• Sonuç bulunamadı

SİBEL. Hekimoğlu İsmail

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "SİBEL. Hekimoğlu İsmail"

Copied!
20
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)
(2)

SİBEL

Hekimoğlu İsmail

(3)

Sibel

“Hastayım” dedi. Bir gül gibi solmuştu. Pencereden dışarıya uzun uzun baktı. “Benim dünyam başkadır” diye söylendi. Dönüp, şezlonga uzandı. Fakülteden bugüne kadarki hayatı film şeridi gibi gözünün önünden geçti. “Her şeyim var, niçin mutsuzum?” Eddy Fisher: “Kendini sağlam zannedenin tedavisi mümkün değildir.”

diyor. “Ben hastayım!” Kalktı masayı yumrukladı “Yalnızlık beni çıldırtıyor, içkiyle arkadaşlığım yeter! Başım dönüyor, gözlerim kararıyor, midem bulanıyor, ben hastayım!”

Etrafına bakındı, bir resme gözü takıldı:

“Kocaman diplomanın, yüksek makamın, büyük servetin ve konforlu hayatın sonu böyle mi olmalıydı?” diye yakındı.

İpek mendiliyle gözlerini sildi, telefon defterini karıştırdı:

– Alo!

– ...

– Doktor Bey’le konuşacaktım...

– ...

– Ben hastayım, lütfen soru sormayın. Hemen kliniğe geliyorum, kapınızda çok bekleyecek miyim?

– ...

– Geliyorum...

(4)

Birdenbire kendisine bir canlılık geldi, kalktı, gardırobu açtı, elbisesini değiştirdi, aynanın karşısına geçti, saçlarını düzeltti, on dakika evvelki bitkin hali yoktu. Aynadaki görüntüsüne parmağını uzatarak: “Seni domuz, seni! Seni meşgul edecek bir iş, bir eş veya dost lazım, değil mi?” Boynunu büktü, sitemkar bir eda ile: “Onların da kahrı çekilmez ki...”

Döndü; şişelerin, kadehlerin, çiçeklerin, bibloların bulunduğu barın önüne dikildi, biraz da yüksek sesle elini kolunu sallayarak

“Kendi hayatımı yaşıyorum, hiç kimse benim hayatıma giremez, hiç kimsenin hayatını beğenmiyorum, beğenmediğim şeyleri pay- laşamam!”

Etrafına baktı, boş masalar, boş koltuklar… Onlardan birine yığıldı, inlercesine: “Benim hayatım, beni yuttu...”

Koluna dayanıp, pencereye bakınca doktoru hatırladı, kalktı, şemsiyesini alıp, kendini dışarı attı. Kapı büyük bir ses çıkararak kapandı, arabasına bindi, aynı sertlikle onun da kapısını çekti.

Akşamın karanlığı çökerken bazı pencereler ışıl ışıldı. “Her evde hayat başka, benim evimde...” Istırap yüreğini burktu, devam ede- medi, dişlerini sıktı, dudağını ısırdı, gaza bastı. Bir an evvel doktora ulaşmak istiyordu, sanki o, bir kurtarıcıydı. Kim, kimi kurtaracaktı?

“Of cevapsız sorular, beynimi kemiriyor...” sinekleri kovarcasına elini salladı.

Kliniğe girince, oradakilere düşmanca baktı “Bekleyecek miyim?”

sorusu beyninde dolaştı, sekretere yaklaştı: “Ben hasta, telefon et- miştim...” Kızcağız hemen fırladı:

– Rica ederim buyurun, doktor sizi bekliyor.

Onu boş bir odaya aldılar, “Ne oluyor?” demeden doktor da içeri damladı. On dakika sonra dışarı çıkan Sibel:

– Şimdi ben doktoru bekleyeceğim...

Şaşkın bakışlar ona çevrildi, biri:

(5)

– Siz, hasta değil misiniz?

– Yoo, değilim...

Gülüşmelerle beraber, bazılarının yüz hattında acıma ifadeleri belirdi. O da doktorun kütüphanesinden bir kitap çekti, sigarasını yaktı, ayak ayak üstüne atarak koltuğa iyice gömüldü, sayfaları çeviriyor, dikkatle bakıyor ve okuyordu.

Biri yanındakini dürttü:

– Bak gavurca okuyor...

Öbürü işaret etti:

– Karışma...

Bir ara başını kitaptan kaldıran Sibel, sekretere sordu:

– Bunların hepsi hasta mı?

– Hayır, hastalarımızdan biri içeride, biri burada, diğerleri on- ların yakınları...

Genç bir hanım bazen ağlıyor, bazen çırpınıyor, anlaşılmaz sözler söylüyordu.

– Nesi var bu körpenin?

– Babası ölünce bu hale düştü...

“Ölüm” kelimesini duyunca, kitabı hızlı hızlı karıştırmaya baş- ladı... “Doğumla ölüm arasında ne fark var? Acaba Goethe bunun için ne söyledi?” Böylece kendi iç dünyasına kaydı. Birdenbire ismini duydu ve irkildi:

– Sibel Hanım, gidebiliriz...

Doktoru karşısında görünce “Afedersiniz” derken, kitabı yerine yerleştirdi, beraberce klinikten çıktılar. Doktor tebessüm ederek:

– Bu akşam misafirimsiniz, lütfen arabamı takip ediniz...

Yollar, arabalar, ışıklar… Nihayet doktorun evine geldiler.

Doktor zile bastı, kapıyı açan hanımını tanıttı:

(6)

– Kahrımı çeken eşim Gülten...

Sibel’i tanıttı:

– Telefonda anlatmıştım, saygıdeğer misafirimiz...

– Sibel Hanım’la çok iyi arkadaş olacağız, buyurun.

Sibel yine daldı: “Bacon, her insan kendi hayatını yaşayınca, insan- lar kadar çeşitli hayat anlayışı ortaya çıkar, bunlar da sadece kanun ve töre karşısında bütünleşir, sair zamanlar parçalanmış aynadaki görün- tülere benzerler...” cümlesinin Fransızcasını hatırlamaya çalışırken, bir âmâ gibi, kapılardan birine abandı. Gülten, hemen misafirinin kolunu tuttu: “Böyle buyurun Efendim...” Çocukları göstererek:

– Babalarını bekleyince çok acıkıyorlar, bu sebeple...

Sibel masaya baktı, tebessümle:

– Yemek mi yiyeceğiz?

– Sizinle olunca daha zevkli...

– Bacon haklı imiş...

– Afedersiniz anlamadım?

Gözlerini yumup, başını salladı, sayıklarcasına mırıldandı: “Be- nim Avrupalı dostlarım, boş ver!”

Gülten:

– Haydi Doktorcuğum, misafiri bekletmeyelim...

– Sibel Hanım’dan başla, ben de tabağımı uzatıyorum...

O her şeye dikkatli dikkatli bakarken dört çocuğun birbiriyle fiskos etmelerini, dürtüşmelerini, gülmelerini takip ediyordu.

– İçki?

– Ah, afedersiniz ayran, meyve suyu ne buyurursunuz?

Doktor:

– Ah hanımcığım hepsini getir, amma evvela servis yapalım, karnım zil çalıyor...

(7)

Çocuklardan biri:

– Benimki çan!..

Sibel yine dalgın:

“İnsanlar sayısınca yaşam, hepsi birbirine zıt, hepsi insanca...”

– Buyurun Sibel Hanım...

– Yiyeceğim. Tahmin ederim bu sofrada en iyi içki su...

(8)

Tedavi

Çay içmek için salona geçtiler.

Sibel koltuğa yığıldı, etrafa bir göz attı:

– Şimdi siz, benim doktorumsunuz, hastanızı dinleyeceksiniz değil mi?

– Sadece doktorunuz değil komşuyuz, arkadaşız, uzaktan akra- balığımız da var.

Sibel elini yandaki duvara dayadı, dalgın dalgın:

– Ya öyle mi, anlatayım: Bir fırtına, bir kasırga çıkıyor, dostlarımı benden, beni de dostlarımdan ayırıyor, o anda tek dostum kalıyor:

YALNIZLIK!

“Yalnızlık” deyince sanki kan beynine hücum etti, ellerini yum- ruk yapıp, koltuğa indirdi, yüksek sesle, hece hece ayı kelimeyi tekrarladı: “Yal-nız-lık!”

Doktor not alıyordu, çocuklar diğer odadaydı.

– Ben hastayım!..

– Dinliyorum...

– Evet, beni dinleyeceğini söylemiştin, hikâye uzun olduğundan klinikte kısa kestim, burada devam...

Bunu söylerken sarhoş gibi bir eda takındı:

– Anlatacağım, sana her şeyimi anlatacağım; bir iki yudum votka olsa...

– Çay içeceğiz...

(9)

– Anlıyorum, bir başka dünyadayım... Şimdi söyler misin Doktor Bey, hayat hikâyem size tıbben lazım mı?

– Psikiyatride öyle...

– Âlâ, sağlam dur başlıyorum: Bizimkiler Çankırı’nın köyün- dendir. Babam demiş ki, “Ula garı, aburda ırgatız, Ankara’ya gidek işçi olak.” 1940’ta Mamak’a gelmişler. Babamı belinde tabanca, koynunda bıçak, cebinde tornavida taşıyan biri olarak hatırlarım.

Ağzı her gün içki kokardı, yıkıldığını hiç görmedim. Nasıl olmuşsa oranın reisi kesilmiş, devletin arazisini garibanlara satar, onlardan topladığı parayı jandarmaya, belediyeye, imara, maliyeye, kısacası gözü bakan herkese dağıtırdı. Şimdi düşünüyorum da tahsilsiz bir insan, bu kadar işi nasıl başardı?

– Çay alır mısınız?

– Ah Gültenciğim ne bu zahmet...

– Rica ederim.

Gülten’in yüzüne manalı manalı baktı, tebessümle beraber bir göz attı:

– Bu akşam şerbetlerimden mahrumum, belki üç bardak içebi- lirim...

– Termosla getireceğim...

– Hay sağ olasın... Sıkılmazsan hikâyemi dinleyebilirsin.

Doktor:

– Yarın akşam sizdeyiz, Gülten de bizimle beraber olacak...

Sibel ayağa kalktı, kollarını açtı:

– Acaba karanlık geceme güneş mi doğacak? Güzel bir şafağın ışıkları mı bu? Ümitlerimin döküldüğü yerde güller mi açacak?

Yoksa?..

“Yoksa” deyince ürperdi, sarardı, olanca gücüyle haykırdı:

(10)

– Yoksa bu da kuyruklu yıldız mı?

Koltuğuna ilişti, ellerini yüzüne kapayıp, hıçkırdı.

Doktor:

– Çayınızı soğutmayın...

Öyle bir yudum aldı ki, bardağın üçte biri boşaldı:

– Ah bu camlar! Bu bardakları, bu kadehleri kıtır kıtır yemek istiyorum...

Etrafına bakındı, gözyaşlarını silerken:

– Özür dilerim sizleri üzdüm...

– Babanızdan söz ediyordunuz?

– Memurlardan biri adımı koymuş: Sibel. Cumhuriyet nesline örnek kız olacakmışım, bunun için Fransız Koleji’nde okudum, Siyasal Bilgiler bölümünü bitirdim.

Çantasını açtı, bir sigara çıkardı:

– Yakabilir miyim?

Gülten hemen çakmağı çaktı.

– Çakmak taşıdığınıza göre siz de...

– Teşekkür ederiz, içmiyoruz...

– İçki yok, sigara yok, doktorların evi böyle mi? Amma benim beyim de tabipti... Sigaraya izin verdiniz, bu izinler yarınlara da uzanır mı?

Tebessümlerle çaylar yudumlandı.

– Babamı anlatıyordum, değil mi? Bir gün garibanın biri arsa satmaya kalkıştı, ona tatlı dille nasihat ettiler, adam üsteledikçe üsteledi. Yumruklar sıkılınca, babam tabancayı çekti, delikanlıyı ayağından vurdu, korkunç bir sahne!.. Fakat babam çok rahat, ya- nındakine döndü: Hasan, bu saygısızı Doktor Tahsin’e götür, tedavi etsin, tabancayı da birine uzattı: “Al karakola git, alacak yüzünden

(11)

vurdum, de, biz de şahidiz, oradayız, korkma.” Gecekondularda hayat bambaşka, kolejde daha başka... Biri karanlıksa öbürü ışık, biri bataklıksa öbürü park.

Evindeymiş gibi kalktı, müzik setinde bir düğmeye bastı, salonu enstrüman sesleri doldurdu ve içli bir ses besteyi okumaya başladı:

Zulmetle ayrılık bestesi yapan Beni düşünceye salan geceler Ruhumda titreyen son nuru kopan Neşeyi, ümidi çalan geceler.

Yeter yeter artık çektiğim çile Nedamet hissiniz gelmez mi dile Ufukta beliren ilk ışık ile

Ağarmış saçını yolan geceler.

Sibel gözlerini tavana dikti, ellerini ovaladı, dudağını ısırdı, belli ki duygulanmıştı, nihayet kendini tutamadı, olanca gücüyle ve tiz sesle: “Geceler, geceler, ah geceler” diye soliste eşlik etti.

Şarkı bitince taksim başladı, Sibel ayağa kalktı:

– Müzik kadehin aşıkıdır, bu keman daha fazla inlemesin, size en çok sevdiğim içkiyi ikram edeceğim...

İki elini havaya kaldırdı: “Viski!” diye haykırdı.

Doktor eliyle işaret etti:

– Lütfen oturun efendim, sizin hizmetinizi biz yapacağız; ne isterseniz hay hay, bir de Gülten Hanım’a soralım, ikramı ne olacak?

Gülten mutfağa giderken, Sibel yerine oturdu, gözlerini yarı yarıya kapattı, başını sallayarak:

– Sizin ikramınızla bu müzik beraber gitmez, doktorcuğum fişi çekiniz, o setin canı çıksın, derin bir sessizlik çöksün! Sessizlik...

(12)

Pencereden gökyüzüne bakarak:

“Ben, artık bir başka geminin dümen suyundayım, ey göklerden bana göz kırpan yıldızlar bir müjde istiyorum...”

Gülten tepsiyle içeri girdi, tabak tabak pastalar ve vişne suyu...

Sibel bunlara şaşkın şaşkın bakarken diğerleri gülmemek için dudaklarını ısırıyordu. Bakışları duvardaki bir tabloya saplandı:

– Derdimi Lamennais’le paylaşmalıyım:

“Bir sonbahar akşamı, batıdan esen meltem, uyuyan denizin yüzü- ne üfürürken; ufuktaki güneş, gümüşten bir tül gibi suya uzanmıştı.

Bulutlar çiçek çiçekken, yaprakların üzerine karanlık çöküyordu. Ko- caman kanatlarıyla ufacık dalgalara dokunan martılar, kumsalda öten kırlangıçlar ve dudaklarını taşlardan esirgeyen deniz... Taa tepede bir hapishane vardı, oradaki bir mahkum, gölgesine veda ediyordu.”

Şuruptan bir yudum aldı, mırıldandı:

“Onun tek dostu gölgesiydi, o da veda etti. Her akşam güneşle beraber çok şey kaybolur.”

Başını kaldırıp, doktora baktı:

– Garip şeyler mi söyledim, çok mu daldım? Ben neler dedim?

Gözlerini kapattı, duygulandı.

Doktor:

– Yooo, edebi zevkinize hayran olmamak elde değil...

– Teşekkür ederim, öyle iltifatlar vardır ki, en güzel hatıralar gibi saklanır...

– Babanızla olan hatıraları dinleyeceğiz...

Hiç de normal olmayan bir kahkaha patlattı; “Anlatayım: Günler, haftalar birbirini kovalardı, istemeyerek de olsa tatilde eve geldiğimde babam bana öğüt verir: “Tatlı kızım, seni elimizden uçurduk, gavur olmayasın ha... Biz Allah’a, peygambere inanırız, elhamdülillah

(13)

Müslümanız” der, bana dinini anlatırdı. Ben de: “Leibniz metafi- zikten söz eder, teolojiden yanadır, Monad’a inanır, siz spiritüalist filozofların çizgisindesiniz” deyince, babamın gözleri yuvasından fırlayacakmış gibi açılır, bağırırdı: “Ula garı koş be koş, bu gızın ne diyor, tercüme et, tercüme et...” Annem yetişir: “Efendi onlar zamane çocuğu, onunla uğraşma, kahve yapayım keyfine bak.” diye teselli ederdi.

Babamla ben birbirine zıt iki canlıydık.

Bir başka gün; dini inançların ortaçağa ait olduğunu söyledi- ğimde tabancayı masanın üzerine koydu: “Beni evlat katili etme gız!” diye bağırınca, anam koşup geldi: “Kızım bu deli ile uğraşma”

diyerek kolumdan çekip götürdü. Babam deli kelimesine bayılırdı, kızgın zamanında bile bunu duyunca kahkaha atardı. Ben hemen anamın elinden kurtulur, döner babamın boynuna sarılırdım, yü- zünü öperdim “Sevgili babacığım.” Derdim. Kadehini doldurmaya kalkınca kolumu tutar, izin vermezdi, tabancayı çekmeceye atar, mendilini gözlerine basardı:

“Öyle çektim ki cefa Dilde sefa niyetiyle Zehire bade dedim Derde deva niyetiyle...”

Sarhoş ağzıyla bu ve buna benzer şarkılar söylerdi, sesi de hırıl- tılıydı...

Birdenbire kendine geldi ve sordu:

– Ben de öyle miyim?

– Rica ederim, sizi zevkle dinliyoruz, pastadan almazsanız biz de başlamayacağız...

– Ooo, bu akşam ben bir başka dünyanın insanıydım değil mi?

Pasta yeyip, şerbet içeceğim...

(14)

Manalı manalı gülerek:

– İyi ki süt vermediniz...

– Maziyi hatırlayınca üzülüyor musunuz?

– Üzülmek ne demek doktorcuğum kahroluyorum! Kolej hayatım gitti, arkadaşlarım gitti; fakültede ne hoş günler geçirirdik... Pek çok fırsatı kaçırdım... Babamı hatırlamak da beni üzüyor; o kocaman adam, memurların yanında kedi, garibanlara gelince aslandı. Hele kafası kızınca bıçağı çekip: “Ula garı, seni kıtır kıtır keserim” demesini, anneme böyle davranmasını, hiç affedemiyorum. Cuma namazından çıkıp, içkili lokantaya giden babamın hiçbir öğüdüne kulak asmıyor- dum. “Gız senin öğretmenin papazmış, sen de gavur olma ha!” diye parmağını gözüme sokardı. Ben kolejdeki öğretmenlerimi beğenirdim, babamın “rahip, rahibe” dediği öğretmenlerim içmez, bana İslâmiyet’i öğretmeye çalışan babam içerdi.

Gözlerini tavana dikti, çok hafif bir sesle: “Ben neden içiyorum?”

Beni akşamın sekizinden gecenin birine kadarki zaman bitirdi. Bu beş saat, sanki beş ejderha oldu, beni boğdu.

Yumruklarını göğsüne vurdu, ellerini havaya kaldırdı, haykırdı:

– Yalnızlık!

Başını öne eğdi, bir bohça gibi kapandı ve inledi: “Yalnızlık, yalnızlık...”

Bir kâbus gibi çöken derin sessizliği Gülten bozdu:

– Neskafe ister misiniz?

Sibel başını kaldırdı: “Ben, ne haldeyim, bunlar ne diyor?” kabi- linden şaşkın şaşkın etrafına bakındı, yutkundu ve kendini toplayıp:

– Ha evet, evde yalnızlık, dışarıda güven vermeyen insanlar, beni kadehlerle, şişelerle kardeş etti, içip sızmak, taa ertesi gün mesai saatine kadar...

Yutkundu:

– Artık gitmeliyim.

(15)

Hep beraber kalktılar, iki arabayla yola çıktılar. Sibel önde, dok- torun arabası arkada, ışıkları geçtiler, virajları döndüler, eve vardılar.

Sibel kapıyı açtı:

– Eh, şimdi de ev sahibi benim, buyurun...

İçeri girdiler, doktorun oturuşu eğretiydi:

– Sibel Hanım vakit epeyce ilerledi, şimdi ilacınızı vereceğim, on veya on beş dakika sonra rahat bir uykuya dalacaksınız sabah yedide Gülten Hanım, sizi telefonla uyandıracak. Yarın, sizin için çok neşeli, güzel bir gün olacak...

– Desene, doktor-hasta münasebeti şimdi başladı, fakaaat...

– Buyurun, küçük bir hap, su ile yutunuz, bundan sonra herhangi bir şey yemek veya içmek yok...

– Şimdi Descartes (Dekart) cevap vermeli, ben mi aklımı idare edeceğim, aklım mı beni idare edecek?

Doktor kendi işiyle meşgul:

– Güzel, ilacınızı aldınız, beş dakika daha oturalım...

– Yarın akşam ne olacak?

– Annemle beraber geleceğiz.

– Siz gelince yalnızlığın çıkıp gideceğine inanıyorum. Evimde ses olmalı, hiç değilse ayak sesi, tabak sesi... Ve en önemlisi de insan sesi... Fakat bana güven veren ses!..

– Uyku hali var mı?

– Ağırlaşıyorum...

– Biz gideceğiz, lütfen bir şey yeyip içmeden hemen yatağınıza gidin...

– Yine elemimle, kederimle, acılarımla baş başa kalacağım, gö- rüyorsunuz ne kadar dostum var.

– İyi geceler...

– Bekleyeceğim...

(16)

Bir şüphe

Doktorun yorgunluğu her halinden belliydi. Bir eliyle direksi- yonu sallarken, gözü yollardaydı. Gülten:

– Sevgilim ne yapmak istiyorsun?

– Bu hanım ya kızıyla ya da oğluyla beraber oturmalı... Kızından ümitli değilim amma, oğluna laf anlatabilirim. Oğlu Ankara’ya gele- bilir yahut Sibel İstanbul’a gider. Giderse, soğuk demirle sıcak demir yan yana gelir, biri soğukluğundan, diğeri sıcaklığından kaybeder.

– Yarın akşam?

– Annemle gideceğiz, anlaşabilirsek birkaç gün kalacak, zaman kazanacağız, tedavi kolaylaşacak.

– İlaçla olmaz mı?

– Yalnız kalana ilaç arkadaş değil, o sadece uyutur, sakinleştirir.

Hem ilaç hem de yalnızlık devam ederse sonu kötü olur. Yeşil ve kırmızı reçetelerden en kısa zamanda hastayı kurtarmak gerek. Bu akşam onu ziyaret etmemiz bir kutu ilaç yerine geçti...

– Daha evvel de tedavi olduğu doktorla evlenmiş, sen de garip bir tedavi uyguladın?

Doktor güldü, neşelendi:

– Anlıyorum, kıskandığın için şimdi sevgilim dedin. Demek daha çok Sibel’ler lazım ki senin muhabbetin artsın...

Gülten sitemli sitemli:

– Hayatından memnun değil misin?

(17)

– Sana minnettarım, işimle ailemi karıştırdığım için özür dilerim, tek başıma da o eve gidemezdim...

– Nasıl istersen, sana yardımcı olurum, yeter ki ekmeği çamura düşürmeden yiyelim...

– Sen sevgili kelimesini de aşan eşimsin, bugüne kadarki halini devam ettir.

Gülten mendilinin ucunu, göz pınarlarında biriken damlalara götürdü:

– Sana minnettarım...

Başını sağa çevirdi:

– Televizyon ve gazete haberleri beni korkutuyor, her geçen gün insanlara olan itimadım azalıyor... Bazen “acaba” kelimesi beynimde dolaşıyor, korku filmleri gibi...

Gülten sustu, cevap bekledi. Doktor başını salladı:

– Bir defa inanarak, isteyerek çok şükür desek hemen rahatlarız.

– Çok şükür...

– Gecede sabahı, kışta baharı, dertliyken şifayı düşünmeli... Kaldı ki, bizim gibi çocuklarımız da sağlıklı, mali durumumuz iyi, bin- lerce şükür...

Gülten pişmanlık ifade eden bir ses tonuyla:

– Bazen işte...

– Okuldayken icatlar ve keşifler hakkında çok şey okudum. Bu mesleğe girince dert icat eden insanlarla karşılaştım, dert icat eden...

Gülten, kocasının yüzüne baktı:

– Sizi üzdüm mü?

– Hayır, sohbet ediyoruz, zaten eve de geldik, şahane bir uyku ve güzel rüyalar bizi gün ışığına çıkaracak...

– Doktor...

– Hayatımın güneşi...

(18)

Sabah olunca

Telefonun sesi yatak odasından taşıp, evi dolaşırken, Sibel kendi kendine konuşuyordu: “Tamam canım geliyorum, insan her halinde de telefona yetişemez ki, biraz sabırlı olun...”

Koşarcasına giderken “Ah, keşke kapanmasa...” diyordu. Ahizeyi kaldırdı:

– Efendim?

– ...

– Doktorcuğuma söyle birinci sınavı kazandı, çok rahat uyudum, kafam dinç. Dünden iyiyim, belki ilk defa kahvaltı hazırlıyorum...

– ...

– Sana ve doktorcuğuma çok çok selamlar, Gültenciğim öperim...

Ahizeyi yerine korken: “İyiler de olmasa nefes alamayacağız...”

Kan beynine hücum etti: “Bunlar da kötü çıkabilir mi? Büfenin önünden geçerken şişelere el salladı “Bay bay, şimdi çay içeceğim...”

Lokmaları atıştırıp, çayını yudumlarken, içindeki ses susmuyordu:

“Lord Byron, insanı bir sarkaca benzetmiş, bazen ağlar, bazen güler...

Yaprağa benzetseydi esen rüzgara göre sallanırdı, belki de dalından düşerdi. İnsan yaprak gibi olunca dış tesirler onu sarsar... Montaigne, sosyal yönümüzle bizi ele alıyor, insanlar içinde yaşamak zorundayız onları beğenmesek de...”

Saate baktı; gözlerini kırparak:

– Erken amma Anıtkabir’i bir dolaşayım, ağaçların sessiz ve sakin yaşayışını seyredeyim, kuşların şarkısını dinleyip, yine o kocaman

(19)

binaların içinde, kocaman klasörlerin kapağını açayım, bu evden kaçmalıyım...

Bir yetmiş boyunda, belki yetmiş kilo, kahverengi saçları omzuna inmiş, her zaman sportif kıyafetleri seven, gönlü kocamayan, sadece insanlara değil, dünyaya bile tepeden bakan, caddelerde bu eda ile yürüyen Sibel, evden çıkınca canlanıyordu. Sabahın serin ve temiz havasını ciğerlerine doldururken, o da hayatının sabahını, ömrünün baharını yaşardı. İstediği gibi yaşayamadı amma, hasret kaldığı hayatın izlerine rastlıyordu. Arabasını bir yere park etti, kraliçe gibi yürüdü. İç dünyasındaki zenginliğe bir mana veremiyordu. Zaten okulda da objektif kelimesini çok güzel anlatırken, sübjektifte kem küm ederdi. Nasıl ki İskender Gordiyom Düğümünü çözemeyince kılıcını kullanmışsa, o da hayat denklemini çiğnemek istiyordu, ayağının kaymasının sebebi çok defa buydu.

(20)

Vazife

Dış İşleri Bakanlığı’nın personel kapısından içeri girdi:

– Bonjour...

Selamlaşmalar çeşit çeşit:

– Good morning...

– Günaydın...

– Hello!

– Guten morgen!

Her taraf tertemiz, düzenli... Bu bakanlıkta çalışanların en büyük özelliği dikkatli konuşmak veya susmak, bu sebeple aile toplantılarında ya oyun oynar ya da kıssa, fıkra anlatırlar. Mem- leket meselelerinden, politikadan söz açmazlar. Bu sırrı bilmeyen bir misafir ağzını açsa gözünü yumsa, onlar taş duvar gibi dinler, ne cevap verirler ne de itiraz ederler. Sibel yalnızken içkiyi kaçırır, toplantılarda ise hatır gönül için bir veya iki kadeh içer. Öyle içer ki ne söylediğini bilsin.

Kokteyl partilerde yalnız bira içmekle yetinir veya gazozuna biraz votka katar, toplantı boyunca bunu yudumlar. Bununla birlikte gözünü dört açar, Fransızca gazete ve dergilerden gelen sorular ona yöneltilir. O da koltuğunu böylece sağlamlaştırırdı.

Hakkında çok dedikodu çıktı, ateş olmayan yerden duman çık- mazmış... Fakat amirleri onun mesaisinden, Fransızcayı çok iyi

Referanslar

Benzer Belgeler

Through whole exome sequencing, we identified de novo heterozygous mutations (p.Pro27Arg, p.Asp100Tyr, p.Asp349Asn, p.Asp371Gly) in ATP6V1A, encoding the A subunit of v- ATPase, in

Results of numerous laboratory and field experiments had shown, that processed - by - EMW seeds of different varieties of grain-crops (barley, wheat, triticalle), of technical

Farklı turunçgil albedoları ve miktarlarının bisküvi potasyum değerleri üzerine etkisi Varyans analizi sonuçlar ına (Çizelge 4.13) göre; albedo çeşidi (A) ve albedo

M illi şair Behçet Kem al Çağlar dün geçirdiği en­ farktüs sonunda, Cerrahpa­ şa T ip Fakültesi Haseki Kliniğine kaldırılm ış fakat bütün ihtimam ve

Here, we report the case of a 40-year-old male with episodes of paroxysmal non-kinesigenic dystonia (PNKD) as the first manifestation of multiple sclerosis (MS), secondary to an

A kif ve Kuran Meali Akif, Kuran’ın Türkçeye çevrilemeyeceği masalına güzelce inanmış ve Al-Azhar’ın izinden yürüyüp meal için çalışmıştır.. Bu

Yabancı sermaye yatırımlarının başlangıç tarihi sömürgecilik dönemine kadar uzanmak- tadır. Bu dönemde yatırımların emperyalist devletlerden sömürge

Evler adlı kitabındaki birçok şiir -elbette öbür kitaplarmdakiler de- bunun çok güzel tanıklarıdır; bu şiirler, Necatigil’in durumunda olan, aynı