O * ~ * 7 " ~
Yugoslavya Notları
- n
c,&ı%i
1
Veya Struga Şiir Akşamlan : 4
H A R A B A T İ B A B A T E K K E S İ N D E
C E M İ L M E R İ Ç S O H B E T İ
‘
YA V U Z B Ü LEN T B Â K İL E R
G
ece, Kalkandelen’de, HA RABATİ BABA TEKKE- Sİ’nde kaldık. Harabati Baba Tekkesi, OsmanlI İmpara torluğu devrinde, Yugoslavya’da yapılan 400 tekkeden biri. Aşağı yukarı 500 yıllık tarihi olan bir bektaşi ocağı. Tekke, Şar Dağ- ları’nın eteğinde, büyük ve düz bir bahçe üzerine bağdaş kurup oturmuş. Etrafı, yüksek duvar larla çevrili. Tekke bahçesine, kale kapısı kadar büyük, çift kanatlı bir kapıdan giriliyor. Bu büyük kapının sağında solunda ve üzerinde dışarıdan gelenleri gözetleme odaları var.Bektaşi dervişleri, Yugoslav ya Devriminden sonra, evlerine çekilince Tekke, uzun yıllar boş kalmış. Bahçesini ısırganlar dol durmuş. Ahşap binalar yıkılmaya yüz tutmuş... Harabati Baba Tekkesi, gerçekten harab olma nın eşiğine dayanınca, Kalkande- len Belediyesi, işe el atmış. Onu aslın-a uygun olarak yenibaştan tamir ettirip, turistik o te l-lo kanta ve eğlence yeri haline getir miş. Şimdi 20 dönüm civarındaki büyük bahçesi ,yeşil bir hah gi bi... İrili ufaklı ağaçları, rengâ renk çiçekleri, çeşmeleri, şadır vanları, dibek taşları ve şirin ah şap binalarıyla Harabati Baba Tekkesi, insanı birdenbire bü yüleyen bir güzellik sessizlik ve serinlik içerisinde.
Kapının hemen girişinde, es ki bektaşi dervişlerinin ders gördükleri iki katlı bir konak, şimdi turistik bir otel olarak kullanılıyor. Odalarının kapıla rı, tavanları, dolapları, pencere leri hatta kireç sıvalı duvarla
rı, yüzde yüz Anadolu mimarisi ne benziyor. Yine bahçe kapısı nın sağ tarafındaki iki katlı baş ka bir ahşap bina, hem turist lerin, hem de Yugoslav burjuva zisinin kumar partileri için ona rılmış. Yalnız, ahşap kapılar ye rine, kalın camdan kapılar ko nularak ve pencere pervazların daki bölümler kaldırılıp yerleri ne yekpare camlar takılarak.
Bu binanın sağında, küçük, şirin bir mescid var. Kapısının üzerinden, iç duvarlarından, mih rabının sağından ve solundan, yüzümüze Ayet-i Kerimeler gü lümsüyor. Ve mescid şimdi, bir oturma, dinlenme ve sohbet etme odası olarak kullanılıyor.
Eskiden, Teke’nin mutfağı olan ve doğrusu, mutfaktan çok, uzun bir kışlaya benzeyen tek katlı ahşap bir binada, gör düm ki yine tencereler, kazan lar kaynıyor... Mutfağın karşı sında, geniş geniş salonları olan bir başka bina ise, lüks bir lo kanta haline getirilmiş...
Bahçedeki mermer şadırva nın karşısından, uzun süre ay- rılamadım. Şadırvan, etrafı açık ahşap bir çadır içerisindeydi. Her köşesinden Türk sanatının ince çizgileri ve güzelliği kanat lanıyor gibiydi. Şadırvanın din lenme kısmına açılan ahşap ka pısı, oymacılığımızın, üstündeki kitabesi, hat sanatımızın, seçkin örneklerindendi.
Tekkenin 75 yaşındaki Ma kedonyalI bekçisi diyordu k i : «...Çocukluğumuzda, Tekke için de dervişler ne yapıyorlar? diye merak ederdik. Şu bahçe duvar larına gizlice tırmanır onları gö
zetlerdik. Dervişler, genellikle bu şadırvanın başında toplu ola rak oturur ve hep bir ağızdan: I-Iuuu ! Hayyy ! Hak ! Allah ! di yerek zikrederlerdi. Sonra yine ourada namaz kılarlardı. Bu şa dırvanın etrafı, dervişlerin yaz lık namazgahı idi. Kış gelince de şu karşıdaki mescidde nama za dururlardı...»
Rumeli bektaşileri hakkın da bir bilgim yoktu. Ama yaşlı bekçinin anlattıkları beni şaşırt madı. Türkiye dışında, bir kısım Arap ülkelerinde, sayıları gittik çe azalan GALİYE sınıfı dışın daki büyük alevi camiasının İs lâm inancı ve ibadeti dışına kay dıklarına hiçbir zaman inanma dım. Gerçek şiiliği mezhepler tarihinden okuyarak öğrenmeye çalıştım. Bekçinin anlattıklarına bakarak Harabati Baba Tekke- si’ndeki dervişlerin, İmam Cafe ri Sadık’a bağlı olabileceklerini düşündüm. Cafer-i Sâdık, Hz. Ali soyundan 6. imam! İslâmî yaşa yan ve yaşatan bir altın halka!... Bizim bağlı bulunduğumuz mez hebin mübarek kutbu, Ebu Ha- nife Hazretleri, Mezhepler Tari hinde belirtildiğine göre Hz. Ca feri Sadık’tan, islâmi konularda iki yıl ders almıştı. Ve yine ayni eserde açıklandığına göre Ebu Hanife Hazretleri : «Bu iki yıl olmasaydı, ben helak olurdum!» demişti. (*)
İşte bu bakımdan, İmam Caferi Sadık’a bağlı bulunan şe hir alevîlerinin, zikirde, ibadet te sünnilerle tam bir beraberlik içinde bulunmalarından daha tabii bir şey olamazdı.
Bahçede, basık bir türbe
içinde, Tekkenin koruyucusu, ya ş a ta s ı olan Recep Paşa’nm, çok ince motiflerle süslü mermer sandukası ve bir gelinlik kızın duvağı gibi dantel dantel işle nen süslü mezar taşı, tam bir sanat eseri olarak ayakta duru yor. Türbenin bir başka bölü münde, tekke şeyhlerinin daha sade mezarlarına ve Sersem Ali Baha’nın en az iki insan boyu uzunluğundaki kabrine, Yugos lavian hiç dokunmamışlar.
Harabati Baba Tekkesinin bahçesinde, tarihimizi hüzünle yaşadım. Tekkenin her noktasın da, bizim kültürümüz, bizim me deniyetimiz, bizim inceliğimiz vardı. Ama bizim ruhumuz, şar Dağları’na doğru, çoktan kanat çırpmıştı. Ve o güzelim şadır vanda bir damla olsun su yoktu. Bahçenin şurasında burasında, sonsuzluk uykusuna dalmış gibi donup kalan bir kaç çeşmenin eski harflerle kazılan kitabele rine, usulca elimi dokundursam, sanki su olacak, yüreğime dökü leceklerdi. «Hay!» Allah’ın sıfat larından biriydi ve «ebediyyen diri olan» anlamına geliyordu. Etrafta, ebedi diriliği, sonsuz güzelliği ve misilsiz merhameti çağrışan diller susmuştu. Tekke nin küçük ve şirin mescidi için de, bütün âlemlerin Rabbine, bütün âlemler için duaya uzanan eller, secdeye kapanan başlar, Tekkenin büyük ve sıcak ruha- niyetini de beraberlerinde gö türmüşlerdi.
Bir zamanlar, belki yüksek sesle konuşmanın bile doğru kar şılanmadığı bir ilim ve ibadet ocağından, şimdi şuh kadın kahkahaları yükseliyor ve yeni, devrimci tekkenin lokantasında, büyük kumar odalarında, gün lük ihtirasların üzerine, kristal kadehlerden renkli içkiler bo şalıyordu. Harabati Baba Tek- tesi, yıkılmaktan, viran olmak tan kurtarılmıştı. Işıklarla yı kandırılmış, çiçeklerle süslendi- rilmişti. Tertemizdi, pırıl pırıldı. Ama hiçbir gayret, Ona, uçup giden, yok olan o eski ruhunun, insana ürpertiler veren güzelli ğini giyindirememişti.
Harabati Baba tekkesi renkli, güzel, fakat kokusuz bir yapma çiçeğe benziyordu. Bu bakımdan, Tekke bahçesinde, belki yüzlerce yıldanberi duran dibekler, sanki bütün Kalkande- len şehrini, yerinden fırlatacak kadar, korkunç ve müthiş bir çığlık koparmak için, ağızlarını kocaman kocaman açmışlardı. Her dibekte, bir yerim dövülü yor gibiydi.
Kalkandelen’e birlikte geldi ğimiz şairler, bahçenin bir köşe sinde, sohbeti koyulaştırmalardı. Ben, Şadırvanın, eski çeşmele rin, türbelerin ve dibeklerin et rafında, bir başıma dolaşıp duru yordum. Bir ara, bahçe kapısı nın kocaman kanatları açılınca şair Bayram İbrahim ile Arif Bozacı’yı karşımda gördüm.
Genç, sevimli ve cana yakın dostlar, Kalkandelen’de yapıla cak şiir gününe katılmak için gelmişlerdi. Uykudan önce, bah çede biraz gezinmek istedik. Ne fis bir gece, yorgunluğumuzu çoktan unutturmuştu. Bayram İbrahim’in şiirleri, yazıları ya nında, gazeteciliği de vardı. Söz, edebiyattan açılınca, Onun Tür- kiyeden hangi dergileri ve hangi yazarları okuduğunu öğrenmek
istedim. Görebildiği, okuya bildiği dergiler arasında Hİ
SAR da vardı. Sordum :
— Hisar’da en çok beğendi ğiniz, zevk duyarak okuduğunuz yazar kim ?
— Cemil Meriç
Yugoslavya’da, Harabati Ba ba Tekkesinde, Evlad-ı Fatihan neslinden genç bir şairin, Cemil Meriç’ten bahsetmesi, doğrusu beni çok sevindirdi. Ve Cemil Meriç ismi, gönlümüzü, sanki binlerce ateş böceğinin pırıltı larıyla ışıklandırdı. Yugoslav ya’ya giderken üstadın BU ÜLKE ile ÜMRANDAN - UYGARLIĞA isimli kitaplarını beraberimde götürmüştüm. Üslubundaki mü kemmel güzellik, beni hiç yalnız bırakmamıştı. İnsanı şaşırtacak kadar zengin olan Doğu ve Batı kültürü, tarihimize ve medeniye timize bakış tarzı, Batıyı en ke sin çizgilerle ortaya koymaktaki başarısı, benim dikkatimi de kendi üzerinde toplamış, yazıla-. rının tiryakisi yapmıştıyazıla-. Bu ba kımdan, Cemil Meriç isminin, bizde uyandırdığı duygularla Şar Dağı’ndan mermer şadırva na sanki yeniden su geldi. Bü tün çeşmelerden ince bir İlâhi başladı. Yatsı namazından se lâm veren dervişler, çevremizi aldılar. Velhasıl Harabati Baba tekkesi yeniden eski ruhuna ka vuştu.
Viviane Grouard : Kırda
Bayram İbrahim ve Arif Bo zacı, Cemil Meriç’i özel hayatıyla tanımıyorlardı ve benden öğren mek istiyorlardı.
— Kimdir Cemil Meriç? Kaç yaşında? Esas mesleği ne? Baş ka eserleri de var mı? Şair mi? Roman yazarı mı? Münekkit mi? Tarihçi mi? Sosyolog mu? Felse fe mi okumuş? edebiyat mı? Bildiklerimi anlattım. Bana göre Cemil Meriç, edebiyat, tarih Sos yoloji, Felsefe, tankid vs. gibi ko nularda, mensur şiir tarzında yazan mükemmel bir üslup ve fikir üstadımızdı. Çeşitli konu lara Fil Dişi Kule’den bakarken de, memleket toprağına bağdaş kurup otururken de bizim gu- rurumuzdu.!
Tekke bahçesinde, genç şa irlerle gâh dolaşarak, gâh dura- rak yaptığımız sohbette, ben hep Cemil Meriç’ten sıcağı sıcağına okuduğum çarpıcı örnekler ver dim. Şiirin, hikâyenin, romanın temel unsuru olan dil üzerinde mi konuşuyoruz? Söz Cemil Me- riç’in! Zevkle onu dinliyoruz. Diyor ki :
«Argo, kanundan kaçanların dili. Uydurma dil, tarihten ka çanların ... Argo, korkunun ör düğü duvar; Uydurma dil, şuur suzluğun. Biri günâhları gizleyen peçe, öteki irfanı boğan kement... Argo, yaralı bir vicdanın sesi, uydurma dil, hafızasını kaybe den bir neslin. Argo, her ülke nin, uydurma dil, ülkesizlerin!»
Söz nazımdan ve nesirden mi açılıyor.? Konuşan yine Ce
mil Meriç :
«... Nazım, imkânlarını araş tıran düşünce : hâtalarını bağış latmak için, mûsikînin yardımı na muhtaç. Mûsikinin, yâni vez nin ve kafiyenin. Nazım, ifade nin çocukluğu: Sevimli ve ser keş. Nesir, bütün nazımları ku- caklıyan bir orkestra: girift ve kâmil. K u ı’an m ensurdur: Yedi Askı şâirlerini secdeye kapandı ran bir nesir!»
YugoslavyalI genç kalemler, Aııadoludaki Türk aydınlarının Türkiye dışında kalan Türklere ilgisizliklerinden mi şikayetçiler? benim ağzımdan Cemil Meriç’e kulak veriyorlar :
«Tanzimat sonrası Türk ay dınına ençok yakışan s ıfa t: müs- tağrip. (Yani garabet örneği. Şaş kın). Edebiyatımız bir gölge-ede- b iya t: Düşüncemiz bir gölge düşünce. Üç edebî nevi itibar dadır : taklit, intihal, tercüme.
Ama zirvelerin hiçbirini ta nımıyorduk. Avrupa’yı Avrupa yapan düşünce fatihleriyle te masımız yasaktı. Türkçe konu şan birer Fransızdık.
Genç Batı’nm her nazma, her cilvesine katlanan, ihtiyar birer âşık olduk.
Avam bizi anhyamaz diyor duk; avam, yani kendi insanı mız,
«Dostoyevski, Avrupa’yı ken dimizden çok daha iyi tanıyo ruz diyor. Biz, ne kendimizi ta nıyoruz ne Avrunpa’yı. Tarihi miz, mührü sökülmemiş bir ha
zine. Sosyologlarımız, bir kızıl- derili köyünü keşfe gider gibi, alan çalışmalarına koyuluyor lar.»
«Türk düşünce târihi, ülke siyle göbek bağını koparan bir inielijansiya’nın dıramı. Bu baht sız kafilenin, bayrağını taşıyaca ğı içtimâi bir sınıf yok. Vata nında gariptir. Alkışlayıcısı: ekal liyetler ve Avrupa»
— İyi ama bir kısım Türk aydınını, vatanında garip duru ma düşüren sebepler nedir ?
Sorunun cevabını Cemil Me riç v e riy o r:... izm’ler! «İzm’ler, idrâkimize giydirilen deli göm lekleri. İtibarları menşelerinden geliyor. Hepsi de Avrupalı!»
— Biz, Batılılaşmak uğruna, sonu izm’le biten ve bize hep Avrupa’dan sokulan bir takım görüşler uğruna birbirimize düş man haline gelirken, Avrupanın bize bakış tarzı nasıl ?
İmdadıma yine Cemil Me riç yetişiyor :
«Bütün Kur’aııları yaksak, bütün camileri yıksak, Avrupa- iı’nın gözünde OsmanlI'yız. Os- manii, yani İslâm. Karanlık, teh likeli, düşman bir yığın! Avrupa, maddeciliğine rağmen Iııristiyan- dır. Sağcısıyla, solcusuyla turisti- yan, Hıristiyan için tek düşman b iziz: Haçlı ordularını bozgun dan bozguna uğratan korkunç ve esrarlı kuvvet.»
«Zavallı Türk aydım... Batılı dostlar alınmasınlar diye hâzine lerini gizlemeye çalışır. Sonra unutur hâzineleri olduğunu Düş manın putlarını takdis eder, hay ranlıklarım benimser. Dev papa- ğanlaşır.»
Sonra başka sorular, başka konular, başka örnekler... Va kit gece yarısını çoktan geçmişti. Bahçenin bütün ışıkları söndü rülmüştü. Ama Cemil Meriç is mi, üslubu, sevgisi ve fikriyatı, içimizi, birdenbire binlerce ateş böceğinin pırıltılarıyla ışıklan dırmıştı. O gece, odalarımıza bu ışıkla çekildik... (Devam edecek) (*) (*) İslâmda Fıkhi Mezhepler Ta
rihi - Muhammed Ebû Zehra Cilt : 2 Sayfa : 85
ULU BİR SONSUZLUKTA
Ulu bir sonsuzluğa bırakıldık Ve geniş kanatlarına zamanın, Giderek boz uğultusunda çağların Bı'nbir serüvenlerin ötesinden Nice geçmiş masallarda anlatıldık. Çizerek ilke! mağaralara yalnızlığımızı Düştük kıyısına uzayan ırmakların,
Büyüdü şaşkınlığımız evrenin sonsuzluğuna Dinmedi susuzluğu bakışlarımızın,
Nice unutulmuş masallarda anlatıldık.
ALİ İHSAN K I L I Ç
---22
Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi