsı­

nın her yüzünü bu türlü yapıtların her türlüsüne döndürebil- miş uluslarda düşüncenin en silinmez aracı olan yazı ve o- nun mimarisi demek olan edebiyatın, bütün kitlenin ruhuna kadar işleyen ve sinen bir etkisi vardır. Bu etkinin birey ve toplum üzerinde aynı olması, zamanda ve mekânda bütün sınırları delip aşacak bir sağlamlık ve yaygınlığı gösterir. Han­

gi ulusun kitaplığı bu yönde zenginse o ulus, uygarlık dün­

yasında daha yüksek bir düşünce düzeyinde demektir. Bu bakımdan çeviri etkinliğini sistemli ve dikkatli bir biçimde yö­

netmek, onun genişlemesine, ilerlemesine hizmet etmektir.

Bu yolda bilgi ve emeklerini esirgemeyen Türk aydınlarla şükran duyuyorum. Onların çabalarıyla beş yıl içinde, hiç de­

ğilse, devlet eliyle yüz ciltlik, özel girişimlerin çabası ve yine devletin yardımıyla, onun dört beş katı büyük olmak üzere zengin bir çeviri kitaplığımız olacaktır. Özellikle Türk dilinin bu emeklerden elde edeceği büyük yararı düşünüp de şim­

diden çeviri etkinliğine yakın ilgi ve sevgi duymamak, hiçbir Türk okurunun elinde değildir. 23 Haziran 1941.

Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel

(6)

S U N U Ş

C u m h u r i y e t ' l e b a ş l a y a n T ü r k A y d ı n l a n m a D e v r i m i ' n d e , d ü n y a klasiklerinin H a s a n Âli Yü­

cel ö n c ü l ü ğ ü n d e dilimize çevrilmesinin, k u ş k u ­ s u z ö n e m l i payı vardır.

C u m h u r i y e t g a z e t e s i olarak, C u m h u r i y e t i ­ mizin 7 5 . yılında, bu etkinliği yineleyerek, T ü r k o k u r u n a bir " A y d ı n l a n m a Kitaplığı" k a z a n d ı r ­ m a k istedik.

B u ç e r ç e v e d e , 1940'lı yıllardan b a ş l a y a r a k Milli Eğitim B a k a n l ı ğ ı ' n c a y a y ı n l a n a n d ü n y a klasiklerini okurlarrmıza s u n m a y a b a ş l a d ı k .

B ü y ü k ilgi g ö r e n bu etkinliği Milli Eğitim B a k a n l ı ğ ı ' n c a y a y ı n l a n m a m ı ş - a n c a k Aydın­

l a n m a Devrimi y a r ı d a k a l m a s a y d ı y a y ı n l a n a c a ­ ğ ı n a kesinlikle i n a n d ı ğ ı m ı z - d ü n y a klasiklerini d e k a t a r a k s ü r d ü r ü y o r u z .

C u m h u r i y e t

7

(7)

HEINRICH VON KLEIST ÜZERİNE

18 Kasım 1777'de Oder üzerindeki Frankfurt'ta doğmuş olan Heinrich von Kleist, daha çocuk denecek yaşta büyük bir öğrenme hevesi gösterdi; bu öğrenme hevesiyle birlikte onda az raslanır bir kavrayış ve anlayış göze çarpıyordu. Kle­

ist, on, on bir yaşlarında annesiyle babasını yitirdi. Yetim ve öksüz kalınca, Berlin'de vaiz Carl'm koruması altma verildi.

Vaizin yanında 1792 yılma kadar kaldı. Bundan sonra baba­

sının yolundan yürümeye karar verdi ve subay adayı olarak Potsdam'daki hassa alayına girdi. Orada kibar tavırları, can­

lılığı, müziğe yeteneğiyle kendisini sevdirdi. Ren savaşma ka­

tıldı. Daha sonra karşılık görmediği derin bir aşka kapıldı; bu sevgi, üzerinde öyle büyük bir etki bıraktı ki, bu kibar genç, giyim kuşamını savsaklayıp kendini matematiğe ve Kant fel­

sefesine verdi. Bunun sonucu olarak 1799 yılında hassa teğ­

menliğinden çekilip yine Frankfurt'a döndü, orada yüksek öğrenime başladı. Kız kardeşleri de Frankfurt'ta bulunuyor­

lardı. İşte Kleist yaşamının en mutlu günlerini burada yaşa­

dı; hele kentin ileri gelenlerinden birinin sevimli ve zeki kı­

zıyla nişanlamnca, mutluluğu bir kat daha arttı. Fakat bu mut­

luluk uzun sürmedi; aşırı derecede kafa yorgunluğu yüzün-

(8)

den sağlığı bozuldu. Askerlikten ayrıldıktan sonra yapısına uygun bir uğraşı da bulamamıştı. Kant felsefesi, Klei st'm ger­

çeğe varabilme konusundaki inancını körletmişti. Sağlığıyla birlikte ruh durumu da kökünden bozulmuştu. Dışişlerine gir­

mek üzere 1800'de Berlin'e gitti. Siyasal bir görevle Viyana'ya doğru yola çıktı; fakat buraya ulaşamadan yine Berlin'e dön­

dü. Düzen ve sabır isteyen memurluk yaşamından çekilme­

ye karar verdi; bu iş için yaratılmamış olduğunu duyumsa- mıştı. Kant felsefesiyle uğraşması onu insanoğlunun varlığı ve ödevleri konusunda öyle bir bocalama içine attı ki, garip yapısının da etkisiyle umutsuzluğa kapıldı, iş göremez oldu;

hatta nişanlısına karşı duyduğu sevgi bile körlendi. Bunun üzerine nişanlısı, onun bir uğraşıda karar kılamadığını ileri sürerek nişanı bozdu. İşte bundan sonra Kleist'm yaşamı ül­

ke ülke dolaşmakla geçti. Yitirdiği erinci başka çevrelerde, başka insanlar arasında yeniden elde etme umuduyla, sevgi­

li kız kardeşi Ulrike ile birlikte, 1801'de Paris'e gitti. Orada­

ki yaşam, onu kendi içine çekilmeye yöneltti: Gönlü insanla­

ra, bilime karşı gittikçe artan bir tiksinmeyle doldu. Bunun üzerine dünyadan elini eteğini çekmeye, isviçre'de toprak alarak bir köylü gibi yaşamaya karar verdi. Kız kardeşini Frankfurt'a kadar götürdükten sonra isviçre'ye döndü; fakat tasarısını uygulamaya koyamadı. Paris gibi büyük bir dünya kentinin gürültüsünden isviçre'nin şairane yalnızlığına sığın­

dığı halde, ruhu dinginliğe kavuşamamıştı: bazan büyük umutlarla dolup taşıyor, bazan da umutsuzluğa kapılıyor, hat­

ta çılgına dönüyordu.

Bern'de bulunduğu sıralarda büyük şair Wieland'm (1) (1) Christoph Martin Wieland (1733-1813), Alman rokoko dönemi şairidir. Alman dilini her türlü nükte, alay ve ince duygulanımları anlatma­

ya elverişli bir duruma getirmiştir. Goethe'yi ve coşumculan etkilemiştir.

(9)

oğlu Ludwig Wieland ve küçük Gessner (2) ile tanıştı. Bu ta­

nışma sonunda, o zamana kadar uyumuş olan şairlik yetene­

ği uyandı. İsviçre'de Schroffenstein Ailesi adlı oyununu yaz­

dı (1802) ve Kırık Testi adlı güldürüsüyle birçok kez yeniden kaleme alıp bir türlü bitiremediği Robert Guiskard adlı oyu­

nuna başladı. Bu oyunun kendisine büyük bir ün sağlayacağı­

nı umuyordu. Günün birinde ağır bir hastalığa tutuldu. Hasta­

lığı haber alır almaz hemen yanma koşan kız kardeşi Ulrike, ona özenle baktı. İyileşince kardeşiyle birlikte Almanya'ya döndü (1802). Kısa bir süre Jena'da kaldı. Burada Goethe ve Schiller ile tanıştı. Geothe, tüm içtenliğiyle ilgi göstermesine karşm, bu garip yapılı adamdan biraz çekindi; Kleist ise, yu­

karıda saydığımız yapıtlarıyla, dahi şair çelengini Goethe'nin başından çekip almak istiyordu. Kendisine Robert Guis- kard'dan parçalar okuduğu yaşlı Wieland, çok şeyler söz ve­

ren bu oyum beğendi; bitirmesi için de onu yüreklendirdi. Bir yıl sonra, yani 1803'te Kleist, Dresden'e gitti; oradan da bir ar­

kadaşıyla yine İsviçre'ye, İtalya'ya ve yine Fransa'ya geçti. Bu yolculukla dinginliğe kavuşacağı yerde, kendi sanatına olan inancı gittikçe kırılarak üzgün bir ruh durumuna düştü. Arka­

daşıyla "varlık", "yokluk" üzerine bir tartışmadan sonra arka­

daşı, birlikte oturdukları evden ayrıldı. Bu yüzden şairin umut­

suzluğu daha da arttı; Robert Guiskard'ı üçüncü kez yaktı.

Yemden Almanya'ya döndüğü zaman, Mainz kentinde altı ay süren tehlikeli bir hastalığa tutuldu. 1804 yılının son­

larına doğru Doğu Prusya'nın başkenti Königsberg'e gitti. Bir yandan oradaki hükümette memur olarak çalışırken, öte yan­

dan da şairlik yolunda büyük gelişmeler gösterdi: Kırık Tes- ti'yi tamamladı;.Moliere'in Amphitryon'u üzerinde çalıştı:

(2) Salomon Gessner(1730-1788) hem şair, hem de ressamdı. Şiirsel görünüm betimlemeleri ve ince, dokunaklı pastoral yazılan vardır.

(10)

Marquise von O., Michael Kohlhaas öykülerini yazdı ve bel­

ki de Robert Guiskard'ı yeniden ele aldı.

O sıralarda Napoleon orduları her yanda zafer üstüne za­

fer kazanıyordu.. Kleist, Jena ve Auerstaedt önlerinde Al­

manların yenildiği haberini Könisberg'de duydu. Ülkesinin bu üzücü durumu ve para sıkıntısı, karaduygusunu bir kat daha artırdı. 1807 başlangıcında yan umutsuzluk içinde Berlin'e gitti; elinde pasaportu bulunmadığı için, Berlin'i işgal altın­

da bulunduran Fransızlar tarafından tutuklanıp iki subayla birlikte Fransa'ya gönderildi. Birkaç hafta Fransa'da kaldık­

tan sonra, özgür bırakıldı. 1807 yılı ortalarına doğru Dresden'e gitti. Orada Ludwig Tieck (3) ile tanıştı ve başka yazarlarla birlikte Phöbus adında aylık bir dergi yayımlamaya başladı.

Bu dergi ancak 1808 Ocağı'ndan Ekimime kadar çıkmış, Michael Kohlhaas'm ilk biçimi burada bölüm bölüm yayın­

lanmıştı. Phöbus işi bir süre için neşesini yerine getirmişti;

fakat bu da uzun sürmedi. Çünkü Goethe'nin kendisinden pek de övgüyle söz etmediğini öğrenmişti; bunun üzerine birkaç acı yergi yazdı. Yine para sıkıntısı başgöstermişti; ama Al­

manya'nın umutsuz durumu ona her şeyden daha çok acı ve­

riyordu. Prusya'nın düşüşünü Königsberg'deyken görmüştü.

Almanya'nın bu yenilmiş ve istila edilmiş durumu, on­

da Fransızlara, hele Napoleon'a karşı büyük bir kin ve nefret uyandırdı. Napoleon'u öbür dünyada günahları sayacak olan meleklerin soluğunu tüketecek bir günahkâr diye niteliyor­

du. Ona, doğa tapmağının desteği olan sütunları yerinden oy­

natan, cehennemden çıkmış baba katili hortlak adım takmış­

tı. Şair için Napoleon, baskıcı yönetim örneği, haksızlığın ta kendisidir. Kleist, Napoleon'a karşı duyduğu uçsuz bucaksız (3) Ludwig Tieck (1773-1853), başlangıçta nükteli öyküler yazdı, son­

radan coşumcu yapıtlar verdi. Romanları, bir güldürüsü, masalları ve oyun­

ları vardır.

(11)

nefreti, 1808'de yazdığı Hermann Savaşı adlı oyununda da sergilemiş, bununla ona karşı bir direniş devinimi uyandır­

mak istemiş, Almanya'ya kurtuluş yolunu göstermiştir.

Avusturya savaşı ona yeni umutlar vermişti; fakat Wag- ram'da savaşın kötü bir sonuca varması, bütün umutlarını bo­

şa çıkardı. Kleist, Berlin'e döndü: Kısa süren Berliner Abendblâtter adındaki gazeteyi çıkarmaya başladı. 1810'da oyunlarının en ünlülerinden biri olan Prens Friedrich von Hamburg'u yazdı. Bu yapıtından çok şeyler umuyordu. Din­

ginlik geri döner gibi olmuştu; fakat bu sırada garip bir bi­

çimde yaşamına son verdi.

Meşhur sofist Adam Müller ona Henriette Vogel adın­

da bir kadın tanıtmıştı. Bu kadm devası bulunmayan bir has­

talığa tutulmuş olduğunu sanıyordu. Bu nedenle de kendisi için artık dayanılmaz bir biçim alan yaşamına son vermeyi düşünüyordu. Kleist'tan, kendisi istediği anda, arkadaşlığını gösterecek bir hizmette bulunma sözünü almıştı; günün bi­

rinde ona bu sözünü anımsattı. Kleist, her zaman için hazır olduğunu söyledi. Bunun üzerine kadm, bu yaşamı daha faz­

la sürükleyemiyeceğini anlatarak kendisim öldürmesini dile­

di. Kleist sözünde durdu.

İkisi birlikte Berlin yakınlarındaki Wansee gölü kıyısı­

na gittiler. O akşamı ve ertesi sabahı yapmacık bir neşe için­

de geçirdiler, gece de mektuplar yazdılar; ertesi gün (21 Ekim 1811) öğleden soma, Berlin'e bir haberci gönderdiler ve göl­

de bir gezintiye çıktılar. Kleist, önce sevgilisini, sonra da ken­

disini tabancayla öldürdü. Cesetleri öldükleri yere gömüldü.

Kleist, öldüğünde 34 yaşındaydı.

Kleist'in yukarıda saydıklarımızdan başka 1810'da yaz­

dığı Das Kütchen von Heilbronn ve Penthesilea admda iki oyunu, birçok uzun öyküsü (4) ve şiirleri vardır.

(4) Kleist'in Die Verlobung in St. Domingo adlı öyküsü dilimize S.

Ali tarafından San Domingo'da Bir Nişanlanma adıyla çevrilmiştir.

(12)

MİCHAEL KOHLHAAS ÜZERİNE

Bugünkü öykü, Almanya'da Goethe ile başlar. Goethe'ye göre, öyküde şaşkınlık yaratacak bir biçimde birbirine girmiş dış raslantılar ve olaylar, uyumlu bir biçimle göz önüne ko­

nulmalıdır. Bu yüzden, yukarıda söz ettiğimiz Wieland gibi, Goethe de öykünün konusunu, sıradan olayların dışında ama yine de her gün olabilecek olayların oluşturmasını ister.

Kleist, başka öykülerinde olduğu gibi, burada da Goet- he'nin istediği gibi, alışılmamış, garip, benzersiz olayları an­

latır; fakat bunları dış olaylar dünyasında değil, ruhsal yaşa­

mın özel, sorunlu olayları içinde arar. Bu nedenle Almanya'da Kleist, psikolojik öykünün yaratıcısı olmuştur; hatta yine bu bakımdan o, gerçekçiliğin öncülerinden biri sayılabilir.

Kleist'in seve seve ele alıp işlediği konular, çoğu kez se­

rüven, ruhsal bunalım ve yıkımlarla doludur. Onun dilimize çevirdiğimiz Michael Kohlhaas adındaki bu öyküsünde de ay­

nı şeyler görülmektedir. Yukarda gördüğümüz gibi, yazarın yaşamı karşıtlıklarla dolup taşar; o, yaşama isteğiyle ölüm is­

teği arasında bocalar. Kleist'in ruhundaki bu karşıtlığı, Königs- berg'de, Almanya'nın yenilmiş, çökmüş durumunu gördüğü sı­

ralarda (J S04-)yazûığı veFransızlmkarşı ûuyduğukin VÜÎIÜÎ-

15

(13)

reti belirten bu çok güçlüöyküsünde de görmekteyiz. Yazarın Fransızlara karşı duyduğu tiksinti ve nefret o kadar büyüktü ki, bütün Ren'in baştan başa paramparça Fransız cesetleriyle dolup taşmasını istiyordu. Bu tutkulu nefret coşması ancak Kleist'in kükremiş ama yatıştırılmamış olan adalet duygusuy­

la anlaşılabilir. Kleist her şeye dayanabilir, fakat haksızlığa ve adaletsizliğe asla! İşte bu yüzden Michael Kohlhaas'a, yaza­

rın haksızlığa, adaletsizliğe karşı duyduğu kin ve öfkenin bir anıtı gözüyle bakabiliriz.

Bu yapıtta geniş bir öç isteğiyle adalet duygusu bir kar­

şıtlık içinde başabaş gider; Kohlhaas, kendisinden zorla alı­

nan hakkım aramak için, yaralanmış olan adalet duygusundan dolayı katil olur çıkar.

Brandenburglu bir at tüccarı olan Michael Kohlhaas, Tan- rı'dan korkarak basit ve haksever bir yaşam sürmektedir. Gü­

nün birinde atlarından ikisini Saksonya soylularından biri alır ve çok kötü hırpalar. Kohlhaas mahkemeye başvurur; fakat ak­

raba oldukları için, soyluların birbirlerini korumasından dola­

yı hakkını alamaz; üstelik can sıkan bir yaratık diye nitelenir, çok sevdiği karısını da bu uğurda yitirir. Bundan soma, hak­

kını aramak için başına adamlar toplar ve Luther zamanının azılı bir haydudu olur; adil bir mahkeme önünde hakkını alın­

ca, yaptığı haydutluklar yüzünden, darağacında hoşnut ve içi rahat olarak can verir.

Kleist, bu öyküsünde insana hoş vakit geçirten dış olay­

ları değil, insanın davranış biçiminde bir değişme yaratan ruh­

sal olayları işlemiştir. Bu öykü ahlak, hak ve adalet ülküsü üze­

rine kurulmuştor. Bunu yapıtın hemen başlangıcındaki şu söz­

lerden anlayabiliriz: "Adalet duygusu, Kohlhaas'ı bir haydut, bir katil yaptı."

Bu yapıtta göze çarpan ahlak ülküsünün kaynağını, Kle-

(14)

ist'm en çok sevdiği yazar Rousseau'nun düşüncelerinde ara­

mak doğru olur. Rousseau, Contrat social ("Toplum Sözleş­

mesi") adlı yapıtının birinci kitap, altıncı bölümünde şöyle der:

"Her üyesinin kişiliğini ve mallarını var gücüyle savunan ve koruyan bir toplum biçimi bulmak: öyle bir toplum biçimi ki her üye, diğerlerine bağlanmakla birlikte, yine de yalnızca kendisine boyun eğsin ve eskisi kadar özgür kalsın." işte Top-, lum Sözleşmesi'nin çözdüğü ana sorun budur. Bu sözleşme­

nin yargılan, sözleşmenin niteliğine bağlı olduğu için, en u- fak bir değişiklik onlan anlamsız ve etkisiz kılar; öyle ki, her ne kadar bu yargılar hiçbir zaman kesin olarak söylenmemiş- se de, her yerde birdirler, her yerde dolaylı olarak tanınmışlar ve kabul edilmişlerdir. "Fakat bu toplum sözleşmesi bir kez bozuldu mu, her üye yeniden ilk haklarını elde eder ve anlaş­

maya bağlı özgürlüğe karşılık o zamana kadar vazgeçmiş ol­

duğu doğal özgürlüğüne yeniden kavuşur".

işte Kohlhaas için de bu toplum sözleşmesi bozulmuş­

tur; onu artık topluluğun yasalan korumamaktadır, Kohlhaas kendisini topluluğun dışına atılmış saymaktadır. Bunu Luther ile konuşmasından öğreniyoruz. At tüccan; "Yasanın koruma­

dığı kimseyi ben, devlet topluluğunun dışına atılmış sayarım"

sözleriyle kendini Luther'e karşı savunur. Fakat o, ilk ve do­

ğal haklarım hemen ele almaz; araştırıp soruşturur, vicdanı­

nın tartısında olayları tartar: Tann'dan korktuğu için, en kü­

çük bir haksızlık yapmaktan aşırı ürkerek uşağı Herse'yi ince­

den inceye sorguya çeker; dilekçelerle Dresden hükümetine başvurur; dilekçelerine olumsuz yanıt aldığı zaman Saksonya Elektör Prensi'ne gönderdiği sevgili karısını korkunç bir bi­

çimde yitirince, artık kendisim her bakımdan özgür sayar. An­

cak sürekli haksızlıklara dayanacak gücü kalmadığı zaman, an­

cak o zaman silaha sarılır, bir haydut kesilir. Çünkü o vakit at

(15)

cambazı, bir mahkeme kürsüsü önünde değil, kendi vicdanı­

nın kürsüsü önünde artık yargısını vermiştir, işte şimdi Kohl­

haas, Rousseau'nun Toplum Sözleşmesi'nde belirttiği doğal özgürlüğe kavuşmuştur. Bu duruma düşen, ilk özgürlüğünü ye­

niden kazanan Kohlhaasenbrücklü at tüccarı kendisine veril­

meyen adaleti, kendi eliyle alabilir; bunun için kendinde hak bulmaktadır. Ancak bu anlamda "toplum sözleşmesi bir kez- bozuldu mu, her üye yine ilk haklarını elde eder" düşüncesi bütün öykünün ruhunu oluşturur.

At tüccarı için kendisine haksızlık eden Saksonya Elek- tör Prensi'ne ceza vermek, özgürlük ve yaşama kavuşmaktan daha çok yeğlenmeye değer; bu yüzden de soylu von Stein'm bir sınır kasabasında sunduğu özgürlük fırsatını geri çevirir.

Von Stein bunu nasıl kavrayamazsa, insanm iki cılız yağız at uğruna yaşamını tehlikeye atıp böyle korkunç şeyleri nasıl ya­

pabileceğini de Luther bir türlü anlayamaz.

Kleist, Michael Kohlhaas'm serüvenini barok dönemin bir gerçek yaşam öyküsünden, Peter Haufftiz adında birinin 1731 yılında bir dergide basılmış olan bir öyküsünden öğren­

mişti. Sanıldığına göre, yazann dostu Pfuel, ona Haufftiz'in Hans Kohlhaas adlı gerçek yaşam öyküsünü göstermiş, bu ko­

nudan bir tragedya yaratmasını istemiştir. Kleist'a kaynaklık eden bu öyküde, aslında akıllı uslu bir adam olan Hans Kohl­

haas, soylulannbüyüklenmelerinden dolayı onlardan öç alma­

ya kendinde hak gördüğü için, korkunç suçlar işler ve bu yol­

da ölçüsüz davrandığından ötürü en sonunda yok olup gider.

Bu konu, öyküde, kayıtsız ve tutkusuz, yalnızca ahlak ku­

rallarını öğreten bir biçimde anlatılmış yalın, acıklı bir konuy­

du. Bu konudan iyi bir yapıt çıkacağı Kleist'in aklına yattı; he­

men yazmaya başladı. Kleist, kaynaktaki dağınık olayları bir araya getirmiştir. Yapıtta talihsiz at cambazının gördüğü iş-

(16)

ler, çektiği acılar bir zincirin halkaları gibi birbirine girmiş ola­

rak görülür. Öyküdeki bütün kişilerin (soyluların, yargıçların, memurların, Elektör Prenslerin, hatta Luther'in) özyapılanmn çözümlenmesine Kohlhaas'm talihiyle ilgili oldukları oranda önem verilmiş ya da verilmemiştir. Haufftiz'in öyküsünde bi­

rinci planda gelen bu kişiler, romanda ancak Kolhhaas'la ilgi­

leri oranında ele alınmışlardır.

Kaynakta yalnızca adlarla olaylar vardı; kişiliklere yer ve­

rilmemişti. Falan zamanda falan adama falan kimseler tara­

fından haksızlıklar edildiği ve onun buna karşı nasıl bir tavır takmdığı yazılıydı. Kleist, bu kişilerin her birine kendisine uyan birer kişilik ve bir çevre verdi; böylece insansal bir çev­

re yarattı. Gerçek öykünün yazan, yalnızca olaylan öyküle- mek istiyordu; oysa Kleist, onlann nasıl ve hangi nedenden dolayı olduklanm göstermeye çalıştı.

Kleist, kaynağı düzenleyip kişilikleri belirtince, öyküyü keskinleştirme gereksinimini duydu. O, üzüntüleri, kişilikle­

ri, çevreyi, hatta adı bile keskinleştirdi; Öykücünün herhangi bir Hans'ı yerine yazar -savaşımcı başmeleğe benzeterek- Kohlhaas'a "Michael" adını verdi. Kleist'in Kohlhaas'ı iyi iş­

lerde olduğu gibi kötülerinde de, öyküdeki Kohlhaas'tan çok daha güçlü, öfkeli bir kimse, tepeden tırnağa kadar tam bir in­

sandır. Öykünün Kohlhaas'ı öfkelenen ve öç almak isteyen, böylece yan isteyerek, yarı istemeyerek ama zorunlu kalarak cinayetlere sürüklenen ve haydutbaşı olan, ancak herhangi bir ilkeye bağlı bulunmayan bir adamdı. Kleist'ta ise at tüccan, her şeyden önce keskin bir istem gücüyle hakseverliği en yük­

sek noktaya vardıran bir kahraman (bkz. Herse ile konuşma­

sı), adalet duygusu bağnazlık düzeyine varan bir insandır; ya- zann kaynak olarak aldığı yapıtta soylulann kabalıklan, her türlü hile ve kötü davranışlan hep raslantısal olarak gerçek-

(17)

leşmekteydi; Michael Kohlhaas'ta ise suçsuz at tüccarının çev­

resini hile ve utandırıcı kötülüklerden bir zincir almış, iblis- liklerden örülmüş bir ağ sarmıştır.

Kleist bütün yollara başvurarak bu öykünün gerçek ol­

duğunu anlatmak istiyordu. Bu yolların başında yapıtın adı al­

todaki "Eski bir gerçek öyküden" yazısı gelir. "Adına Kohl­

haas bildirisi denen bildiri"den söz etmesi, "karşılaştırıp bil­

gi verdiğimiz gerçek öykülerin bir noktada birbirinden ayrıl­

dıklarından söz açması ve yapıtın sonunda "ayrıntıları tarih kitaplarında okunabilir" demesi, yazarın bu öyküyü elinden geldiği kadar, gerçekten olmuş gibi göstermek için çaba har­

cadığının birer kanıtıdır. Kleist, bazı noktalarda kaynağın faz­

la açıklama vermediğini, eksik bilgi sahibi olduğunu, ne yap­

mak gerektiğini bilmediğini anlatmak ister gibidir. Fakat öte yandan en gizli şeylerden, örneğin Kohlhaas'm kafasında kur­

duğu planlardan söz etmektedir. O, yapıtında zamanın hava­

sını verir; hele Luther ile konuşma sahnesinde bu konuda çok başarılıdır. Bununla birlikte öteki yapıtlarında olduğu gibi, fazla düşünmeden yazdığı için olacak, Kohlhaas'ta da birçok tarih yanlışına (anachronisme) raslamr: "... geriye kalan kü­

çük serveti kâğıt olarak yanmda olduğu halde."niyeti Ham­

burg'a, oradan gemiye binip doğuya, Doğu Hindistan'a... git­

mekti", "Hamburg Bankası"... Bütün bunlar on altıncı yüzyıl­

da yoktu.

Yazar, çağdaşlarının sağlam kişilikli Johann Friedrich diye adlandırdıkları Saksonya Elektör Prensi'ni nedim ve ne­

dimelerle çevrilmiş göstermektedir; böylece Kleist, Sakson­

ya Elektör Prensi'ne haksızlık etmiş olmaktadır. Fakat yaza­

rın düşüncesine göre, Elektör Prens bunu görünür duruma ge­

tirmektedir; çünkü hükümdarlık görevini iyi kullanamaz, ha­

tır gönül tanır. Tarihi karıştırdığımız zaman, bu olayların olu-

(18)

şu sırasında Saksonya Elektör Prensi'nin yüksek kişilikli Jo- hann Friedrich olduğunu görürüz. Öyleyse Kleist'in Sakson­

ya hükümdarını bu biçimde alçaltmasmdaki neden nedir? Bu­

nu anlamak için yazarın Napoleon hayranlığı üzerine düşün­

düklerine bir göz atalım.

Kleist'in gözünde Napoleon hayranlığı "savaşta beni alt edip çamur ve pislik içine atan; yüzüme ayağını basan adamın ustalığına hayran olmam" kadar alçaklıktır. İşte bu nedenle o, Napoleon ile anlaşma yapan Saksonya hanedanına karşı bü­

yük bir nefret duymakta ve gerçekten olmuş gibi göstermek istediği öyküsünde, Saksonya hükümdarının kişiliğini değiş­

tirerek onu düşkün birisi gibi göstermeye çalışmaktadır. Ber­

lin'de, vicdanlı bir mahkeme önünde Kohlhaas ölüm yargısı giydiği zaman, Kleist şöyle yazar: "Halk, Elektör Prens, Kohl- haas'a sevgi duyduğu ve acıdığı için, bunu hemen kesinlikle uzun ve güçlüklerle dolu bir hapis cezasına dönüştürecek di­

ye umuyordu." Buna karşın ölüm yargısı yerine getirilir. Ya­

zar bu sözlerle hakkı ve adaleti istediği gibi kullanan, kâh ar­

kadaşlarım gözeterek at tüccarının yok olmasma neden olan, kâh kişisel çıkan uğrunda onun kaçmasına yardım etmek is­

teyen Saksonya Elektör Prensi ile her zaman adaletin gerçek temsilcisi olan Brandenburg Elektör Prensi arasmdaki derin aynmı belirtmek istemiştir.

Kohlhaas; Brandenburg mahkemesinde yargılanır. Hak ve adaleti kurtarmak ve düzeni yeniden kurmak için birçok ci­

nayet işleyen bu adam, cinayetlerinin karşılığım camyla öder.

Ölüme giderken at tüccarı hoşnut ve kaygısızdır; çünkü dün­

yada en büyük isteğine kavuşmuş, uğrunda kendini gözden çı­

kardığı hak ve adalet düzeni yeniden kurulmuştur. O artık dünyayla, kendi vicdamyla, yani Tann ile banşmıştır. Böyle­

ce soylunun cezalandınlmasıyla ondan yalnızca hukuksal ola-

(19)

rak özür dilenmiş olmaz, aynı zamanda Luther'in bir papazı elçi gönderip bir zamanlar ondan esirgediği kutsamayı saygı­

lı bir biçimde vermesi ve bu yolla onu bütün dünya günahla­

rından arınmış saymasıyla, yüksek ahlaksal özür de dilenmiş olur. Çünkü Luther, bir rahip, ünlü reformcu olarak değil, ci- simleşmiş vicdan, Tann'nm armağan ettiği akıl, insansal ölçü olarak Kohlhaas'm karşısına çıkar; onun sesi, at tüccarına ge­

ri dönmeyi buyuran Tann'nm sesidir. Fakat o, Luther ile ko­

nuştuğu andan başlayarak inançlı olduğu halde fazla ileri git­

tiği için, geri dönemez. Böylece hak ve adalet duygusu çok güçlü olan bir adam, kendi hakseverlik duygulanmn kurbanı olur, satır altında can verir.

(20)

M I C H A E L K O H L H A A S

23

(21)

On altıncı yüzyılın ortalarında Havel (1) ırmağı kıyı­

larında, zamanının en haksever, aynı zamanda en korkunç adamı, Michael Kohlhaas adında bir at tüccarı yaşıyordu.

Bir köy öğretmeninin oğlu olan bu garip adam, otuz yaşı­

na kadar, yaşamım örnek bir yurttaş olarak geçirmişti. Hâ­

lâ kendi adım taşımakta olan köydeki çiftliğinde, sanatıy­

la geçinerek dingin bir ömür sürüyordu; sevgili karısının doğurduğu çocuklarını da, Tanrı korkusuyla çalışkanlık ve bağlılık aşılayarak yetiştirmişti. Komşuları arasında onun hakseverliğini görmeyen kimse yoktu; kısaca, günün bi­

rinde, erdem yolunda aşın derecede ileri gitmiş olmasay­

dı, dünya onun anısını saygı ile anacaktı. Fakat adalet duy­

gusu onu bir haydut, bir katil yaptı.

Günün birinde, hepsi de iyi beslenmiş parlak tüylü bir tay sürüsüyle yabancı bir yöreye doğru yola çıktı; pazarda elde edeceği kazançla neler yapacağım hesaplıyordu; bir yandan, iyi iş adamlan gibi daha fazla kazanç sağlamak için parasını başka bir işe yatırmayı düşünüyor, bir yandan

(1) Havel, Elbe ırmağının sağdan aldığı kolların en önemlisidir. Al­

manya'nın doğu sınır ülkesi olan Brandenburg Elektör Prensliği'nin (bkz. 7 numaralı dipnot) en başta gelen ırmağıdır, (ç.n.)

25

(22)

da günün zevkini çıkarmayı kuruyordu. Elbe ırmağı kıyı­

sına vardığı zaman, Saksonya toprağında (2) görkemli bir şövalye konağının yanında, şimdiye kadar bu yol üzerin­

de hiç görmediği bir sınır direğiyle karşılaştı. Şiddetli bir yağmur çevreyi kamçılıyordu. Atlannı durdurdu, nöbetçi­

yi çağırdı ve biraz sonra asık bir suratla pencereden bakan nöbetçiye yolu açmasını söyledi. Bir hayli zaman sonra ev­

den çıkan gümrük kolcusuna sordu: "Ne var burada böy­

le?" Öteki: "Ülkenin efendisine ait bir ayrıcalık!" diye ya­

nıtladı ve ekledi: "Soylu Wenzel von Tronka'ya bağışlan­

mış bir ayrıcalık!" Kohlhaas: "Ya! Demek soylu kişinin adı Wenzel?" dedi ve görkemli mazgallanyla bütün çevreye egemen olan saraya baktı. "Buranın yaşlı efendisi öldü mü? Korucu, direği kaldırırken: "İnmeden öldü" dedi.

Kohlhaas "Ya... Yazık!" dedi. "İnsanların birbiriyle alışve­

rişte bulunmasından hoşlanan ve elinden geldiği kadar ti­

carete yardım eden, saygıya değer yaşlı bir efendiydi. Vak­

tiyle şuracıkta, köye giden yolda kısrağımın ayağı kırıldı­

ğı için, bir kaldırım yaptırmıştı. Eee, şimdi borcum ne?"

diye sordu ve gümrük kolcusunun istediği parayı rüzgâr­

da dalgalanan abasının altından güçlükle çıkardı. Öteki:

"Çabuk, çabuk!" diye mırıldanıp havamn kötülüğüne ilen­

diği sırada, Kohlhaas ekledi: "Evet dostum! Bu direk or­

mandaki yerinde kalsaydı, benim için de, sizin için de çok daha iyi olurdu." Parayı verdi; yola koyulmak istiyordu; fa­

kat henüz sınır direğinin yanma gelmemişti ki, arkasında­

ki kuleden yeni bir ses: "Dur orada, hey cambaz!" diye çın- (2) O zamanlar Alman İmparatorluğu birçok prensliğe, bağımsız kent­

lere ayrılmıştı. Bu prensliklerden biri de Saksonya'ydı, (ç.n.)

(23)

ladı ve şato kâhyasının kapıyı açarak kendisine doğru koş­

tuğunu gördü. Kohlhaas "Eh, duralım bakalım, daha neler göreceğiz?" diye düşündü ve atları durdurdu. Şato kâhya­

sı şişman vücuduna bir ceket daha geçirip gelmişti; yağ­

mura karşı yanlamasına durarak pasaport sordu. Kohlha­

as biraz şaşırarak "Pasaport mu?" dedi; yanında herhalde böyle bir şey olmadığmı söyledi; fakat efendinin istediği bu belgenin ne biçim şey olduğu kendisine tanımlanırsa, belki raslantıyla bulabileceğini sözlerine ekledi. Şato kâh­

yası, onu yan gözle süzerek, hükümdarın izin belgesi ol­

madan sınırdan hiçbir cambazm geçemeyeceğini söyledi.

At cambazı, böyle bir kâğıt olmadan şimdiye kadar tam on yedi kez bu sımrdan geçtiğini ve kendi işini ilgilendiren fermanların tümünü bildiğim ileri sürdü; bunun herhalde bir yanlışlık sonucu olacağım söyledi; yolu uzun olduğu için burada gereksiz yere daha fazla alıkonulmamasmı ri­

ca etti. Fakat kâhya onun on sekizinci kez buradan sıvışa- mayacağım, salt bunun için yeni bir buyruk yayımlandığı­

nı, ya burada bedelini ödeyip pasaportu alması ya da gel­

diği yere dönmesi gerektiğini söyledi. Bu yasadışı istek­

lerden cam çok sıkılan cambaz, kısa bir süre düşündükten soma attan indi, onu bir uşağa verdi ve bu sorun üzerine Tronka Prensi ile bizzat görüşeceğini söyledi. Şatoya doğ­

ru yollandı; kâhya, açgözlü vurguncular ve bu gibilerden para sızdırmanın yararlan hakkında homurdana homurda- na onu izliyordu; her ikisi de birbirini süzerek salona gir­

diler. Raslantı olarak, soylu o anda birkaç şen arkadaşıyla içki sofrasında oturuyor, aralannda geçen bir şakanın ne­

den olduğu tükenmez bir kahkaha ortalığı çınlatıyordu.

(24)

Kohlhaas yakınmasını anlatmak için ona yaklaştı. Soylu ne istediğini sordu; yabancı adamı gören şövalyeler seslerini kestiler. Fakat daha atlar hakkındaki yakınmasına henüz başlamıştı ki, bütün kalabalık: "Atlar mı, nerde atlar?" di­

ye bağırdı ve onları görmek için pencereye koştu. Aşağı­

da parlak tüylü at sürüsünü görünce, soylunun önerisi üze­

rine, uçar gibi avluya indiler. Yağmur dinmişti. Şato kâh­

yası, vekilharç ve uşaklar hepsi de hayvanların çevresine toplanmış, seyrediyorlardı. Biri, alnı akıtmalı doruyu övü­

yor, bir diğeri kestane kırını beğeniyor, üçüncüsü kulayı ok­

şuyordu; hepsi de hayvanların geyik gibi olduklarında, ül­

kede bunlardan daha iyi at yetiştirilmediğinde birliktiler.

Kohlhaas güler yüzle atların, üstlerine binecek şövalyeler­

den daha iyi olmadıklarını söylüyor, onları satın almaları için şövalyelere öneride bulunuyordu. Doru aygın pek çe­

kici bulan soylu bedelini sordu; vekilharç da işletmedeki hayvanların yeterli olmadığını düşünerek, bu işte kullanıl­

mak üzere birkaç yağız alınmasını önerdi. Fakat at cam­

bazı f iyatlan bildirince pek pahalı buldular ve soylu, Kohl- haas'a böyle yüksek bir fiyat isterse gidip kral Arthur ve adamlarım (3) bulması gerekeceğini söyledi. Kohlhaas şa­

to kâhyası ile vekilharcın atlara bakarak fısıldaştıklannı gö­

rünce, garip bir önduyuyla atlan onlara satarak kurtulma kararını vermişti. Soyluya; "Efendim, bu yağızlan bundan

(3) Kral Arthur, Keltlerin ve Bretonlann efsaneleştirilmiş bir kralı olup, M.S. 500 yıllarında yaşamış ve Saksonlara karşı savaşmıştır. Arthur'un kral­

lığı şövalyeliğin simgesiydi; buyruğunda on iki kahraman vardı. Ortaçağ Kelt, Fransız ve Alman şairleri, bu şövalyelerin çoğunun adlarını alıp kendi öykü ve yapıtlarına ad olarak koymuşlardır. Iwein, Erec, Tristan, vb. (ç.n.)

(25)

altı ay önce yirmi beş guldene almıştım; verin bana otuz gulden, sizin olsunlar!" dedi. Soylunun yanında duran iki şövalye atların bu değerde olduğunu kabul etti; fakat soy­

lu doruyu alabileceğini; ancak yağızlar için hiç de para ver­

mek niyetinde olmadığını söyledi ve gitmeye davrandı.

Bunun üzerine Kohlhaas gelecek sefer beygirleriyle bura­

dan geçerken belki kendisiyle alışveriş yapabileceğim bil­

dirdi, soyluyla esenleşti ve gitmek için atının gemini ya­

kaladı. Bu sırada şato kâhyası kalabalıktan ayrılıp ona pa­

saportsuz asla yolculuk yapamayacağım söyledi. Kohlha­

as, soyluya dönerek, bütün işini berbat edecek olan bu is­

teğin doğru olup olmadığını sordu. Soylu, giderken, şaş­

kın bir çehreyle şöyle yanıt verdi: "Evet Kohlhaas! Pasa­

port almak zorundasın. Kâhya ile konuş, soma yoluna git!"

Kohlhaas, başka illere at çıkarılması hakkındaki yönetme­

liklere asla karşı koyma düşüncesinde olmadığını söyledi;

Dresden'den geçerken orada dışişleri dairesinden bir pa­

saport alacağına söz verdi ve böyle bir istekten hiç haberi olmadığı için bu seferlik geçip gitmesine izin verilmesini rica etti. Fırtına yine başladığı ve rüzgâr kuru, sıska vücu­

duna işlediği için soylu: "Haydi!" dedi, "bırakın şu miski­

ni gitsin, siz de gelin!" Döndü, şatoya gitmek istiyordu.

Kâhya, soyluya dönerek, hiç olmazsa borcunu kesinlikle- ödemesi için cambazın bir rehin bırakmasını önerdi. Soy­

lu şato kapısının önünde yine durdu. Kohlhaas yağız atla­

rın rehini olarak ne kadar para ya da eşya vermesi gerek­

tiğini sordu. Vekilharç, sözcükleri ağzında geveleyerek, yağız hayvanların bırakılmasını istiyordu: "Kesinlikle en uygun olan biçim budur, diyordu, pasaportu sağlar sağla-

(26)

maz, onları istediği zaman derhal geri alabilir." jBöyle ha­

yasızca bir istekten dolayı çok kızmış olan Kohlhaas, so­

ğuktan uzun gömleğinin eteklerini vücuduna saran soylu­

ya, yağızları satmaya götürdüğünü söyledi; fakat o anda güçlü bir rüzgâr büyük bir yağmur ve dolu kütlesini kapı­

dan içeri püskürttüğünden soylu soruna bir son vermek üzere: "Eğer atları burada bırakmak istemiyorsa, onu, ge­

risin geriye sınırın ötesine defedin!" diye bağırdı ve gitti.

Burada zorbalığa karşı koyamayacağım anlayan at camba­

zı, yapacak başka bir şey kalmayınca, bu isteği kabul et­

meye karar verdi; yağız hayvanların takımlarını çözdü ve onları kâhyanın gösterdiği ahıra götürdü. Hayvanların ya­

nma uşaklarından birini bıraktı, ona para vererek kendi dönüşüne kadar atlara dikkat etmesini öğütledi ve henüz cambazlığın yeni yeni ilgi gördüğü Saksonya'da gerçekten böyle bir kural olup olamayacağını düşüne düşüne, geriye kalan sürüyle Leipzig'e, panayıra doğru yollandı.

O, ülkenin küçük pazarlarına hayvan götürerek tica­

ret yapardı. Bunun için de Dresden'in dış mahallerinden birinde birkaç ahırlı bir ev almıştı. Oraya gelir gelmez he­

men kolluk yönetimine gitti ve içlerinden birkaçını tanıdı­

ğı yazmanlardan, kendisinin de önceden düşündüğü gibi, pasaport konusunun yalmzca bir masal olduğunu öğrendi.

Bu olaya canlan sıkılan yazmanlar, isteği üzerine, kendi­

sine işin haksızlığını gösterir bir belge verdiler. Kohlhaas, sıska soylunun bunu yapmakla ne elde etmek istediğini pek anlayamadığı halde, gülümsedi. Yanında bulundurduğu at sürüsünü birkaç hafta içinde kazançla sattı ve gönlünde dünyanın genel yoksulluğunun kendisine verdiği acıdan

(27)

başka hiçbir acı duygu olmadan Tronkenburg'a döndü.

Elindeki belgeyi şato kâhyasına gösterdi. Kâhya, camba­

zın "artık atlan alabilir miyim?" sorusuna karşı, fazla sö­

ze gerek görmeden, gidip onlan aşağıdan almasını söyle­

di. Fakat Kohlhaas avludan geçerken hoşa gitmeyen bir ola­

yı öğrenmişti: Söylediklerine göre, buraya bıraktığı uşak, uygunsuz davramşlanndan dolayı, birkaç gün sonra dayak yemiş, Tronkenburg'dan kovulmuştu. Bu haberi kendisine veren delikanlıya, uşağın ne yaptığını ve o gittikten sonra atlara kimin baktığını sordu. Delikanlı hiçbir şey bilmedi­

ğim söyledi; yüreği kuşkularla dolup taşan tüccara, hay­

vanların bulunduğu ahm açtı. İyi beslenmiş, parlak tüylü iki yağız atın yerinde bir çift sıska, cılız beygir görünce cambazm şaşkınlığı pek büyük olmuştu: üstüne öteberi aşılabilecek çengel gibi kemikler, hiçbir özen ve tımar gör­

memiş, gelişigüzel düğümlenmiş yele ve saçlar: hayvan­

lar ülkesinde yoksulluğun gerçek bir örneği. Atlann bit­

kinlikten zor kişnediklerini gören Kohlhaas, pek fazla kız­

dı ve hayvanlann başına neler geldiğini sordu. Yanında duran genç, başlanna hiçbir kaza gelmediğini, gereken ye­

mi aldıklanm, fakat yalnızca, hasat zamanı olduğundan öküze gereksinim olduğu için bir parça tarlalarda kullanıl­

dıklarım söyledi. Kohlhaas, bu soysuz ve düzenci zorbalı­

ğa sövdü; fakat bir şey yapamayacağı için öfkesine ege­

men olarak, atlanyla bu haydut yuvasından aynlmaya ha­

zırlanırken, konuşmalan işiterek oraya gelen kâhya, gürül- tününnedenini sordu. Kohlhaas: "Ne mi var?.. Tronka soy- lusuyla yardımcılan, yanlarında bıraktığım atlan tarlada çalıştırmak için kimden izin aldı?.." diye yanıt verdi ve ek-

(28)

ledi: "Bu, insanca bir iş midir?" Bitkin beygirleri bir değ­

nek sürtmesiyle kımıldatmaya çalıştı: Kımıldamadıkları­

nı kâhyaya gösterdi. Şato kâhyası onu bir parça tepeden süzdükten sonra söze başladı: "Şu kaba herife bakın hele!

Hoyrat herif! Tanrıya şükret ki, beygirlerin ölmedi! Uşak kaçtıktan sonra onları kim besleyecekti?" dedi. Atların kendilerine verilen yemi tarlada çalışarak ödemelerinin haksızlık mı olduğunu sordu ve sözlerini, burada böyle gü­

rültü etmemesini, yoksa köpekleri çağırmakla avluda ses­

sizliği sağlayabileceğini söyleyerek bitirdi. At tüccarının yüreği mintanından fırlayacak gibi çarpıyordu. İçinden ge­

len bir duygu onu, hiçbir şeye yaramayan şu koca göbeği gübrenin içine yuvarlayıp, ayağını bakır renkli suratına basmak için zorluyordu. Fakat içindeki, bir altın tartısı ka­

dar duyarlı hakseverlik duygusu hâlâ canlıydı; karşısında­

kinin gerçekten suçlu olup olmadığı yolunda henüz kesin bir yargı vermemişti. Sövgüleri sindirip hayvanlara yanaş­

tı ve durumu sessizce kafasından geçirerek yeleleri dü­

zelttiği sırada, alçak sesle, hangi suçundan ötürü uşağın uzaklaştırıldığını sordu. Kâhya yanıt verdi; "Çünkü hay­

vanların başka bir tavlaya çekilmesi zorunluluğu doğun­

ca, buna razı olmadı ve Tronkenburg'a gelen iki soylunun atlarının, kendi beygirleri yüzünden, geceyi yol üstünde ge­

çirmelerini istedi!" Kohlhaas, şu anda uşağının yanında ol­

ması ve onun söyleyecekleriyle bu koca göbekli kâhyanm- kileri karşılaştırabilmek için hayvanların parasını gözden çıkarmaya çoktan razıydı. Olduğu yerde duruyor, yağızla­

rın perçemlerini okşuyor, bu durum karşısında ne yapmak gerektiğini düşünüyordu ki, sahne birdenbire değişti ve

(29)

tavşan avından dönmekte olan soylu Wenzel von Tronka, bir sürü şövalye, uşak ve köpekle birlikte şatonun avlusu­

na daldı. Ne olduğunu sorunca, kâhya hemen söze başla­

dı ve bir yandan köpekler yabancıya karşı havlar, öte yan­

dan şövalyeler onları susturmaya çalışırken, o da prense, olayı başka kalıba sokarak, yağızların bir parça kullanıl­

ması yüzünden tüccarın nasıl serkeşlikte bulunmak istedi­

ğini anlattı; alaycı kahkahalarla, Kohlhaas'm bu hayvanla­

rı kendisininkiler diye tanımak istemediğim söyledi. Kohl­

haas bağırıyordu: "Bunlar benim atlarım değil, benim adil efendim!. Bunlar otuz altın gulden değerinde olan atlar de­

ğil!. Ben, sağlıklı, iyi beslenmiş atlarımı isterim!" Soylu, yüzü hafif sarararak attan indi ve : "Herif atları geri almak istemiyorsa, burada bırakıversin! Gel Günther!" diye ba­

ğırdı "Hans! Gelin!" Ve eliyle dizgindeki tozu silkerken

"şarap getirin!" diye bir kez daha bağırdı, sonra şövalye­

lerle birlikte kapıdan içeriye girdi. Kohlhaas, atlarım bu du­

rumda Kohlhaasenbrück'teki ahıra götürmektense, hayvan derisi yüzen bir adam çağırıp leşlerini çöplüğe attırmayı yeğleyeceğini söyledi. Beygirleri oldukları yerde bıraka­

rak, doğru atma bindi ve hakkını aramayı bildiğini söyle­

yerek oradan uzaklaştı.

Dresden'e doğru doludizgin giderken, aklına kâhya­

nın uşağıyla ilgili yakınmaları gelince, atım yavaşlattı. Da­

ha bin adım gitmeden atının başını Kohlhaasenbrück'e doğ­

ru çevirdi; çünkü bir kez de uşağın söyleyeceklerini din­

lemenin akıllıca ve hakka uygun bir davranış olacağını dü­

şünmüştü. Çünkü kâhyanın dediği gibi, bu işte gerçekten uşak suçluysa, atlarını yitirmeyi haklı ve doğal bir sonuç

(30)

olarak kabul edecekti. Onu bu düşünceye yönlendiren, uğ­

radığı bütün aşağılamalara karşın, içindeki doğruluk ve kesin adalet duygusuydu. Buna karşılık yine aynı derece­

de yüksek bir duygu, ona sorun göründüğü gibi bir danı­

şıklı dövüş sonucuysa, uğradığı aşağılamadan dolayı özür istemesini ve ilerde yurttaşlarının da bu gibi haksızlıklar­

la karşılaşmamalarını var gücüyle sağlamasım buyuruyor- du. Yollarda ve uğradığı yerde Tronkenburg'dan geçen yol­

culara yapılan haksızlıkları işitiyor, işittikçe de gönlünde­

ki bu duygu kökleşiyordu.

Kohlhaasenbrück'e varınca, sadık karısı Lisbeth'i ku­

caklayıp, dizlerine sarılan çocuklarını öper öpmez, hemen bâşuşağı Herse'yi sordu: "Onun ne olduğunu bilen yok mu?" dedi. Lisbeth: "Evet, sevgili Michael! Zavallı Herse, on beş gün önce, çok kötü dövülmüş olarak döndü. Öyle dövülmüştü ki, rahat soluk alamıyordu... Yatağa yatırdığı­

mızda, sürekli kan tükürüyordu... Sorduğumuz birçok so­

rudan sonra hiçbirimizin anlayamadığı bir öykü anlattı. Sı­

nırdan atlan geçiremediğinizi, onun üzerine senin, Tronken- burg şatosunda kendisini nasıl bıraktığım, en aşağılık dav­

ranışlarla şatodan nasıl kovulduğunu ve hayvanlan birlik­

te getirmeye olanak bulamadığım söyledi." Abasmı çıka- nrken Kohlhaas: "Ya!" dedi; "iyileşti mi bari?" Lisbeth: "Eh şöyle böyle iyileşti; yalnızca hâlâ kan tükürüyor" diye ya­

nıt verdi. "Sen dönünceye kadar hayvanlara bakması için Tronkenburg'a hemen bir uşak göndermek istiyordum; çün­

kü bize karşı hep dürüst ve son derece bağlı olan Herse'nin, bunca kanıtla da doğrulanan sözlerine inandım ve hayvan­

lan başka bir biçimde yitirmiş olduğunu aklımdan bile ge-

(31)

çirmedim. Herse, benden, kimseyi bu haydut yuvasına gön­

dermememi ve birinin canına kıymak istemiyorsam, hay­

vanlardan vazgeçmemi rica etti." Boyun atkısını çıkarırken Kohlhaas sordu: "Hâlâ yatakta mı?" Lisbeth yanıt verdi:

"Kalktı, birkaç günden beri avluda dolaşıyor." Soma ekle­

di: "Özetle, göreceksin ki, bütün bu anlattıklarım doğrudur ve bu olay, son zamanlarda Tronkenburg'da yabancılara karşı işlenen büyük suçlardan yalnızca bir tekidir." Kohl­

haas: "Bunu önce araştırmalıyım; eğer ayaktaysa, onu ba­

na çağır Lisbeth!" diyerek koltuğa oturdu. Onun bu dingin­

liğinden hoşnut olan karısı, gidip uşağı çağırdı.

Lisbeth uşakla odadan içeri girerken Kohlhaas: "Tron­

kenburg'da ne yaptın?. Ben senden hoşnut değilim!" dedi.

Bu sözler üzerine soluk çehresi hafifçe kızaran uşak, bir sü­

re sustu, soma "Haklısınız, efendim!" dedi, "çünkü içinden kurtulduğum haydut yuvasını ateşe verecekken, küçük bir çocuğun ağladığını işitince, Tann'nm izniyle yanımda taşı­

dığım kundağı Elbe sulanna attım ve düşündüm: Tann'nm yıldınmı onu kül etsin, benden bulmasın!" Kohlhaas, dar­

gın bir tavırla: "Ne yaptın da Tronkenburg'dan kovuldun?"

diye sordu. Bunun üzerine Herse: "Çirkin bir hile yüzün­

den, efendim." dedi ve alnındaki terleri silerek "Ne yapa­

lım... başa gelen çekilir... Ben atların tarla işlerinde hırpa­

lanmalarını istemiyordum; henüz genç olduklarını ve daha hiçbir işe koşulmadıklanm söyledim." Kohlhaas, perişan­

lığım gizlemeye çalışırken, hayvanlann geçen yılın ilkya­

zında bir parça koşulmuş olduklannı unutmakla, gerçeği gizlediğini söyledi. "Soma konuk olduğun şatoda" diye sö­

zünü sürdürdü, "ürünü acele içeri çekmek gerekince, atla-

(32)

nn bir iki kez koşulmasına göz yumabilirdin!" Herse: "Bu­

na ben de göz yumdum, efendim"; dedi. "Bana karşı öyle aksi bir surat takındılar ki, yağızların yaşamına mal olacak değil ya, diye düşündüm. Üçüncü gün öğleden önce onla­

rı koştum ve içeriye üç araba ürün attım." Yüreği yerinden fırlayacak gibi çarpan Kohlhaas gözlerini yere indirdi ve ek­

ledi: "Bundan bana hiç söz etmediler, Herse!" Herse bunun böyle olduğuna ant içti: "Öğleden soma yemelerini henüz kesen atlan yeniden koşmak istemedim; hayvanlara beda­

va ot yedirip, yem bedeli olarak bıraktığınız parayı cebe at­

mamı öneren kâhya ve vekilharca da bunu asla yapamaya­

cağımı söyleyip arkamı döndüm: İşte bana bunun için kız­

dılar." Kohlhaas: "Fakat Tronkenburg'dan bu hoşnutsuzluk yüzünden kovulmadın!" dedi. Uşak "Hayır! Hayır! diye ba­

ğırdı, önemsiz bir suç yüzünden! Akşamüstü Tronkenburg'a gelen iki şövalyenin atlan ahıra çekildi, benimkiler ahınn kapısına bağlandı. Şövalyelerin atlannı bizzat yerleştiren kâhyanın elinden bizim yağızlan alıp, nerede kalacaklan- nı sorduğum zaman, tahta parçalan ve hatıllarla, şato du- vanna bitişik olarak yapılmış bir domuz ahınnı gösterdi."

Kohlhaas sözünü keserek: "Ahınn durumu atlar için o ka­

dar kötüydü ki, tavladan çok domuz ahınna benziyordu de­

mek istiyorsun, değil mi?" dedi. Herse: "Hayır; domuz ahı- nydı, efendim; gerçekten, düpedüz bir domuz ahin... Do­

muzlar, içeri dışan girip çıkıyorlardı ve ben orada durama­

dım." diye yamt verdi. Kohlhaas: "Belki bizim yağızlan ko­

yacak başka bir yer yoktu," dedi ve ekledi: "Elbette şöval­

yelerin atlan yeğlenir." Uşak sesini biraz alçaltarak: "Ger­

çekten yer dardı" diye yanıt verdi, o sırada yedi şövalye bu-

(33)

lunuyordu. Siz orada olsaydınız atlan belki bir yere sıkış- tınrdınız. Ben köyde bir ahır kiralamak istedim; kâhya sö­

zümü keserek atlan göz önünde tutmak zorunda olduğunu söyledi ve hiçbir suretle onlan şatodan uzaklaştırmaya kal­

kışmamamı sözlerine ekledi." Kohlhaas "Yaa! dedi; bunu üzerine ne yaptın?" "Vekilharç, konuklar yalnızca bu ge­

ceyi şatoda geçirecekler ve yann sabah gidecekler dediği için, ben de atları domuz ahınna çektim. Fakat ertesi gün şövalyeler gitmedi; üçüncü günün sabahmdaysa, beylerin daha birkaç hafta şatoda kalacakları söylenmeye başladı."

Kohlhaas: "Zamanla, domuz ahin da, sana ilk günkü kadar kötü gelmemiştir herhalde, Herse!" dedi. Öteki yanıt ver­

di: "Gerçekten öyle; ortalığı bir parça süpürdüğüm için epeyce bir şeye benzedi. Domuzlan başka bir yere koyma­

sı için hizmetçi kıza bir groşen verdim. Ertesi gün, yukar- daki tahtalan tan vakti hatıllardan almak ve geceleri yine yerine götürmek suretiyle atlann güzelce ayakta duracak- lan biçimde orayı yoluna koydum. Artık başlarım, kazlar gibi damdan dışanya uzatıp, Kohlhaasenbrück'e ya da da­

ha güzel yerlere doğru bakıyorlardı." Kohlhaas: "Peki, öy­

leyse" diye sordu, Tann aşkına seni ne diye kovdular?"

Uşak yamt verdi: "Efendim, size söylüyorum işte! Benden kurtulmak istiyorlardı; çünkü ben orada oldukça hayvanla- n kullanamayacaklardı. Her yanda, avluda, uşaklar arasın­

da bana surat ediliyordu ve ben bir tokat atıp çenelerini kı­

rayım diye düşünürken, onlar benden baskın çıktılar, beni kapı dışan ettiler." Kohlhaas: "Fakat neden? Herhalde or­

tada bir neden olmalı! "diye bağırdı. Herse yanıt verdi: "El­

bette! Kuşkusuz! Hem de pek haklı bir neden: Domuz ahı-

(34)

nnda geçirdiğim ikinci günün akşamı, pek fazla pislenmiş olan atlan ırmağa kadar götürüp yıkamak istedim. Henüz şatonun kapısmdaydım ki, kâhyanın, vekilharcın köpekler, uşaklar ve değneklerle işçilerin odasından üzerime doğru fırladıklarını ve "Tutun hileciyi! Tutun edepsizi!" diye ba- ğırdıklannı işittim. Sanki kudurmuş gibiydiler. Kapıdaki bekçi yolumu kesmişti; ben ona ve üzerime koşan kudur­

muş kalabalığa: "Ne var?... Ne oluyor?.." diye sorduğum zaman, kâhya, her iki yağızın dizginlerinden yakalayarak:

"Atlarla böyle nereye gidiyorsun?" diye sordu ve beni göğ­

sümden kavradı. Ben nereye gideceğimi söyledim. Kâhya:

"Hele bak hele!.. Demek ki, atlan yıkamaya da görülüyor­

sun! Yıkamak, öyle mi?.. Sanıyor musun ki?.. Seni yezit seni, ben şimdi sana Kohlhaasenbrück yolunda yıkanmayı öğretirim!" diye bağırdı ve ayağımı tutan vekilharçla bir­

likte beni, hızla, atın üstünden öyle bir çekti ki, kendimi boy­

lu boyunca gübre yığınının içinde buldum. "Katil! Alçak herif! Koşum takımlan, örtüler ve bir kat çamaşırım ahır­

da duruyor." diye bağırdım. Vekilharç hayvanlan çekip gö­

türürken, kâhya ve uşaklar, üzerime kırbaç ve sopalarla öy­

le bir çullandılar ki, yarı ölü bir durumda şato kapısının ar­

kasına serildim. "Haydut köpekler! Atlarımı nereye götü­

rüyorsunuz?" diyerek doğranırken, kâhya "Defol şatodan!"

diye bağırdı ve "Haydi Kaiser! Haydi Jâger! Haydi Spitz!"

sesleri çınladı; on ikiden fazla köpek üzerime atıldı. Bunun üzerine, çitten bir sırık mıydı neydi, bilmem, bir şey kopar­

dım ye üç köpeği cansız yere serdim. Fakat etlerim çok kö­

tü parçalandığından boyun eğmek zorunda kalınca, düüt!

diye bir düdük sesi işitildi, köpekler avluya girdiler, kapı-

(35)

nın kanatlan kapandı, sürgüsü sürüldü ve ben baygın bir du­

rumda yolun üstüne yıkıldım." Kohlhaas rengi uçmuş, zo­

raki bir gülümsemeyle: "Sen de herhalde sıvışıp kaçmak is­

temiştin, değil mi Herse?" dedi ve uşak kıpkırmızı kesile­

rek yere bakınca, "haydi saklama!" diye ekledi, kesinlikle domuz ahin hoşuna gitmemiştir; Kohlhaasenbrück'teki ahı­

nn daha iyi olduğu aklına gelmiştir." Herse: Allah Allah!

diye bağırdı, haydi örtüleri, eyer takımını ve bir kat çama- şmmı orada, domuz ahırmda özellikle bırakmış olayım...

Kırmızı ipek boyun atkısına sanp da yemliğin arkasına koy­

duğum üç Reichsguldeni, ne diye cebime atmadan kaça­

yım? Siz böyle söyleyince, şeytan diyor ki, attığın kunda­

ğı git yeniden ateşle!." At tüccan: "Haydi, haydi! Ben böy­

le demek istemedim! Söylediklerinin hepsine harfi harfi­

ne inanıyorum ve hatta, istersen, sözlerinin doğruluğuna ant da içebilirim. Benim hizmetimdeyken başına bunlar geldi­

ği için çok üzgünüm! Haydi Herse git yat! Söyle sana bir şişe şarap versinler, acılanm unut! İnan ki hak yerini bu­

lur!" Bunun üzerine ayağa kalktı, başuşağm domuz ahırın­

da bıraktığı eşyaların bir listesini yaptı, onların değerini sap­

tadı, tedavi giderini sordu ve bir kez daha uşağına elini uza­

tıp, onu uğurladı.

Bunun üzerine kansı Lisbeth'e olayın bütün evreleri­

ni ve içyüzünü anlattı; hakkını aramaya kesin olarak karar vermiş olduğunu ona açtı; karısının da bu konuda bütün kalbiyle düşüncesine katıldığını görünce sevindi. Karısı, belki kendisinden daha az dayanıklı yolculann da bu şato­

dan geçebileceklerini, bu gibi yasadışı davranışların önü­

ne geçmenin Tann'nm da hoşuna gideceğini ve dava aç-

(36)

mak için gereken parayı kendisi vereceğini söylemişti.

Kohlhaas ona: "Benim yürekli kancığım!" dedi. O günle ertesi günü, kansı ve çocuklan arasında neşeyle geçirdi;

işlerini bitirir bitirmez mahkemeye başvurmak üzere, Dres- den'e (4) gitmek üzere yola çıktı.

Orada, eskiden tanıdığı bir hukuk bilgininin yardı­

mıyla, Wenzel von Tronka tarafından kendisine ve uşağı­

na karşı işlenen suçun aynntılı bir anlatımından soma, soy­

lunun yasaya göre cezalandınlması, atlann eski durumla­

rına kavuşturulması ve kendisiyle uşağının zararlanmn ödenmesi isteklerini ileri süren bir dilekçe yazdı. Gerçek­

ten de sorun hukuk bakımından açıktı; atlann yasadışı ola­

rak alıkonulması, her şeyi çok iyi aydınlatıyordu: Atlann yalnızca bir raslantı sonucu olarak hastalandıklan kabul edilse bile, at tüccannm onlan sağ ve esen geriye almak istemesi yine de yerindeydi. Kohlhaas, başkentte dolaşır­

ken davasını canla başla koruyacak birçok dosta rasladı.

Yapmakta olduğu geniş hayvan ticareti ona birçok dost ve alışverişte kullandığı tatlı dil, ülkenin en seçkin adamlan- nm sevgisini kazmdırmıştı. Kendisi de seçkin bir adam olan avukatının yanında birçok kez neşeyle yemek yemiş­

ti. Dava giderleri için ona bir miktar para verdi ve avuka­

tından davanın iyi sonuçlanacağı yolunda güvence almış olarak birkaç hafta sonra kansı Lisbeth'in yanma, Kohlha- asenbrück'e döndü. Fakat aylar geçti; hatta açtığı davamn bir karara bağlanması şöyle dursun, onun gidişi hakkında Saksonya'dan bir haber bile alamadan, neredeyse yıl dola-

(4) Dresden, Saksonya Prensliği'nin başkentiydi, (ç.n.)

(37)

çaktı. Mahkemeye üst üste birkaç dilekçe gönderdikten soma, bu işin neden bu kadar geciktiğini içten bir mektup­

la avukattan sordu ve şikâyetinin, Dresden Mahkemesi üzerinde kullanılan yüksek bir gücün etkisi sonucu olarak geri çevrildiğini öğrendi. At tüccarının bu sonucu doğuran nedeni sormak için can sıkıntısıyla yazdığı mektuba kar­

şılık olarak avukatı, Wenzel von Tronka'nın, biri hüküm­

darın sakisi (5) öteki de vekilharcı (6) olan Hinz ve Kunz von Tronka adlı iki genç soyluyla akraba olduğunu bildir­

di ve ona, mahkemede daha fazla zorlukla karşılaşmadan Tronkenburg'da bulunan atlarını elde etmenin bir yolunu bulmasını öğütledi. Avukat, mektubunda, başkentte bulu­

nan soylunun da atlan geri vermeleri için adamlanna buy­

ruk verdiğini üstü kapalı olarak anlatıyor ve Kohlhaas'tan bununla yetinmezse, bundan böyle bu iş hakkında kendi­

sinin vekaletten bağışlanmasını rica ederek mektubunu bi­

tiriyordu.

Kohlhaas bu sırada Brandenburg'da bulunuyordu.

Tam o günlerde, Kohlhaasenbrück de görev alanı içinde olan vali Heinrich von Geusau, kentin payına düşen çok miktarda bir parayla yoksul hastalar yararına Branden­

burg'da bazı hayır kurumları kurmakla uğraşıyordu. Vali, özellikle o çevredeki bir köy yakınında bulunup, somadan da anlaşıldığı üzere şifa verici olduğuna inanılan bir ma-

(5) Almancası "Mundschenk"tir. Sakinin görevi, prenslerin sofrala­

rında içki dağıtımını yönetmekti; sonradan büyük prensliklerde şakilik özel bir memuriyet olmuştu, (ç.n.)

(6) Prensliklere özgü bir saray unvanı olan Almanca "Kamerer" söz­

cüğünü, para işleriyle ilgili olduğu için Türkçeye "vekilharç" sözcüğüyle çe­

virdik, (ç.n.)

(38)

den suyu kaynağını, yaralıların yararlanması için düzen­

lemekle uğraşıyordu. Sarayda bulunduğu sırada bazı alış­

verişler dolayısıyla Kohlhaas'ı da tanımıştı. Kohlhaas, kü­

çük bir çatıyla örtülü bu şifa kaynağının etkisini Tronken- burg'da geçirdiği o kara günden bu yana soluk aldıkça göğ­

sü sızlayan Herse'nin sağlığı üzerinde denemek üzere bu­

raya gelmişti. Bir raslantı sonucu olarak, Kohlhaas'm Her- se'yi bu kaynaktaki havuza girmesi için getirdiği sırada, va­

li de bu işle ilgili bazı buyruklar vermek üzere havuzun kı­

yısında bulunuyordu. İşte tam bu ara Kohlhaas Dresden'de- ki avukatının yazdığı ve karısının, özel bir adamla gönder­

diği sarsıcı mektubu aldı. Doktorla konuşmakta olan vali, mektubu açıp okuduktan soma Kohlhaas'm gözlerinden bir damla yaş aktığının farkına vardı; ona yaklaşarak dostça ve içten bir edayla üzüntüsünün nedenini sordu. At tücca­

rı soruya hiçbir yanıt vermedi, aldığı mektubu ona uzattı.

Bu mektuptan Tronkenburg'da yapılan iğrenç haksızlığı ve bunun sonucu olarak Herse'nin belki de bütün yaşamı bo­

yunca hasta kalacağım öğrenen bu cömert adam, Kohlha­

as'm omzuna vurarak, cesaretini yitirmemesini ve bu hak­

sızlığın giderilmesi için kendisine yardım edeceğim söy­

ledi. Kohlhaas, aldığı buyruğa başeğerek akşam üzeri va­

linin şatosuna gittiği zaman, vali ona, Brandenburg Elek­

tör Prensi'ne (7) olayı kısaca anlatan bir dilekçe yazıp, Sak- (7)0 çağda Almanya birtakım prensliklere ayrılırdı. Bu prensler için­

den yedisi Almanya Kralını seçme hakkına sahiptiler. İşte bunlara seçici prens anlamına gelen Elektör Prens (Kurfûrst) adı verilirdi. Elektör Prensler, 13.

yüzyılın ortalarına doğru, üçü başpiskopos, yani din prensi, dördü de laik prens olmak üzere yedi kişiydiler. Bunlar Alman Millet Meclisinde öteki prenslere ve bağımsız kentlere karşı bir cephe oluştururlardı, (ç.n.)

(39)

sonya ilinde karşılaştığı acımasız davranıştan dolayı yük­

sek korumasına sığınmasını ve bu dilekçeye avukatının mektubunu da eklemesini söyledi. Elektör Prense sunul­

mak üzere elinde bulunan kâğıtlar arasında, Kohlhaas'm dilekçesini de sunacağına söz verdi. Elektör Prens'in de, bir engel çıkmazsa, savsaklamadan bu işi Saksonya Elek­

tör Prensi'ne aktaracağına inandığım sözlerine ekledi; soy­

luyla akrabalarının bütün marifetlerine karşın, Dresden Mahkemesi huzurunda hak kazanmak için başkaca bir gi­

rişimde bulunmaya gerek olmadığını da söyledi. Kohlha­

as, çok hoşnut olarak, bu yeni iyiliğinden dolayı valiye coşkuyla teşekkür etti; Dresden'de hiçbir girişimde bulun­

madan, olayı hemen Berlin'e aktardığına üzüldüğünü söy­

ledi; mahkeme kaleminde, yakınmasını yordamına göre yazdıktan soma, valiye götürdü. Artık bu işin iyi sonuçla­

nacağından her zamankinden daha fazla emin olarak Kohl- haasenbrück'e döndü. Aradan bir iki hafta geçmemişti ki, valinin bazı işlerini görmek üzere Potsdam'a giden bir yar­

gıç ona, Elektör Prens'in sorunu başbakanı Kont Kallhe- im'a aktardığım, onun da Dresden Sarayı'ndan bu suçun derhal incelenmesini ve suçluların cezalandırılmasını is­

teyeceği yerde, von Tronka'dan sorun hakkında açıklama istemeyi daha doğru bulduğunu haber verdi: Böylece Kohl­

haas, yeniden acıya düştü. Kohlhaas'm evinin önünde ara­

bayı durduran ve ona durumu anlatmak için buyruk aldı­

ğı anlaşılan bu adam, at tüccarının üzüntüyle sorduğu:

"Öyleyse neden bu işlemi yürüttüler." sorusuna, doyurucu bir yanıt veremedi; ancak valinin "sabırlı olsun!" dediği­

ni sözlerine ekledi. Yargıç, davranışıyla, yolculuğunu sür-

(40)

dürmek zorunda olduğunu anlatmak istiyordu. Bu kısa ko­

nuşmanın sonuna doğru adamın ağzından kaçırdığı birkaç sözden Kohlhaas, Kont Kallheim'm von Tronka ailesine kız verdiğini öğrendi. Ne hayvan yetiştirmekten, ne evine bar­

kına bakmaktan, hatta ne de çoluk çocuğu arasında yaşa­

maktan artık hiçbir zevk duymayan Kohlhaas, gelecek il­

gili kötü düşüncelere dalarak bir ay daha bekledi. Bir ay sonra, banyolardan oldukça yarar gören Herse, Branden- burg'dan döndü ve umduğu gibi, valinin bir mektubunu ge­

tirdi; buna bir de resmi yazı ilişikti, vali, bu sorunda hiç­

bir yardımda bulunamadığından dolayı üzgün olduğunu, kendisine başbakanlığın kararını gönderdiğini, Tronken- burg'da bıraktığı atlarını alarak artık sorunu kapatmasının uygun olacağını yazıyordu. Kararda, Dresden'deki mahke­

menin ilamına göre, işe yaramaz kavgacı bir adam oldu­

ğu, atlarını yanında bıraktığı soylunun onları hiçbir suret­

le alıkoymak istemediği, şatoya adam gönderip onları al­

dırması ya da hiç olmazsa, atlann nereye gönderilmesini istediğini soyluya bildirmesi yazılıydı; başbakanlığı bu gi­

bi saçma ve gereksiz müracaatlarla rahatsız etmekten sa­

kınması gerektiği de eklenmişti. Atlarm değerini düşün­

meyen -onların yerinde bir çift köpek bile olsa aynı acıyı duyacak olan- Kohlhaas, bu mektubu alınca öfkeden kö­

pürdü. Ne zaman avluda bir ses işitse, yürek atışlanm hız­

landıran pek zayıf bir umutla, acaba soylunun adanılan aç­

lıktan sıskalaşmış atları, belki de aynı zamanda bir öden- ce vermek üzere, getiriyorlar mı diye büyük kapıya bakı­

yordu: Ancak böyle bir durum karşısında, çevresinin iyi etkileri altında yetişen temiz ruhunun eğilimlerine uyarak,

(41)

hiçbir şey yapmamaya karar vermişti. Fakat az sonra, ora­

dan geçen bir tanıdıktan, Tronkenburg'daki atlarının hâlâ soylunun öteki beygirleriyle birlikte tarlada çalıştırıldığı­

nı öğrendi. Dünyanın böyle korkunç bir karışıklık içinde yüzmesinden duyduğu acının yanı başında, artık kendi içi­

nin erince kavuştuğunu görmekten doğan bir sevinç du­

yumsamaya başlamıştı. Arazisinin çevresindeki toprakla­

rı da satın alarak mülkünü büyütmeyi çoktan beri tasarla­

yan komşularından bir memuru evine çağırdı. Görüşmeye başlar başlamaz, Brandenburg ve Saksonya'daki mülkleri için, ev olsun, arazi olsun, sağlam ya da yıkık durumda bu­

lunsun, toptan, ne kadar para verebileceğini sordu. Bu söz­

leri işitince kansı Lisbeth'in rengi uçtu; döndü, arkasında yerde oynayan en küçük çocuğunu kucağına aldı: boyun atkısıyla oynayan oğlunun kırmızı yanaklarının yanından, içinde ölüm acısı okunan bakışlarla kocasına ve elinde tut­

tuğu kâğıda baktı. Memur Kohlhaas'ı şaşkınlıkla süzerek ne gibi bir nedenin onu bu garip düşünceye yönelttiğini sor­

du. Bunun üzerine, Kohlhaas zoraki bir neşeyle Havel ır­

mağı kıyısındaki küçük çiftliğini satmak düşüncesinin pek yeni bir şey olmadığını, bu konuda kendisiyle birçok kez pazarlık yaptıklarını, Dresden'in dış mahallesindeki evinin- se bununla kıyas kabul etmeyecek derecede önemsiz bir mülk olduğunu; sözün kısası, isteğini yerine getirmek ve bu iki mülkü satm almak isterse sözleşmeyi yapmak için hazır olduğunu söyledi. Neşeli görünmeye çalışarak, "dün­

ya Kohlhaasenbrück'ten ibaret değil ya!" dedi ve ekledi:

"Öyle amaçlar vardır ki, onlann yanmda, yalnızca evinin namuslu babası olmanın hiçbir değeri yoktur: kısaca, ne-

(42)

den itiraf etmeyeyim, ruhum, sonuçlarım belki de pek ya­

kında işiteceğiniz büyük amaçlar peşinde..." Bu sözlerle rahatlayan memur, çocuğunu durmadan öpmekte olan ka­

dına, şaka olarak, kocasının herhalde paranın derhal öden­

mesini istemeyeceğini söyledi. Dizleri arasında duran bas­

tonuyla şapkasmı masanın üstüne koydu ve at tüccarının elinde tuttuğu kâğıdı, okumak için aldı. Kohlhaas yakla­

şarak, bunun, kendisi tarafından hazırlanmış ve dört hafta vazgeçme süreli bir satış sözleşmesi taslağı olduğunu an­

lattı. Sözleşmede imzalarla kararlaştırılacak fiyattan baş­

ka hiçbir şey eksik değildi. Gerek fiyat, gerekse dört haf­

ta içinde satıştan vazgeçerse memura vereceği ödence ko­

nusunda kendisiyle kolayca anlaşacağına, fazla para iste­

meyeceği gibi başka güçlükler de çıkarmayacağına güven­

ce verdi. Kadıncağız odanın içinde bir aşağı bir yukarı do­

laşıyor, göğsü öyle hızla çarpıyordu ki oğlunun çektiği at­

kı az kalsın omuzlarmdan düşecekti. Memur Dresden'de- ki emlakınm değerine karar veremeyeceğini söyleyince, Kohlhaas, onları satm aldığı sırada yazılmış olan mektup­

ları gösterdi ve yüz gulden istedi, oysa mektuplardan, bun­

ların kendisine hemen hemen yüz elli gulden'e mal oldu­

ğu anlaşılıyordu. Sözleşmeyi yemden okuyan memur, bun­

da hiç aklından geçirmediği halde, isterse kendisinin de bu alışverişten vazgeçebileceğinin belirtilmiş olduğunu gö­

rünce, yan karar vermiş bir tavırla ahırdaki damızlık atla­

rın kendi işine yaramayacağını söyledi. Bunun üzerine Kohlhaas, atlan zaten vermek niyetinde olmadığını, pusat odasındaki birkaç silahı da alacağını söyledi. Memur hâ­

lâ duraksamalıydı; sonunda birkaç gün önce bir gezinti sı-

Referanslar

Benzer Belgeler

} Eğer tamsayılı değişken sayısı birkaç yüzden fazla ise ve problemin özel bir yapısı yok ise TP’nin hesaplama maliyeti çok yüksek olacaktır. } Önerilecek TP’nin

Hava soğuk- tu sıcaktı demeden dalış yapan bu takımın başkanı olmaktan gurur duyduğu- nu ifade eden Kocadon, Bodrum Belediyesi olarak sadece Bodrum koylarının

Haziran'da iş cinayetlerinde hayatını kaybeden 104 işçi mücadelemizde yaşayacak" diyen İstanbul İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi, alanlarda parklarda olmaya

Genelleme yapacak olursak elbette kadın izleyicinin ya da erkek izleyicinin en çok izlediği tür hangisidir, tartışalım.... Aksiyon kadınlarıyla ilgili bir makale

[r]

Aslında Ayhan’ın şiirleri dışında düşünülemeye- cek olan bu yazılar, -bir şairin olduğu kadar- çok okuyan, çok izleyen ve çok düşünen duyarlı bir kültür

Her blok için ayrı Kaskad Sistemi kurulacaktır. • Sıcak su her daireye bağımsız gazlı şofben

Dünyada odun ve odun türevli orman ürünlerinin endüstriyel kullanım alanlarına ilişkin belli başlı sektörler arasında enerji amaçlı kullanımın yanı sıra,