• Sonuç bulunamadı

Atatürk Kültür Merkezi

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Atatürk Kültür Merkezi"

Copied!
290
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Ci

l

t

:

1

Sayı

:

1

(2)

T . e .

A T A T Ü R K K Ü L T Ü R , D İL V E T A R İH Y Ü K S E K K U R U M U A T A T Ü R K K Ü L T Ü R M E R K E Z Î

ERDEM

ATATÜRK KÜLTÜR MERKEZİ DERGİSİ

DÖRT AYDA BÎR ÇIKAR

Çüt I

Ocak 1985

Sayı I

T Ü R K T A R İ H K U R U M U B A S I M E V İ , A N K A R A

(3)
(4)

Sayfa

Aydin Sa y i l i: Yaym a Başlarken ... ... i

Cumhurbaşkanımız Sayın Kenan EvREN’in Konuşması (22 M art 1984) . . . 7

Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Başkanı sayın Suat İl -HAN’m Konuşması (22 M art 1984) ... 9

Ay d in Sa y i l i: Batılılaşma Hareketimizde Bilimin Yeri ve A t a t ü r k ... ı ı --- : Th e Place of Science in the Turkish Movement of Westerniza­ tion, and A t a t ü r k ... 25

Ne c a tİ Ön e r: Zihniyet Farklılıkları ve Kültür ... 83

Ahmet Uy s a l: Beliefs and Practices Regarding Hidden Treasure in Turkey .. 97

--- : Türkiye’de Gizli Hazineler ile İlgili İnançlar ve Uygulam alar (Özet) ... ... ... Em el DOĞRAMACI: Cumhuriyet Döneminde Türk Kadını ... u ı Em el Esİn: Kotuz (Türkçe-îngilizce) ... 125

Er cü m en d Be r k e r: Türk Musikisinde D ö n e m le r ... 147

Aydin Sa y il i: Ortaçağ Bilim ve Tefekküründe Türklerin Yeri ... 169

Müjgân Cu n b u r: Û d î ve “ Mâcerâ-i M â h ” adlı Eseri ... 187

Süleyman Kazm az : Türk Halk Edebiyatında R üya ve Aşk Badesi M o t ifi... 199

--- : The Theme of Initiation Through Dream in Turkish Folk L iteratu re... 209

Mü b a h a t Tü r k e r - K ü y e l (Çeviren): Bir Türk Lehçesi olan Uygurca ile Yazılmış Kutadgu B ilig ’in (1069-70) Şairi: îbn Sînâ’nm bir Öğrencisi (Yazının Alm anca aslının yazarı: O tto Alberts) ... 217

İSMAİL So y s a l: İletişim İnkılabı ve M illî Kültür ... 231

İNCİ En gİn ü n: Osmancık ... 245

Ha b e r l e r ... 249

Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Başkanı sayın Suat İl -HAN’ın Konuşması (18. ıo. 1984) ... 253

(5)
(6)

E R D E M

Cilt: I

ARALIK 1984

Sayı: I

YAYINA BAŞLARKEN

Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek K urum un u n bir bağlı kuruluşu olan Atatürk K ültür M erkezim izin dergisi “ E R D E M ” ilk sayısı ile, bilim ve kültür yaym ailemizin bir üyesi olarak faali­ yetine başlamış oluyor. E R D E M ’in yılda üç sayı olarak çıkarılması öngörülmektedir. En geniş anlamıyla Türk kültürünü, millî kültürü­ müzü temsil etmeyi benimsemek suretiyle, E R D E M , hiç şüphesiz, büyük bir ülküyü, çok şerefli bir görevi üzerine almış olmaktadır. Hattâ, şerefli olmak ötesinde, burada aynı zamanda, kutsal bir gö­ revin de üstlenilmesi söz konusudur. Çünkü Atatürk K ültür Merke­ zinin dergisi olmak, Atatürk’e lâyık bir dergi olmayı amaçlamak de­ mektir.

Atatürk “ Türkiye Cumhuriyetinin temeli kültürdür” demiştir. Gerek bu sözünde ve gerekse kültüre ilişkin diğer beyanlarında, Atatürk kültür kavramını çok yönlü ve geniş kapsamlı bir kavram olarak ele almaktadır. Atatürk K ültür Merkezimiz de, Atatürk’ün kültür anlayışına uygun olarak, kültürü en geniş anlamıyla temsil etmeyi amaçlamakta olması tabiîdir ve bir kanun gereğidir. Bununla paralel olarak, dergimizin adı E R D E M de, yine Merkezimiz dergi­ sinin adı olmak sıfatiyle, erdem sözcüğünün en geniş anlamı ile benim­ senmek ve dergimiz tarafından temsil edilmek durumundadır. Aşa­ ğıda kendisinden yapılmış olan bir alıntı, Atatürk’ün de erdem sözcü­ ğünü çok geniş anlamıyla kullandığına tanıklık etmek durumunda­ dır.

(7)

Yine Atatürk, millî kültürümüzü muasır medeniyet seviyesi­ nin, çağdaş uygarlık düzeyinin, üstüne çıkarmak idealinden söz et­ miş olduğuna göre, Atatürk millî kültürümüzü dinamik, devingen, bir kültür olarak düşünmüş, onun en ileri uygarlık kurma faaliyet­ lerinin daima ön safında yer alacak biçimde geliştirilmesini öngör­ müş, kendisinden sonraki kuşaklara bunu bir gâye olarak göstermiş­ tir. Demek ki, ister istemez, E R D E M de bu amaca hizmet etmek çabası içine girmek, girmeye yönelmek zorundadır. Bu amaca yöne- linmesinde başarılı ve yararlı olabildiği oranda da, şüphesiz, kendisin­ den beklenen hizmeti vermiş olacaktır. Bu ise, kültürümüzü, kültürü­ müzün tefekkürü yakından ilgilendiren kesimlerini, sağlam bilgi ışığında, bilim ışığında, geliştirmekle mümkündür.

Bu amacı gerçekleştirmeye katkıda bulunmak için, bunu gü­ vence altma almak için, ilk şartımız tamamiyle bilimsel bir çerçeve içinde çalışmak, E R D E M ’i ilk plânda bilimsel araştırma faaliyetini temsil eden bir dergi olarak yayın alanına sunmaktır. Kültürüm üzün çağdaş uygarlık doğrultusunda tırmanışlar yapmasında yol göste­ ricimiz, Atatürk’ün vurguladığı gibi, bilim olmalıdır. Çünkü, A ta­ türk’ün dediği gibi, en gerçek yol göstericimiz, kılavuzumuz, en hakikî mürşidimiz bilimdir. Uygarlık yolunda ilerlerken “ elimizde ve kafamızda tuttuğumuz” , yolumuzu aydınlatmasını dileyip um­ duğumuz meşale bilim meşalesidir, bilim meşalesi olmalıdır.

Dergimizi, böylece, herşeyden önce geçmişe ve geleceğe yönelik olmak üzere, Türk kültürü konusunda bilimsel araştırmaya adama­ mız, bilimsel araştırmaya hasretmemiz gerekecektir. Bilimsel olma vasfı ve bilim yolunda yürümenin şartı ise aynı zamanda mütevazı olmayı gerektirir. Bu sebeple, daima gerçekçilik çizgisinin içinde kalmaya özen göstermemiz zarurîdir. Dergimiz, ilk ağızda ulusumu­ zun aydın kesimine hitap edecektir. İyi anlaşılan, iyi tasarlanan düşünceler daima sarih ve açık biçimde ifadelerini bulacaklarından, ayrıca, kültür alanı geniş ve çok çeşitli dalları içerdiğinden, bu aydın okuyucu kesiminin oldukça büyük bir okuyucu kütlesi demek ola­ cağını, geniş bir okuyucu kütlesini oluşturacağını ummaktayız. Yazarlarım ızın, ister istemez en başta gelmek üzere, Merkezimizin üyelerinden oluşacağı tabiîdir. Fakat üyelerimiz dışında, çeşitli kültür alanlarının ve dallarının seçkin temsilcilerinin de E R D E M ’i değerli yazılarıyla zenginleştireceklerini, dergimize cömert katkılarını esirgemiyeceklerini ummaktayız.

(8)

Bilimsel çalışmalar, ister istemez, temelde monografik araştır­ malar şeklinde gerçekleşmektedir, gerçekleşmek zorundadır. Fakat bu temel üzerinden ve bilimsellik vasıflarıyla tamamen bağdaşmak şartıyla, bu mevziî ve münferit sonuçlara dayanılarak terkiplere, geniş kapsamlı görüşlere ulaşılmasının asıl amaç olması gerekir. E R D E M bu yolda da hizmet getirdiği ölçüde, amacına, kendisinden beklenenlere, beklenmesi gereken hedef ve gâyelere, güzel ve etkili bir yaklaşmayı başarmış olacaktır.

Teknolojinin insanoğluna sağladığı bunca olumlu hizmetlerin ve paha biçilmez faydaların yanı sıra insanın bu yoldan zararlar görmesi ve kendini donattığı bu bilgi ve becerileri kötüye kullanması tehlikesi de daima mevcuttur. Gerçekten bu olasılık büyük bir so­ run olarak karşımızda durmaktadır. Işte, ileri teknolojinin oluştur­ duğu bu tehlike ve sakıncaları erdem ölçülerinin ve fazilet mülâhaza­ larının daima geçerli, daima başatlı tutulmasiyle kontrol altında bu­ lundurmak mümkündür ki, bu da zengin bir kültürün yaygınlaştı­ rılması ile sağlanabilir. Yani zengin ve seviyeli bir kültür erdemli dav­ ranışların bir tür güvencesini, teminatını teşkil eder. Atatürk Kültür Merkezimizin dergi adı olarak Erdem adını benimsemesinin, böylece, kültür ve erdem kavramları arasındaki organik bir bağı dile getir­ mekte olduğu söylenebilir.

Erdemin, faziletin, ne olduğunu, tanımını, kültürle, veya eski adıyla, harsla arasındaki münasebederi burada ayrıntılı biçimde söz konusu etmeye gerek duymuyorum. Erdemin ne olduğunu ve kültür kavramı içinde işgal ettiği yeri hepimiz, uzun uzadıya düşünmeden, az çok biliriz. Eskiden ilim ile fazilet ve âlim ile fâ z ıl kelimeleri çok za­ man birbiri peşi sıra zikredilirdi. Gerçekten, bilgi ile erdem gibi kül­ türün iki ana öğesinin birbirlerine ne denli yakın oldukları noktası, yukarıda da işaret edildiği üzere, her zaman için vurgulanmak ihti- yacındadır. Ben burada bu kısa sunuş yazısını sona erdirirken okuyu­ cuyu Atatürk’ün bu konuya ışık tutan çok ilginç bir konuşmasının birkaç cümlelik bir kısmıyla başbaşa bırakmak istiyorum.

Savaşların ve özellikle meydan savaşlarının amacı düşmanı ez­ mek, ona mümkün olduğu kadar ağır bir darbe indirmektir. Bu iti­ barla, burada ilk akla gelecek şey fiziksel güç üstünlüğüdür. Savaşa girildimi savaşı muhakkak kazanmaya bakmak, bunun gereklerini noksansız olarak yerine getirmek şarttır. Fakat, yine de, Atatürk’e

(9)

göre, bu durumda dahi erdemli tarafın kârlı çıkacağı muhakkak­ tır. Tarihin en kalburüstü meydan muharebesi örnekleri arasında bulunan 30 Ağustos zaferimize ilişkin olarak 30 Ağustos 1924 günü Dumlupınar’da yaptığı konuşmada Atatürk şöyle söylüyor :

“ Efendiler. Ağustos’un otuzbirinci günü tekrar zevalde idi ki, yine bu Çalköyü’nde, yıkık bir evin avlusu içinde ismet Paşa ve Fevzi Paşa ile buluştuk. K ırık kağnı arabalarının döşeme ve oklarına ili­ şerek, bundan sonraki vaziyeti mütalaa ettik. Kazandığım ız meydan muharebesinin bütün seferi hitama erdirebilecek bir azamet ve ehem­ miyette olduğunda ittifak ettik. Şimdi Bursa istikametinde çekilen düşman kuvvetlerini mahvetmekle beraber bütün ordu-yi aslî ile bilâ-ârâm İzm ir’e yürüyecektik.

Efendiler. Bu günden sonra İzm ir’de Akdenizi, M udanya’da M armarayı görmek için sekiz dokuz günlük bir zaman kâfi gelmiştir. Fakat hatırlatmalıyım ki, bu güne, bu üzerinde bulunduğumuz te­ peye, bu yanık Çalköyü’ne gelebilmek için yalnız Sakarya’dan iti­ baren sarfettiğimiz zaman tam bir senedir. Fakat bu tesbit ettiğimiz zaferi ihzâr edebilmek için bir seneyi çok bulmazsınız zannederim. Çünkü efendiler, harb, muharebe, nehayet, meydan muharebesi, yalnız karşı karşıya gelen iki ordunun çarpışması değildir. M illet­ lerin çarpışmasıdır. M eydan muharebesi, milletlerin bütün mevcu­ diyetleriyle, ilim ve fen sahasındaki seviyeleriyle, ahlaklarıyla, harslarıyla, hülâsa, bütün maddî ve manevî kudret ve faziletleriyle ve her türlü vasıtala­ rıyla çarpıştığı bir imtihan sahasıdır. Bu sahada, çarpışan milletlerin hakikî kuvvet ve kıymetleri ölçülür. Netice yalnız kuvve-i cismâniy- yenin değil, bütün kuvvetlerin, bilhassa ahlâkî ve karşi kuuvetlerin tefevvukunu mertebe-i sübûta vardırır. . . . ”

* * *

E R D E M ’de çıkacak eski metin çevriyazılarında belli bazı kurallara uyulması tabiîdir. Bunun sınırlarını ve mahiyetini belir­ lemek her zaman kolay olmamaktadır. Fakat kuralımızı kısaca şu şekilde dile getirmek uygun görülüyor. Şöyle ki, çıkacak Türkçe yazılarda dilimize mal edilmemiş Arapça ve Farsça sözcüklerin çeviriyazısı için mutad yollara göre harf işaretlerinden yararlanıla­ caktır. Çeviriyazmm dilimize ve kulağımıza mümkün mertebe yabancı

(10)

YAYINA BAŞLARKEN 5

gelmemesi için, sesli harfler bakımından, aksi matlup bulunma­ dıkça, ses uyumu kuralımızın gereklerinin göz önünde bulundurul­ ması, kelimelerin birleştirme ve kısaltılmalarını göstermek üzere apostroftan yararlanılması, şemsî ve kamerî harflerle, harf-i tarifler arasında tire kullanılması tavsiye edilebilir. İmlâ bakımından özel­ likle ilâve işaretler isteyen harfler aşağıdaki çizelgede gösterilmiştir.

g b e s vi» z ^

S İ к sif Ş o * z i

h e к 3 d c £

h £ s ^ z j »

Dipnotaki atıflar “ aynı eser55, “ aynı kitap” , “ aynı makale” , “ aynı yazı” , ya da b111un kısaltmaları gibi kolay anlaşılacak şekilde yapılmalıdır. Diğer ayrıntı noktalarında, yazarlarımızın çıkmış dergi sayılarına bakarak, onlarda yerleşen ya da yerleşme eğilimi gös­teren kurallara uymalarının en doğru yol olacağı düşünülmektedir.

Ord. Prof. Dr. Aydın S A Y IL I, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu..

(11)
(12)

CUMHURBAŞKANIMIZ SAYIN KENAN EVREN’İN

22 MART 1984 PERŞEMBE GÜNÜ ATATÜRK

KÜLTÜR MERKEZİNİN DÜZENLEDİĞİ

TOPLANTIDA YAPTIKLARI KONUŞMA METNİ*

Ord. Prof. Dr. Aydın S A Y IL F y ı dikkatle dinledik. Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurum u Atatürk K ültür Merkezi tertiplediği konferans dizisinin ilkini Atatürk’e hasretmekle, Atatürk­ çülüğü, Atatürk’ün inkılâplarını, Atatürk’ün fikirlerini, yurt sathında yaym a çalışmalarını da bu suretle başlatmış olmaktadır. Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurum unu teşkil ederken, bunun kanu­ nunu çıkarırken esasen bir maksadımız da bu idi. Burada zevkle dinlediğimiz bu konferansın ve. buna benzer diğer konferansların diğer şehirlerimizde de tekrar edilmesini ve bu suretle Atatürkçülüğün bütün yurt sathında tanıtılmasını içtenlikle arzuluyoruz. Bu hususu Kurum Başkanı sayın Suat iL H A N ’la görüşürken de dile getirmiş­ tim. Bu konferansları yurt sathında yayacağız ve okullarımızdaki öğrencilerimizde, hattâ halkımızda Atatürk sevgisini yeniden ihya edeceğiz. Bugünkü konferans konusu hakikaten güzel seçilmiş bir konuydu. Atatürk’ün ilme ve fenne verdiği değeri bu suretle bir defa daha hatırlamış olduk. Türk milletinin açık fikirli olduğunu, ilme ve fenne kapalı olmadığını Atatürk çok iyi biliyordu. Am a halkımız arasında yayılmış birçok hurafeler ve tutucu çevrelerin menfî pro­ pagandaları, maalesef açık fikirli olan Türk milletinin zamanla ilme ve fenne uzak kalmasına yol açmıştır. Bir zamanlar İstanbul’da rasathane kuruluyor, arkasından bir yobaz çıkıyor ve A llah’ın ya­ rattığı kâinatla uğraşmak günahtır diyerek o rasathane yıktırılıyor. Bu hale gelmiş bir ülke elbette ki Batı medeniyeti ile boy ölçüşemezdi. İşte Atatürk bunlarla mücadele etti ve hakikaten zor bir mücadele vererek Türk milletini şu gün içersinde bulunduğumuz seviyeye getirdi. Dünyayı dolaştıkça, diğer ülkeleri gördükçe Atatürk’ün

* Bu konuşma Atatürk Kültür Merkezi Başkanı Ord. Prof. Dr. Aydın Sa­ yılanın bunu takip eden sayfalarda (s. 11-24) metni sunulan konferansına şeref veren sayın Cumhurbaşkanımızın konferansı dinledikten sonra irticalen yaptığı konuşmadır.

(13)

ne büyük insan olduğunu o zaman daha iyi anlamak imkânına sahip olabiliyoruz. Yakın tarihlerde de bize benzer bazı ülkelerde, radyonun günah olduğunu, televizyon seyretmenin günah olduğunu dile getirenler bulunabilmiştir. Halbuki dinimiz, ilme, bilgiye, irfana açık. Am a gelin görün ki, bundan fayda umanlar, fayda uman tutucu çevreler, ki biz onlara yobaz diyoruz, bu yobaz zümre, milleti bu hale getirebilmiştir. O milletleri de bu hale getirebilmişlerdir. O milletler de şimdi bu gibi çarpık fikirlerle mücadele etmektedirler.

Atatürk’ün 1922’lerde başlattığı bu mücadeleler ancak şimdi o ülkelerde yapılabilmektedir. Atatürk için değerli hocamızın dile getirdikleri konular üzerinde benim söyleyeceğim başka bir şey yok. Ancak şunu tekrar belirtmek istiyorum ki, ilim ve fen sahasında diğer Batı medeniyetleri ile boy ölçüşebilmenin yolu millî eğitimden geçer. Eğer millî eğitimimizi o yönde yönlendirebilirsek işte o zaman bu millet çok daha çabuk olarak muasır medeniyet seviyesine ulaşa­ bilir ve hattâ o medeniyet seviyesinin üstüne de çıkabilir. Türk milletinin zekâsının, çalışkanlığının nelere muktedir olduğunu bugün Batı dünyası da öğrenmiştir. Bugün birçoklarımızın beğenmediği o köyden giden işçilerimiz dahi Batıda aranmakta, iftiharla “ çalışkan bir milletiniz var, zeki bir milletiniz var” denilmektedir. Onun için millî eğitime büyük önem vermek gerekir diyorum. M illî eğitime harcanacak her türlü emek yerindedir. Bize bu tatlı konferansı din­ lettiklerinden dolayı Sayın Sayılı’ya hepimiz namına teşekkür edi­ yorum ve bunların devam etmesini diliyorum.

(14)

ATATÜRK KÜLTÜR, DİL VE TARİH YÜKSEK

KURUM U BAŞKANI SAYIN SUAT ILHAN’IN

ATATÜRK KÜLTÜR MERKEZİNİN

1984/85

KONFERANSLARININ ILKÎNÎ AÇIŞ KONUŞMASI*

Sayın Cumhurbaşkanım,

Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurum una gösterdiğiniz yakın ilgi ve destekler için bütün mensuplarımız adına şükranlarımı sunarım.

Müsaadenizle Atatürk Yüksek Kurum unun kanunî sorum­ lulukları ve vereceği hizmetler içerisinde konferansların yeri hakkında kısa bilgi sunmak istiyorum.

Kurum um uz, konularımızla ilgili bilimsel çalışmalar yapacak­ tır. Görevlerimizin bu bölümü akademik özelliğimizdir. Sorumlulu­ ğumuz yalnızca bilimsel çalışma yapm akla bitmemekte, elde etti­ ğimiz sonuçların uygulam aya intikalini sağlamamız ve milletimize maletmemiz gerekmektedir.

Bu sonuca ulaşmak için gerçekleştireceğimiz belli başlı yayınlar ve faaliyetler şunlar olacaktır:

K aynak eser niteliğindeki yayınlar. Bu faaliyet iki yönlü plan­ lanmaktadır. Birisi, her ana konuda kaynak değer taşıyan eserlerin basımı, gerekiyorsa tercümesi. Diğeri, özellikle boşluk olan konu­ larda duyulan ihtiyaçlara cevap verebilecek, kaynak olma niteli­ ğinde telif eserler hazırlanması ve araştırıcıların istifadesine sunul­ masıdır. Ayrıca, kaynak eserleri tam am layacak diğer telif (monog­ r a fi^ eserler hazırlanması, vülgarize yayınlar, raporlar, dergiler, görsel yayınlar, seminer tipi toplantı, anma ve konferanslarla faali­ yetlerimize devam edilecektir.

Çalışmaların bir bölümünü teşkil eden konferanslar, her yıl Kasım ayında başlayacak, müteakip yılın M ayıs ayı sonuna kadar devam edecektir.

* Atatürk Kültür Merkezinin 1984 yılında tertiplediği bir dizi konferansın ilkini onurlandıran Sayın Cumhurbaşkanımızın huzurunda Sayın Suat Ilhan’ın yaptığı konuşma (22 Mart 1984).

(15)

Dört Bağlı Kuruluşumuz tarafından hazırlanacak ve her hafta Perşembe günleri Türk Dil Kurum unun bu salonunda, Cuma günleri Türk Tarih Kurum u salonunda verilecek konferansların bir kısmı dergilerimizde de yayınlanacaktır.

Bu konferans çalışmalarına yabancı bilim adamlarının konfe­ ransçı olarak davet edilmesi de öngörülmektedir. Konferanslarımızı yalnız Ankara’da vermekle yetinmek istemiyoruz. Bize verilen görev­ leri tam anlamıyla yerine getirmek üzere bu çalışmalarımızı yurt çapında yaygınlaştırmak düşüncesindeyiz. Bu bakımdan bazı konfe­ ranslarımız uygun görülecek diğer illerde de tekrar edilecektir. Konferans konularının yaptığımız çalışmaları yaym a, geniş aydın ve halk kitlelerine maletme amacına uygun olmasına ve bilimsel muhtevalarıyla diğer çalışmalarımıza dayanak teşkil et­ mesine özen gösterilmektedir.

Yurt içinde ve yurt dışında bilimsel hüviyetimizi koruma ih­ tiyacı dikkate alınarak, konferans ve yayınlarım ızda güncel konular da işlenecektir.

Faaliyetlerimizde kendi üyelerimiz dışındaki kurum veya kuru­ luşların değerli üyeleri ile işbirliği kurulmasına ve çalışmalarımızda bütün millî kuruluşların katkısının sağlanmasına çalışılmaktadır.

Bu yıl Türk Tarih Kurum u tarafından önceden planlanan Atatürk ve Tarih konularındaki konferanslara devam ediliyor.

Bugün Atatürk K ültür Merkezinin ilk konferansı verilmiş olacaktır.

Sayın Cumhurbaşkanım,

Onur verdiğiniz bu ilk konferans, çalışmalarımıza özel bir anlam ve ağırlık kazandıracaktır. İlginiz ve desteğiniz amaca ula­ şılmasında en büyük güven kaynağımızdır.

Şimdi Prof. Necati Ö N E R , konferansı verecek olan Prof. Dr. Aydın S A Y I L I ’nm kısa özgeçmişini sunacak, daha sonra da kon­ ferans sunulacaktır.

(16)

BATILILAŞMA HAREKETİMİZDE BİLİMİN

YERİ VE ATATÜRK*

A Y D IN S A Y I L I * *

Bugün huzurlarınızda yapacağım konuşma Osmanlı İm para­ torluğunun gerileme dönemini, inhitat devrini, ilgilendiriyor. Şanlı bir kuruluş ve yükseliş sürecinden sonra, Osmanlı İmparatorluğu, özellikle Batının uygarlık ve kültür alanında kaydettiği göz kamaş­ tırıcı terakkiler sonucu olarak, ilkin bir duraklama devresine, sonra da bir inhitat dönemine girmiştir. Böyle gelişme ve inhitat devreleri misallerine tarihte pek de seyrek olmamak üzere, rastlanmaktadır. Aynı şeyi doğada da görmek mümkündür. D arwin’in evrim teorisi türlerin hayat mücadelesi sonucunda elenmeleri, kaybolup sönmeleri ve yenilerinin belirip gelişmeleri süreci ile temellenir.

İnsan kendi kaderine egemen olabilen bir varlıktır. Ancak, toplumlar birbirleriyle amansız bir hayat mücadelesine girmek eğilimindedirler. Biz Osmanlı İmparatorluğunun son bulması üze­ rine, onun bir uzantısı olarak Türkiye Cumhuriyeti Devletini kurabildik. Böylelikle de bu ölüm kalım mücadelesinde bu sona erme olayını telâfi ettik, önlemiş olduk. Fakat kazandığımız bu mücadele artık geçmişe aittir. Varlığım ızı sürdürmek için toplum­ lararası hayat mücadelesine devam etmek ve bunda başarılı olmayı güvence altma almak zorundayız. İşte bunu yaparken, Batılılaşma hareketimizde kazandığımız ve onu bilimsel incelemelere tabi tutmak suretiyle kazanabileceğimiz bilgi ve tecrübelerden yararlanabiliriz. Esasen Atatürk bunu gayet güzel bir şekilde yapmış ve parlak başa­ rılarını da bu gibi tecrübelerle temellendirmiştir.

Atatürk Türkiye Cumhuriyeti için “ llelebed pâyidâr olacaktır” demiştir. Atatürk buna candan inanıyordu. Çünkü Atatürk Türk­ lüğün büyük medenî vasıflarının, bundan sonraki inkişâflarıyla,

* Atatürk Kültür Merkezinde düzenlenen konferans dizisinin ilki olarak 22 Mart 1984 günü verilen konferans.

* * Ord. Prof. Dr. Aydın Sayılı, Bilim Tarihi Profesörü, Atatürk Kültür Merkezi Başkanı.

(17)

“ âtinin medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi” doğacağından emindi. Gerçekten bizim de bunu şiar edinmemiz, böyle bir ülküye dört elle sarılmamız gerekir. Şimdi Batılılaşma hareketimizi bu açıdan inceleyelim.

* * *

Batı Avrupa’da onaltıncı ve onyedinci asırlarda bilimde gerçek­ leştirilen atılım yanında, Rönesans ve Reformasyon hareketleri de Avrupa’da büyük bir manevî kalkınmaya önayak oldu. Onsekizinci asır Aydmlanma hareketi bu gelişmenin parlak bir uzantısını ve devamını teşkil eder. Batıdaki bu göz kamaştırıcı uygarlık ve kültür gelişmeleri karşısında Osmanlı İmparatorluğu, ister istemez, Avru­ pa’ya kıyasla az gelişmiş bir toplum durumuna düşmüş bulunuyordu. Neticede, birbiri ardı sıra askerî yenilgilerle karşılaşması dolayısıyle ve sanayi ve ticarette Avrupa’nın kazandığı ezici üstünlük karşısında, Osmanlı İmparatorluğu Batıyı üstün kılan hususları bulup ortaya çıkarmaya, bunları benimsemeye, kısaca, Batılılaşmaya karar verdi.

Tarihte uygarlık kurmada önderliğin bir toplumdan bir baş­ kasına geçmesi ve bir toplum ya da kültür çevresinin bir başka kül­ tür ve uygarlık çevresini örnek alarak yoğun kültürel temas kurması misalleriyle aradabir karşılaşılmaktadır. Bu gibi durumlarda, örnek alman toplum bazan, Rönesans misalinde olduğu gibi, tarihe karışmış bir toplum olabilir. Birbirleriyle yaptıkları temaslar sonucunda, genellikle, çeşitli toplumların özel olarak bilim ve teknoloji kapsamı içine giren alanlarda birbirlerinden en büyük kolaylıkla etki aldıkları görülmektedir. Bu gerçekten akla yakın bir şeydir de. Çünkü bu tür insan faaliyetleri dil, din, ırk, ve milliyet sınırları tanımayan faali­ yetlerdir. Aynı suretle, bilim ile teknoloji ürünleri bütün insanların ortak malıdır, bütün insanlarca aynen benimsenmek durumunda­ dırlar. Yıldırım siperleri bir kiliseyi olduğu kadar, bir mescidi, bir musevi tapmağım korumak için aynı suretle kullanılırlar. Aşı ve se­ rumlarımızdan din, dil, ve milliyetleri ne olursa olsun bütün insanlar yararlanırlar.

Tarihte karşılaşılan ve ağırlık noktasını bilim ile tefekkür ve teknolojinin teşkil ettiği kültürel temas misallerinin en kalburüstü olanları eskiçağda Yunan Dünyasının Mısır ve M ezopotam ya bilim uygarlığından yararlanması, sekizinci ve dokuzuncu asırlarda İslâm Dünyasının yoğun tercümeler yoluyla Yunan ve Hint bilim, tıp,

(18)

BATILILAŞMA H A REK ETİM İZDE BİLİM İN YERİ VE ATATÜRK 13

ve felsefe eserlerini kendi kültürüne maletmesi, onikinci asır içinde de Batı A vrupa’nın Arapça bilim, felsefe ve tıp eserlerini Latinceye çevirmesi faaliyetleridir. Böylece, tefekkür tarihinde uluslararası çapta önem taşıyan, verimlilik ve etkinliğini ispatlamış olan, yoğun kültür temaslarının hepsinde de bilimin temelde olduğu görülmek­ tedir.

Işte bizim Batılılaşma hareketimiz de aşağı yukarı bu mahiyette, bu tabiatta, bir teşebbüstür, yahut da genel çizgileriyle böyle bir teşebbüs vasıflarını taşımaktadır. Başka bir ifade ile, bu girişim, biri sarih olarak üstünlüğünü ispatlamış iki uygarlığın birbirleriyle karşılaşması olayıdır.

Onsekizinci asrın ortasından itibaren, Avrupa, sanayide ve teknolojide dev adımlarıyla ilerlemeye başladı. Ayrupa’ya ayak uydurmaya çalışmak bu sıralarda artık bir ölüm kalım meselesine, bir hayat memat sorununa dönüşmüştü. Üçüncü Selim zamanında, örneğin Beykoz’da, 1805’te, Avrupa örneği üzerinden bir kumaş fabrikası kuruldu. Oniki yıl sonra bu fabrikanın makineleri ve su kanalları tamire muhtaç durumdaydı. Gerekli onarım yapıldı. Fakat 1836’da fabrika âtıl ve harab durumdaydı. Oysa, zamanın hükümdarı İkinci M ahmud sınaî tesislere, bunların bakım ve ona- rımlarına büyük önem vermekteydi. Kendisi kurulmuş bu gibi fabrikaları sık sık ziyaret ederek ilgilenmekteydi. H attâ Beykoz böl­ gesinde bu maksatla kendisine özel bir dinlenme yeri de hazırlat­ mıştı.

1841 ile 1853 yılları arasında Osmanlı İmparatorluğunda birçok yeni sınaî tesisler kuruldu. Bu Türkiye için bir rekordu ve Osmanlı İmparatorluğunda gerçek bir sınaî inkılâp yaratm a ve gerçekleş­ tirme ümidini temsil etmekteydi. Bu tesisler içinde iplik ve kumaş fabrikaları, buharlı gemi tersanesi, demir izabe ve döküm fırını ve atölyeleri birimleri, çeşitli ihtiyaç maddeleri imalâthaneleri ve gerekli personeli yetiştirmek üzere teknik okul gibi birimler mevcuttu. Bütün bunların kuruluş ve bakımı ve hattâ kısmen de çalıştırılmaları yardımcı Avrupalı elemanların desteği ile mümkün olabilmek­ teydi. Fakat yine de bu teşebbüs büyük ölçüde başarısız kaldı.

Bu başarısızlığın nedenleri arasında malî problemler, pazar­ lama sorunları, ham madde temini meselesi, nakliye, uluslararası iktisadî bunalım devrelerinin etkileri, zelzele ile yangm gibi doğal

(19)

âfetler ve kazalar, ve bunlara benzer başka etmenler, faktörler, bulunmaktaydı. Fakat uzun vadeli olarak en önemli sorun Batı ile rekabet meselesiydi. Çünkü Batı mütemadiyen tesislerini modern­ leştirmekte, mükemmelleştirmekte idi. Bu modernleşmelerin temelinde ise, teknolojik icatlar yanında ve onlardan daha da önemli olarak, yeni bilimsel keşiflerin, arı bilim alanındaki elçin ve özgecil, yani hasbî, araştırmaların getirdiği yepyeni olanaklar, imkânlar, yat­ maktaydı. Sınaîleşme veya sınaî alanda Batılılaşma çabamızın en canalıcı yönü, ister istemez, bu noktada düğümlenmekteydi. Fakat acaba biz bu noktanın önemini ne dereceye kadar ve ne zaman kavradık, farkedebildik? Bu sorunun cevabını burada belirlemeye çalışalım.

Batılılaşmamızın Batı endüstrisini memleketimize kazandırma sorunu dışında başka önemli yönleri, veçheleri, de vardı. Bunlardan oldukça geniş kapsamlı bir tanesi siyasî Batılılaşmamızdır. Devlet anlayışında ve idare mekanizmasında Batıyı örnek almak, kökleri derinlerde yatan birtakım zihniyetlerin değiştirilmesini gerektiri­ yordu. Bu itibarla, bu da zor bir işti. Bunu 1839’da Gülhane Hatt-ı Hümâyûnu ile başarmaya çalıştık. Bu iş herkesten çok Mustafa Reşid Paşa’nın eseriydi.

Mustafa Reşid Paşa Batı üstünlüğünün sırrını, anahtarını, medeniyet veya uygarlık kavramıyla dile getirip özetlemenin mümkün olduğu kanısındaydı. O zaman dilimizde henüz bu kavramı ifade eden bir sözcük yoktu. Bu sebeple, Mustafa Reşid Paşa “ civilisation” kelimesini aynen kullanmış ve bunu “ terbiye-i nâs ve icrâ-i nizâmât” ibâresiyle açıklamıştı. Mustafa Reşid Paşa’ya göre Osmanlı Devle­ tinin vermesi gerekli önemli karar Batı uygarlığı sistemine dahil olmak, Batı milletleri ailesinin bir uzvu haline gelmek, Batı hayat felsefesini önemli ana çizgilerinde benimsemekti.

Bir bakıma, bu anlamda bir kararın ilk izlerini, üçyüz yıla yakın bir gecikme ile matbaayı Avrupa’dan almaya nihayet razı gelmemizde görebiliriz. Bu karar Lâle Devrine rastlar ki, bu da olsa olsa Batılılaşma öncesi bir deneme olarak nitelendirilebilir. K ü l­ türel açıdan Avrupa’dan etkilenmemiz, çok daha somut olarak, 1773’te başlar. Bu yıl içinde Batı örneği üzerinden İstanbul’da bir deniz mühendisliği okulu açıldı. Bu, askerî bir okuldu. Bu yoldan deniz kuvvetlerimizi güçlendirmeyi amaçlıyorduk. 1789 ile 1795

(20)

BATILILAŞMA HAREKETİM İZDE BİLİM İN YERİ VE ATA TÜ RK 15

arasında geçen yıllar içinde de kara kuvvetlerimize ilişkin olarak Avrupa tipinde bir askerî mühendislik okulumuz faaliyete geçti. Mühendishâne-i Bahrî-i Hümâyûn ve Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyûn adlarını taşıyan bu iki okul bugünkü İstanbul Teknik Üniversitemizin kökenini oluşturur.

Batı bilimini, modern bilimi biz ancak bu mühendis okullarıyla yurda sokmaya başlama işini başarabildik. Aslmda, Batı bilimi bu sıralarda henüz çok ilerlemiş değildi. Mekanik alanı bir yana, kim­ yada Lavoisier çağında bulunuluyordu. Bu o zamana göre önemli bir aşama oluşturuyor idiyse de, böylece o çağın kimyası bugünün ortaokul kimyası gibi bir şeydi. Henüz pi1 ve elektrik akımı da Batı bilimine yabancı idi. Fakat gün geçmiyordu ki, Batı yeni bir bilimsel keşif yapmasın. Bunun bir sonucu olarak, örneğin 1850 Avrupası 1773 Avrupasını çok çok gerilerde bırakmıştı. Bizim yeni açılan mühendis okullarımız ise, Batı biliminin temeline ve araştırıcı zih­ niyetine ayak uyduramazdı. Çünkü bunların başka ana görevleri vardı ve amaçları biraz değişik doğrultulara yönelikti. Ayrıca, bu okulların mezunları, ister istemez, bizim aydın zümremizin ancak küçük bir kesimini oluşturmaktaydı. Fakat yine de silahlı kuvvet­ lerimiz mensuplarının, aralarındaki tabip, cerrah, ve veteriner gibi meslek sahipleri dahil, uzun süre bizim en seçkin münevver zümremizi, en geniş kültürlü insanlarımızı, teşkil etmiş olmaları bu durum ışığında bir izaha bağlanabilmektedir.

Gerçekte, Batılılaşma hareketimize başladığımız sıralarda ve buna başladıktan sonra da, daha bir süre, biz, ortaçağlılıktan kop- mamıştık ve bundan kolay kolay kopamadık. Oysa, Avrupa dönüşme üzerinde dönüşmeden geçerek yepyeni bir akılcı kültür havası içine girmişti. Buna ulaşmak, hattâ bunu hakkıyla takdir ederek gereği gibi değerlendirmek güçlüğü önümüzdeki en büyük engellerden birini oluşturuyordu.

Değişmesi gerekli zihniyeti medresenin yetiştirdiği ulemâ, yani, eski hukukçularımız ve münevverlerimiz temsil ediyordu. Nitekim, önemli yenilikler için bu sınıf müntesibi ulemâmızın, hukukçuların, fetvası gerekli görülüyordu. Atatürk Ankara Hukuk Fakültesini açış nutkunda, 19254e şöyle konuşmuştur:

“ Milletimizi inhitata mahkûm etmiş ve milletimizin feyyâz sinesinde devir devir eksik olmamış olan menfî ve kaahir kuvvet

(21)

şimdiye kadar elimizde bulunan hukuk ve onun muakkipleri olmuş­ tur. . . . Beynelmilel umumî tarihin cereyanında Türklerin 1453 zaferini, yani İstanbul’un fethini tasavvur buyurunuz. Bütün bir cihana karşı istanbul’u ebediyyen Türk camiasına maletmiş olan kuvvet ve kudret takriben aynı senelerde icad edilmiş olan matbaayı Türkiye’ye kabul için erbâb-ı hukukun meş’ûm kuvvetini ıktihâma muktedir olamamıştır. Köhne hukukun ve müntesiplerinin m atbaa­ nın memleketimize girmesine müsaade etmeleri için üçyüz sene mü­ şahade ve tereddüt etmelerine ve leh ve aleyhte pek çok kuvvet ve kudret sarf etmelerine ıztırar hasıl olmuştur” .

Batının uygarlıktaki yeni aşamaları birbiri peşi sıra gerçekleş­ tirebilmesinin nedenleri şüphesiz çok ve çeşitli idi. Fakat her şeyden önce ve her şeyden daha büyük ölçüde Batının asıl başarı sırrını, gözkamaştırıcı canlılık ve verimliliğinin candamarmı oluşturan şey bilimdi, bilimin dinamik gücü ve engin gelişme yeteneği idi.

insanoğlunun bilim ve teknoloji yardımıyla doğayı kendi ih­ tiyaçları doğrultusunda etkilemesi sürecinin sonu gelmez. Fakat bu gibi süreçlerin iki yönünü veya boyutunu birbirlerinden açık seçik biçimde ayırt etmek icap eder. Çevrenin aktif bir tarzda insan ihtiyaçlarının gerek ve isteklerine göre dönüştürülmelere uğratılması statik olanakların etkili kılınmasıyla harekete getirilebileceği gibi, bunun çok çok üstünde ve ötesinde olmak üzere, yeni keşif ve icat­ larla ortaya çıkan yepyeni olanakların seferber edilmesi insan çabası veriminin kat kat artması sonucunu doğurabilir, insan faaliyetinin etkinliğini kat kat arttırabilir.

Statik olanaklar yatay veya ufkî gelişmeleri, yani uygarlık sevi­ yesinde kökten değişikliği tazammun etmeyen sonuçları verir. Y ep ­ yeni olanaklara, yeni bilgi, teknik, ve araçlara dayanan insan faa­ liyetleri ise, evrensel tarih ölçüsünde çağların akışını ve birbirinden çıkışını belirleyen dönüşme ve değişmelere yol açabilir. Yeni bilgi, teknik ve araçlar insanın tarih yapm a çabasını belirginleştiren faa­ liyet tipleridir. Bu itibarla, bunlar yatay gelişimleri değil dikine tırmanışları, uygarlıktaki gelişimin bu doğrultularda tersinmez dü­ zey yükselişlerini b e lir te r e k tarihin özünü oluştururlar.

Aslmda, insanoğlu, mecbur olmadıkça alışkanlık ve gelenek­ lerinden ayrılmama temayülündedir. Toplum lar da bununla paralel olarak, bununla koşut olarak, statikleşme eğinimindedirler. Bilim

(22)

BATILILAŞMA H A REKETİM İZDE BİLİM İN YERİ VE ATATÜRK 17

toplumların statikleşmeye, durağanlaşmaya istidatlı bünyelerine can­ lılık getiren etkin olanaklara sahip bir etmen, bir faktör olarak kar­ şımıza çıkmaktadır. Bilim toplumun özel güçleri dışında ve üstün­ de yeni kuvvetler yaratabilen önemli bir değişme ve gelişme âmilidir, etmenidir.

Bilimsel ilerleme, genel çizgileriyle, gelişigüzel biçimlerde ol­ maz. Bilimsel bilgi sürecindeki zincirleme adımlar doğmakta olan yeni bilginin iç bünyesinde geçerli olan mantık bağlarının mahiye­ tine bağlıdır ve bu mantıksal bağların neler olduğu konusunda sağlam bir bilgiye sahip olabilmek ancak asıl konunun hakkıyla anlaşılması ve aydmlanmasiyle mümkündür. Ayrıca, bilimsel bilgi rasyonel ve sistemli olduğundan ve dolayısıyle kümeleşme ve bazen ağır, bazen de sıçrayışlar biçiminde gelişmeler gösterme kaabiliyetine sahip bulunduğundan, bilimin zenginleşme yeteneği teknolojinin- kine kıyasla çok daha üstün ve düzenlidir. Üstelik, saf bilim yeni bilgi üretir ve bundan dolayı gelişmede tırmanışları mümkün kılar. Halbuki, arı teknoloji esasen mevcut olan bilgiye dayanır. Bundan ötürü, saf teknoloji, daha karakteristik olarak, yatay doğrultulardaki gelişmelere yol açar.

İşte biz Batıyı taklit ederken, Batının iyi vasıflarını alarak Ba­ tılılaşma gayretlerimizi sürdürürken, Batının en çok gıpta edilecek tarafının ve başarısının asıl anahtarının temel bilim araştırmalarında, arı bilimsel çalışmalara Batının verdiği büyük önemde aranması gerektiği sonucuna ulaştık mı? V e ulaştıksa ne zaman ulaştık? Bu sorunun cevabını bulmaya, belirlemeye çalışalım.

18704e İstanbul Üniversitesinin açılışında bir konuşma yapan eğitim bakanı Safvet Paşa, Osmanlı İmparatorluğunda iktisadî ve idarî işlerin aksamasının ve bilim ile fen bakımından geri kalınmış olmasının belki de en büyük nedeninin bu imparatorluğun Avrupa ile ilişki kurmamış olmasında aranması gerektiği düşüncesini birkaç kez tekrarlamıştır. Çünkü, Safvet Paşa’ya göre, bilim ve fennin gelişmesi kültürel temas sâyesinde gerçekleşmektedir. Kendi ifade­ siyle “ zîrâ ulûm-i akliyyenin ilerlemesi, onlarla meşgul olanlar bey­ ninde müdâvele-i ârâ ve mübâheseye manût olup milel-i mütemed- dine-i Avrupa işte bu takrîb ile terakkî-i maarife kudredyâb olmuş­ lardır.”

Yine, aynı söylevinde Safvet Paşa İstanbul Üniversitesinin açılmasiyle uygarlık temelinin pekişeceğine şöyle bir değinmekte,

(23)

çağın akıllara durgunluk getiren vapur ve telgraf gibi yeni icatlarının tamamiyle fizik bilimindeki ilerlemelere dayandığını söylemekte, alelâde gözlem sonucu yakınımızda sandığımız yıldızların milyon­ larca yıllık mesafede bulunduğunun bilimsel çalışmalarla saptanmış olduğunu, biraz müphem bir dille de olsa, ifade etmektedir. Bir de eskiden basit sanılan birtakım maddelerin bileşik olduklarının Av- rupadaki kimya çalışmaları sonucunda anlaşılmış olduğuna işaret etmektedir.

İktisadî bakımdan kullanılmaya elverişli ilk buharlı geminin 1810’da, okyanuslarda seyrüsefer yapabilecek bu tip vapurların ise 1840’h yıllarda inşasının mümkün olabildiği, ilk telgrafın 1830’lu yılların ilklerinde ortaya çıktığı, ilk kez sabit yıldız paralâksmm 1838’de Bessel tarafından ölçülmüş olduğu düşünülürse, Safvet Paşa’nın burada kendi gününden otuz kırk yıl öncesinin keşif ve icatlarından söz etmekte olduğu görülür. Özellikle, kalburüstü bazı teknolojik buluşların tamamen kuramsal fizik bilgisiyle temellen­ diğini ve bu gibi konulardaki terakkinin uluslararası işbirliğine dayan­ dığını dile getirmesi gerçekten ilginçtir. Fakat öte yandan da Safvet Paşa’mn bu işbirliğini “ fikir alışverişi” biçiminde düşünmüş olması ve aynı zamanda insan aklının doğanın sırlarına nüfuz etmeye yeterli olmadığını söylemesi gibi bazı hususlar, 1870’te, bizim için, Batıya bilim alanında yetişmenin henüz uzak bir rüya gibi bir şey olduğunu sarahatle göstermektedir.

Gerçekten, ondokuzuncu asrın İstanbul Üniversitesi açılış yılına kadar uzanan kısmında çeşitli bilim dallarının birçok kollarında yapılan çalışmalar, sayıları kolayca yüzü aşan İngiliz, Fransız, Alman, Hollândalı, İtalyan, İsveçli, Norveçli, İsviçreli, Avustur­ yalı, Polonyalı, Rus, ve Danimarkalı bilim adamlarının kalburüstü keşiflerinden oluşmaktaydı. Oysa, maalesef, bu uluslararası bilimsel işbirliğinde bizim göz dolduracak herhangi bir katkımız olduğuna tanıklık edememekteyiz.

M amafih, yine de Batılılaşma hareketimizde önemli bir eğilimin Avrupa tipi çeşitli okullar açılmasıyle yönlendiğini, Batı uygarlığına katılma ve ondan pay alma düşüncesinin belirdiğini, bunlara ilâve olarak ve bu perspektif içinde, ayrıca, Batının ileri teknolojisinin temelinde bilimin yatmakta olduğu düşüncesinin bizde de bir de­ receye kadar uyanmış olduğunu görmek, Batılılaşma akımımızın gereği kadar üzerinde durulmamış çok olumlu ve önemli bir kültürel

(24)

kesiminin bulunduğunu göstermektedir. Ancak, arı ve temel bilim araştırmalarına gerekli önemin verilmesi durumuna ya da böyle bir zihniyetin kuramsal dahi olsa benimsenmesine Cumhuriyet dönemimizin başlamasına kadar pek şahit olamıyoruz. Y a da, bunun misalleri oldukça nadirdir. Böylece de Batılılaşma hareketimizin Atatürk aşamasına ulaşmış oluyoruz.

Atatürk, 22 Eylül 19244e Samsun’da İstiklâl Ticaret M ek­ tebinde, öğretmenlere hitâb ederek yaptığı konuşmada şu ünlü sözlerini söylemiştir:

“ Dünyada her şey için, maddiyât için, maneviyât için, hayat için, muvaffakiyet için en hakikî mürşit ilimdir, fendir; ilim ve fen­ nin haricinde mürşid aramak gaflettir, cehalettir, dalâlettir. Yalnız, ilim ve fennin yaşadığımız her dakikadaki safhalarının tekâmülünü idrâk etmek ve tekâmülü zamanında takıybeylemek şarttır.”

Burada Atatürk’ün bilimin gerek maddî hususlar ve gerekse manevî işler bakımından yolgösterici olduğunu söylemesi dikkati çekiyor. Ayrıca, burada fen sözcüğünün anlamını tam olarak be­ lirlemek sözkonusu edilebilir. Çünkü, Atatürk’ün burada saf bilim yanında, arı bilim yanında, teknolojiye de bir atıf yapmakta olup olmadığı bu vesile ile akla gelebilir.

Fen sözcüğünü fen fakültesi ve lise fen kolu gibi kullanışlarında, bu bağlamlarda, özellikle matematik, astronomi, fizik, jeoloji ve kimya gibi arı bilim dalları için kullanıyoruz. Bizde üniversiteye elli yıl öncesine kadar dârülfünun, yani “ fen bilimleri evi” adı verilirdi. Demek ki, bu kullanılışı ile de fen sözcüğü teknoloji ve endüstriye bir kayma göstermemekteydi. Esasen Safvet Paşa’nın nutkunda da fen sözcüğü aynen Atatürk’teki gibi kullanılmaktadır, ö t e yandan da,* Türkiye Büyük M illet Meclisi çalışmalarım açış konuşmalarında, endüstriden söz ettiğinde, Atatürk’ün, bu maksatla, hiç bir zaman fen sözcüğünü kullanmadığı görülmektedir. Demek ki bu ünlü sözün­ de Atatürk fen sözcüğü ile arı bilim çalışmalarına, temel bilim ça­ lışmalarına, ve bunların en güvenilir ve gelişmiş bilgilerimizi temsil eden dallarına atıf yapmaktır.

27 Ekim 1922’de Bursa’da öğretmenler için yaptığı bir konuş­ mada Atatürk şunları söylüyor:

“ . . . Memleketi, milleti kurtarmak isteyenler için hamiyet, hüsn-ü niyet, fedakârlık elzem olan evsaftandır. Fakat bir heyet-i

(25)

içtimaiyyedeki marazı görmek, onu tedavi etmek, heyet-i içtimaiyyeyi asrın icabâtına göre terakki ettirebilmek için bu evsaf kâfi gelmez; bu evsaf yanında ilim ve fen lâzım dır.. . .

“ Hanımlar, beyler; memleketimizin en mamur, en latif, en güzel yerlerini üçbuçuk yıl kirli ayaklarıyla çiğneyen düşmanı mağ- lûbeden zaferin sırrı nerededir, bilir misiniz? Orduların sevk ve idaresinde ilim ve fen düsturlarını rehber ittihaz etmektedir. M il­ letimizi yetiştirmek için asıl olan mekteplerimizin, dârülfünûnları­ mızın teessüsünde aynı mesleği takıyb edeceğiz. Evet, milletimizin siyasî ve içtim aî hayatında, milletimizin fikrî terbiyesinde de reh­ berimiz bilim ve fen olacaktır. Mektep sâyesinde, mektebin vereceği ilim ve fen sâyesindedir ki, Türk Milleti, Türk sanatı, iktisadiyâtı Türk şiir ve edebiyatı bütün bedâyii ile inkişaf eder.

“ Memleketimiz içinde efkâr-ı medeniyyenin, terakkiyât-i as- riyyenin bilâ ifâte-i ân intişar ve inkişâf etmesi lâzımdır. Bunun için bütün erbâb-ı ilim ve fennin bu hususta çalışmayı bir vecîbe-i nâmûs bilmesi iktiza eder . . . .

“ Gözlerimizi kapayıp, mücerret yaşadığımızı farz edemeyiz. Memleketimizi bir çember içine alıp, cihan ile alâkasız yaşayama­ yız. . . . Bilâkis, müterakki, mütemeddin bir millet olarak medeniyet sahasının üzerinde yaşayacağız. Bu hayat ancak ilim ve fen ile olur. İlim ve fen nerede ise, oradan alacağız ve her ferd-i milletin kafasına koyacağız. İlim ve fen için kayıt ve şart yoktu r.. . . Hiçbir delil-i mantıkî’ye istinat etmeyen birtakım ananelerin, akidelerin muha­ fazasında ısrar eden milletlerin terakkisi çok güç olur; belki de hiç olmaz. Terakkide kuyûd ve şurûtu aşamayan milletler hayatı mâkul ve amelî müşahade edemezler. H ayat felsefesini vâsi gören millet­ lerin taht-ı hâkimiyet ve esaretine girmeye mahkûmdurlar. . . . ”

Burada, sondan bir önceki paragrafta Atatürk’ün uygarlığa ilişkin olarak gerek tefekkür ve gerekse somut terakkî adımlarının yurtta hem yaygınlaşmasından ve hem de geliştirilmesi lüzumundan söz edişi dikkate değer. Nitekim kendisi bu vesile ile yurdumuzda uygar düşüncelerin ve çağcıl ilerleyişlerin an sektirmeden yaygın­ laşması ve gelişmesi gereğine değinmektedir.

30 Ağustos 1924’te Dumlupınar’da Atatürk şunları söylemiştir: “ . . . Harb, muharebe, nihayet meydan muharebesi, yalnız karşıkarşıya gelen iki ordunun çarpışması değildir; milletlerin çar­

(26)

BATILILAŞMA HAREKETİM İZDE BİLİM İN YERİ VE ATATÜRK 21

pışmasıdır. M eydan muharebesi milletlerin bütün mevcudiyetleriyle ilim ve fen sahasındaki seviyeleriyle, ahlâklariyle, harslarıyla, hülâsa, bütün maddî, manevî kudret ve faziletleriyle ve her türlü vasıta­ larıyla çarpıştığı bir imtihan sahasıdır.

“ Efendiler, milletimizin hedefi, milletimizin mef küresi, bütün cihanda tam mânasiyle medenî bir hey’et-i içtimâiyye olmaktır. Bilirsiniz ki, dünyada her kavmin mevcudiyeti, kıymeti, hakk-ı hürriyet ve istiklâli malik olduğu ve yapacağı medenî eserlerle mü­ tenasiptir. Medenî eser vücuda getirmek kaabiliyetinden mahrum olan kavimler hürriyet ve istiklâllerinden tecrit olunmaya mahkûm­ durlar. Tarih-i beşeriyet baştan başa bu dediğimi teyit etmektedir. Medeniyet yolunda yürümek ve muvaffak olmak şart-ı hayattır. Bu yol üzerinde tevakkuf edenler ve yahut bu yol üzerinde ileri değil de geriye bakmak cehil ve gafletinde bulunanlar medeniyet-i umu- miyyenin hurûşân seli altında boğulmaya mahkûmdurlar. . . .

“ Efendiler, medeniyet yolunda muvaffakiyet teceddüde vâ- bestedir. içtim aî hayatta, iktisadî hayatta, ilim ve fen sahasında muvaffak olmak için yegâne tekâmül ve terakkî yolu budur. H ayat ve maîşete hakim olan ahkâmın zaman ile tegayyür ve teceddüdü zarurîdir. Medeniyetin ihtiraları, fennin harikaları cihanı tahavvül- den ta h a v v ü l duçar ettiği bir devirde, asırlık köhne zihniyetlerle, maziperestlikle muhafaza-i mevcudiyet mümkün değildir.”

Burada Atatürk dünyada ancak ileri uygarlığın yaratılması faaliyetine olumlu katkıları olanların ve bu yoldaki gelişmeleri günü- gününe takip edip onlara ayak uyduran toplumların kendilerine bir hayat hakkı güvencesi sağlamak durumunda olabileceklerini pek güzel bir şekilde dile getirmekte ve bu hususu gerçekten kuvvetli bir biçimde vurgulamaktadır.

1923 yılı O cak ayınm son haftasında Alaşehir’de halka hitaben yaptığı konuşmada Yunan işgali günlerinden söz ettikten sonra, Atatürk şu sözlere yer vermiştir:

“ Arkadaşlar, bundan sonra pek mühim zaferlere kavuşacağız. Fakat bu zaferler süngü zaferleri değil, iktisad ve ilim ve irfan zafer­ leri olacaktır. Ordumuzun şimdiye kadar istihsal ettiği muzafferi­ y e t ^ memleketimizi halâs-i hakikîye şevketmiş sayılamaz. Bu zaferler ancak müstakbel zaferlerimiz için kıymetli bir zemin hazır­ lamıştır. Muzafferiyât-i askeriyyemizle mağrur olmayalım. Yeni ilim ve iktisat zaferlerine hazırlanalım .”

(27)

26 O cak 19234e Salihli istasyonunu dolduran topluluğa hitap ederken, Atatürk kara günlerin artık gerilerde kaldığını söyledikten sonra sözlerine şöyle devam ediyor:

“ Bundan sonra memleketimizi kat’ î halâsa îsâl için pek kuv­ vetli ve esaslı tedbirler ittihâz etmek icab eder. Bu tedbirlerin en mühimmi ve en birincisi ilim ve irfandır.”

I933 У1!1 Cum huriyet Bayramını açış konuşmasında ise Atatürk şöyle diyor:

“ Türk milletinin yürümekte olduğu terakki ve medeniyet yo­ lunda elinde ve kafasında tuttuğu meşale müspet ilimdir.”

Demek ki, Atatürk’e göre ileri uygarlığa katkılar yoluyla katıl­ manın ya da onunla tam uyum durumunda bulunmanın en etkin yolları bilimden geçmektedir. Uygarlığın yeni hamlelerinde aktif, yapıcı ve yaratıcı bir role sahip olmaksızın uygarlığın gelişmelerine pasif olarak ayak uydurmak çok güç ve hattâ imkânsız bir şeydir. Atatürk’e göre, bilgiye yeni yeni katkılarda bulunmak amacını güden an bilimsel çalışma uygarlığın en kalburüstü tırmanış ve hamlele­ rinin temelinde bulunmaktadır ve bu tip faaliyete şerefli bir hayat sürdürmek isteyen her toplumun büyük bir canlılıkla katılması gerekir. Büyük Nutkunun başlarında Atatürk Batı uygarlığından “ ilim ve fennin nurlara müstağrak kıldığı hakikî medeniyet âlemi” şeklinde söz etmektedir.

“ Fransız yazarı M aurice Pernot ile 29 Ekim 1923’te yaptığı mülâkatta Atatürk ezcümle şunları söylemiştir:

“ Memleketler muhteliftir. Fakat medeniyet birdir ve bir mille­ tin terakkisi için de bu yegâne medeniyete iştirak etmesi lâzımdır. . . . Memleketimizi asrileştirmek istiyoruz. Medeniyete girmek arzu edip de Garbe teveccüh etmemiş millet h a n g is id ir ? ...”

Ankara’yı ilk ziyaretinde Ankara eşrafına hitaben yaptığı bir konuşmada Atatürk şunları söylemiştir:

“ Ecnebiler kendi menâfi-i iktisadiyye ve siyasiyyelerini tatmin edebilmek için aleyhimizde icat ettikleri iki mütâlaayı yürütmeye başladılar. Bu mütâlâalardan . . . birincisi ile millete zulüm atıf ve isnat ediyorlar. İkincisi ile de kaabiliyetsizlik. . . . Zulüm medeni­ yetle kaabil-i te’lif değildir. İstidatsızlık da şâyân-i afv bir şey ola­ maz. Çünkü milletler işgal ettikleri arazinin hakikî sahibi olmakla

(28)

beraber beşeriyetin vekilleri olarak da o arazide bulunurlar. O arazinin menâbi-i servetinden hem kendileri istifade eder ve dola­ yısıyle bütün beşeriyeti istifade ettirmekle mükelleftirler. Bu düstûra göre bundan âciz olan milletler hakk-ı bakaa ve istiklâle lâyık ol­ mamak lâzım gelir.”

1933 y^1 Cumhuriyet Bayramı nutkunda Atatürk’ün konumuzu ilgilendiren şu sözleriyle karşılaşıyoruz:

“ Aslâ şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medenî vasfı ve büyük medenî kaabiliyeti, bundan sonraki inkişafı ile âtînin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır. . . . ”

“ Bunun içindir ki, milletimizin yüksek karakterini, yorulmaz çalışkanlığını, fıtrî zekâsını, ilme bağlılığını, güzel sanatlar sevgisini, millî birlik duygusunu mütemadiyen ve her türlü vasıta ve tedbirlerle besleyerek inkişaf ettirmek millî ülkümüzdür. Türk milletine çok yaraşan bu ülkü onu bütün beşeriyete hakikî huzurun temini yolunda kendine düşen medenî vazifeyi yapmakta muvaffak kılacaktır. . . ”

“ Fakat yaptıklarımızı aslâ kâfi göremeyiz. Çünkü daha çok ve daha büyük işler yapmak mecburiyetinde ve azmindeyiz. Yurdumuzu dünyanın en mamur ve medenî memleketleri seviyesine çıkaracağız. Milletimizi en geniş refah vasıta ve kaynaklarına sahip kılacağız. M illî kültürümüzü muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız.”

Atatürk, bu sözleriyle, uygarlık gelişme ve tırmanmalarına hakkıyla ayak uydurmak, uydurabilmek için yalnız onu pasif bir şekilde takip etmenin, etmeye çalışmanın yetersiz kalacağı, uygarlık gelişmelerine ve dinamizme intibak etmek için onun tırmanışlarına bizzat katkılarda bulunmanın, onu oluşturma sürecine katılıp onun yaratıcıları arasında yer almanın vazgeçilmez bir şart olduğunu, ve ayrıca uygarlık dinamizminin temelinde bilimin, arı bilimin yattığını, yer almakta olduğunu, ne kadar güzel ve veciz bir şekilde ifade etmekte, dile getirmektedir.

Varlığım ızı, özgürlüğümüzü, şeref ve haysiyetimizi kendisine borçlu olduğumuz, asırların nadir yetiştirdiği büyük dâhi ve tarihin bize paha biçilmez armağanı, büyük Atatürk’ümüzün bu kadar ısrarla vurguladığı, bize gereği gibi anlatmak için, zihnimizde iyice

(29)

yer etmesi için, âdetâ çirpindigi bu ışıklı görüşü, bilimin ve bilimsel araştırmanın insan hayatında ve uygarlık kurma çabasındaki köklü yeri sorunu, önemine candan inandığım bir konudur. V e Atatürk’ün millî kültürümüzü çağdaş medeniyet düzeyinin üstüne çıkarmak yolundaki idealinin gerçekleşmesinin herşeyden fazla bu yolda yürünmesine bağlı olduğu kanısındayım. Bundan dolayı bu konuş­ mam benim için sanki içimi dökme yerine de geçmiş bulunuyor. Başta Sayın Cumhurbaşkanımız olduğu halde, bu çok seçkin din­ leyici grubu önünde bu konuşmayı yapmış olmaktan, bu itibarla, büsbütün büyük bir zevk ve onur duydum. Hepinize buraya gelmek ve beni dinlemek lûtfunda bulunduğunuzdan dolayı teşekkürler eder, hepinizi saygıyla selâmlarım.

(30)

THE PLACE OF SCIENCE IN THE TURKİSH

MOVEMENT OF WESTERNIZATION, AND

ATATÜRK

A Y D IN S A Y IL I *

The Turkish movement o f Westernization, in its maturer phase represented by the Gülhane Edict of 1839, involved quite a substan­ tial and heroic effort to contribute to the amelioration o f human happiness and dignity and to the eradication o f fanaticism and bigotry. In its genesis and initial phases this movement manifests itself as a general process beset with many difficulties and interrup­ tions. In its preliminary and less complex phases it may be said that it is not marked more clearly by any other single event than by the foundation, after European models, o f a naval military engineering school in 1773 and of a ground forces military engineering school between 1789 and 1795, both in istanbul. These are the twin ancestors o f our present Technical University o f İstanbul. The first evidence o f a Turkish decision to adopt Western ways was thus unmistakably discernible in institutions representing technology and education, and the foundation of these two engineering schools in the last quarter o f the eighteenth century constituted clear signs o f a deep concern of the Ottoman Empire for self-defense and self-preservation.

The first clear and substantial impulse for the Turkish movement of Westernization thus came from the need felt for the adoption o f European techniques in military training and from military tech­ nology. Technology, on the other hand, had, by the nineteenth century, come to involve, in an ever increasing measure, the har­ nessing of scientific knowledge to human needs. Hence the import­ ance, generally speaking, o f the place occupied by science in the Turkish movement of Westernization.

In his General Historie o f the Ottoman Empire, written first in 1603, Richard Knolls wrote thus:

* Aydın Sayılı, Professor of the History of Science, President of the Atatürk Culture Center, Atatürk Supreme Council for Culture, Language, and History.

(31)

“ A t the present if you consider the beginning, progress and perpetual felicity o f this the Ottoman Empire, there is in this world nothing more admirable and strange; if the greatness and lustre thereof, nothing more magnificent and glorious; if the power and strength thereof, nothing more dreadful and dangerous,. . . , prefixing into itself no other limits than the uttermost bounds of the earth, from the rising of the sun unto the going down o f the same.” 1

Concerning the peace treaty of Carlowitz of 1699, Creasy, writing in 1878, says that the treaty of Carlowitz is memorable in particular on account of the magnitude of the territorial change which it ratified and also because it marks the period when men ceased to dread the Ottoman Empire as an aggressive power, and then he adds, “ A t the beginning o f the war Austria trembled for the fate o f her capital and saw her very national existence seriously menaced; at the end o f the confflict the empire o f the House o f the Habsburg was left not merely in security, but permanently streng­ thened and consolidated; while the House o f the Othman saw many of its fairest dominions rent away. . . . ” 2

This was the second siege o f Vienna, which took place in 1683, and the city could have fallen, had the Turkish commander-in-chief shown greater proficiency in the conduct of the war. But even that could hardly have changed the general situation. The Ottoman Empire had fallen behind Europe; she had already entered upon a period o f decline, especially when compared with the West. T o bring the idea more clearly home to us that the tables had already been turned on the Ottoman Empire, we may note that, after a considerable delay due especially to some diffculties he had in con­ nection with the orbit o f the moon, Newton had finally published his monumental work, the Principia, in 1687, only four years after the Turkish siege o f Vienna, while Ottoman men o f learning were not as yet quite ready even to give Copernicus the credit that was due to him; nay, they were not even duly aware o f his great work, nor o f those forming its more immediate sequals, such as the mas- terworks o f Galileo and Kepler.

1 Edward S. Creasy, History o f the Ottoman Turks, Beirut 1961, Introduction by Zeine N. Zeine, p. V.

(32)

TH E PLACE OF SCİENCE 27

The naval and ground forces’ military engineering schools set up after the European models, in 1773 ancl I7^9- I 795 respecti­ vely, represented official acknowledgement o f the superiority of Europe’s knowledge in general, its technology, its methods of training its armed forces and especially its engineers. It also constituted a solemn though partial commitment to a program o f Westernization. These schools, after a short interruption, were continually deve­ loped, modified, and enlarged during the nineteenth century.

The Naval Engineering School was instituted under the sultan Mustafa III (1 7 5 7-1 7 7 3 ) 3 and the Arm y Engineering School during the reign o f Selim III (1789-1807), who was deposed by an insur­ rection of the Yeniçeri soldiery, that is, the old-style standing army, with the cooperation and instigation o f the ulemâ, i.e., the class of intellectuals who were the representatives and the custodians of the sherîat, the religious law, which was tantamount or equivalent to a veritable constitution.

Selim III was profoundly attached to the reforms he had intro­ duced and was thoroughly convinced that they would be very bene­ ficial to his country, but he had to pay for it with his life. Mahmud II (1808-1839), however, who came to the throne after a brief inter­ regnum o f Mustafa IV , reintroduced the reforms o f his ill-fated predecessor, acting with much greater energy and success, and during his reign Turkey’s adoption o f European ways came to gain a deeper meaning and a more comprehensive scope.

M ahmud II brought, from 1831 on, certain administrative and social reforms which were fundamental in the process o f Western­ ization. These were culminated by the Gülhane Decree, the so­ -called Tanzim at-i Hayriye, i.e., the Edict or Proclamation o f Bene­ ficial Adjustments (or Propitious Arrangements), which was pro­ mulgated by M ahm ud I I ’s son and successor Abdülmecid I (1839- 1861). This decree or edict was prepared by Mustafa Resid Paşa, the minister o f foreign affairs. It guaranteed the security of life, honor, and property o f all Ottoman subjects regardless o f religion or sect, and it contained provisions and stipulations to the effect that taxation and consceription laws would be reformed. The pe­ riod from 1839 to 1876 thus inaugurated has been referred to as the Tanzim at Period. It was a period of enactment of various remedial legislations.

(33)

W ith the advent of modern scientific revolution in Europe ushered in by men like Copernicus, Vesalius, Bacon, Descartes, Harvey, Galileo, Kepler, Huygens, and Newton, with the formid­ able achievements involved in the Humanism, Renaissance, and the Reformation movements and the eighteenth century’s so-called Enlightenment and the industrial revolution, Europe had gone through extremely important phases o f development and had in­ creased its efficiency tremendously in all fields of human endeavor. It also had developed its military strength and prowess at a brisk pace.

The upshot of all this was that Ottoman Turkey had thus na­ turally and automatically fallen behind Europe. But it had not only fallen behind due to its failure to keep abreast of the rapidly ad­ vancing European civilization; it had actually gone through a process o f decline whereby its original social and administrative institutions had become transformed into more or less degenerate versions o f the vigorous initial Ottoman institutions o f the more glorious days during which they originated.

A t any rate, Ottoman social and economic prosperity, and the financial and administrative machinery upon which it rested, had been geared up with Ottoman military superiority over its neighbors. The prodigious advances realized in Europe had made it peremp­ tory therefore for the Ottoman Empire to readjust its financial and administrative procedures. Furthermore, the opening up of the Oceanic trade routes and the discovery o f new continents had re­ duced the importance the Ottoman lands occupied in international trade.

In short, the causes of the decline of the Ottoman Empire were many and multifarious, although the fascinating advances in scien­ tific knowledge in Europe were undoubtedly among the most fun­ damental and trailblazing o f these multitude of varied and diverg­ ent factors. And in the face o f humiliating defeats, and also o f the undeniably superior knowledge, technology, and power of her Eu­ ropean rivals, Ottoman Turkey felt the need of modernization, of copying Europe in those respects that made Europe’s superiority patent and paramount.

Considered in its totality, i.e., including its social and admin­ istrative aspects, the movement o f Westernization embarked upon

(34)

TH E PLACE OF SCİENCE 29

by Turkey during the eighteenth and nineteenth centuries was quite a major enterprise. For Turkey was leading a prolongation o f the medieval theocentric way of life. She was ruled by the religious law considered basically sacrosanct and essentially unalterable. The sultan, being at the same time the caliph, possessed a de facto absolute power, and his secular authority was buttressed through the institu­ tion of the caliphacy. A thorough Westernization implying decisive change in the concepts of state and society as reflected by the teach­ ings of the guiding spirits of the Age o f Enlightenment, as well as rising in science and technology to a footing equal to that of Europe, would be tantamount to changing at one fell-swoop from some sort of medieval backwardness to the modern European level of civili­ zation. In fact. Mustafa Reşid Paşa firmly embraced the opinion that the survival o f the Ottoman state depended on a modernization of its administration which would make her a member of the Euro­ pean family of states.

Nowadays Westernization is a very widespread movement. We speak o f “ developing countries” , implying by this term that all underdeveloped countries are endeavoring to reach the level o f more developed ones by adopting the latter as models.

Renaissance was such an attempt and Classical Antiquity was the model chosen to be emulated. True, the Renaissance movement would have lost much o f its greatness if it had limited itself to imi­ tating the past era it admired. But there was essentially much truth to what it claimed it was doing.

Arnold Toynbee says, “ The encounter between the World and the West may well prove, in retrospect, to be the most important event in modern history. It is an outstanding instance of an historical phenomenon o f which there are other famous instance in the past, and the comparative study o f the course and consequences of the encounters between civilizations that are one another’s contem­ poraries is one o f the keys to an understanding o f the history oı man­ kind.” 3

These comments are seen not to be applicable to the sixteenth century Renaissance movement, however, except through a stretch o f imagination and by superadded interpretation. For the

Referanslar

Benzer Belgeler

Çizelge 4’e bakıldı- ğında bin tohum ağırlığı lokasyonlar, genotipler ve genotip x lokasyon interaksiyonuna göre p < 0.01 düzeyinde önemli olmuştur..

Araştırmada üzerinde durulan özelliklerden bitki boyu, bakla sayısı ve bin tohum ağırlığı bakımından genotipler arasındaki farklılıklar istatistiki bakımdan

En uygun parsel boy/en oranının belirlenebilmesi için, yukarıda belirtilen iki temel kayıp faktörü nede- niyle oluşan kayıplar, belirli büyüklükte ve farklı boy/en

Buna bağlı olarak fotovoltaik (PV) güneş enerjisi panel tasarımı planlanan bir yerin bulunduğu koordinatların yıllık güneşlenme değerleri, PV’den elde

Denemede havuç ağırlığı (g), havuç uzunluğu (cm), havuç verimi (kg/da), ekstra havuç verimi (kg/da), I.sınıf havuç verimi (kg/da), II.sınıf havuç verimi (kg/da),

2015-2040 dönemi için model verileri ile hesaplanan yıllık toplam evapotranspirasyon değerlerinin ortalaması incelendiğinde; Edirne ve Kırklareli için sırasıyla

Deneme sonuçlarına göre, 37.2 0 C’ de inkübe edi- len 3 numaralı yumurtalar, 1 numara ile gösterilen gruba göre toplam geç dönem ölümler ve prenatal ölümler bakımın-

Bu özellik bakımın- dan incelenen 15 kombinasyonda anaçların ortalama- sına göre altı pozitif, dokuz negatif, üstün anaca göre ise dört pozitif, 11 negatif melez gücü