• Sonuç bulunamadı

Başka Bir Yapılaşma Hayali

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "Başka Bir Yapılaşma Hayali"

Copied!
8
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Başka Bir Yapılaşma Hayali

ZAHA HADID ARCHITECTS ELA CİNDORUK NAZAN PAK LAB::İSTANBUL LAFFOREST SPDO Nef İlkokulu

ÇİNİCİ MİMARLIK

PTT Pul Müzesi TASARIMHANE

Bugünkü kentsel yapılaşma modelinin ötesinde başka ne gibi yollar üretilebileceğini Ertuğ Uçar, Selçuk Avcı ve Selva Gürdoğan ile birlikte hayal ettik.

Bugünkü kentsel yapılaşma modelinin ötesinde başka ne gibi yollar üretilebileceğini Ertuğ Uçar, Selçuk Avcı ve Selva Gürdoğan ile birlikte hayal ettik.

Y A Z I L A R I Y L A

GÜLSÜM BAYDAR, KORHAN GÜMÜŞ LEVENT ŞENTÜRK, OSMAN ŞİŞMAN

XXI < MİMARLIK TASARIM MEKAN < SAYI 125 < ARALIK 2013/OCAK 2014 < ÇİNİCİ MİMARLIK < LAB::İSTANBUL < LAFFOREST < SPDO < TASARIMHANE < ZAHA HADID ARCHITECTS < YAPILAŞMA HAYALİ

YİRMİBİR M İMARLIK TASARIM MEKAN

SAYI 125

ARALIK2013/OCAK 2014

11(KIBRIS 12)

(2)

YAPIL A ŞMA HA YALİ

ARALIK 13 / OCAK 14 - XXI 28

Şu anda İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük kentler başta olmak üzere Türkiye’nin çeşitli kentlerindeki mevcut yapılaşma modeli farklı kesimlerce eleştiriliyor. Mimarlar ve kent plancılarının yıllardır sözünü ettiği sakıncalı durumlar, sosyologlar, gazeteciler, doktorlar, çevre bilimciler gibi başka mesleklerden insanların da dikkatini çekmeye başladı. Bu farkındalığın yaratıcı bir eleştiriye dönüşmesi için ne yapabiliriz peki? Başka bir yapılaşma yönteminin mümkün olduğunu düşünmek belki de ilk adım. Bir sonrakisiyse hayaller kurmak olamaz mı? Ne istediğimize dair bir fikrimiz olursa onu gerçekleştirmeye biraz daha yaklaşmış olmaz mıyız? Bu görüşlerden yola çıkarak Ertuğ Uçar, Selçuk Avcı ve Selva

Gürdoğan ile bir araya geldik. Kentin neye göre biçimlendirileceğine dair önceliklerimizi tariflememiz gerektiğini konuştuk önce, sonrasında bireysel mutluluğun bu önceliklerden biri olup olamayacağını, kentin arada tampon bölgeler bırakılarak hücresel olarak büyümesinin olanaklarını tartıştık. Makro ve mikro ölçeklerde kente ne gibi dokunuşlar yaparsak yapılı çevremizi daha yaşanabilir kılacağımızı birlikte hayal ettik. Hazırlayan: Hülya Ertaş

Başka Bir

Yapılaşma Hayali

(3)

YAPILAŞMA HAYALİ29 XXI - ARALIK 13 / OCAK 14

fotoğraflar: Yalım Kartal

"consultation" denilen bir süreç var, bizim askıya alma sürecimizin muadili. Bizde askıya alma süreci "itiraz eden varsa şimdi söylesin, yoksa ilelebet sussun" mantığı üzerine kuruludur. Oradaysa yapıcı bir girişim süreci var: Toplumun her kesimini bir araya getirip o değişim sürecinde katkılarını sağlamak, çalıştaylar yapmak, birkaç sene üstünde durmak, evirip çevirmek, yapılan çizilen şeyleri bazen tamamen silip yeniden başlamak ve bundan çekinmemek... Biz hemen yapmamız gerektiği endişesiyle çalışıyoruz şu anda. Bunun da tabi belli bir nedeni var, deprem tehlikesi korku aracı olarak hepimizin önünde. İstanbul gibi bir şehirde katliam olasılığı var; 50-100 bin arasında potansiyel hayat kaybı söz konusu. O yüzden "yavaşlayalım" demek de zor. Ama bizim şu anda meydana getirdiğimiz hasar bunun çok çok ötesine geçecek bir hasar. Şehirlerimizin şu andaki gelişim süreci, depremden sonra oluşacak hasarın çok daha ötesinde. Tüm doğamızı ve şehirlerimizi başka yöntemlerle yerle bir ediyoruz.

Selva Gürdoğan: Ben biraz daha anlamak istiyorum Hülya’nın tam olarak nereye varmak istediğini. Çünkü bir yandan eleştiriye gidebiliriz tabi ki, bir yandan hayale, ütopyaya gidebiliriz. İkisi de yapmadığımız şeyler değil, yapılabilir. Ama yeni bir şey söylemek istiyorsak soru üzerinden daha tanımlı gitmemiz iyi olmaz mı? Sen ne bekliyorsun bizden bugün? Duymadığın bir şey mi söyleyelim, yoksa söylenmiş şeyleri tekrar daha iyi ifade etmeye mi çalışalım?

Hülya Ertaş: Burada dört kişi birlikte tartışıp nihai bir model üretelim gibi bir derdim yok. Ortak noktamız, şu anki yapılaşma modeliyle kentlerin

biçimlenmesini istemiyor oluşumuz. Evet istemiyoruz ama başka türlü nasıl olabileceğine dair akıl yürütmezsek olduğumuz yerde sayacakmışız gibi geliyor.

Bir hayal kurmak asıl konu.

Ertuğ Uçar: Hayal iyi bir yöntem bence. Ancak bu hayali dile getirmeden önce eleştiriyle başlamadan, bunları tekrarlamadan edemiyor insan. Çünkü bugünkü gelinen nokta konusunda çok kızgınız.

Bunun yerine ne olabilirdi ya da bundan sonra ne olabilir? Edebiyatta, politikada bir ütopya tarihi olduğunu biliyoruz. En çok bilinenlerden Thomas More’un Ütopya’sı ya da Campanella’nın Güneş Ülkesi gibi örneklere bakarsanız hepsinde aslında bir toplum tasavvuru ve de o tasavvurun fiziksel karşılığını görürsünüz. Mesela More, ütopyayı bir adada tahayyül ediyor ki o bile yeterince fiziksel bir karşılık. Böyle bir idealizasyonun ancak adada olabileceğini baştan öngörüyor. Hatta bir ütopyada "dört caddesi olsun, kenarında burcu olsun, etrafında hendeği olsun" şeklinde kentin tanımlandığını hatırlıyorum. "Bir şehir şu kadar mahalleden oluşsun, her mahallede şu kadar aile olsun, bu ailede şu kadar çocuk olsun." diye devam ediyordu

idealizasyon. Demek ki bir toplumsal ütopya- ki esası bu, bir fiziksel ütopya tek başına anlamsız olur, dekorasyon olur- nüfus kontrolsüz olmuyor. Şehir ya da toplum için belirli bir nüfus kontrolü öngörülmesi gerekiyor ütopyalarda. Aksi takdirde idealize ettiğin durum kontrolünden çıkar. Bugüne gelecek olursak ciddi problemlerden biri şu an şehirler için böyle bir öngörü olduğunu düşünmüyorum.

Konuya tabi ki kente giriş-çıkışın kısıtlanması olarak yaklaşmıyorum. Şehirde imara açılan alanlar eninde sonunda bir nüfus doğuracak, bu nüfusu kontrol etmeyi

“Her bir bireyin şehir yaşamındaki mutluluğunu esas alarak bir şehir

tasavvur etmeye başlayabilirsiniz, ve o da bir sürü noktaya etki eder.”

ertuğ uçar

Hülya Ertaş: Türkiye’de özellikle İstanbul, Ankara gibi büyük kentlerde oldukça görünür ve bilinir, küçük kentlerdeyse gözden ırak ama bir o kadar önemli bir yapılaşma serüveni devam ediyor. Bu hızlı yapılaşmanın da birtakım dinamikleri var:

TOKİ, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, belediyeler, mimarlar, kentliler vs. Bunların bir aradalığından ortaya çıkan bu yapılaşma modelinden şikayetçi olan çeşitli kesimler var, mimarlar gibi. Bu dosyayı biraz yapıcı bir eleştiriyle nasıl türden bir yapılaşma modeli istediğimize odaklanmak üzere kurguladık. Bir hayalimiz olsa acaba ona doğru gitmek için daha hızlı hareket edebilir miyiz? Bu yeni yapılaşma modelinin aktörleri kimler olabilir, aktörler bir arada ya da ayrı ayrı nasıl çalışabilir? Kentsel üretimde mutabakat sağlanabilir mi? Ana soru bu.

Ertuğ Uçar: Küçük bir soru değil bu. Türkiye’nin tam anlamıyla en zor sorusu.

İçinde de çeşitli sorular barındırıyor. Kentsel mutabakat bir soru, hayal meselesi başka bir soru. Bir taraftan mevcut durum var, onun üzerine saatlerce söylenebiliriz.

Yine de mesela ben, kendi adıma çok uzun süredir söylenmiyorum. TOKİ’yle ilgili yaklaşık sekiz-dokuz sene önce Arkitera’ya bir yazı yazmıştım. TOKİ Başkanı da cevap olarak 16 sayfalık faks yollamıştı. O yazıdan sonra, başka bir dergiden yazı istediler, bir başkasından dosya yapmamı istediler. Kendi çevremiz içinde uğraşıp durmak o kadar beyhude geliyor ki. Sonuçta o yazılar da benim enerjimi, vaktimi aldığından yazmadım. O günden beri hatta bu minvalde hiçbir şey yazmadım. Bu esnada durum da daha iyiye değil, çok çok daha kötüye gitti. O zaman bir şeyler hayal ederek yazmamıştım, Özal zamanında kurulduğundaki durumla o günkü arasındaki farkları anlatıyordum metinde. Bence çok daha az söyleniyor mimarlık ortamı, mimarlık ortamı söylenmesini bitirdikten sonra işte Gezi oldu. Arredamento ve Mimarlık dergileri TOKİ dosyalarını yapalı kaç sene oluyor? Hüseyin Kahvecioğlu TOKİ dosyasını yapalı belki beş sene oluyordur. O zaman köşe yazarlarının TOKİ’den haberi bile yoktu. Ben ana akım medyada, bunun bir sorun olduğundan şikayet eden hiçbir köşe yazısı hatırlamıyorum. Dolayısıyla geçmiş olsun onlara ve tabi bize de.

Cümleten geçmiş olsun, çünkü tahribat çok kalıcı.

Üzerine konuşulabilecek hayaller son on senede müthiş kısıtlanmış durumda.

Kötümser bir profil çizmek istemiyorum ama son on senedeki tahribat, o hayalleri inanılmaz kısıtladı. Mesela on sene önce şehirlerle ilgili daha çok söylenecek şey vardı, şimdi daha az.

Selçuk Avcı: Ama zararın neresinden dönersek kardır, onun için söylenmekle değil de, yapıcı söylemlerle belki bu durum yönlendirilebilir. Mesela sorunun ilk cevabı;

belki biraz yavaşlamak olabilir. Bizim aslında kitlesel olarak yeterince değer vermediğimiz şey düşünmek. Türklerin en güçlü özelliği yapmaktır. Yapıcı, yani inşa edici bir milletiz. Bize bir iş verin, yaparız ama kervanı yolda dizerek yaparız, işlerin

%90-95’i bu şekilde hayata geçer. Bunun ana nedeni de düşünceye yeterince değer verilmemesi. Değer verilmeyen sadece mimarların düşüncesi değil, toplumun düşüncesi de. Bu sadece mimarların söylemleriyle yönlendirilmesi gereken bir durum değil, büyük bir katılım gerektiren bir ortam.

İyi örnekler, sistemin içine girmiş, yerleşmiş yöntemler bulmak için biraz kuzeybatıya doğru uzanmamız gerek. Mesela İngiltere’de planlama sürecinde

(4)

YAPILAŞMA HAYALİARALIK 13 / OCAK 14 - XXI 30

“Büyüme yüzdelerinin arkasında döktüğümüz betonun değil, ürettiğimiz fikirlerin olması lazım. Aksi takdirde büyümenin bir gün duracağını düşünüyorum.”

ertuğ uçar

düşünmeden düzgün bir şehir yaşamı kurmak mümkün değil. "İnsanlar bu şehirde mutlu yaşasın" dedikten sonra "Ama kaç kişi olurlarsa olsun" denemez herhalde.

Selçuk yavaşlamadan söz etti, bana göreyse bir hayalin ilk şartlarından biri şehrin büyümesini kontrol altına almak. Kentin sınırsızca büyüdüğü ve bizim de ona yetişmeye çalıştığımız durumun çalışmadığını anladık.

Selçuk Avcı: Büyümesinde bir zarar yok, sadece bilinçli bir büyüme olması gerek.

Bizim şu anki büyüme modelimizde, mesela İstanbul’da büyümenin ucu bucağı tamamen açık, sınırları sadece etrafındaki sular. Ve şu anda olabildiğince su kenarlarına doğru büyüyoruz. Fakat bilinçli bir büyüme, hücresel katmanlarla olabilir ancak. Yani kendi içerisinde, kendisini sürdürebilecek hücreler oluşturulmalı ve birbirleriyle ilişkilendirilmeli. Bunun daha ötesinde büyümek gerekiyorsa bu hücreleri üst üste yığıp devam ettirmek doğru olmaz. Çünkü o zaman doğayı tamamen çiğnemiş oluyorsunuz. Doğanın da etkin olabileceği tampon bölgeler oluşturulması lazım. Eğer bir şehir belli bir noktadan öteye büyüyecekse o hücresel yapılaşma aradaki tampon bölgelerin ötesinde yeniden oluşturulmalı. Ama bizim yaptığımız, o tampon bölgeleri de hızla çiğneyerek, ormanları da yapısallaştırmak. Çevremizde bizi durdurması gereken çok sayıda nehir, göl ve orman var. Fakat onları da çiğneyip yok etme aşamasındayız.

Selva Gürdoğan: Bir taraftan da bir ütopya sorunsalı var. Biz burada bu ütopyayı dört kişiyle de, yirmi kişiyle de kursak illa ki tepeden gelen bir önerme oluyor.

Modernizmin aldığı en büyük eleştiriler de bunun çevresinde gelişmişti, çok katı bir şehir tahayyülü vardı. Bizim TOKİ’ler de o katı tahayyülün bir başka biçimi olarak var oluyor: Zonlara ayrılmış yaşam, çalışma alanları ve aralarında kurulan çok verimli bağlar... Oysa yaşadıkça fark ediyoruz ki aslında o kadar da sağlıklı değil. Belki ulaşılması gereken bir plan değil de, daha ziyade bir öncelikler sırasından söz edebiliriz. Bizim toplumsal olarak önceliklerimiz neler? Şu anda bir büyüme

önceliğimiz var, sürekli ‘değişen Türkiye’, ‘büyüyen Türkiye’ deniyor, haliyle düşünme önceliğimiz yok. Çünkü birebir büyüme, gelişme retoriği içerisindeyiz. Belki başlangıç olarak yeni bir öncelikler sırasında bir araya gelebilmek lazım.

Mesela eğer doğanın bizim için herhangi bir önemi kaldıysa, bunun içini doldurarak o önemi anlatabilmek ve paylaşabilmek lazım. Evet, nehirlerin üzerinden geçiliyor çünkü onun herhangi bir kavramsal ya da bağlamsal anlamı yok. Bir anlamı olsa durur, düşünürdük. Türkiye’de yapılacak hidroelektrik santraller haritasına

baktığınızda gözlerinize inanamıyorsunuz. Bizim en büyük sorunumuz enerjiyse ve önceliğimiz o enerjiyi bir şekilde elde etmekse, o zaman yapılan hareket de o derelerin üzerinden geçmek oluyor. Bütün alanlarda kabullenilmiş öncelikler var. O önceliklerin sonucunda da ne olacağı belli aslında. Eskilerin de dediği gibi "Ameller niyetlere göredir". Niyetimiz belli, para kazanmak istiyoruz, büyümek istiyoruz. O zaman da şehirler bu niyetlere göre biçimleniyor, ona benziyor. Başka neye benzeyebilir ki?

Selçuk Avcı: Büyümenin tek çıkış yolu bu değil. Dünyanın her tarafında büyüyen şehirler, devletler var. Sorun bizim seçtiğimiz yolda.

Selva Gürdoğan: Ben öncelikler sırasından söz ediyorum, büyümenin kötü bir şey olduğunu söylemiyorum. Tek öncelik olarak büyümek, para kazanmak ve güçlü bir ekonomiye sahip olmak geliyorsa, bu senaryoda insan ve doğa yer alamıyor.

Eğer bir şeyi değiştirmek istiyorsak yapabileceğimiz şey, tasarımdan vs. önce bu öncelikler sırasında mutabakata ulaşmak. Çünkü daha ötesinde mutabakatın zor olduğunu düşünüyorum.

Ertuğ Uçar: Benim aklıma şöyle bir öncelik geliyor: Her bir bireyin mutluluğu. Bu, herhalde Türkiye’de en son sıralarda yer alan bir maddedir, Türkiye’yi yönetenlerin listesinde bile olduğunu düşünmüyorum. Her bir bireyin şehir yaşamındaki mutluluğunu esas alarak bir şehir tasavvur etmeye başlayabilirsiniz, sonunda o, bir sürü noktaya etki eder. Ama bu, hazır beton üreticilerinin ütopyası olmaz. Zira mevcut ekonomik döngü tıkanır bir yerde, gerçi istenirse başka bir yere aktarılabilir o döngüler ama Türkiye’de zaten bir sürü böyle döngü var. Mesela karayolu

taşımacılığı döngüsü meşhurdur. Doğduğumdan beri karayolu taşımacılığı tren yolu taşımacılığına kaydırılsın diye konuşulur ama mevcut döngü o kadar güçlü bir şekilde kurulmuştur ki durdurulamaz. Durdurulduğunda bir sektör yok oluyor. Bence inşaat da öyle. Yavaşlayamaz, çünkü durulamayacak noktada. O kadar ustayı, kepçeyi, zemin etüt aletini, hafriyat kamyonunu ne yapacaklar? Gerçekten müthiş bir yatırım var. Ancak eğer bu döngü durdurulmaz da yavaşlatılabilirse, belli bir planda bireylerin şehir içinde hareket ederken ve gündelik yaşamını sürdürürkenki mutluluğunu esas alan birtakım hayaller kurulabilir. Ki bana kalırsa, yapılması çok zor şeyler de değil bu hayaller. On yıl önce çok daha fazla olasılık vardı bu hayaller için, bugünse daha az olsa da yine de var.

Selçuk Avcı: Her zaman olasılıklar var, pes etmememiz gerekiyor. Kızgınız biraz ama pes etmememiz lazım. Hissettiklerimizi, bildiklerimizi ne kadar tekrarlamamız gerekiyorsa ondan kaçınmamalıyız bence.

Selva Gürdoğan: Birey dendiğinde neyi anlıyoruz? Orta sınıfa mensup, çocuğunu parka götürmek isteyen, rahatça koşacağı bir parkur arayan bireyi mi anlıyoruz mesela? Kişi herkesi kendinden bilir, bu handikapa düşmemek için oturup saatlerce bireyi tariflemek lazım, öteki olarak tariflenen grupları da belki hiç karşılaşmadığımız başka grupları da dahil ederek.

Ertuğ Uçar: Çok yakında Olof Palme’nin hayatını okudum ve orada öğrendim tam olarak bireyin ne olduğunu. Palme’nin kendi ağzından bir açıklaması var. Birey, 18 yaşını doldurduğu gün, hayatıyla ilgili her türlü kararı ailesine, devlete, topluma, dine ve başka herhangi bir kuruma maddi bağımlılığı olmadan alabilme yetisi olan insan. Bu açıdan bakınca Türkiye’de hiç birey olmadığını söyleyebiliriz. Çünkü eşitlikçi bir sosyal eğitim yok, sağlık sistemi de. Evlilik kurumu da öyle değil. Kadın kocasından ayrılamaz kolay kolay, çocuk da ailesinden, onlara maddi olarak bağlıdır. Devlet onlara hiçbir şey sunmaz. Dolayısıyla Türkiye zaten o anlamda

(5)

YAPILAŞMA HAYALİ31 XXI - ARALIK 13 / OCAK 14 bireyin olmadığı bir ülke. Benim dediğim daha basit bir şeydi. Ben biraz Selva’nın

söylediğini fiziksel anlamda ele alıyordum. Şehirde medeni ölçülerde eviyle işi arasında hareket edebilmekten söz ediyordum. Ama o mekanda doğru dürüst hareket edemiyorsun. Bizim şehirlerin küçüğü, büyüğü fark etmeksizin böyle bir sorunu var.

Geçenlerde Antalya’ya gittiğimde bir şey fark ettim. Antalya’da aralarında 20-25 km’lik bir şerit olan Konyaaltı ve Lara sahilleri vardır. Belediyenin yaptığı

düzenlemeyle Konyaaltı sahilinin bir ucundan Lara sahilinin bir ucuna, yani 25 km boyunca, hiç sorunsuz bir şekilde bebek arabasıyla, tekerlekli sandalyeyle, büyük kalabalıklar halinde hiç bir trafikle çakışmadan yürüyebiliyorsun. Belediyenin bunun farkında olduğundan da emin değilim çünkü onun reklamının yapıldığını

görmedim, belki de biliyor da reklam yapmıyor. Parça parça yapmışlar, sonunda onları birleştirmişler ve kesintisiz yürüyüş yolu oluşmuş. Bu, mutluluk bence.

Selçuk Avcı: Mesela bu, önceliklerden biri olabilir. Bir mutabakat sağlamak adına kentlerde yaşayan bireylerle anket yapılsa yürünebilirlik o maddelerden biri olabilir, yani sahil boyunca yürüyebilmek ya da yayaların çocuk arabasıyla A’dan B’ye

gidebilmesi gibi çok basit şeyler. Bu gibi anketlerle böyle bir taban oluşturmak zor bir şey değil. Bazı kriterler oluşturulup yapılan detaylı planlamalarla bu iş denetlenebilir.

Selva Gürdoğan: Evet, yürünebilirlik üzerinde konuşulması gereken ve

konuşulmaya da başlanan bir konu. İnsanların gündelik hayatında sıkça sorunlarla karşılaştığı bir mesele olduğu için de kolaylıkla propagandası yapılabiliyor. Bunun gibi bir kaç tane daha öncelik belirleyebilir miyiz? Mesela Karaköy’de bizim ofisin çevresinde çaycılar var, arıyorsunuz çay getiriyorlar iki bina öteden. Bundan bir sene sonra o çaycıların işi olamayacak, böylesi küçük bir ekonominin orada yaşama ihtimali kalmayacak. Oysa bu, şehir için çok önemli. İstanbul’un hala elinde tuttuğu bir özellik, bakıyorsunuz bu New York’ta yok. Gelişmiş ekonomilerden geride olmanın en güzel yanı da bu. Keşke küçük ekonomilerin sürekliliğinin sağlanması için herkesi heyecanlandırabilecek bir yöntem olsa ve o da bir öncelik olabilse...

Çünkü her yer Starbuck’s olduktan sonra, bizim çaycı Konyalı abiyi özleyeceğiz.

Onun gibi insanlar artık tutunamıyor olacak burada, biz de tutunamıyor olacağız çünkü nihayetinde küçük bir mimarlık firmasıyız.

Ertuğ Uçar: Bu konuyu ben de çok düşünüyorum. Orada motif önemli, diyelim Karaköy’le ilgili bir proje geliştiriyorsun ve bir motifin var. Motif onları oradan def etmek olursa, tabi sorunlu bir durum çıkar ortaya. Ama motifin başkaysa diyelim, orayı bir yaya bölgesine çevirmekse, aşırı yoğunlukta otel önermemekse bu yapılabilir. Bunun için belli kotalar olabilir ama yine de küçük ekonomiler o alanı terk edebilir. Bence küçük ekonomileri yaşatmak büyük bir öncelik değil.

Selva Gürdoğan: Yok, benim için çok büyük bir öncelik.

Selçuk Avcı: Her şeyin kotasını koyabilirsiniz. Bir mahalle çevresinde belirli oranda şu işlevde bina, belirli oranda yeşil alan olacak diye belirtebilirsiniz. Bu kotaların olması gerekiyor. Benim mahallem olan Beyoğlu, Galata, Çukurcuma civarlarında her yerde butik oteller var. Çünkü en sağlam ve en iyi yatırım o. Mal sahibi de

kısıtlamasız onu istediği şekilde satabiliyorsa, herkes her istediğini yapabiliyorsa, fiyatlar tavan yapıyor ve orada konut yapma olasılığı sıfıra düşüyor. Ama belediye o arsada sadece ve sadece konut yapılabilir diye bir kısıtlama getirirse -ki aslen var- o mevcut kent dokusu da yaşamaya devam eder. Ama bugünkü düzen devam ederse Karaköy’ün hepsi kafe ve otel, Beyoğlu’nun hepsi butik otel ve restoran olacak ve bu mahallelerde yaşayan hiç kimse kalmayacak. Dolayısıyla böyle bir önceliği öne sürmemiz lazım.

Hülya Ertaş: Bu küçük ekonomilerin korunması ve soylulaştırmanın önüne geçilmesi meselesi aslen turizmle ilişkili. Turizm işin içine girince Ertuğ’un söylediği bir bireyin yaşadığı kentteki mutluluğu konusu karmakarışık bir hal alıyor. Kent gelecek turistler için mi, içinde yaşayanlar için mi tasarlanıyor?

Dahası İstanbul’da yaşayan ama kentini bir turist gibi tüketen bir kesim de var.

Turizm ve kent ilişkisinin paradoksal birçok yönü olduğunu düşünüyorum.

Ertuğ Uçar: Benim olabileceğini düşündüğüm ama şimdiye dek yapıldığını görmediğim bir hayalim var. Son 15 yılda şehir içindeki boş, atıl ya da başka yerlere kaydırılabilecek kamu arazileri devlet eliyle pazarlandı. Bunların en büyükleri Zincirlikuyu’daki karayolları arazisi, Ali Sami Yen, Ataköy sahili.

Bunların hepsine mimarlar tarafından fazlasıyla karşı çıkılmış olsa da yaygın medyada ancak üç-beş köşe yazısı çıktı, az sayıda insan protesto etti, o kadar.

Koca koca kent parçaları gittiler, ki İstanbul için çok değerlilerdi. Şu an o kadar ucuz geliyor ki satıldıkları para, üst üste koyunca 1,5 milyar dolar ediyor. Bugün onları satın almaya kalksan, İstanbul’da bulundukları yerleri düşününce karşılığında bir para telaffuz edilemez herhalde. Mesela böyle arazilerden bir yenisi Şişli Etfal Hastanesi: Fulya, Osmanbey, Mecidiyeköy üçgeninde dev gibi bir arazi. Orayı parklaştırmak ya da kamulaştırmak mümkün olamaz mı? Hem bulunduğu yerin değerini arttırır, hem de yoğunluğunu artırmaz. Oradaki hayatı değiştirebilir.

İlla park ya da orman olsun demiyorum, bir şekilde mesela hayvanat bahçesi gibi bir işlevle kamunun yararına kullanılamaz mı? Ne yapılacağı sonra konuşulur, yeter ki kamunun kalsın ve herkesin girip çıkabileceği

kullanabileceği bir yer olsun. Zaten devlet hangi hakla kamunun malını yiyebilir ki? Mirasyedicilik oluyor bu çünkü bu arsaların satışından kazandığı parayla hiçbirimizin faydasına inanmadığı işler, mesela bir tane tünel yapıyor.

Devletinki hazır beton ütopyası oluyor. Bizim ütopyamızsa o arazilerin bizim kalması, üzerinde ne yapılacağına karar verilene kadar bir süre dokunulmaması yönünde. Bu bir olasılık olabilir. İstanbul’da böyle lekelerin boş kalması hem yoğunluğu arttırmamış olur hem de nefes alma alanları yaratır.

Selçuk Avcı: Ya da yapıcı bir yapılaşma olabilir. Kasten yapıcı bir şekilde halka danışarak, değerleri tartışarak yapılabilir. Şu anda yapılan şey danışmadan yapılıyor. Halkın verdiği değerler önemsenmiyor, varsayımlarla yapılıyor.

“Eğer bir şeyi değiştirmek istiyorsak yapabileceğimiz şey, tasarımdan vs.

önce bu öncelikler sırasında

mutabakata ulaşmak.”

selva gürdoğan

(6)

YAPILAŞMA HAYALİARALIK 13 / OCAK 14 - XXI 32

Ertuğ Uçar: Ucunu açarsan oradan çok cereyan olur. Bu karar net olsun, o boşluklara hiçbir şey inşa edilmesin bir süre. Burada bir kayıp yok, onu anlamak gerekiyor.

Selva Gürdoğan: Bence boşluklarda bir süre hiçbir şey yapmamak, doğru bir karar. Boşluklar biraz boş kalsın.

Selçuk Avcı: Yani hiç bir şey yapılmasın, atıl mı kalsın?

Selva Gürdoğan: Hayır, hiçbir şey yapılmasın ve atıl kalsın demiyorum. Sadece, orayı kaybedilmiş bir potansiyel olarak görmekten, bütün şehri bir para kazanma potansiyeli olarak görmekten vazgeçinceye kadar boş kalmaları gerektiğini düşünüyorum. Sürekli daha fazlasını yapmak ve daha fazla para kazanmak yönünde bir eğilim var. Görgümüz o. Bu hastalıktan kurtuluncaya kadar boş kalmalılar.

Selçuk Avcı: Ne zaman kurtulacağız? Hastalığı tanımlayabilir miyiz? Nasıl kurtulacağız?

Selva Gürdoğan: Bir kere sosyal güvenlik sistemimiz bozuk olduğundan bütün şehri para olarak görüyoruz. Çünkü herkesin emeklilik planı ev alıp kiralamak üzerine kurulu. Bu, bir hastalık. İkincisi inşaattan ziyade para kazanma ve işletme yöntemi bilmememiz. Bir şirket ortağı olmak, genç bir girişimci firmaya para yatırmak gibi kavramların hiçbiri yok. Niye Danimarka’da kimse ikinci ev almayı düşünmüyor? Adamın öyle bir hayali yok, bir tane evi bile yok. Almayı düşünmüyor, böyle bir ihtiyacı yok. Bizim bütün hayatımızı, çocuğumuzu, torunumuzu

kurtarmanın tek yolu ev almak ve kiraya vermek.

Selçuk Avcı: Ama arz varsa evi alıp kiraya verebilirsin, arz yoksa zaten yapamazsın.

Selva Gürdoğan: Arz hep olacak, İstanbul’da arzın olmayacağı anı beklemek anlamsız.

Selçuk Avcı : Kiraya verilecek bir ev gerekiyorsa o, öyle ya da böyle yapılacak.

Nüfus arttıkça -ki artıyor- yapılaşma da bir şekilde olacak. Ayrıca yapılaşma kötü bir şey değil. Yapılaşmadan korkmamamız ve onun bir ihtiyaç meselesi olduğunu

kabul etmemiz lazım. 2050 senesine kadar Türkiye’nin büyümesi bekleniyor demek ki yapılaşma da olacak. Bunu nasıl yapacağımız asıl konu. Yapmamak da bir çözüm olarak öne sürülebilir ama gerçekçi değil.

Ertuğ Uçar: Tamamen yapılaşmaya karşı olmadığımız açık bence, sonuçta bu şehir bir şekilde büyüyecek. Ancak bir mutabakattan söz edeceksek bunun topyekun bir karar olması ve yukarıdan inmesi gerekir, bence. Kentsel rantın vergisini artırmak gibi bazı araçlar geliştirilebilir. Bugün inşaat şirketlerinin hepsi çok fazla para kazanıyorlar, batanların kendi yanlışı. Onların kazandığı paranın azalması gerekiyor. Eğer inşaattan kazanılan para azalmazsa, parası olan herkes inşaata yatırım yapar. Bir örnekle durumu izah edeyim. Bizim ofisin olduğu apartmanı genç girişimci bir ekip satın aldı. Bir tanesi İTÜ mimarlıktan mezun olan iki kişilik bir ekip. Aslen gittigidiyor.com sitesinin kurucuları, siteyi geliştirdikten sonra onu milyon dolarlara ebay’e sattılar. Sonra kazandıkları parayla Teknokent’te bir tane ekip kurup yeni projelere koyuldular diye mi düşünüyorsunuz? Hayır! Önce Tekfen’in yavru gayrimenkul şirketini sonra da gelip bizim apartmanı satın aldılar. Bunda bir saçmalık yok mu? Çok parlak bir fikirle çok kısa zamanda büyük bir para kazanıyorsun ama sonra o parayla kendi kapasitesine uygun şekilde işini büyütmektense gidip gayrimenkul şirketi satın alıyorsun. Bu, zaten olayın çarpıklığını gösteriyor.

İnovasyon Türkiye’de şöyle oluyor: “Yap bir inovasyon, arkandayız kardeşim”.

İnovasyonun ne olduğu, nasıl yapılacağı hakkında kimsenin bir fikri yok. Anca sanayi sitesi kurar gibi teknokentler kuruluyor her yere ama onların içinde de neler olduğunu bilmiyoruz. Büyüme yüzdelerinin arkasında döktüğümüz betonun değil, ürettiğimiz fikirlerin olması lazım. Aksi takdirde büyümenin bir gün duracağını düşünüyorum. Ne zamana kadar inşaata devam edebilirsin? Hazır beton ütopyasını yaşatmak için şimdilerde deprem tehlikesini öne sürerek yeni bir yöntem buldular, kentsel dönüşüm.

Ama o da bir gün bitecek.

Devletin her şeyi bedavaya getirmeyi istemek gibi bir huyu var, bundan kurtulması gerek. Bir yeri düzeltme işini verdiği gruplara kaynak sağlamak adına o yerden rant sağlamaya çalışıyor. Nihayetinde işi bedavaya yapmış oluyor. Buna da kar paylaşımı modeli diyorlar, sanırsam. Bu çok kötü bir huy. Mesela bizim sonradan terk ettiğimiz Fener-Balat projesi de öyleydi. Toplasan 400 tane ev vardı. Devletin o projeyi üstlenerek maliyetini neden karşılamadığını anlamıyorum. Neden yapılamıyor, oysa o kadar pahalı bir iş değil. Madem bir iyileştirme yapacaksın, devlet olarak kimsenin evini elinden almadan kendin yap. Bir kere de karşılıksız iyilik yap. Hayır, illa orayı bir şirkete pazarlayacak, şirket orayı ona bedava yapacak. Böyle bir düzenek var, bu da şehrin derisini kalınlaştırıyor. Çünkü kamu yararı sürekli olarak satılan bir şey haline geliyor.

Satılan şey de hepimizin aslında.

Selçuk Avcı: Bu söz ettiğin formül sosyalist memleketlerde de kapitalist

memleketlerde de 1950-70 arasında çok denendi. II. Dünya Savaşı’ndan sonra büyük bir konut sıkıntısı vardı. Bütün Avrupa ve Amerika’da devletin bütçesini karşıladığı projeler yapıldı. Devletin vergiden aldığı paralarla yüzde yüz fonlamasıyla yaptığı işlerdi bunlar. Ancak işlemedi, orada yapılan yanlış, topluma ninelik yapmaktı. Devlet toplumun neye ihtiyacı olduğunu kendi belirleyip ona göre konutlar yaptı ve insanları o evlere yerleştirdi. Ve bunun yanlış olduğunu bir süre sonra fark ettiler. Çünkü insanlar yapılan şeyleri sahiplenemediler. Kendilerinin olmadığı için düzen kötüye gitti ve çürüdü evler. Şimdiyse bunların bir çoğu yıkılıyor.

Sonuçta yaklaşık 20-25 sene önce kamu-özel ortaklaşa finansmanın sağlandığı bir model ortaya çıktı. Türkiye’ye de bu beş-on yıl önce geldi. Üçüncü köprü ve havaalanı bu şekilde yapılıyor şu an. Bunun daha küçük ölçekte konut yapımında da örnekleri oluştu. İnsanlara kendi yaşadıkları yerleri sahiplendirme yönteminin daha doğru

“Bilinçli bir büyüme, hücresel katmanlarla

olabilir ancak. Kendi içerisinde, kendisini

sürdürebilecek hücreler oluşturulmalı ve

birbirleriyle ilişkilendirilmeli.”

selçuk avcı

(7)

YAPILAŞMA HAYALİ33 XXI - ARALIK 13 / OCAK 14

“Yavaşlamaktan kastım, farkındalıkların, projeye dair özelliklerin, halkın

tepkisinin tartışılıp bir planda mutabakat sağlanması ve ancak ondan sonra

yapmaya başlanması.”

selçuk avcı olduğunu keşfettiler. Özel finansmanın yatırım gücünü kamusal bütçeyle birleştirmek

çok iyi bir çözüm ama asıl mesele bunu doğru yapabilmek. Türkiye’deki hata, bunu tepeden gelerek tek çözümmüş gibi yapılmasından kaynaklanıyor. Yani özel kaynakları kamusal kaynaklarla birleştirip bir yapılaşmaya gitmekte hiçbir problem yok aslında, çok iyi bir fikir.

Ertuğ Uçar: Beni rahatsız eden devletin 10 tane ev yapmak için 10 evi de özel firmalara vermesi ve sonuçta bunun da şehri yoğunlaştırması. Anadolu’daki TOKİ konutları yapılabilsin diye İstanbul’a konut yapıldı. Bu kadar basit bence. Mardin’de on tane TOKİ konutu yapmak için Ataşehir’de kaç metrekare lüks konut yapıldığını merak ediyorum. Böyle bir denklem var. Başka bir şehirde yapılacak olan inşaatı İstanbul’dan finanse etmek, bunları birbirine bağlamak çok mahsurlu bir yöntem.

Selçuk Avcı: Türkiye’deki inşaat firmalarının kazanç oranı meselesi enteresan.

Gelişmiş ülkelerle gelişen ülkeler arasındaki kazanç oranları hakikaten çok farklı.

Londra’da bir gayrimenkul geliştiriyor olsam, yatırımın %15-20’sini kazansam çok memnun olurum, buradaysa o yatırımı en az ikiye katlamak istiyorlar. Bunu nasıl kısıtlayabiliriz?

Ertuğ Uçar: İnşaat yatırımını daha az cazip hale getirecek, daha doğrusu adil hale getirecek bir sistem kurarak. Kentsel rantın düzgün bir şekilde vergilendirilmesiyle bu mümkün.

Hülya Ertaş: Süreçler şeffaf olmadığı için inşaat riskli bir yatırım olarak görünüyor Türkiye’de, sonuçta karı da çok yüksek oluyor. Selçuk Bey, inşai faaliyetlerin hızından söz ettiğinde bunun ardında yatan nedenlerden birinin kimsenin farkında olmadan bir an önce binaların yapılıp bitirilme endişesi olduğunu düşündüm ben de. Süreçlerin şeffaf olmaması da o hızı mecbur kılan etkenlerden biri.

Selçuk Avcı: Bir projenin inşaat süresi 18 ay ise Türkiye’de bunun tasarım süresi üç ay gibi kısa bir zaman. Tasarım süresi 12 aya kadar uzayabilmeli aslında projeye göre. İlk hayal edilişinden halktan sorulmasına, tasarlanmasına kadar geçen o süreçleri gerçek anlamda yaşayabilmemiz, sürenin uzatılması ve bunun da herkes tarafından kabul edilmesi lazım. Özellikle de mimari kalite açısından bu gerekli. Mimarlar kaliteye yeterince zaman harcamıyor, o harcadıkları zamana karşılık gelecek ücretleri de alamıyorlar. Bu alışkanlıkların kırılması gerekiyor. Yavaşlamaktan kastım, hiçbir şey yapılmaması değil; farkındalıkların, projeye dair özelliklerin, halkın tepkisinin tartışılıp bir planda mutabakat sağlanması ve ancak ondan sonra yapmaya başlanması.

Ertuğ Uçar: Ben birkaç tane hayal düşünmüştüm, onlardan birini daha söyleyeceğim. İstanbul bir sürü küçük merkezden oluşuyor. Şehir merkezini saymazsak gerisi eskiden de Emirgan, Beykoz, Sarıyer, Tarabya gibi köylerden oluşuyormuş zaten. Demin Selçuk’un söz ettiği gibi hücresel alanlar belirleyip onların kendi içine kapalı merkezlerini üretsek ve o bölgedeki insanları birbirine bağlayan ağlar yapsak... Bir tamir işlemi de diyebiliriz buna. Küçük yaya ağları, o hücrelerin içindeki küçük boşlukların değerlendirilmesi gibi yollara başvurulabilir. Diyelim

İstinye’yi ya da Güngören’i ele alıp insanları merkeze bağlayan yaya ağları ve birtakım trafik düzenlemeleri geliştiriyorsun. Araba kullanan biri olarak, biliyorum ki şehir, çok küçük düzenlemelerle halledilebilecek tıkanıklıklarla dolu. Hiç işe yaramayan trafik lambaları, projelere yanlış yerleştirilmiş araç girişleri, gereksiz şerit genişletmeleri gibi tıkanıklığa neden olan şeylerin, çok ufak müdahalelerle üstesinden gelinebilir aslında.

Belediyenin halihazırda UKOME (Ulaşım Koordinasyon Merkezi) adında bir kurumu var aslında. İyi de çalışıyorlar, vatandaş olarak birkaç kere onları aradığımdan biliyorum. Bu ekipler şehirde gezseler ve küçük müdahalelerle neler yapılabileceğini araştırsalar... Hemen kavşak yapmakla değil de daha ufak hareketlerle bu meselelerin nasıl hallolabileceğini düşünseler, çözülecek o kadar çok basit konu var ki.

İstanbul’un böyle mahalli iyileştirmelere çok açık olduğunu düşünüyorum. Şehrin en merkezindeki bölgeler bile o kadar hızlı gelişmiş ki iyi olduğunu varsaydığın halde içine girdiğinde çarpıklıklarla dolu olduğunu fark ediyorsun. Halbuki bünye çok sorunlu değil, istersen kolaylıkla düzeltirsin.

Selçuk Avcı: Sahiplenmekle ilgili bir şey bu, bazı ilçelerde ya da köylerde buralara birinin sahip olduğunu hissediyorsun ve Ertuğ’un söz ettiği şeyler bölgesel olarak yapılıyor. Mesela Nişantaşı iyi bir örnek. Tabi İstanbul’un en zengin bölgesi, orda bolca para olduğu için de yapılıyor denilebilir ama bir açıdan da oraya birisi sahip çıktığı için o düzenlemeleri öncelik vererek yapıyorlar. Şehir mimarı diye bir kavram vardır, Türkiye’de oldu mu hiç?

Selva Gürdoğan: Ne dilediğinize dikkat edin. Bu tür konuları hep estetik üzerinden konuşmaya alışmış bir toplumun içerisindeyiz. Bir estetik tanımı sıkıntımız da var.

Çünkü güzelim binalar yıkılıp yerine yenileri yapılıyor ve herkes o yeninin daha estetik olduğu konusunda neredeyse hemfikir. Ertuğ’un sözünü ettiği o ince onarımla uğraşmak isteyen, onun farkında olan birileri olsa zaten gerçekleşecek.

Ertuğ Uçar: Ben kendi mahalli ölçeğimde e-posta atarak bazı girişimlerde bulundum ve hafiften sonuç da aldım. Her ikisi de çift yön olan kendi oturduğum sokak ve arka paralelindeki sokağın tek yöne çevrilmesiyle trafik sıkışıklığının önüne geçileceğini UKOME’ye e-posta atıp bildirdim. Gelip keşif yaptılar, sonra da fikrime katıldıklarını belirten bir telefon ettiler. Ve tek yön tabelalarını koydular hemen. Sonra belediyeye başka bir e-posta daha attım ve bizim oradaki körler okulunun erişiminin ne kadar zor olduğunu anlattım. Körler okulunun önünde kaldırım bile olmadığını, bunun düzeltilmesi gerektiğini yazdım. Ve düzelttiler, ardından da belediye başkan yardımcısı arayıp teşekkür etti.

Selva Gürdoğan: Katılımcılık istiyorsak, öncelikle bizim katılmamız gerekiyor diyorsun yani.

Selçuk Avcı: Bu örnekler, konuyu iyi temsil ediyor. Yani katılmak gerekiyor, katılımın da teşvik edilmesi. Bu senin yaptığını herkes yapamaz. Sen e-posta yazmasını biliyorsun ama yandaki bakkalın belki e-posta adresi bile yok. Belirli bir sorunu var ama onu nasıl, hangi ortamda ve kiminle konuşacağını bilemiyor olabilir. O ortamları yaratmak lazım.

(8)

YAPILAŞMA HAYALİARALIK 13 / OCAK 14 - XXI 34

Selva Gürdoğan: Ertuğ, bize umut verdin. Bizim mahallede de bir tane okul ve önüne de 50 cm’lik kaldırım yaptılar, zaten oraya da araba park ediliyor. En azından ben de o kaldırımı belediyeye bildireyim bari. Demek ki boş durmamak lazım.

Normal vatandaş olma pratiklerine dahil olmamız gerek. Eğer bir uzman olarak o yolların ikisinin de tek yönlü olmasından fayda görüleceğini biliyorsak, bunu doğru yere ifade etmenin de bir anlamı varmış demek ki, ben de bilmiyordum, yeni öğrendim.

Hülya Ertaş: Bu yeni senaryo içinde mimarın rolünün sınırını konuşabilir miyiz?

Mimar da aslında sadece kentli gibi davransa, o duyarlılığı paylaşıyor olsa yeterli mi, yoksa mesleğinden kaynaklı bazı başka sorumlulukları da var mı?

Selçuk Avcı: Bence Türkiye’de yapacak çok şey var. Nereden başlayalım? Selva’nın ilk önerisi, yani önceliklerimizi tarif etmek iyi bir fikir. Bu öncelikler makro ve mikro ölçeklerde tarif edilmeli ve bunu yapması gereken sadece biz değiliz. Herkesin içinde olduğu o ortamı yaratabilmek lazım. O öncelikleri tarif edip onların da yetkililerle tartışılması lazım. Tartışabildiğini hissedebilmek önemli. Belki etkileyemeyebilirsin, belki istediğin olmayabilir ama hiç olmazsa o alanda tartışıp “evet ben görüşümü söyledim fakat benden daha başka şeyler isteyenler var” diyerek geriye çekilmek bile insanı rahatlatır. Hiç olmazsa o ortamın var olduğunu bilirsin. Bence o öncelikleri tarif etmek zor değil ve bunların sadece mimarlar tarafından dile getirilmesi de gerekli değil.

Zaten herkes bunları hissediyor, biliyor. Yeter ki herkese açılsın bu sorular.

Selva Gürdoğan: Bu yapılamaz bir şey değil aslında ama bir nevi adanmışlık istiyor.

Vakit varsa sonuç almakta bir sıkıntı yok. Vakit her zaman sıkıntı olan. Birçok program yapılabilir öncelikler üzerine. Bir sürü platform var şimdi. Üç-beş sene öncesine kadar onlar bile yoktu, eğer vakit varsa büyük kitlelere ulaşılabiliyor aslında. Ulaşmak ve tartışmaya açmak o kadar zor değil.

Selçuk Avcı: Vakit yaratılabilir. Çok hissettiğin, seni çok zorlayan bir konu varsa onun üstüne vakit harcayabilirsin, ki birçok insan bunu yapıyor. O zaman da bunları dinleyen olup olmadığı sorusu ortaya çıkıyor. Ne kadar bir araya gelsek de, konuşsak da, tartışsak da bunu dinleyen, bunun etkisinde kalan biri, bir yönetim var mı?

Selva Gürdoğan: Basit öncelikler üzerinden konuşuyorsak bence insanlara ulaşmak o kadar da zor değil. Gezi Parkı o yüzden o kadar çabuk etkin hale gelebildi. Yemekle ilgili, GDO’lu gıda gibi konulara baktığınızda çok çabuk tepki alındığını görüyorsunuz.

Biz mimarlığı bir türlü herkesin hayatına dokunan bir noktaya getiremiyoruz.

Selçuk Avcı: Bu bizim işimiz olmalı mı?

Selva Gürdoğan: Orasını bilmiyorum ama vakitten kastettiğim o. Çok emek isteyen bir uğraş.

Ertuğ Uçar: Mimarlık deyince daha başka şeyler konuşmak gerekiyor. Şehir ise bir vatandaş olarak bana daha önemli geliyor. Ben şehirde yürüyeyim de binalar ne olursa

olsun diye düşünüyorum bir an. Antalya’da eskiden arabaların olduğu şehrin merkezi bir şekilde düzenlenmiş ve şehir içinde gezebiliyorsunuz, o zaman binalara bakıp da mutsuz olmuyorum. Mesela az önce aklıma Seferihisar geldi. Oranın ilçesel bir mutabakatla belediye başkanının kurduğu hayalin peşinden giderek, biraz da küçüklüğünün avantajını kullanarak, ilçe kendine özgü bir yola girdi. Bu hayalin peşinden Seferihisar Citta Slow (Yavaş Şehir) listesine girdi. Herkes de buna inandı ve ilçede nelerin yapılacağı belli, kendilerine öncelikler belirlemişler. Ne satacakları, ne üretecekleri, nasıl hareket edecekleri, ne gibi yeni yatırımları ilçelerine çekmek istedikleri hakkında bir fikirleri var.

Yine Antalya’ya dönecek olursam orada yeni gelen belediye başkanı fark etti ki hiç bütçesi yok, belediyenin geçmişten kalma çok borcu var fazla bir şey

yapamayacak. Eskiden beri çok bilinen üç-beş caddeyi seçti, onları çok ince bir şekilde ele alıp ıslah etti. Tam anlamıyla bir tamirat yaptı. O caddeleri

yayalaştırmadı, bir kısmını tek yönlü yola çevirdi. Böylelikle kaldırımları genişletip dükkanların sokağa taşmasına olanak tanıdı. Zaten ağaçlar vardı, onların arasına biraz su öğeleri vs. ekledi. Aslında çok ucuz çözümler. Herkes büyük inşaat peşinde ama belediyenin parası olmadığından ancak onları yapabildiler. Belki belediye başkanının kendisi bu durumdan mutsuzdur ama Antalya’da yaşayanlar hep o caddelerden söz ediyorlar, çünkü insanlar orada rahatlıkla yürüyebiliyorlar.

Selva Gürdoğan: İşin kötü tarafı bu sözünü ettiğin işin, mesleki bir karşılığı olmaması. Kaldırım mühendisimiz aslında yok, yani binalar arasındaki mekanı tasarlayan kimse yok. Bunun adına kentsel tasarım diyeceksek de Türkiye’de bildiğiniz kentsel tasarımcı var mı? Bu konuda kurumsallaşmasının önemi var.

Belediye bunu bir meslek olarak görmüyor, sokakları ihaleye veriyor; yol yapan firma, kaldırım taşını koyup, bitki ekip gidiyor. Peki aynı soruya geri dönüyoruz:

Gerek bunların yapılması ama aslen buna dair bir toplumsal farkındalık oluşması mimarın işi mi? Bu konuları insanları hayatına değecek basitliğe indirgeyip halkla paylaşmak mimarın işi mi?

Selçuk Avcı: Bir mimar olarak başka bir mimara sorduğun için bu hileli bir soru.

Aslında herkesin işi olabilir bu. Konuyu benimseyen herkesin odaklanıp sonuca gitmek istediği bir alan olabilir ama fark ettiğim bir nokta var. Mimarlar Türkiye’de kendi aralarında çok az konuşuyorlar. Konuştuklarında da bu küçük hücreler içerisinde oluyor. Benim de parçası olduğum küçük topluluklar var ama mesela birçok projenin mimarının kim olduğunu bile bilmiyorum. Yüzbinlerce metrekarelik projeler yapılıyor, mimarlarını bilmiyoruz. Mesela geçenlerde gazetede gördüğümüz Topkapı’da planlanan şehir müzesi ya da Ağaoğlu 1453 projesinin mimarları kimler? Bu projelerin hepsinde muhakkak mimarlar var ama ben karşılaşmıyorum. Kimliksiz bir şekilde oluşturulan yüzbinlerce metrekarelik projeler var ve onların mimarlarıyla da bizim bir şekilde konuşabilmemiz gerekiyor. Kendi aramızda konuşuyoruz şu an. Biz anlaşırız, problem değil, ama bu tartışmaları nasıl genişletebileceğimizi bulmamız lazım. Önce mimarlar olarak bu tartışmaları daha geniş katılımla, o isimsiz mimarları da içine alacak şekilde geniş bir platformda yapabiliyor olmamız gerek.

“Küçük ekonomiler İstanbul’un hala

elinde tuttuğu bir özellik. Keşke küçük

ekonomilerin sürekliliğinin

sağlanabilmesi için herkesi

heyecanlandırabilecek bir yöntem

bulunsa.”

selva gürdoğan

Referanslar

Benzer Belgeler

Rheology modifiers such as poly(acrylic acid), poly(maleic acid), and Na-carboxyl methyl cellulose were utilized in the presence of binders to homogenize the

Bu çalışmada, erken çocukluk döneminde hayali arkadaşlıklara ilişkin bilgiler; hayali arkadaşlıkları olan çocukların ortak özellikleri ve hayali arkadaşların

Daha da ileri gidelim: Kuvvetli oldu- ğunu bildiğimiz üç kuvvet sadece yaşadı- ğımız 4 boyuta kilitliyse fakat zayıf olarak hissettiğimiz kütle çekimi diğer boyutlara

Şirket yurt içinde ve yurt dışında gerçek ve tüzel kişilere satılmak üzere Türk Ticaret Kanunu, Sermaye Piyasası Kanunu ve yürürlükteki sair ilgili mevzuat hükümlerine

Göğsünde gezinen karınca Sesine bulduğum vücut Topuklarında sertleşen sızı

Bugünlerde, büyük Brezilya demir cevheri üreticisi olan Companhia Vale do Rio Doce , Kanada nikel devi Inco ile birleşme görüşmesi yürütmektedir.. Benzer

Avcı completed his primary,middle and high school education in Nicosia.He received his bachelor’s degree in Applied Mathematics and Computer Sciences from Eastern

Doğu Akdeniz Üniversitesi Uygulamalı Matematik ve Bilgisayar Bilimleri Bölümü’nden 2006 yılında mezun oldu,2012 yılında Lefkoşa Üniversitesi Avrupa Çalışmaları