• Sonuç bulunamadı

Hayat Okul Yayınları

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "Hayat Okul Yayınları"

Copied!
20
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

DİYET

(2)

© Çilek Kitaplar / Hayat Okul Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir;

izinsiz çoğaltılamaz, basılamaz.

: 101 : 1 : Diyet

: Ömer Seyfettin : M. Afşin Gürler : 978-605-118-428-9 : 12451

: F. Zehra Bayrak : Ankara - 2020 : Ertem Basım

Başkent OSB 22. Cadde No: 8 Malıköy - Temelli / Ankara Tel: 0312 284 18 14 Sertifika No: 16031

Hayat Okul Ömer Seyfettin Kitabın Adı Yazar Resimleyen ISBN Sertifika No Editör Baskı Yeri - Tarihi Baskı - Cilt

Hayat Okul Yayınları

Molla Gürani Mahallesi, Oğuzhan Caddesi No: 15 Kat: 3 Fındıkzade - Fatih / İstanbul

Tel: 0212 613 11 00 Gsm: 0530 290 99 78 Faks: 0212 613 11 55 e-posta: siparis@hayatokulyayinlari.com

www.hayatokulyayinlari.com

(3)

DİYET

(4)

Ömer Seyfettin

Hikâyeci (1884-1920). Gönen’de doğdu. Harbiye Mektebi’ni bitirdi (1903). Anadolu ve Rumeli’de subay ola- rak çalıştı (1906-1908). Sonra Selanik ordu merkezinde görev yaptı. “Hareket Ordusu” ile İstanbul’a geldi (1909).

1911’de ordudan ayrıldı ve İstanbul’a yerleşti. Balkan Sa- vaşı çıkınca tekrar orduya alındı. Yanya Kuşatması’nda Yunanlılara esir düştü. On ay sonra esaretten kurtularak İstanbul’a geldi. 1974’te ikinci defa ordudan ayrıldı. Kaba- taş Sultanisi’nde ve İstanbul Erkek Muallim Mektebi’nde öğretmenlik yaptı. Ölümüne kadar öğretmenlik mesleğini sürdüren Ömer Seyfettin, şeker hastalığından İstanbul’da vefat etti.

Ara sıra şiir yazan Ömer Seyfettin, hikâyeleriyle ün ka- zandı. Genç Kalemler, Yeni Mecmua, Şair, Büyük Mecmua gibi dergilerde yayımladığı hikâyelerinde arı bir dil ile millî uyanışa, Türk toplumunun özünü oluşturan yerli ve gele- nekçi unsurlara, tasvirden çok olaya ve olayı doğuran ilke- lere önem verdi. Ağır, ağdalı, Arapça ve Farsça terkiplerle yüklü katışık dile karşı “Yeni Lisan” fikrinin tarafları oldu.

(5)

Halkın konuştuğu bir dille yazılması gerektiğini savunarak sade bir Türkçe kullandı. Ziya Gökalp ve Ali Cânip Yöntem ile Millî Edebiyat’ın öncülüğünü yaptı. Türk edebiyatında hikâye türünün yerleşmesini sağladı. Hikâye ve romanlar- da gerçekleri olduğu gibi işlemek, olayları göründüğü gibi göstermek amacını güttü. Hikâyelerde halk deyimlerine, fıkra ve masallarına geniş yer ayırdı. Hikâyelerinin konu- larını çocukluk ve askerî hatıralarından, halkın inançların- dan, tarihî olaylardan, halk törelerinden, günlük hayattan, efsanelerden, halk fıkralarından ve toplumun bozuk dü- zeninden seçti. Sosyal ve siyasi hayatı yansıtmaya çalıştı.

Hikâyelerinden toplumun her kesiminden tipler yer aldı;

marazî tiplere, süslü ve renkli tasvirlere itibar etmedi. Ge- nellikle tarih ve toplum konularını işlediği hikâyelerinde düşünceye ağırlık verdi. Kimi hikâyelerinde ise duygusallığı öne geçirdi.

(6)
(7)

İÇİNDEKİLER

Önsöz

9

Diyet

11

İlk Düşen Ak

30

Yüz Akı

45

Şefkate İmân

51

Bir Kayışın Tesiri

57

Miras

63

(8)
(9)

ÖNSÖZ

Bu kitaptaki hikâyeler, tarihî olayları konu almıştır Ömer Seyfettin’in bu hikâyeleri, “Eski Kahramanlar”

genel başlığı altında yazılmıştır Hikâyeleri kaleme alır- ken, savaşın ülkede oluşturduğu kötümser havayı gi- dermeyi, halkın kahramanlık duygularını uyandırmayı, halka umut vermeyi, insanlardaki yurt sevgisini kuvvet- lendirmeyi amaç edinmiştir

(10)
(11)

DİYET

Dar kapısından başka aydınlık girecek hiçbir yeri ol- mayan dükkânında, tek başına gece gündüz kıvılcımlar saçarak çalışan Koca Ali tıpkı kafese konmuş terbiyeli bir aslanı andırıyordu Uzun boylu, iri pençeli, kalın pa- zılı, geniş omuzlu bir pehlivandı On senedir bu karanlık in içinde ham demirden dövdüğü kılıç namluları bütün Anadolu’da, bütün Rumeli’nde, serhat boylarında bü- yük bir ün kazanmıştı Hatta İstanbul’da bile yeniçeriler satın alacakları kamaların, saldırmaların, yatağanların üstünde “Amel-i Ali Usta” damgasını arıyorlardı

O, çeliğe çifte su vermesini biliyordu Uzun kılıçlar değil, yaptığı kısacık bıçaklar bile iki kat olur, kırılmazdı

“Çifte su vermek” sanatı, yalnız ona has bir sırrıydı Ya- nına çırak almaz, kimse ile çok konuşmaz, dükkânından dışarı çıkmaz, habire uğraşırdı Bekârdı Hısımı, akraba- sı yoktu Memleketin yabancısıydı Kılıçtan, demirden, çelikten, ateşten başka söz bilmez; pazarlığa girişmez,

(12)

12 Ö M E R S E Y F E T T İ N

müşterileri ne verirse alırdı Yalnız savaş zamanları oca- ğını söndürür, dükkânının kapısını kilitler, kaybolur;

savaştan sonra meydana çıkardı Şehirde ona dair bir- çok hikâyeler söylenirdi Kimi ‘cellat elinden kaçmış bir çelebi’ kimi ‘sevgilisi öldüğü için dünyayı vakitsiz terk etmiş bir garip’ derdi Siyah şahane gözlerinin yüksek bakışından, kibar tavrından, mağrur sessizliğinden, düz- gün sözlerinden onun öyle sıradan bir adam olmadığı belliydi

Ama kimdi? Nereliydi? Nereden gelmişti? Bunları bi- len yoktu Halk kendisini seviyordu Şehirde böyle meş- hur bir ustanın bulunması herkes için ayrı bir şerefti:

“Bizim Ali ”

“Bizim Koca Usta ”

“Dünyada eşi yoktur!”

“Zülfikar’ın sırrı ondadır!” derlerdi

Koca Ali en kalın, en katı demirleri mısır yaprağı gibi incelten, kâğıt gibi yumuşatan sanatını kimseden öğren- memiş; kendi kendine bulmuştu Daha on iki yaşınday- ken, sert bir beylerbeyi olan babasının başı vurulmuş;

öksüz kalmıştı Amcası çok zengindi Debdebeli bir vezirdi Onu yanına aldı Okutmak istedi Belki katında yetiştirecek, büyük mevkilere çıkaracaktı Fakat Ali’nin mizacında, başkasına minnettar kalmak ihtimali, derin bir acıya yol açıyordu

(13)

D İ Y E T 13

“Ben kimseye eyvallah etmeyeceğim ” dedi

Bir gece amcasının konağından kaçtı Serseri bir adsız gibi dağlar, tepeler, dereler aştı İsmini bilmediği memleketler dolaştı Sonunda Erzurum’da ihtiyar bir demircinin yanına girdi Otuz yaşına kadar Anadolu’da uğramadığı şehir kalmadı Kimseye boyun eğmedi Minnettar kalmadı Ekmeğini taştan çıkardı Alnının teriyle kazandı Çok çalıştı Eşsiz işler meydana getir- di Pek az kazanca kanaat etti İçinde mukaddes ateşten bir ışık bulunan her mucit gibi para için değil, sanatının zevki için çalışıyordu Çeliğe çifte su vermek, onun aş- kıydı Ali Usta gönüllü gibi savaşlara gittiği zamanlar yeniçerilerin, sipahilerin, sekbanların içinde işinin öv- güsünü işittikçe tadı dille anlatılmaz manevi bir zevk duyardı Ölünceye kadar böyle hiç durmadan çalışırsa daha birkaç bin gaziye kırılmaz kılıçlar, kalkanları par- çalayan çelik yatağanlar, zırhları kesen ağır saldırmalar yapacaktı Bunu düşündükçe gülümser, tatlı tatlı yüreği çarpar, ruhundan kopan bir hamleyle örsünün üzerinde milyonlarca kıvılcımlar tutuştururdu:

“Tak!”

“Tak tak!”

“Tak tak ”

İşte bugün de sabah namazından beri durmadan on saat uğraşmıştı Dövdüğü eğri namluyu örsünün yanın-

(14)

14 Ö M E R S E Y F E T T İ N

daki su fıçısına daldırdı Ocağının sönmeye başlayan ateşine baktı Çekici bırakan eliyle terlerini sildi Kapıya döndü Karşıki mescitte hüzünlü hüzünlü akşam ezanı okunuyor; bacasının tepesindeki yuvada leylekler sonu gelmez bir tıkırtı koparıyorlardı İkindi abdesti daha duruyordu Yalnız ellerini yıkadı Kuruladı Yenlerini indirdi Saltasını omzuna attı Dışarıya çıktı Kapısını iyice çekti Kilitlemeye gerek görmezdi Uzun meydan- dan mescide doğru yürüdü Şehrin kenarındaki bu gösterişsiz mabede hep fakirler gelirdi Minaresi, sokağa bakan küçük bir pencereydi Müezzin buradan başını çı- karır, ezanını okurdu

Koca Ali, mescide girince her zamankinden fazla kalabalık gördü Daima üç kandil yakılırken, bu akşam ramazan gibi bütün kandiller yanmıştı Daha namaz saf- ları dizilmemişti Kapının yanına çöktü Yanında alçak sesle konuşanların sözlerine istemeye istemeye kulak kabarttı Konya’dan iki garip dervişin geldiğini, yatsı na- mazına kadar Mesnevi okuyacaklarını duydu

Akşam namazı kılınıp bittikten sonra cemaatin bir kısmı çıktı Koca Ali yerinden oynamadı Zaten biraz başı ağrıyordu “Mesnevi dinler, açılırım!” dedi Büyük bir huzur içinde iki dervişin ruhu ürperten nağmeleriyle kendinden geçti Her âşık gibi onun kalbinde de son- suz bir coşku, bir heyecan, bir galeyan yeteneği vardı

(15)

D İ Y E T 15

(16)

16 Ö M E R S E Y F E T T İ N

En küçük bir vesileyle coşardı Manasını anlamadığı bu dilin uhrevi ahengi, onun sakin kanını sular altında sak- lı derin bir girdap gibi kaynattı Her tarafı sebepsiz bir sarsıntı ile titriyor, sökülmez bir hıçkırık boğazına takılır gibi oluyordu

Yatsı namazını kıldıktan sonra, mescitten çıktığında doğruca dükkânına girmedi Yürüdü Uykusu yoktu Ilık, yıldızlı bir yaz gecesiydi Samanyolu, sarı altın to- zundan sonsuz bir bulut gibi göğün bir tarafından öbür tarafına uzanıyordu Yürüdü, yürüdü Şehirden mandı- ralara giden yolun geçtiği tahta köprüde durdu Kenara dayandı Geniş derenin dibine yansıyan yıldızlar, nur- dan çakıl taşları gibi parlıyor, şırıldıyordu Kenardaki karanlık top söğütlerde bülbüller ötüyordu Daldı, gitti Saatlerce kımıldamadı Dinlediği nağmelerin, ruhunda kalan âhenklerini işitiyor; tıpkı mescitteki gibi kendin- den geçiyordu Ansızın arkasından bir ses;

“Kimdir o?” diye bağırdı

“…”

Daldığı tatlı âlemden uyandı Döndü Köprünün öbür tarafında iki üç karaltı ilerliyordu Elinde olmadan cevap verdi:

“Yabancı yok!”

“Kimsiniz?”

(17)

D İ Y E T 17

“ Ali ”

“Hangi Ali?”

“…”

Gölgeler yaklaştılar Bir adım kalınca onu kıyâfetinden tanıdılar:

“Koca Ali Koca Ali, be! ”

“…”

“Sen misin Ali Usta?”

“Benim! ”

“Ne arıyorsun bu vakit buralarda?”

“Hiç…”

“Nasıl hiç? Suya çekicini mi düşürdün yoksa! ”

“! ”

Bunlar şehir inzibat amirinin adamları, muhafızlardı Kol geziyorlardı Ne cevap vereceğini şaşırdı Geceleri afyon yutan serseriler, saygıdeğer kimseler nazarında hırsızlardan daha korkunçtu Kendilerinden başka dışa- rıda bir gezeni yakaladılar mı, dayaktan canını çıkartır- lardı Ama ona kötü davranmadılar Muhafız başı;

“Ali Usta deli mi oldun?” dedi

“Yok ”

“Böyle gece yarısına yakın değil, hatta yatsıdan sonra sokakta, özellikle böyle şehir kenarında kimsenin dolaş- masına ağamızın razı olmadığını bilmiyor musun?”

“Biliyorum

(18)

18 Ö M E R S E Y F E T T İ N

“Ee, ne arıyorsun buralarda?”

“Hiç…”

“Nasıl hiç?”

“…”

Koca Ali, yine cevap vermedi Muhafızlar onun na- muslu bir adam olduğunu biliyorlardı Hırpalamadılar Yalnızca;

“Haydi yerine git, dolaşma…” dediler

Geldiği yollardan hızlı hızlı dönen Koca Ali, ruhunda demin dinlediği ahengi tekrarlıyordu Bülbüller keskin keskin ötüyor, uzaktan mandıraların köpekleri havlı- yordu Sokakta hiç kimseye rast gelmedi Dükkânının önüne gelince durdu Bacasının üstündeki leylek uyu- mamış, kefenli bir hayâl gibi ayakta duruyordu Kapısı aralıktı Çıkarken sıkı sıkıya kapadığını hatırladı:

“Tuhaf, rüzgâr açmış olacak!” dedi

Dükkânında örsü ile çekicinden başka kıymetli bir şeyi yoktu Bunlar da çalınmaya değmezdi Kimsenin işine yaramazdı ki hırsız aşırmak zahmetine girsin

İçeriden kapıyı sürmeledi Muhafızların ona karış- ması canını sıkmıştı İşte, şehirde yaşamak da bir türlü esirlikti Hâlbuki dağ başında, köyde sanatı geçmezdi Birden ağır bir yorgunluk duydu Kandilini yakmaya üşendi Ocağın soluna gelen alçak musandıraya el yor-

(19)

D İ Y E T 19 damıyla çıktı Büyük bir ayı pöstekisinden ibaret olan yatağına uzandı

Sıçrayarak uyandı Kapısı vuruluyordu Uyku ser- semliğiyle;

“Kim o?” diye haykırdı

“Aç çabuk…”

“…”

Sabah olmuştu Kapının aralıklarında bembeyaz ışık çizgileri parlıyordu O hiç böyle dalıp kalmaz, güneş doğmadan uyanırdı Doğruldu Musandıradan atladı Ayakkabılarını bulmadan yürüdü Hızla sürmeyi çekti Birdenbire açılan kapının dükkânı dolduran aydınlığı içinde palabıyıklı, yüksek kavuklu muhafız başını gör- dü Arkasında keçe külahlı, çifte hançerli genç yamakları da duruyorlardı “Ne var?” der gibi yüzlerine baktı Mu- hafız başı;

“Ali Usta, dükkânı arayacağız! ” dedi Koca Ali hayretle sordu:

“Niçin?”

“Bu gece Budak Bey’in mandırasında hırsızlık ol- muş ”

“Ee, bana ne? ”

“İşte onun için dükkânı arayacağız ”

“O hırsızlıktan bana ne?”

(20)

20 Ö M E R S E Y F E T T İ N

“Hırsızlar, çaldıkları bir kuzuyu köprünün altında kesmişler Meşin keselerin içindeki paraları alarak bir tanesini oraya bırakmışlar ”

“Bana ne?”

“O keselerden bir tanesini de, bu sabah senin dükkânın önünde bulduk Sonra Şu eşiğe bak Kan le- keleri var!”

Koca Ali kamaşan gözleriyle kapısının temiz eşiğine baktı Hakikaten el kadar bir kan lekesi sürülmüştü O bu kırmızı lekeye dalgın dalgın bakarken, palabıyıklı bekçi;

“Hem bu gece, geç vakit ben seni köprünün üstünde gördüm Orada ne arıyordun?” dedi

“…”

Koca Ali, yine verecek bir cevap bulamadı Önüne baktı:

“Arayın ” deyip geri çekildi

Bekçi ile yamakları dükkâna girdiler Örsün yanın- dan geçen baş ağa haykırdı:

“Ay! İşte, İşte ”

“! ”

Koca Ali, elinde olmadan muhafızın baktığı tarafa gözlerini çevirdi Yeni yüzülmüş bir deri gördü Şaşırdı Yamaklar hemen deriyi yerden kaldırdılar Açtılar Daha

Referanslar

Benzer Belgeler

Do ğu Karadeniz Bölgesi bütün bu özellikleriyle dünyada biyolojik çeşitlilik açısından korumada öncelikli 200 ekolojik alandan biri olarak gösterilmiştir (WWF–Dünya

Gittiğim yerlerde “gel” çağrısı yok Mabedim ışık sızdırıyor şehre Kuşların yası asfaltın belini büküyor Akşam hüsranla dolu ve bir trajedi gibi Dağların

Bir adım olmalıydı, diyordum, kalbimden önce zihnime kıv- rılan bir adım… Annemin bana taktığı isimden daha farklı bir ad ile ve bu sefer bir evin güneşi

Nisanı savuruyor, nisan, dağlar ve yeşil kamışlarla bir kuytu oluyor; bir kuytu bütün uykularımızın

Horizontal göz hareketlerinin düzenlendiği inferior pons tegmentumundaki paramedyan pontin retiküler formasyon, mediyal longitidunal fasikül ve altıncı kraniyal sinir nükleusu

Ahmet SARI’ya ise (Gaziosmanpaşa Üniversitesi) “Kimya alanında, faz değişimi yoluyla enerji depolayabilen yeni ve üstün özelliklere sahip maddelerin üretimi ve

As a result, a strongly statistically significant negative long-run effect of shadow economy on FDI was found for both the entire panel (i.e., group average

1963 yılı için söylenecek çok şey var ama bizim için önemli olan Ankara’ya taşınmış olmamızdı.. Atiye Altınok isminde yaşlıca bir