T 7 i
HALDUN
TANER'
Aliye Berger
AZI insanlar dünyaya mutlu gelirler. Daha do ğuştan “gen’Meri yetenek yüklüdür. Soyaçeki- min sağladığı bu olanakları hele iyi bir çevre ve eğitim de tamamlarsa o insanın toplumda olağan üs tü bir yerlere çıkması hiç yadırganmamalı.
Aliye Berger bu mutlulardan biri idi. Şakir Paşa gibi uyanık, kültürlü hepsinden de önemlisi, ressam bir babanın sulbünden geliyordu. Gözünü açtığı çevre yağlıboya kokuyordu, kitap kokuyordu. Ağabeyi Ce- vad Şakir (Halikarnas Balıkçısı) yazar olmadan önce resim tahsil etmişti. Ablası Fahrünnisa ilerde ressam olacaktı. Aliye’nin çocukluğu bu sanatçı ve aydın or tamda geçti. Büyükadadaki köşkün sakinleri içinde sanatçı olmayan, iki üç yabancı dil bilmeyen yok gibi idi. Aliye özellikle babasına büyük bir hayranlık duyar dı. Sanırım ona dünyaya, doğaya ressam gözüyle bak mayı yani GÖRM EYİ ilk öğreten odur. Soya çekim, ortam, ilk çocukluk eğitimi bakımından mutlu bir biri kime, hazıra konan Aliye’ye,şimdi Kendi kişisel rengi ni bulmak kalıyordu . Bunu da ona hayatının en büyük acısı sağladı. Benzersiz bir aşkla bağlandığı müzisyen eşi Kari Berger evliliklerinin altıncı ayında ölünce Ali ye çılgına döndü. Onu da bu yıkıntıdan kurtaran ablası Fahrünnisa oldu.
“Dünyada en çok ondan korkarım, beni benden iyi tanıyan tek insandır” dediği ablası Aliye’y i gravürcülü- ğe teşvik etti. Berger’in birkaç şiirini resimlemesini öğütledi. Aliye o zamana kadar resim yapmış ama gra vür denememişti. Yoğun acısı içinde, kendini kaptır dığı ilk gravür denemeleri herkesi şaşırttı. Bu beklen medik başarının bir sırrı Aliye’nin sanatçı kumaşı ise, bir sırrı da dünyada en çok sevdiği iki şeyi, sanatla Berger’i birleştiren bir yaratmaya girmiş olması idi. Sonra sanat sayesinde karamsarlığını yendi. Türkiye büyük bir gravürcü kazandı.
Burada onun, hiç kimseninkine benzemeyen, hayat dolu , yaşama sevinci dolu, duyarlı, renkli, yürekli ya pıtlarını anlatmaya kalkacak değilim. Şu küçük anma yazısında Aliye’nin sadece insan kişiliğinden iki çift söz edeceğim.
Sonsuz bir yaratma ihtirası
Herkes başkasını kendi alışkanlıklarına ve ölçütle rine göre yargılar. Bunlara uymuyorsa yadırgar. Aliye Berger bu toplumun basma kalıp ölçütlerine pek uy muyordu. Dış görünüşü ile, giyim kuşamı ile, hal tavrı ile, Türkçeyi telaffuzu ile,cümle yapısı ile, en sonra söyleneceği en önce söyleyen açık kalbliliği ile. Bütün bunları orijinalite olsun diye yapmıyordu. İçinden öyle geldiği için , başka türlüsüne tenezzül etmediği için, öyle yapıyordu. Ve bundan dolayı her yaptığı orijinal oluyordu. Aliye delişmen, içten mi içten, katıksız yani çocuksu bir sanatçı idi. Aliye’nin en belirgin özellikleri bence şunlardır: Evrensel bir tecessüs, Pantheist di yebileceğim bir doğa sevgisi ve sonsuz bir yaratma ih tirası.
Gözlerini dünyaya, doğaya, çok sevdiği yaşama, koca koca açmıştı. Her yeni gün onca sanki bir bay ramdı. Bir ağacın, bir yaprağın, bir böceğin, bir yağ murun, bir karın, bir dumanın, bir buğunun, bir mevsi min bir akşam yahut sabah saatinin sanatkârca tadını çıkarmasını biliyordu. Bu haliyle onu sekiz yaşında bir çocuk tazeliğinde bulurdum. Daha doğrusu onun yaşı yoktu. Ebedi gençliğinin sırrını, bu doymaz tecessü sünde, her hücresine sinmiş yaşama sevincinde ve yaratma yükümlülüğünde aramak gerekir. Bu*özellik- leri, onun türlü hastalıklarla, maddi engellere çelme- lenmiş fiziğini hâlâ dipdiri ayakta tutan iksirlerdi. Ka fası , muhayyilesi bunlarla dolu olduğu için , orada hastalığın, maddi durumun karamsarlığına yer kalmı yordu.
Aliye Berger çevresini hem alıp satmaz görünür hem de pekâlâ umursardı. Yapıtlarında, giyim kuşa mında, yaşayışında alışılmışı delip geçen delicesine cesareti, konuşmalarındaki patavatsız değer yargıları birinci iddiayı doğrularken bütün bunlara karşın yine de herkesle ince bir saygı ilişkisine özen gösterişi
onun dışa yönelik, topluma dönük yaratılışının bir zo- runluğu idi. Hattâ denilebilirki, duyarlığı, zekâsı, zev ki, yetenekleri ile çok üstünde olduğu çevresine se vimsiz görünmemek, onlarda bir aşağılık kompleksine yol açmamak için , bile bile o çevrenin anlayacağı üs lûba inmesini de bilirdi. Hümur, bu durumlarda baş vurduğu araçlarında başında geliyordu. Kendini kas ten harcadığı bu yarı yaşanmış, yarı düşünülmüş hi kâyelerde hem çevresini güldürür, rahatlatır, hem de resim dışında yarı edebi yarı teatral yeni bir yaratma nın kıvancını duyardı. Buna neden gerek görürdü. Çünkü insan sevgisine muhtaçdı. Aliye sevgisiz bir ortamda oksijensiz kalmışa dönerdi de ondan.
Geçen sonbaharı ikimiz bir rastlantı eseri olarak Yalova Kaplıcalarında geçirmiştik.
Aliye her akşam yemeğine grand toilette ve şapote olarak iniyordu. Sanki orası Denizyollarının kılkuyruk bir oteli değilde Wichy’nin Karlsbad’ın Grande Hoteli idi. Sanki çalan bir emekliler üçlüsü değil de, Prome- nade orkestrası idi. Garsonlara:
__Garson bey’siz hitap ettiği olmuyordu.
Aliye ilk günü bu uygar hali ile herkesi tedirgin et mişti. Çabuk farkına vardı. Birgün bütün o kaplıca müşterilerini çevresine toplayıp, etkisi denenmiş üç dört tekerlemesini patlattı. Ertesi gün herkesi, ama ayrıcasız herkesi, fethetmişti. Kaç yıldır her güz oraya giderim. Hiç bir seferi, onun orda olduğu son dönem kadar yoğun ve renkli geçmedi. İnsan Aliye ile olunca doğanın nimetlerinin daha bir farkına varıyordu. Bazı ağaç kabuklarının Afrika zencilerinin kalkan motifleri ni ansındırdığını, tarhlardaki bazı çiçeklerin belli bir rüzgârda ve akşamın belli saatlerinde (delileştiğini) sırtını dönmüş ot ayıklayan siyah çarşaflı kadınların Bruegel’in tablolarındaki gibi diziliştiklerini, o bana söyleyip göstermese, ben bütün bunların yanından belki olanca dalgınlığımla geçer giderdim.
Onu kaybettiğimiz şu günlerde
Münir Ozkul’la eşi ve çocukları bir gün beni ziyare te geldiler. Aliye Münir’in küçük kızının can sıkıntısı ile çiziktirdiği kâğıda baktı. Gözleri parladı. Sonra onu bir kenara çekti, akşama kadar onunla meşgul oldu. Konuklar gittikten sonra bu aşırı ilgisinin nedenini merak ettim.
__O küçük müthiş bir şey canım dedi. Büyük bir fantezisi var. Saplanıp kaldığım, içinden çıkamadığım bir problem vardı. Çocuğa buna benzer ödevler ver dim. Onun buluşları ile(inspirer)olup kendi müşkilimi çözdüm, dedi.
"N-Şimdi onu kaybettiğimiz şu günlerde belleğimin Aliye bölümündeki anılar kafama üşüşüp duruyor.
Gün görmüş eski Rus Sefareti, bugünkü harab Narmanlı Yurdu oldu olalı çok sanatçımızı ve sanat dostunu kendine çekmişti. Öyle ya burası eski Pera’nın bütün karakteristiğini yansıtıyordu. Ortada büyükçe bir avlusu vardı ki, bu avlu Paris’i görmüşlere ya da muhayyilesi Fransız romanları ile dolu olanlara çok çekici geliyordu. Ahmed Hamdilerin, Tatianaların, Bedri Rahmilerin Narmanlı Yurdu’na caddeye bakan balkonlu dairesi ile Aliye, ayrı bir renk katardı.
Sabahattin Eyüboğlu birkaç yıl önce Aliye’ye: __Artık yaşlanıyoruz Aliye demişti. Sıkı durmaya bakalım. Ne dersin iki seneye var mısın?
Aliye:
__Sen her istediğini yaptın. Ama benim daha ya pacak çok işim var demişti. Beş yıldan aşağısını kabul etmem:
Değil beş yıl, üç hayat boyu daha yaşasa, Aliye’nin yine yapacak çok işi kalacaktı. Ne çare ki, dışımız, ka lıbımız, vücudumuz, içimizin bu sonsuza yöneli hızına ayak uyduramıyor. Birgün şuradan yahut buradan tö kezleyip bütün o özlemleri kursağımızda bırakıyor. Aliye şu dünyadan iz bırakarak geldi geçti. Gravür leri kadar kişiliği ile de dünyaya bir şeyler söylemiş ol du. Onu tanıyanlar Aliye’yi canlılığın , açıklığın, renk liliğin, neşeye ve güzele dönüklüğün bir simgesi gibi
Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi