r
C r . M A N Ü KURULUŞ DONEM! EĞİTİM VE KÜLTÜR HAYATI
V u _
B
izim Rönesansimız Cnüçüncü yüzyı la aittir. Batıda, Rönesans onaliıncı yüzyılda tamamlanmıştır.Türk'ün ve İslâmın yetiştirdiği büyük adamlar, düşünce alanını genişletmeyi ve insan yetiştirmeyi başarmışlardı. Toplumla ra kendilerini kabul ettirmiş, toplumlan kendilerine çekebilmişlerdi. Dünya Coğraf yasındaki kargaşaların ancak insan yetiş tirmekle geçiştirileceğini idrâk etmişlerdi.
Hacı Bayram-ı Veli ve Dönemi semi nerinde bugün, benden önce konuşanlar bize resimlerini ve planlarını gösterip an lattıkları Vakıf yapılarının çoğunun On-üçüncü yüzyıldan kalma olduğunu buyurdu lar. Bu yapıların içinde yaşamış insanların bize büyük bir kültür mirası bırakmış cl-duklarını unutmayalım. Bu kültür mirası sa yesindedir ki, Osmanlı Devleti, sağlam te meller üstünde, Osman Gazi ile 12£j da kurulmuştur.
Hacı Bayram Veü'ye ayrılan bu kutiu seminer gününde, bize ayrılan konu : Csmanlı Kuruluş Dönemi Eğitim ve Ki''lti.;r Hayatı :
Bizim Rönesansimız, İslâm Rönesansı; içinde çoğunluğu Türk olan ulu eğitimciler le kurulmuştu. Bu insanlar, bilgilerini, pren siplerini, kültür mirası diye bize bırakmış bulunuyorlar. Vakıflara ait bütün eserlerde, buralarda yaşamış insanlar kendilerini nasıl ve neyle yetiştirmişlerdi? Koskoca bir
ci-Perihsn ARIBÜRUN
y
han devletini nasıl kurmuşlardı? Ması i geliştirmişlerdi? Onüçüncü yüzyıla dönerek bu düşünce hazırlığına kısaca birer örnek ve;-e!im. Yunus Emre'dcn :
Bir uyanır binbir doğar; BuyrLik böyle gelm.iş meğer. Kim o'a dünyaya doyar, Peymânesi dolu gider. Kamu âlem ümit dutar, '^Ah^rette görem." ceyu; Vi'nus ifyaür : <^^^isk•n ol^n, Hf.kkı bunda buldu gider.
İştG size Xiî!. yüzyılı kocaman bir yüz yıl yapan bir düşünce örneği.
Şimdi, bir örnelc daha verelim : Büyük din ır.ülsfei.kTİmiz, Meviâna Cc-lâleddin-i Rumi'den okuyorum.
«İbn-i Mekrî Kur'an'ı düzgün okur. Evet, Kur'an'ın suretini düzgün okumadadır. An cak, onun manâsından haberi yoktur. Bu şununla sabittir ki, mânası soruldu mu red detmededir. O, görmez gibi okur. O, elin de bir kunduz bulunan adama benzer. Ken disine bundan güzel bir kunduz verilince geri çevirir. Bundan anlarız ki o, aslında kunduzun ne olduğunu bilmemektedir. Bi ri ona bunun kunduz olduğunu söyleyecek olsa, o da bir görmeyen gibi bunu eline alır ama reddeder. Çocukların cevizle oyna malarına benzer durum. Cevizin kendisini
ya da ceviz yağını onlara verince «Ceviz yu varlanan şeydir. Bu, ses çıkarmıyor, yuvar lanmıyor.» diye istemezler.
Tanrının hazineleri boldur. Evet, Tan rının hazineleri pek çoktur. Bu, Kur'an'ı bi lerek okur da öteki, neden reddeder?
Bir Kuran hocasına açıldım. Kur'an buyurur :
«De ki : Tanrının sözleri için denizler mürekkep olsaydı, tükenirdi denizler.» Şim di, elli dirhem mürekkep, bir Kur'an'm tü münü içine alıyor. Bu, Allah'ın bilgisine bir örnektir. Bilginin hepsi de Tanrınındır. Yalnız bu değil : Bir göz hekimi reçeteye bir ilaç düzer. «Göz hekiminin her şeyi bu kâğıdın içindedir.» denirse, bu çılgınlık olur. En nihayet Musa zamanında da, İsa zamanında da Kur'an vardı. Allah'ın kelâmı mevcuttu. Ama Arapça değildi. İşte böyle ce açtım, ama Kur'an öğretmenini etkile medi. Ben de onu boşladım.
Peygamberimizin zamanında, (Ona A l -lah'dan Salat ve selam olsun) ashaptan han gisi tam veya yarım Sûre bilirse; «Sûreyi ezbere biliyor; büyük adam.» diye gösterir-lermiş. Çünki onlar Kur'an'ı, sanki yutar-larmış.
İşte size XIII. yüzyılın büyük âbidele rinden fvlevlâna Celâleddin-i Rûmi'den bir kaç satır.
Şimdi izin verirseniz, XIII. yüzyıldan, Nasreddin Hoca'mızdan bir örnek vereyim. Bu hikâyeyi ben epey yıl ö n c e Profesör Hikmet Bayur'dan dinlemiştim. O, 1979 da, doksan yaşında öldü. Demek hikâyeyi ç o cukluğunda dinlemiş olduğuna göre bu hi kâye en aşağı, kendisine doksan sene ö n c e s ö y l e n m i ş olacak. Hem de.
Bir büyük adam bana demişti ki :
«Bizim inancımız, bizim dinimiz hem akli, hem naklidir.» Benim size s ö y l e y e c e ğim hikaye naklidir. Çünki okuduğum bir çok el yazması Nasreddin Hoca kitapların dan bu hikayeyi çözemedim ama bu hikaye nin hocamıza ait olduğuna eminim çünki bütün özelliğiyle Nasreddin Hoca'yı yansı tıyor :
Hikâye Şudur ;
Nasreddin Hoca Konya'da Fıkıh tahsil ederken bir medrese arkadaşı yanına gelir :
«Pek darda kaldım. Mangırın var m ı ? -der.
Nasreddin Hoca da;
«Medresedeki odama git. Şiltenin ucu nu kaldır, altında bir akçe bulacaksın; onu al» buyurur.
Arkadaşı da medresedeki h ü c r e y e gi der. Bu keyfiyetin Xlil. yüzyılda g e ç t i ğ i n i unutmayalım. Medresedeki o d a s ı n a gidip şiltenin ucunu kaldırır.
Şiltenin ucunu kaldıra dursun, burada bir ş e y s ö y l e m e m e izin verir misiniz?
Bundan önceki oturumda, sayın başka nımız; «Oxford ve Cambridge'de bizim med rese üslubumuzda yapılar gördüm. Öğren çilerin kendilerine mahsus odaları bulunu yor.» demişti. Biz de bunu gördük ve bir kitapta, e ş i m İngilizlerin, Xlil. yüzyılda İs tanbul'a bir heyet gönderip bizim medrese sistemimizi araştırmış olduklarım s ö y l e mişti. Bu çok önemli bir ş e y . Onların bu hücre sistemini alıp öğrencilere sağlama ları, sayın mîmarın az ö n c e g ö s t e r m i ş ol duğu gibi, ortasında bir avlu bulunan, ç e v resinde sınıfları ve üst katında hücreleri. Acaba Oxford'da Xill. yüzyılda b ö y l e miydi? Bilemiyorum. Ancak bizde eski medresele rimizde hücre sistemi, daha ö n c e l e r d e n de vardı. Nasreddin Hoca'nın hikayesi de bunu doğruluyor. Gelelim hikayemize : Ş i l t e n i n ucunu kaldıran arkadaş bir a k ç e bulup onu alır. Aradan bir zaman geçtikten sonra yine Nasreddin Hoca'ya gelir :
«Ben yeniden daraldım. Biraz yardım?» diye yalvarır. Hocamız :
«Medresedeki odama git; şiltenin ucu nu kaldır, altında bir akçe bulacaksın onu al.» der
Arkadaş gidip bakar ki bu sefer a k ç e yok.
«Ama bulamadım, öyle bir ş e y bula madım. Akçe yok orada» diye geri d ö n e r .
Nasreddin Hoca'nın karşılığı : «Sen onu, oraya koymamış miydin?. Hikaye bu.
Size XIII. yüzyıldan üç düşünce örne ği sundum.
Bugün. Mübarek Hacı Bayram Veli'ye tahsis edilmiş bu saat için istiyordum ki Söğüt'e gideyim ve Söğüt'ten buraya bir anı getirebileyim.
Sizleri düşünüyordum. Vakıf konusunu düşünüyordum.
Söğüt'e rahmet yağıyordu. Türbenin ka pısı kilitliydi. «Bir başkası daha var mı?» di ye dolandım. Bir başkası vardı. O da kilit liydi. Pencereden ziyaret edeyim diye. sandukaya en yakın pencereye geldim. İçe risi ışıkla doluydu. Orada düşünürken, pen cere kepenkleri üstündeki delik deşikleri gördüm. Bir de baktım ki, pencereye bir kâ ğıt yapışık. Şöyle yazılıydı :
«1921 yılında Eskişehir'in Yunanlılar ta rafından işgalinde, bu kurşun yaraları bina nın her tarafından, revâ görülmüştür.»
Size Söğüt'ten bu hatırayı getirdim. Bir de Atatürk'ten bir hatıra söylemek isterim. İzmir'in geri alınmasında Atatürk'e bir ev hazırlanmıştı ve ona buyur edilmişti. Atatürk bahçe kapısından içeriye girerken,
kapının içine yere bir Yunan bayrağı serili görmüştü.
•Bu ne?»
«Efendim, Yunan kumandanı bizim bayrağımıza basıp, öyle içeri girmişti.»
Atatürk : -Bunu toplayın.» diye emir buyurmuştu.
«Bu bayrağı kaldırmazsanız içeri gir mem. Bayrağa saygım var.» demişti. Bu ha tırayı da bu olayla arzetmek İstedim..
Ertuğrul Gazi 1285'de ölmeden önce oğlu Osman Bey'e bir vasiyet bırakmıştı. Uzunca bir şiir şeklindedir. İlk kıtasını ha tırlıyorum :
«Osman! Ertuğrul oğlusun. Oğuz Kayıhan neslisin.
Hakkin bir kemter kulusun, Islâmbolu al, gülzâr yap.»
Demek Osman Gazi bu amaçla yetişti rilmişti. Bu amaçla istanbul'a elden geldi ği kadar yaklaşmış, Pendik'e kadar almıştı. Osman Gazi'de oğluna bu mealde bir vasi yet bırakmıştı. Orhan Gazi'de Pendik'ten Kartal'a ilerletmişti.
Abdurrahman Gazi adındaki komutanı, bugün de Rahmanlar diye anılan yere ka dar dayanmıştı.
Burada şair Kuddusi Dede'den iki mıs ra aklıma geliyor :
«Ta'n eylemen gönlümün böyle hara-landığın.
Bâlâya saldım anı, aşağı indirmezem.» Demek, kuruluş düşüncesi, yüksekler de seyrediyordu. Bizim Atalarımız, Orta A s ya'dan beri bir yeri kendilerine yurt edin mek isteseler önce oralara aileler gönde rirlerdi. Ailelerle birlikte bu insanların ara sına büyük adamlar katıyorlardı. Rumeli-ye salla geçen atalarımız arasında Sarı Saltık Dede de vardı :
«Türk'e güçlüklerden korkmak diye bir konu yoktur.» diyordu.
Atatürk'de :
«Biz güçlüklerden korkmayız.» derdi. Bunlar bize Orta Asya'dan beri gelen eğitim, gelenek - görenek mirasıdır. Osman Gazi büyük, dallı budaklı bir alile kurmuş tu. Şu hikayeyi sizler bilirsiniz, ama iste-rlmki gençlerimiz özellikle, karşımızdaki Harbiye Okulu Öğrencileri öğrensinler, ar kadaşlarına söylesinler :
«Osman GazI'nin hocası Edebâli, bir akşam bu genç öğrencisini evinde misafir eder. Ertesi sabah, onu namaza çağırmak için yavaşça kapıyı açtığı zaman içerde ne görsün? Yatak bozulmamış. Osman Bey ay&kta, Kıbleye dönük; karşı duvarda bir Kur'an asılı.»
Kuruluş yıllarında bizim kültürümüz, bugün resimlerini gördüğümüz âbideler içinde yaşayan insanların tertemiz kültürü. Ve dil çok önemli. Bu Vakıf yapılan içinde
yaşayan insanların dili bugün bizim de kullandığımız dil. Yunus Emre'nin dili de öy le. Nasreddin Hoca'nın kullandığı deyimleri bugün biz de kullanıyoruz. Ancak biz, bu gün dilimizi arıtrnaktan yine uzaklaşıyoruz.
İstanbul, tertemiz bir kültür amact ile • fethedilmişti : İslâm birliğini gerçekleş tirmek amacı ile, kuruluş devresindeki ge nişlememizi bize, tarihimize ve Dünya ta rihine sağlamıştı. Osmanirnm görüşü ger-; çekçi bir görüştü. Osmanlının görüşü alçak . gönüllü bir görüştü. Bu görüşlerle dünya tarihinde Alemşümul bir Devlet ku rulmuştu. Hacı Bayram-ı Veli'nin buyurdu ğu gibi : «Gan içinde Canı ararsak», biz kendimize dönersek, o zaman bizler eskisi gibi belki eskisinden de üstün bir gelece ğ e sahip olurur.
İstanbul'umuzun fethinde Fatih Sultan'-ın yanSultan'-ındaki Akşemseddin'i, bu seminerin kendi adına düzenlendiği Hacı Bayram Velî yetiştirmişti. Bu eski gelenek, askerin ara sında büyük yetiştiricilerin olması, deyletin gelişmesine doğrudan yardımcı oluyordu.
Bu vesileyle Hacı Bayram-ı Velî'yi analım : .
Ankara'nın Kara Medresesi'nde ders verirdi. Melike hatunun yaptırmış olduğu Kara Medrese, şimdiki Sümerbank'ın olduğu yerde, Taşhan'ın yanındaydı. Burada okutu lan medrese dersleri yanında Hacı Bayram-ı Veli'yi «Lemeat» isimli kitabı okuturken butoyoruz. Bu, sıcacık bir tasavvuf kitabı dır. Belki bugün bile İlahiyat Fakültelerin de okutulsa aşırı modern bulunur. Heme-danlı Abdurrahman adında bir Türk'ün yaz dığı bu kitap bu gün Türkçemize «Parıltılar» diye çevrilmiş. Hacı Bayram-ı Veli'den bu yana epey çevirileri var. Her Parıltı sanı rım bir peygamberle bu dünyaya sunulan bir hikmetin açıklaması. Kendisini Fahreddi-ni Irak'i diye tanıtan Hemedanlı, Konya'ya gelip, Muhiddini Arabi'nin yetiştirdiği Sad-reddin-i Konevî'den aldığı Fütuhat-ül Mek-kiye ve Füsûs-ül Hikem dersleri ile bu ki-tabr yazmıştı. Allah'la kul arasındaki sevgi yi, kısaca «Birlik» konusunu ele alır. Bu Bir lik, Yaradanmdır. Yaradan bir ağaçsa, kul lan da birer yaprak gibi. Ashnda ağaçtan
başka birşey yoktur. İşte bizim için d e ğ e r l i büyük bu kitabı, Hacı Bayram-ı Veli :
«Kudret, kudret vere.» duasıyla Kızılca Bedrettin, isimli öğrencisine t e r c ü m e etti riyor. Bu yazarın kitabından (taş b a s m a s ı ) bunları öğreniyoruz. Bu kitabın O s m a n l ı Devletimizin g e l i ş m e döneminin d e v a m ı na, insanın kişiliğini bulmasına ne büyük yararı olduğuna dikkati ç e k m e k istiyorum. Çünki iki üzüm tanesi bile birbirine benze mediği gibi, iki insan da birbirine benzemi yor. Ama meyveler, nasıl ağaçta birleşiyor sa insanlar da Allah d ü ş ü n c e s i n d e ö y l e birleşiyorlar. Bu birlikten süreklilik d o ğ u yor. İşte Kuruluş Kültürü anlayışımızla, Hacı Bayram Veli'nin g e n i ş d ü ş ü n c e ufuk larına saygıyla eğilerek, onun kültür anla yışına biraz değinerek sizleri s e l a m l ı y o rum.
HACİ BAYRAM VELÎ K. S. BA2I ŞİİRLERİ
Çalabım bir şar yaratmış,
İki cihan âresinde;
Bakıcak dîdar görünür,
01 şarın kennaresinde.
Nâgchan ol şara vardım.
01 şan yapılar gördüm;
Ben bile dahî yapıldım.
Taş ve. toprak âresinde.
01 şardan oklar atıfur,
Gelür yüreklere batılur;
Aşıklar kanın satılur,
01 şarın kannaresinde (mezbahasında).
Şâkirtleri taş yonarİar,
Yonup üstada sunarlar;
Ç&labın adın anarlar
01 taşın her paresinde.
Bu sözü ârifler anlar,
Cahiller bilmeyip tanlar;
Hacı Bayram kendi banlar
01 şarın minnaresinde.
— 2 —
î^cîc'ı- t u gönlüm, n'cldu bu gönlüm Cs.c'-ü carr. ü s tcldu bu gönlüm; Yar:;ı biî gönlüm, yandı b-j gönlüm Yr;nrrsd3 derman buldu bu gönlüm. Vrn cy gcnül, yan; yan ey gönül yan Yrı —r.:;:'s cLiidun deıdine dsrman, F c i i a n o gibi, sjsrv^ns gibi,
Ş: -û"[ro E ş k i - yandı bu gönlüm.
G s r ç e ğ s yandı, gevcsQs yandı; Rengine aşkın, c ü m b beyandı. KGHc'ûda buldu, bendûda buldu, Mnkcudiînu h c ş buldu bu gönlüm. £"".'?d-ı âzrm sivâd-ı âzam.
E i İki clupdüî- arşı muazzam.
f/ietker.-'ı crnan, rrssken-i canan,
Cir,a acep mi şimdi bu gönlüm? Scyr-i bi'Hahlır £ s y ı - i bi'llahtır, ü ma'Allah'dır, lî r:a'AlIah'dır Ayinesinde, ayinssinde,
Gird-i sivâyı, buldu bu gönlüm «El-fakr-1 Fahrî, El-fakr-i Fahrî.» Demsdi mi o âlemler Fahri? Fahrîni zikrin, fahrîni z ü - i n , Mshv-u fenSda büldu bu gönlüm. Bayram'ım imdi Eayram'ım imdi Yâr ile bayram ederler şimdi Hemd-ü senalar, hamd-ü senalar Yâr ile bayram ederler şimdi.
Hiç kimse çekebilmez, güçdür Feleğin yayı; Dsrdine gönül verm.e bir gün götürür Vâyı. Cynsyı gsiür aldadur; çünki eli çabükdür. Bir bunceİGyin fitne kande bulur â y ı ? Çün yüzünü döndüıdü, bir lâhza karar etmez Nice s£;'i pa'yeder döner ş e r eder p â ' y E;r fâ:ıi ve vefasızdır kavline inanma hiç; Kâh eder Bây'ı yohsui, kâh yohsul eder bâyj Hayran kamu âlemler, bu mânânın altında, Kaî'dsn kafa hükmeden bilmez bu
muammayı. CI Vahit kî Vahdetle, kesrette kani tefrik? Hızr' ermedi bu sırra, bildirmedi Musa'ya-Miskin Hacı Bayram sen dünyaya gönül
verme, Bir ulu imarettir alma başa sevdayı.