• Sonuç bulunamadı

Roman ve Hikâye Karşısında Nurullah Ataç

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Roman ve Hikâye Karşısında Nurullah Ataç"

Copied!
28
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

NURULLAH ATAÇ

Şerife Çağın

*

NURULLAH ATAÇ’S VIEWS OF FICTION

ÖZ: Nurullah Ataç’ın roman ve hikâyeye dair yazılarında yazarlara yönelik eleştirileri kadar teorik görüşleri de dikkati çekmektedir. Her ne kadar bunlar şiir eleştirileri derecesinde orijinal ve tartışma yaratacak etkiye sahip olmasa da tenkit tarihinde ilgiyle karşılanacak yazılardır. Özellikle romanın gayesi, roman ve hikâyede gerçeklik, nehir roman, polisiye roman; roman, hikâye, şiir, masal, tiyatro arasındaki farklılıklar Ataç’ın üzerinde durduğu teorik konulardır. Bunun yanında yerli ve Batılı roman ve hikâyeleri sıcağı sıcağına okuyup pek çok eser ve yazar hakkında, çoğu yüzeysel de olsa, fikirlerini söylemekten geri durma-mıştır.

Anahtar Kelimeler: Nurullah Ataç, roman ve hikâye, nehir roman, polisiye

ro-man, romanın gayesi, gerçeklik.

ABSTRACT: Nurullah Ataç’s essays dealing with “the novel” and “the short-story” show that not only his criticism directed against the authors but his the-oretical views are also noteworthy. Despite the fact that these essays are not as original and provocative as his criticism on poetry, they are still considerable in terms of history of literary criticism. He dwells on some certain theoretial subjects concerning the intent of the novel, the issue of reality in fiction, the river novel, the crime novel and the differences between the genres such as novel, short-story, poetry, fable and drama. Besides, reading some pieces of the Turkish and Western novels and short-stories, he has commented on them Yeni Türk Edebiyatı Dergisi, Sayı 6, Ekim 2012, s. 129-155

(2)

in the heat of the moment even though most of his views sound a bit shallow.

Key Words: Nurullah Ataç, fiction (the novel and the short-story), the

bilduns-roman, the crime novel, the intent of the novel, reality.

...

Nurullah Ataç’ın edebiyat sahasında kaleme aldığı yazılar içerisinde kuşkusuz şiirle ilgili olanların yeri ve önemi tartışılmaz. Yazı hayatının ilk dönemlerinde ti-yatro eleştirileriyle de dikkati çeken Ataç, özellikle yeni çıkan roman ve hikâye ki-tapları üzerine düşüncelerini söylemekten de geri kalmamıştır. Ayrıntılı ve çözümle-yici okumaların uzağında görünen bu yazılar; roman ve hikâyenin Batı’da ve Türk edebiyatında gösterdiği eğilimlere, türler arasındaki farklılıklara ve mevcut dönemin ardından edebiyat tarihinde yer alabilecek yazarlara dikkat çekmesiyle önem kaza-nır. Roman ve romanın gayesi, roman ve hikâyede gerçeklik, nehir roman, polisiye roman; roman, hikâye, şiir, masal, tiyatro arasındaki farklılıklara dayanan teorik tes-pitlerin dışında Ataç’ın Türk ve Batı edebiyatında roman ve hikâye yazarlarına dair saptamaları da azımsanmayacak ölçüdedir.

Ataç, her şeyden önce şiir, tiyatro ve destan türlerinin sınırlarının kesin ölçülerle belirlendiği klasik tasnife sadık bir eleştirmendir. Onun eleştirmenliğinin ve deneme-ciliğinin merkezinde her zaman şiir vardır. Diğer türler genellikle şiiri daha iyi izah etmek için mukayese unsuru olarak kullanılır.

Genel ve Tipik Olanın Peşinde

Ataç, şiir ve tiyatroda olduğu gibi roman ve hikâyede de okuru belli bir devre ve belli bir davaya hapseden, aktüalitenin ve modanın cazibesine kapılan yazarları eleşti-rir. Modellerini hayattan alan yazarların genellikle insanların ihtiraslarından, hislerin-den, psikolojilerinden ziyade âdetlerine önem vermiş, tahlilden ziyade tasvire rağbet etmiş olan romancılar olduğunu iddia eder: “Eserleri tasvir ettikleri âdetlerle beraber yaşar; onlar değiştikten sonra ise ancak birer vesika diye okunur.” Buna karşılık tah-lilci romancının, kahramanlarını daha çok kibar muhitlerde aramasını tabiî görür. Bazı ihtirasların ancak o muhitlerde; servetleri, hisleri ile meşgul olmaya müsait kimselerde ortaya çıktığını; bunun için klasiklerin trajedilerinde hükümdarlardan, zenginlerden, ilahlardan bahsettiklerini söyleyerek şöyle bir tespitte bulunur: “Sanatta daimî olma-yan, zaman ve mekân kaydı altında bulunan hiçbir şeyin kıymeti yoktur.”1

1 “Bir Anket Etrafında Düşünceler: Roman ve Hayat”, Hakimiyet-i Milliye, 24 Nisan 1929, s. 4.

“Aktüalite”yi sanat için bir tehlike olarak gördüğü başka bir yazısında şöyle der: “Realist eserler öteki-lerden daha çabuk eskir, ancak vakanın başka bir devirde geçtiğini düşünmek zahmetine katlananlara

(3)

Yine Suut Kemal Yetkin’e yazdığı bir mektupta, “propaganda edebiyatı”nı eleş-tirir ve kendisini “bireyci”, “fertçi” olarak tanımlar. Bu anlamda Balzac, Stendhal, Zola, Dostoyevski ve Gide’i sevdiği yazarlar arasında zikreder.2

Büyük klasiklerin, hatta her devrin büyük yazarlarının yeni hikâye icat etme-diklerini; tiyatrolarında, destanlarında, hikâyelerinde herkesin bildiği tarihî veya ef-sanevî vakaları anlattıklarını, yeni vakalar icadına çalışmanın küçük muharrirlerin harcı olduğunu belirtir. Bu anlamda Proust’un romanını, Roger Martin du Gard’ın Les Thibault’sunu başarılı bulur. Küçük muharriri başlangıçlı ve sonlu bir hikâye uydurmaya çalışan adam, büyük muharriri de bütün insanların mukadderatına uyacak şahıslar yaratmak isteyen adam olarak tarif eder.3

Roman ve hikâyelerde tasvir edilen mekânların, nesnelerin hakikate uygun olup olmamasının önemsizliği üzerinde durur. Bu anlamda Ataç’ın yüzeysel, belli bir de-virle sınırlandırılabilecek gerçekçiliğin peşinde olmadığını söyleyebiliriz: “İki yüz sene evvel yapılmış bir tablodaki insan yüzlerinin asıl modellere benzeyip benze-mediği bugün bizim umurumuzda mı? Benzemek geçici bir şeydir; ebediliği istihdaf eden sanat ona büyük bir kıymet veremez.” Önemli olan, hikâyede bahsedilen insan-ların, insanlık âleminde mümkün olup olmamasıdır:4

“Stendhal realisttir, fakat Le Rouge et le Noir’in büyük bir kısmı, hiçbir haritada bulama-yacağınız Verrière köyünde geçer. Jules Romains, Paris’i elbette pek iyi bilir; fakat Les Hommes de bonne volonté’deki sokakların bazıları gerçekten yokmuş. Ne çıkar? Bunlar o iki eserin hakikatini azaltmaz. Deniz kenarında bir Bohemya tasavvur etmiş olması, Shakespeare için bir kusur olmadığı gibi...”

Ataç zaman zaman genel ve tipik olandan kaçarak aktüel hayatı, töreleri, yerel olanı önemseyen yazarları eleştirmekten geri kalmaz:5

“Gerçekçiliği kötülemeye, yazarlarımızı o yoldan çevirmeye kalkıyorum sanılmasın. Ben de bu çağın kişilerindenim. Günümüz gerçekçilik istiyor, gerçekçi hikâyeleri, romanları sevip okuyor. Günümüzün eğilimlerine karşı koyamayız, karşı koymaya yeltenmemiz

hitap etmeye başlar, yavaş yavaş bir sanat eseri olmaktan çıkar, ancak tarihçiyi alakadar edecek bir vesika oluverir.

a ‘Actuel’ olmak sanat için pek iyi bir şey değildir. Şu tezli dediğimiz eserlerin de başlıca kusuru bu değil midir? Onlar da, müdafaa ettikleri davalarla beraber eskir, alakayı çekemez olur. Sanatın vazifesi yalnız bir zaman için değil, daima doğru olan şeyleri göstermektir. Bunun için de ‘actualite’den kaçmak, az çok hayalî bir âleme sığınmak sanatkâr için daha hayırlıdır” (“Realisma”, Akşam, 7 Ağustos 1938, s. 3, 4).

2 “Mektup”, Ulus, 25 Kasım 1946, s. 2. Bu arada Ataç’ın söz konusu yazarlardan yaptığı çevirileri

ha-tırlatmak gerekir. Balzac’ın Kan Davası, İki Gelinin Hatıraları, Flaubert’in Madam Bovari, Stend-hal’in Kırmızı ve Siyah, Dostoyevski’nin Kumarbaz adlı eserleri çevirileri arasındadır.

3 “Merak”, Son Posta, 27 Ağustos 1937, s. 6.

4 “Notlar”, Akşam, 25 Aralık 1937, s. 3, 4.

(4)

de belki iyi olmaz. Ancak şunu da unutmayalım: Kendimiz gerçekçi olsak da sanatta tek yolun gerçekçilik olduğunu sanmayalım, konularını geçmişten yahut uzak ülkelerden al-mış eserlere de dudak bükmeyelim. Konularını tarihten alal-mış romanlar yalnız Alexandre Dumas’nın yazdıkları değildir, daha nice yazarlar o türe özenmişlerdir. Yarın da bugünkü gerçekçilik onları usandırdıktan sonra gene ona özenenler çıkabilir, kim bilir. O hayal ürünleri bugünün gerçekçi romanlarından, hikâyelerinden belki de çok üstün olur.” Bu anlamda Flaubert’in Solombe’sini beğenmez, fakat Tolstoy’un Savaş ve Ba-rış’ının, Balzac’ın Les Chouans’ının, Prosper Mêrimèe’nin on altıncı yüzyıl olayları üzerine kurulmuş romanının, Stendhal’in konularını İtalyan tarihinden alan hikâyele-rinin iyi örnekler olduğunu söyler.

Ataç’ın gerçekçilik anlayışıyla güdümlü sanat anlayışını savunan veya şive tak-lidini, yerel olanı önemseyerek edebiyata bir belge yığını olarak bakan yazarların gerçekçilik anlayışı birbirinden farklıdır. O, sadece roman ve hikâyede değil sanatın her kolunda insanın belli bir dönem ve zamanla sınırlı tutulamayacak, her daim var-lığını muhafaza edecek aşkın tarafını önemsemiştir. Bu anlamda sanatta geleneksel olanla yeni olanı aynı anda sürekli aramıştır. Ataç’a göre sanat; hayatın bir yankısı olmaya özenmez, hayat sanatın etkisiyle değişir ve hayat sanata benzemeye çalışır. Bu yüzden, zamanında bu ülkenin kişilerini anlatmıyor diye eleştirilen Halit Ziya’nın eserlerini, döneminin aynası olarak gösterilen Hüseyin Rahmi’nin eserlerinden daha başarılı bulur. Homeros, Sophokles, Shakespeare, Cervantes gibi büyük sanatçıları topluma yeni değerler getiren, basit realisme düşmeyen gerçekçiler olarak yüceltir:6

“Kişi oğlunu bir görüşleri, kavrayışları vardır onların. Onu anlatarak yaşayışı da, doğayı da etkilemişlerdir. Gerçekçiliğin o türlüsü yazılmadı daha bizde. Büsbütün girmedi de-miyorum, ancak bir iki yazarımızda seziliyor.”

Bu görüşlere paralel olarak tiyatroda ve roman muhaverelerinde kişilerin, kendi sınıf ve seviyelerine uygun bir lisanla konuşmalarını “ucuz realizm” olarak görür:7

“Bizim edebî eserlerden beklediğimiz derunî hakikatleri göstermesidir; zevahirî değil. Bize muharrir belki bir mesele karşısında bir köylü ile bir şehirlinin düşünüşlerindeki farkı gösterecektir; bunun için onların lehçelerini, kendilerine mahsus edalarını da tak-lide mecbur değildir. Dostoyevski’nin, prensleri ile köylüleri de hep bir dille konuşur; zaten büyük romancıların çoğu realizme etmemişlerdir.”

Anlattıkları kişileri kendi bölgelerinin ağzıyla konuşturmak isteyen hikâyeciler ve romancıların gündelik gerçeklere, gösterilmesi kolay gerçeklere bağlandıklarını,

6 “Ataç’ın Güncesi: Gerçekçilik”, Ulus, 7 Ekim 1956, s. 2.

(5)

bunun için de onların arkasındaki doğruları gösteremediklerini, kişilerin gerçekten yaşadığına okurları inandıramadıklarını iddia eder.8 Orhan Kemal’in bir yazısından

hareketle bölge ağzına yer veren yazarları şöyle eleştirir:9

“Gerçekçilik (réalisme) kaygısıyla köylüleri köylü ağzıyla konuşturmaya gelince, birta-kım büyük romancılar biliyoruz, onlar da gerçekçidir. Örneğin Dostoyevski, romanla-rında şive taklidine özenmiyorlar. Dostoyevski kişilerinin köylü olanlarını köylü ağzıyla konuştursaydı, romanlarını Türkçeye yahut Fransızcaya nasıl çevirirdiniz? Türkeli’nin hangi bölgesindeki köylü ağzıyla çevireceksiniz?

Bence hikâyelerini, romanlarını köylü ağzı konuşmalarla dolduran yazarlarımız kolay bir gerçekçiliğe gidiyorlar. Okuyorsunuz, köylülerin öyle konuştuklarını öğreniyorsu-nuz, ama köyleri, köylülerin yaşamalarını iyice göremiyorsunuz. Gerçekçilik o kadar kolay bir iş değildir.”

Roman ve Hikâyede Gerçeklik

“Gerçeklik” veya “inandırıcılık”, sanatın diğer türlerinde olduğu gibi roman ve hikâyede de Ataç’ın üzerinde durduğu bir husustur. Ona göre okuduğumuz roman, seyrettiğiniz tablo bizi doğruluğuna, en tabiî ve basit bir işi en tabiî ve basit bir surette anlattığına ikna edemiyorsa o roman, o tablo başarılı bir eser değildir. Cervantes bizi, bir adamın yel değirmenlerine saldıracağına inandırdığı için büyüktür.10 Bu yüzden

“inandırıcı” olmak, iyi bir romanın özelliklerindendir:11

“İyi roman, içindekilere inandıran, en olmayacak şeylerden bile bahsetse bize söyledik-lerini aynen geçmiş gibi kabul ettirendir. Şu kadar ki romancının bizi inandırması için kendinin de inanması lazımdır. İnsan gözü önünde kımıldadıklarını, yaşadıklarını gördü-ğü insanlardan başka kime, neye gerçekten inanabilir ki?”

“İnandırıcılık”, sadece roman ve hikâyede değil sanatın her kolunda, özellik-le şiir söz konusu olduğunda Ataç’ı meşgul etmiş bir meseözellik-ledir.12 O, iyi bir sanat

eserinin, ancak uzun uzun çabalamaların, şuurlu bir hareketin sonucu olarak ortaya çıkacağına inanır. Ataç’ın savunduğu gibi sanatçının samimiyetini, anlatılanların ya-şanmış olmasından ziyade, yaya-şanmışlık izlenimi vermesinde aramak gerekir.

8 “Söz Olsun”, Ulus, 25 Eylül 1953, s. 2.

9 “Dergilerde”, Türk Dili, C 3, nr. 28, 1 Ocak 1954, s. 242-247. 10 “Kandırıcı Sanat”, Milliyet, 30 Mart 1935, s. 4.

11 “Bir Roman”, Akşam, 8 Şubat 1936, s. 7.

12 Bkz. Şerife Çağın, Bir Şiir Eleştirmeni Olarak Nurullah Ataç, İstanbul 2012, s. 75-79. Ayrıca bkz.

Alev Sınar, “Nurullah Ataç’ın Devrinin Yazarları Hakkındaki Görüşleri”, Edebiyat Ürünleri Dergisi Nar, nr. 12, Kasım-Aralık 1996, s. 92-124.

(6)

Ataç için şuurlu hareketin karşısında yer alan “ilham”, tıpkı şiir gibi roman ve hikâye söz konusu olduğunda da tehlikeli bir şeydir:13

“Sanat adamının kendini esine bırakması demek, kendini denetlememesi, eseri üzerinde düşünmemesi, eserini gereğince önemlememesi demektir. Bu yüzden eseri düşüveriyor. Avrupalı yazarların eserlerinde, hepsinde değilse de çoğunda işte bu yoktur. Bir bütündür onların hikâyeleri, başı ile sonu birbirini tutar, bir yoruluverme görülmez onlarda.”

Uzun-Kısa Roman

Ataç’a göre kısa yazmak, az sözle çok şeyler söylemek, sanatın en yüksek şekli-dir. İcaz, yani bir fikre son şeklini vermek, Ataç’ın kendi yazılarında da görebileceği-miz bir meziyettir. Bu anlamda bazı yazılarında sözü uzatan, ayrıntılara boğan nehir roman modasını eleştirmekten geri durmaz:14

“Son yıllarda Fransa’da alıp yürüyen şu nehir roman (roman-fleuve) denilen şeyin de baş kusuru işte bu. Hayatı olduğu gibi göstermek endişesi ile bütün teferruatı birer birer kay-da kalkıyorlar, kari de bütünü kavrayamıyor. Hayatta o teferruat hep bir arakay-dadır, yazıkay-da ise ister istemez bir sıraya dizilirler: Önce biri söylenir, sonra öteki. Şimdiye kadar bunun başka bir yolu bulunamamıştır… Nehir roman muharriri bir arada geçen şeyleri ayrı ayrı söyleyip onların “simultané”liğini zihinde tekrar kurmak işini, yani sanat adamının asıl vazifesini, okuyanlara bırakıyor. Onu ben yapacak olduktan sonra kocaman veya birkaç cildi ne diye okuyayım? Hayata bakarım yeter… “Sıkletin fehmolunur hacmi kitabından senin.” Sıklet, burada, sanatkârlık meziyetinden mahrum olma demektir.”

Bu tür kötü örneklerin yanında Ataç, Roger Martin du Gard, René Béhaine, Jules Romains gibi yazarların ciltler tutan romanlarını beğenir. Hatta kaba gerçekçiliğe dü-şülmediği sürece sanat adamının reel hayata, içinde bulunulan zamanın meselelerine duyarlı olmasını ister. Ona göre bu tür romanlarda sanat, daha az göze çarptığı ve kendini göstermediği için daha hakikidir, daha asildir. Kısa roman yalnız bir şahsı, bir aileyi, nihayet bir grubu tasvir eder ve onda hayatı basitleştirmek isteyen bir hal vardır. Uzun roman ise her türlü insanı göstermek ister ve bu anlamda hayatı karma-şık bir şekilde verir.15

Ataç, bu kitapların, söylemek istedikleri bir şey bulunan veya bulunduğunu id-dia edenlerin eserleri olduğunu belirtir. Artık romancı mevzu bulmuş; bir hiçi, bir gönül sıkıntısını yüz, iki yüz sayfalık bir kitap haline getirmekten kurtulmuştur:16

13 “Diyelim ki”, Ulus, 23 Ağustos 1952, s. 2.

14 “Kısa, Uzun”, Akşam, 16 Mayıs 1936, s. 3, 7.

15 “Sanata Dair”, Son Posta, 7 Ağustos 1937, s. 8.

(7)

“Bunlar bir hadiseyi, bir ihtirası tecrit ederek tasvire razı olmuyorlar; bütün hayatı, o va-kayı veya ihtirası, ruh haletini mümkün kılan şartları da beraber göstermek istiyorlar. O kadar ki içlerinde Jules Romains gibi yalnız bir vaka ve onun etrafıyla iktifa etmeyip ce-miyetin bütün hallerini göstermek isteyenler var. Böylelikle roman tarihe doğru gidiyor.”

Polisiye Roman

Ataç, polisiye romanları aşağı bir türün ürünleri olarak gördüğü için ciddi edebi-yatın dışında tutar. Bu tarza örnek olarak Edgar Poe’nun birkaç hikâyesini gösterdik-lerini, fakat kendisinin pek sevmediği bu yazarın önemi ve büyüklüğünün “Morgue Sokağında Çifte Cinayet”, “Saklı Mektup”, “Marie Roger Davası” gibi “Chevalier Dupin” hikâyelerinden gelmediğini belirtir. Ona göre Edgar Poe, yaşadığı çağda sa-nat anlayışını yenilemiş, sasa-nat hayatında en büyük payın duyguya değil, düşünceye, akla düştüğünü hatırlatmış, böylece sanat adamının davranışını değiştirmiştir.17

Bir başka yazısında, polisiye romanların bir hikâye olarak düşünülüp sonradan uzatılmış, zorla uzatılmış gibi geldiğini, böyle bir zorakiliğin de okuru sıkacağını belirtir. Ayrıca çoğu birbirine benzeyen polisiye romanları kırk beş, elliye, belki de daha az sayıya indirebileceğimizi söyler.18

Nitekim Ataç’a göre polisiye romanları birer “eğlencelik” olmaktan öteye gidemez:19

“Eğlencelik. Salt eğlenmek için yazılıp salt eğlenmek için okunan kitaplar. Sanat bir eğ-lence olmaya gelemez. “Kitapları bir şey öğrenmek için okuyalım” diyenlerin öğüdünü doğru bulmam. Her işte bir çıkar aramak gibi bir şeydir bu. Hayır, bilgimizi arttırmak, bize yararlığı dokunacak bilgiler edinmek için okumayız kitapları. Salt eğlenmek, vakit geçirmek için de okumayız. Birtakım kimselerin, saygıya değer bulduğumuz kimselerin düşüncelerini öğrenmek, kişi oğlunu daha derinden anlamak için okuruz. Yarın işimize yarayacak bir bilgi değil, gene de bir bilgi, içimizi zenginleştiren bir bilgi. Polis roman-larından böyle bir yararlık bekleyemeyiz.”

Roman ve Hikâye Arasındaki Fark

Ataç, Etem İzzet (Benice)’in Gözyaşları romanını uzatılmış bir hikâyeye benze-terek “Bir hikâyeyi alabildiğine uzatmakla meydana bir roman çıkar mı?” diye sorar.

17 “Sözden Söze”, Ulus, 27 Temmuz 1952, s. 2.

18 “Polis Romanı”, Son Havadis, 13 Şubat 1955, s. 3. 19 “Eğlencelik”, Son Havadis, 9 Ağustos 1955, s. 2, 7.

(8)

Roman ile hikâyeyi birbirinden ayıran şeyin sayfaların adedi olmadığını; hikâyenin bir vakayı anlattığını, romanın ise ya bütün bir muhiti ya da bir insanın bütün hayatını göstermek istediğini belirtir. Romanda anlatılan şeylerin inanılabilecek şeyler olma-sını, örf ve âdete büsbütün muhalif olmamasını gerekli görür.20

Ataç, hikâye ile roman arasındaki farkı şöyle izah eder:21

“Bir kere hikâyede olay tektir. Yani hikâyeyi bir olay kurar, önkişiler (kahramanlar) olayı kurmak için onun çevresinde toplanırlar. Hikâyeci olayını daha iyi verebilmek için yar-dımcı olaylara, destek olaylara da başvurabilir. Ama bu destek olaylar ana olayda birleşir. Romanda ise daha başkadır. Romanı kuran önkişiler önce düşünülür. Burada olay ikinci derecededir. Yani romanda olaylar vardır, bu olaylar önkişileri hazırlar. Hikâyede olay bir olduğu için hikâyenin karşılığı “olaydır” denilebilir. Ama her zaman romanın karşı-lığı “olaydır” denilemez. Çünkü olayların çok olması romanı kuramaz. Romanı kurabil-mesi için olayların önce önkişileri kurması gerekir. Yani olaylar birbirlerine zincirlidir, bu bağ önkişilerde toplanır. Olaylar önkişilerde toplanmadıkça o yazı serisine roman gözüyle bakmamız doğru değildir. Örneğin Hikmet Erhan (Bener)’ın Acemiler’inde üç önkişi (kahraman) vardır. Üç önkişi de ayrı ayrı hayatlarını yaşarlar. Bir olay çevresinde toplanmazlar, bir olayda savaşmazlar. Onun için Acemiler’e bir “bütün” gözüyle, bir ro-man gözüyle bakamayız.”

Gerçek bir romanın okurda bitmemişlik duygusunu bırakması gerektiğini, yalnız bir kişiyi ilgilendiren bir romanın, gerçek bir roman değil büyükçe bir hikâye olduğu-nu söyler. Ayrıca romandaki kişiler, çevrelerindekilerle birlikte verilmeli ve kişilerin yaşantılarının sonu açık bırakılmalıdır.22

Ataç, hayatının sonuna doğru karamsar bir ruh hâline kapılır ve edebî eserlerden uzaklaşır. Yeni yazarlardan da fazla bir beklentisi kalmamıştır. Şu cümleler onun hem bu kötümser tavrını yansıtmakta hem de yeni roman ve hikâyeleri takip etmediğini göstermektedir:23

“Yeni yırlar gibi yeni öyküleri de okuyamıyorum. Gene yaşlılığımdan. Ben eski biçim öykülere alışmışım, okuduğum öyküde bir olay, anlatılmaya değer bir olay, bir başlangıç, bir son olsun istiyorum. Bugünkü öykülerin çoğunda yok öyle nenler. Sanırsınız ki yazar hep kendi içini dinliyor, izlenimlerini (intibalarını) anlatıyor bize. Bir olay olmadığı gibi kişiler de yok öykülerde. Çoğu düz-eyitle (nesirle) yazılmış birer yıra benziyor. Hani es-kiden “mensur şiir” derdik, işte öyle. Düz-eyitle yazılmış yırları da severim, ancak yazar bunları bana birer öykü diye sunmamalıdır. “Öykü” dendi mi benim öyküde bir aradığım var, onu göremeyince şaşırıyorum, sinirleniyorum. “Anlayamıyorum ben bunu!” diyerek bırakıyorum elimden.”

20 “Bir Romana Dair”, Milliyet, 29 Kasım 1932, s. 2, 3.

21 “Roman-Hikâye”, Son Havadis, 13 Temmuz 1954, s. 11.

22 “Okumak”, Son Havadis, 19 Şubat 1957, s. 2, 5.

(9)

Roman, Hikâye-Şiir, Masal, Tiyatro Arasındaki Fark

Ataç “Münekkit Gözü ile Masal” başlıklı yazısında24 masalı; roman ve hikâye,

fabl gibi türlerle karşılaştırarak bu türlerin farklı zaruretlerden doğduğunu iddia eder. Roman ve hikâyeyi, bu âlemde mümkün olan birtakım vakaları hayalen yaşamak ve onlar sayesinde hayatı, kendimizi ve hemcinslerimizi belki daha iyi anlamak için okuduğumuzu, masalı ise insanı başka bir âleme, zaruretlerden kurtulmuş bir âleme götürdüğü; bize hayatı, gerçeği değil, onların kanunlarına bağlı olmayan bir âlemi anlattığı için dinlediğimizi söyler. Hiçbir hakikati izah etmek arzusu olmayan masalı da fabldan ayırır: “Fable, bir ahlak dersi verir, bize remzî bir şekilde hayatı ve insan-ları anlatmak için yazılır. Masal ise sırf masal söylemek zevki için uydurulur. Masal ezelden beri mevcut, ‘sanat için sanat’ arzusunun bir mahsulüdür.” Ayrıca Ataç, ma-saldan sadece çocukların, bir de gönüllerinde çocuk saflığını koruyabilmiş insanların hoşlandığını belirterek bir ibret, bir hisse, bir ahlak dersi katmak amacıyla masalları bozanları eleştirir.

Naki Tezel’in, Halk Bilgisi Haberleri mecmuası için toplamış olduğu ve bir kitap şekline getirdiği İstanbul Masalları’nın yayınlanması üzerine kaleme aldığı yazıda Ataç, masal sevmeyen, peri kızına vurulan şehzadeye ilgi göstermeyen kimselerden hazzetmediğini söyler. Bunlar iç âlemi teşekkül etmemiş, realiteye boyun eğmiş kim-selerdir. Masal yazmanın en güç işlerden biri olduğunu düşünen Ataç’a göre, buna ancak en büyük muharrirlerle halk, yani ferdî deha ile umumî deha muvaffak olur. Ayrıca bunlarda gizli bir mana aramanın yanlışlığını da eleştirir:25

“İnsanların niçin sadece hoş bir âlemden bahsetmeye, hayalleri ile realiteden kurtulup da her hareketin kabil olduğu, her arzunun derhal tatmin edildiği bir dünyayı tasavvura hakları olmasın?”

“Peri Masalları” başlıklı bir yazısında da Neşriyat Kongresi’nde peri masalla-rının bir hayli hücumlara uğradığını; kendisiyle birlikte Halide Edip, Pertev Naili Boratav, İsmail Hakkı Baltacıoğlu’nun masallara yönelik suçlamalara karşı durduk-larını belirtir. Ruhu şiire kapalı insanları kendilerini realitenin esiri ettikleri, realite âleminin yegâne hakikat olduğunu sandıkları ve hülya âlemini ciddiye almadıkları için eleştirir.26

1947’de kaleme aldığı bir yazıda ise, peri masalları hakkındaki iyimser

düşün-24 “Münekkit Gözü ile Masal”, Yeni Mecmua, 18 Ağustos 1939, nr. 16, s. 24.

25 “Bir Masal Kitabı”, Haber-Akşam Postası, 17 Ekim 1938, s. 2. Ataç’ın çeviri faaliyetleri arasında

Ezop, Apuleius, Andersen, Marcel Aymé’den yaptığı masal ve masalımsı hikâye çevirileri de yer al-maktadır.

(10)

celerinin değiştiğini görürüz. Peri masalı adı verilen hikâyeleri çocukluğunda da, mevcut dönemde de sevmediğini söyleyerek, okuduğuna inanmak istediğini belir-tir. La Fontaine ve Voltaire’in Candide’ini yalanlar arasında bize birtakım doğruları sezdirdiği için beğenir ve gerçeği söylemeyen, büsbütün başka bir dünya yaratan masallardan ayırır. Çocuklara gerçeğin, yaşadıkları dünyanın anlatılmasını isteyerek, onları yalanla avutup korkutmanın yanlışlığı üzerinde durur.27 Bu çelişkiler Ataç’ın

mizacı kadar deneme türünün özelliğinden de kaynaklanır.

Ataç, hülya âlemini yok sayan bu düşüncesinde uzun süre ısrar etmez ve zaman zaman insanın her iki çeşit sanata olan ihtiyacına vurgu yapar. Gerçekçi edebiyatı sevdiğini belirttiği bir yazısında insanı düşler âlemine daldıran edebiyatı da gerekli görür:28

“Gerçekçi sanat... Doğru, en üstünü o, belki o. Ama ötekinin, bizi olmayacak şeyler acu-nuna, düşler acununa sürükleyip götüren, yalanlar söyleyen, masallar anlatan sanatın gerekliliğini de unutmayalım. Bizi bir teviyelik içinde sürüp giden hayattan silkindiğimiz sanısını vererek avutan edebiyatı da büsbütün küçümsemeyelim.”

Toprağa bağlı türler olarak gördüğü roman ve hikâyenin karşısında hülya âlemi-nin türleri olarak gördüğü şiir, masal, destan ve şiire yaklaştırdığı trajediye daha fazla itibar eder. Romanın realist kalmaya mahkûm olmasını, bu türün ancak son asırlarda, yani gerçeği tasvirin de güzel olabileceği anlaşıldıktan sonra ortaya çıkmasıyla izah eder. Ayrıca romana, hülya âlemini tasvir hakkının verilmeyişini, biraz da onun aşağı bir tür sayılmasına bağlar. Nitekim tarihe baktığımızda her zaman hülyaya dayalı türler edebiyatın merkezinde yer almıştır:29

“İnsan hülyalar kuran, daima içinde bulunduğu şartlardan başkalarını düşünüp onlara erişmeye çalışan, gerçeğin zaruretlerinden kurtulmak isteyen bir mahluktur. En çok sevip itibar ettiği eserler de ona bu hülyasında yardım edenlerdir. Şiirden, tiyatrodan bu hizme-ti bekler. Fakat romanın da o işe kalkışmasını adeta bir nevi küstahlık sayıyor; romanın haddini bilip toprağa bağlı kalmasını istiyor. Dikkat edin, insanların çoğu, hemen hepsi şaire, romancıdan üstün bir insan diye bakarlar. Roman, genişlemiş, fevkalade eserler vermiş olmasına rağmen henüz şiirin, destanın yerini tutmamıştır; belki de hiçbir zaman tutamayacaktır.”

Bir başka yazısında yine sanatın daima terkipte olduğunu söyleyerek şiiri sa-vunur ve roman ve tenkidi, tahlil ruhunun ürünleri olarak görüp aşağılar. Ona göre edebiyat sanatının asıl sahası destan, lirik şiir ve tiyatrodur; roman ve tenkit yazıları bunların iptidai şekilleridir. Aristoteles’in tür anlayışını benimseyen Ataç’ın, pek çok

27 “Söyleşi: Çizgiler”, Ulus, 18 Ağustos 1947, s. 2. 28 “Düşe Çağrı”, Ulus, 11 Ocak 1952, s. 2.

(11)

bakımdan klasik sanatın ilkeleriyle hareket ettiğini söyleyebiliriz. Ataç’ın itibar ettiği tiyatro ise eserlerinde sahne hareketlerinden, göstermekten ziyade kelamın hakim olduğu Shakespeare, Racine, Paul Claudel tiyatrosudur: “Onlar, göstermek değil, hisleri, ihtirasları şekillerle tespit etmek isteyen adamlardır.”30 Buna benzer pek çok

yazısında Ataç; şiirde “öz”ün “şekil”den ayrı düşünülemeyeceğini, roman ve hikâ-yede ise bu iki unsurun ayrılabileceğini, edebiyat denince evvela saf bir sanat olan şiirin akla geleceğini, şiir dilinin nesirden farklı olarak insana, hayatı bir bütün olarak sezdirttiğini, nesrin tahlil eden muhakemeye, şiirin ise her şeyi bir arada kavrayan hisse hitap ettiğini iddia eder. En sevdiği romanları dahi hiçbir zaman şiirden üstün bulmaz.31

Ataç; romanın, mevzu ve şahıslarını “sakin ve tabiî bir tamamlığa” kavuşturmak isteyen tragedia estetiğinden uzaklaşmasına da dikkat çeker. Ona göre artık roman-cılar muhtemelen Jules Romains’in Les Hommes de bone volonté’sinde olduğu gibi birbiriyle ilişiği olmayan, birbirlerine benzemeyen insanların hayatlarını göstermeye çalışacaklardır:32

“Bugünün romanında bunu haber veren birtakım emareler var: İyi romancılardan hemen hiç biri, bir kere başladığı romanı bir daha bitiremiyor; onda gösterdiği şahısları sonraki romanlarına da karıştırıyor.

Zaten bir başı ve sonu olan romanlar bizi artık tatmin edemiyor. Bir aşk macerası, her-hangi bir hikâye bize kâfi gelmiyor. Romanda bahsedilen şahısları yakından tanımak, onların bütün hallerini, anlatılan vaka başlamadan evvelki hayatları gibi o vaka bittikten sonraki hayatlarını da öğrenmek istiyoruz. Yani bir roman bizi, ancak bütün hayatın tas-viri olmak şartıyla alakadar edebiliyor. Ötekilerde bir yarımlık, bir sunilik hissediyoruz.”

30 “Derkenar: Şiir”, Akşam, 8 Temmuz 1939, s. 3, 13.

31 Şerife Çağın, Bir Şiir Eleştirmeni Olarak Nurullah Ataç, 2012 İstanbul, s. 66-68. Selim İleri, Ataç’ın

içeriği önemseyen Balzac, Stendhal gibi romancıları beğendiğini, oysa yirminci yüzyılın başında tıpkı şiir gibi içerik-biçim uyumunu önemseyen, insanın iç dünyasından hareketle sosyal gerçekliklere va-rabilmiş Joyce, Faulkner, Woolf, Henry James gibi usta romancıları görmezden geldiğini söyleyerek haklı bir eleştiri getirir. Bkz. Selim İleri, “Ataç’ın Roman Anlayışı”, Nurullah Ataç, (Editörler: Musta-fa Şerif Onaran-İbrahim Çelik), Ankara 2011, s. 267-275. Türk hikâyeciliğinin eksik taraflarından bah-settiği bir yazısında, bir taraftan klasikleşmiş eserlerin okunmadığından şikâyet ederken öte yandan yeni yazarları küçümsemesi dikkat çekicidir: “Bana öyle geliyor ki hikâyecilerimiz, dünyanın büyük eserlerini gerektiği kadar okumuyorlar. Kendilerine güveniyorlar. Çehof’tan üç dört hikâye okudular mı yeter sanıyorlar. Bir de Amerikalıların yeni yazarları… Hepsinin ağzında Steinbeck, Hemingway, Caldwell. İngiltere’nin, Fransa’nın iki yüz yıldır yetiştirdiği büyük romancıları okumaya özenmiyor-lar. Oysa ki hikâyeciliğin bir çıraklık devri vardır, bizim yazarlarımız onu geçirmek istemiyorlar (O. Fehmi Özçelik, “Ataç’la Konuşma”, Hisar, C 2, nr. 35, 1 Mart 1953, s. 10-11).

(12)

Roman ve Hikâye Yazarlarına Dair Değerlendirmeleri

Ataç’ın roman ve hikâyeye dair teorik tespitlerinin dışında gerek Türk gerekse Batılı yazarlarla ilgili zaman zaman ya bir yazının konusunu teşkil edecek uzunlukta ya da çeşitli yazılarının içinde kısa değinmeler şeklinde değerlendirmeleri de mev-cuttur. Türk yazarları ve Batılı yazarlar şeklinde iki grupta değerlendirdiğimiz bu ya-zarları kendi içlerinde Ataç’ın beğendiği, kısmen beğendiği ve beğenmediği yazarlar şeklinde bir tasnifle vermeye çalıştık.

Türk Yazarlar

“Üstadımız” dediği Halit Ziya, Ataç’ın en çok takdir ettiği yazarlardandır. Hem roman anlayışında hem de dünyaya bakışında yazarın Batılı tutumu, yazı dilini süsten arındırarak sadeleştirmesi Ataç’ın en çok üzerinde durduğu unsurlardır.

Halit Ziya’nın yeni çıkan Onu Beklerken hikâye kitabını tanıtırken yazarı bir bü-tün olarak değerlendirmeye çalışır. Arap harfli Aşk-ı Memnu ve Maî ve Siyah’ın yeni nesiller tarafından okunmadığını söyleyerek Onu Beklerken, Aşka Dair, Hepsinden Acı kitaplarının bir büyük eserin ilaveleri, bir ağacın dalları olarak görülmesini ister. Yazarın roman tarihimizdeki önemine dikkat çekerek, onu son çıkan kitaplarıyla ta-nımanın yanlışlığı üzerinde durur. Ona göre Halit Ziya her şeyden önce romancıdır:33 “Bay Halit Ziya Uşaklıgil’in hikâye kitapları, romanlarından çok olmakla beraber ona bir hikâyeci diyemiyoruz; onda, her şeyden önce romancıyı görüyoruz. Bana öyle geliyor ki kendisi de hikâye yazmaktan bir haz duymuyor, mevzularını birer “hikâye” olarak düşünmüyor. Onu Beklerken’de toplanan on altı parçayı okurken “Bunlar birer hikâye değil, kimi kısaltılmış birer roman, kimi bir romandan bir parça, bazıları büyük bir roman için hazırlanmış notlar” diyoruz.”

Kırk Yıl’ın ilk cildinin yayımlanması üzerine kaleme aldığı yazıda ise Türk edebiyatının Servet-i Fünun yazarlarına pek çok şey borçlu olduğunu, eserlerindeki yapmacıklığa rağmen, bizde garba dönmek arzusunu onların uyandırdığını hatırlatır. Çocukluk ve yetişme yıllarını anlattığı bu ilk ciltte Halit Ziya’nın bir tarihçi olmaktan kaçındığına, hâlbuki kitabın ancak bu şekilde faydalı olabileceğine dikkat çeker:34

“Halit Ziya Uşaklıgil onu yazabilir miydi? Hiç şüphesiz ki hayır; çünkü kendi çocukluk yıllarını hatırlarken o hayata bir tahassür duysa bile yine o hayatı sevmez. Zaten kendi eseri, kendi yaşama tarzı o hayata karşı bir hücum, bir isyandır. Çerkes kalfalar, zenci

33 “Onu Beklerken”, Akşam, 9 Kasım 1935, s. 7.

(13)

köleler, Arnavut elbisesi giyen çocuklar kalktı ise, bunda Halit Ziya Uşaklıgil ile ar-kadaşlarının büyük bir tesiri olmuştur. Severek tasvir edemeyeceği, o hayatı istihza ile anlatmak, bir “polemik” kitabı vücuda getirmek de istememiş.”

Yine de bu ilk cildi tatlı bir roman gibi bir hamlede okuduğunu söyleyen Ataç; dikkatli bir okurun, yazarın romanlarındaki şahısların asıllarını, birçok hareketlerini ilham eden hadiseleri Kırk Yıl’da bulabileceğini belirtir.

Ataç’ın Halit Ziya’ya olan hayranlığı, Mai ve Siyah romanını sadeleştirerek ye-niden bastırması üzerine bir kat daha artmıştır. Ataç’a göre gerek Mai ve Siyah gerek-se Aşk-ı Memnu bir devrin yazı Türkçesini göstermek için en iyi örneklerdir.35

“Üstadımız” dediği Halit Ziya’nın, tenkit yazılarını içeren Sanata Dair’in bi-rinci cildinin yayınlanması üzerine kaleme aldığı yazıda yine dilde sadeleşme me-selesine döner. Onun dilde yaptığı yeniliği Edebiyat-ı Cedide’nin diğer yazarlarının yapamadığını, onların Arapça ve Farsça kelimelerden, yabancı terkiplerden kurtula-madıklarını belirtir. Ataç bunun sebebini şöyle izah eder:36

“Halit Ziya Uşaklıgil’de lisanın süsünden başka şeyler vardı ve asıl onlar için büyüktü, eskilerde ise sadece süs vardı ve onun için o süsten kurtulamadılar. Onu kaldıracak ol-salar altından bir hiçlik çıkacağını biliyorlar. Halit Ziya Uşaklıgil Mai ve Siyah’ı, sade diyebileceğimiz bir lisanla tekrar yazdı; roman gene eski güzelliği, eski zenginliği ile du-ruyor. Cenap Şahabettin’in veya Süleyman Nazif’in yazılarını bugünkü dilimize çevirin, ne kadar zavallı şeyler olduklarını görürsünüz.”

Son yıllarında kaleme aldığı bir yazısında da Yakup Kadri’nin üstad olarak bildi-ği yazarlardan birisi olduğunu, kendisi yaşta olanların edebiyat zevkini onun yazıla-rını okuyarak edindiğini, güzel dile de onun yazılayazıla-rını okuyarak özendiğini belirtir:37 “Yakup Kadri Karaosmanoğlu Avrupa’nın büyük romancıları soyundandır. Bir Balzac’la, bir Stendhal’le yahut bir Tolstoy’la birdir demek mi istiyorum? Hayır. Ama romanı onlar gibi anlar, onların eserleri gibi kitaplar yazmaya özenir, anlamıştır romanın ne olduğunu.” Reşat Nuri, Ataç’ın, romanlarının vaka kuruluşu ve konularının hissiliğiyle eleş-tirdiği, fakat Türk dilinin sadeleşmesindeki gayretleriyle takdirini kazandığı yazarla-rımızdandır. Özellikle Kızılcık Dalları romanını değerlendirdiği bir yazısında, yazarı

35 “Mai ve Siyah”, Haber- Akşam Postası, 15 Haziran 1938, s. 3. Başka bir yazısında da (“Sözden Söze:

Sade Türkçe”, Akşam, 18 Haziran 1938, s. 3, 4) yine Mai ve Siyah’ın sadeleştirilmesine itiraz edenleri eleştirerek iki şekli şöyle karşılaştırır: “Mai ve Siyah, eski metni ile, asıl kıymetini birtakım sahte güzellikler, süsler altına saklamış bir romandı; şimdiki metni ile ise, güzelliğinden emin olduğu için ortaya çırçıplak çıkmaktan korkmayan bir romandır.”

36 “Süssüz Dil”, Haber-Akşam Postası, 25 Mart 1939, s. 3.

(14)

tahlil bakımından oldukça zayıf, hakikatten uzak, hissî, santimantal kişiler yarattığı, vakaya ağırlık verdiği için eleştirir. Romanı gereksiz yere uzatılmış, çıkarıldığında eksikliği hissedilmeyecek vaka yapısıyla başarısız bulur:38

“Reşat Nuri Bey bir ahretliğin romanını yazmak istemiş, fakat kitabı bir roman değil, birbirlerine çürük bir bağla eklenmiş birtakım irili ufaklı hikâyeler mecmuası olmuş. Bunların herhangi birini çıkardığımız zaman eserin nescine halel gelmeyeceği gibi içle-rinden (bir ikisi müstesna) Gülsüm’ü çıkarsanız yine bir şeyleri eksilmiş olmaz.”

Gökyüzü romanını ele aldığı bir başka yazısında, Roger Martin du Gard’ın Jean Barois isimli romanıyla bu roman arasında mevzu bakımından benzerlik kurar. Asıl anlatılmak istenen meselenin, romanın bin bir “episode”u arasında kaybolduğunu; yazarın, hazırladığı pek çok malzemeyi yapıya dönüştüremediğini belirtir. Ayrıca Re-şat Nuri’yi kişi yaratmada da başarısız bulur:39

“Reşat Nuri Güntekin, romanındaki şahısları belli ki bile bile, yani kendi öyle istediği için yaratmış; onlar, romancının aklına parça parça gelmiş, hatta bazı hareketleri psycho-logie manuel’lerinden alınmış.”

Bu olumsuz eleştirilere rağmen Reşat Nuri’nin önce “İstanbul Kızı” adıyla tiyat-ro piyesi olarak çıkan Çalıkuşu tiyat-romanını, ilk şekli de sayılırsa, dördüncü defa gözden geçirip yenilemeye çalışmasını takdirle karşılar.40

Ataç, Reşat Nuri’nin ölümü üzerine kaleme aldığı bir yazıda Gökyüzü romanına tekrar döner:41

“Romanlarının bir ikisini okudum. İçlerinde biri vardır, yanılmıyorsam Gökyüzü’dür adı. En iyisi odur bence. Sağlam bir konusu vardır. (...). Öteki yapıtları hep duygu üzerine kurulmuştur. Ben de duygu yazınını bir türlü sevemedim.”

Aynı yazıda Çalıkuşu’nun önemine dikkat çekerek yazarın Türk dilinin sadeleş-mesindeki önemi üzerinde durur ve ondan övgüyle söz eder:

“Çalıkuşu, Türk romanının İstanbul’da kalmayıp bütün yurda yayılmasının başlangıcıdır. R.N. Güntekin’in o yapıtı bize ülkeyi anlatabildi mi? Anlatamamış da olsa adını andı. Bundan başka dilinin de büyük etkisi oldu sevilmesinde. Yalnız duyguyu konuşma diliyle, gündelik dilimizle işliyordu. Reşat Nuri Güntekin, konuşma dilimizle uzun

38 “Kızılcık Dalları”, Milliyet, 20 Nisan 1932, s. 2, 3.

39 “Bir Roman”, Akşam, 8 Şubat 1936, s. 7. Bu romanla ilgili eleştirilerini içeren bir başka yazı için bkz.

“Gökyüzü”, Ayda Bir, 1 Mart 1936, s. 68-69.

40 “Yeni Çalıkuşu”, Haber-Akşam Postası, 8 Aralık 1937, s. 2.

(15)

uzun yazılar, öyküler yazılabileceğini ilk göstermiş olanlardandır. Çalıkuşu, Halit Ziya Uşaklıgil’in, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın dilinden konuşma diline geçiveren ilk betik-lerdendir.”

Sabahattin Ali, Ataç’ın beğendiği hikâyeciler arasındadır. Ayda Bir dergisinde çıkan “Kamyon” hikâyesini beğendiğini söyleyerek, Değirmen kitabını okurlara tav-siye eder. Hikâyeleri inandırıcı bulur. Kitapta “Bir Gemicinin Hikâyesi”, “Kanal”, “Bir Firar”, “Candarma Bekir” hikâyelerini başarılı bulurken, “Değirmen”, “Kurta-rılamayan Şaheser”, “Kırlangıçlar”, “Viyolan-sel” gibi hikâyeleri beğenmez, hissî bulur:42

“Kitabı, ikinci kısmından okumaya başlayın; bu kısımdaki sekiz parçanın çoğu, bize B. Sabahattin Ali’nin görüşü ile Anadolu’yu anlatan hikâyelerdir. Muharrir memleket sev-gisini bir kavga bayrağı diye sallamıyor; çorak, zavallı köyün sefaletini, acılarını anlayıp anlatmaya çalışıyor. Söyledikleri orijinal olmak isteyen vakalar değildir; adeta herhangi polis haberleri. Fakat içimiz burkuluveriyor. B. Sabahattin Ali acıklı bir dil kullanmaya da kalkışmamış, fakat sözü tam yerinde kullanmasını biliyor.”

Ataç, yine Kağnı hikâye kitabının yayımlanması üzerine kaleme aldığı yazısında Sabahattin Ali’nin Değirmen’i yazdığı günlerden beri olgunlaştığını söyler:43

“Gerek Değirmen’in ikinci kısmındaki hikâyeleri, gerek Kağnı’nın on iki hikâyesini okurken Sabahattin Ali’nin köylüyü, işçiyi, fakir ve zavallı insanları görme ve gösterme kabiliyetine hayran oluyoruz. Hele güzel cümlelere, şu “edebiyat” denilen şeye tenezzül etmeden anlatması, doğrudan doğruya mevzua girişi bize soylu bir muharrir karşısında olduğumuzu bildiriyor. Bu genç adamın üslubunda, klasiklerinkini andıran bir çıplaklık, bir “yalınlık” var.”

Refik Halit’in Memleket Hikâyeleri’nde bir nevi tepeden bakma, bir istihza hâli olduğunu, yazarın Anadolu insanına dışarıdan, anlamadan baktığını düşünen Ataç, Sabahattin Ali’nin hikâyelerinde derin, insanî bir hava bulur. Yine Kağnı’dan bahset-tiği bir başka yazısında Sabahattin Ali’yi sanatkârane denilen ifade tarzından kaçtığı, dili bozmadan özentisizce anlattığı; entrikalara heves etmeyip insanları göstermeyi bildiği için takdir eder.44

Ataç’ın üzerinde durduğu bir başka hikâyeci Sait Faik’tir. Bir yazısında onun, özene bezene yazmadığını, samimiliği önemseyip kendini ona kaptırdığını, oysa

42 “Değirmen”, Akşam, 21 Eylül 1935. Sabahattin Ali hakkındaki bütün çalışmalar Ataç’ın bu fikrini

tekrarlar. Ataç’ın beğenmediği bu hissî hikâyeleri onun romantik, diğerlerini realist dönemi olarak kabul ederler.

43 “Kağnı”, Akşam, 4 Temmuz 1936, s. 3, 7.

(16)

onda gerçek bir sanat adamı benliği olduğunu söyler.45 Bir başka yazısında da yine

cümlelerinin kuruluşuna aldırmadığını, sanki oturup bir çırpıda yazdığını söyleyerek, onunla sürrealistler arasında şöyle bir ilişki kurar:46

“Hani “surrealiste”lerin “êcriture automatique” dedikleri bir şey var. Kaleminizin ucuna ne gelirse denetlemeden, yukarısını, aşağısını düşünmeden yazacaksınız, onu andırıyor Sait Faik’in yazısı. Ama aldanmayın, Breton gibi Soupault gibi değil Sait Faik. Onlar sanatı, edebiyatı yıkmak istediklerini söyleyen o adamların bir kaygısı vardır; sanatın ötesinde bir sanata, edebiyatın ötesinde bir edebiyata ermek isterler, kişioğlunu daha tam olarak kavramaya, yakalamaya çalışırlar. Onlarda bu “êcriture automatique” de bir yol-dur, ereğe varmak için bir yol. İsteyince bırakırlar bunu. Sait Faik’in ise böyle yazmak, düşünmeden, denetlemeden, cümlelerini özene özene kurmak kaygısını çekmeksizin sözlerini kâğıt üzerine sıralamak içinden geliyor, yaratılışı gereği.”

Aynı yazısında, Sait Faik’in anlatışında bir çekicilik bulur ve yazdıklarının hikâ-yeden çok birer “düş” olduğunu belirtir. O günlerde hayatı, çevreyi olduğu gibi an-latma gereğine inanan gerçekçi edebiyatın dışında olduğu, diğer yazarlar gibi basit gerçekçilik arkasında koşmadığı için över ve onun kadar öznelci (subjektiviste) ya-zarın az bulunduğunu söyler:

“Sait Faik’in hikâyelerini okurken en çok kimseye benzememesi, tekliği çarpıyor göze. Kimseyi koyamazsınız onun yerine. Ustası yok, çırağı yok. Yeni hikâyecilerimizden öyle sanıyorum hiç biri ona benzemeye, onun gibi yazmaya kalkmadı. Bir çığır adamı değil o, ne bir çığıra katılıyor ne de bir çığır açıyor. Tek başına. Her yazarda, her kişide yaşadığı günlerin izleri, damgası bulunur. Sait Faik’de de vardır elbette, ama hemen göze çarpmı-yor, arayacaksınız. Onda kişilik, çağı yenmiş.”

Yine Sait Faik’in ölümü üzerine kaleme aldığı bir yazıda onun Türk hikâyecili-ğindeki önemi üzerinde durur:47

“Herhangi bir kişi değildi bu ölen, Türk hikâyeciliğine yeni bir hava getirmiş, bir yol yaratmıştı. Dün akşam son kitabından iki üç hikâye okudum, o karmakarışık sözleri sarı-veriyor insanı. Gerçekten daha büyük bir güçle kişi oğlunun ta özünü sezdirerek sarıveri-yor insanı. Sait Faik olgunluğa ermiş miydi? Hayır. Olgunluktan daha üstün bir şeye, kişi oğlunu bütünü ile kavrayıp göstermek yoluna ermişti.”

Mahmut Yesari, Nahit Sırrı, Osman Cemal ve Kemal Bilbaşar, Ataç’ın kısmen beğendiği yazarlardandır. 1933 senesinin edebiyat hareketlerini değerlendirdiği yazı-sında Ataç, en iyi romancılarımızdan biri olarak kabul ettiği Mahmut Yesari’nin Tipi

45 “Sayıklama”, Pazar Postası, I/19, 10 Haziran 1951, s. 2. 46 “Sait Faik”, Son Havadis, 18 Mayıs 1954, s. 6. 47 “Sait Faik İçin”, Varlık, nr. 407, 1 Haziran 1954, s. 4.

(17)

Dindi ve Ölünün Gözleri romanlarını Su Sinekleri kuvvetinde bulmamakla beraber yine de beğendiğini ifade eder.48 Sevda İhtikârı romanını içindeki şahısların adedine

nispetle çok kısa bulur, şahısları yakından tanıtmadığı için eleştirir ve bir sinema operetine benzetir:49

Nahit Sırrı’nın Eski Resimler başlıklı hikâye kitabı üzerine kaleme aldığı yazı-sında50 bu eseri Sanatkârlar kitabından daha üstün bulduğunu, yazarın uzun

cüm-le muhabbetini kaybetmediğini, fakat diline biraz daha munislik, biraz daha hava vermekte başarılı olduğunu belirtir. Yalnız bir hikâyesiyle Henri de Régnier’nin bir romanı arasında benzerlik kurar ve ironik bir üslupla Nahit Sırrı’ya iyi Fransızca bil-diğini hatırlatarak söz konusu kitabı tercüme etmesini tavsiye eder. Eve Düşen

Yıldı-rım’ın yayımlanması üzerine kaleme aldığı yazıda51 ise yazarı tahlillerinde başarısız

bulsa da “Nahit Sırrı Beyin, mensur şiir üslubu ile hikâyeler anlatmaktan vazgeçip ihtiraslar tahliline, bir muhit tasvirine girişmesini bekleyebiliriz” diyerek temennide bulunur ve kendisinin iyi bir hikâye ve romanda aradığı iki unsuru da bu şekilde ortaya koymuş olur.

Ataç, bir yazısında ise Osman Cemal’in tefrika halinde yayımlanan Çingeneler romanını tanıtır:52

“Bu romanın bilhassa birinci kısmı gibi güzel yazı, son zamanlarda, Türkçede pek azdır. İnsanı özentisiz, iddiasız bir şiir hevesi kaplıyor. Osman Cemal, belki tabiata çok yakın kaldıkları için, çevirdikleri bütün dalaverelere rağmen masum, sevimli bir halleri olan insanları, Çingene Gavur Etem’i, tirşe gözlü Gülizar’ı canlandırıyor. Hele Carmen âşık-lısı, kara sevdalı, yarı deli bir Nazlı var, romanı okurken ona alakadar olmamak, kitabı bitirdikten sonra da onu unutmak kabil değil.”

“Roman ve Hayat” başlıklı bir başka yazısında da yine Çingeneler romanını yazarın reel âlemin hadiselerine şiir hali verdiği, hayalî bir vakayı anlatan romanını hakiki hayatın tasviri haline getirdiği için beğenir.53

Kemal Bilbaşar’ın Aramak mecmuasında çıkan “Budakoğlu” hikâyesini, kişi-leştirme hususunda biraz zayıf bulmasına rağmen severek, alaka ile okuduğunu belir-ten Ataç, yazarın iyi bir hikâyeci, hatta iyi bir romancı olacağını ümit ettiğini söyler.54

Ömer Seyfettin, Refik Halit, Halide Edib, Mahmut Makal, Orhan Hançerlioğlu, Muzaffer Hacıhasanoğlu; Ataç’ın eleştirilerine maruz kalan yazarlardandır. Bu

eleş-48 “1933’te Edebiyat”, Milliyet, 1 Ocak 1934, s. 11.

49 “İki Kitap: 1. Eski Resimler - 2. Sevda İhtikârı”, Milliyet, 17 Mart 1934, s. 4. 50 “Eski Resimler”, Milliyet, 17 Mart 1934, s. 4.

51 “Eve Düşen Yıldırım”, Milliyet, 14 Nisan 1934, s. 4.

52 “Osman Cemal”, Son Posta, 17 Temmuz 1936, s. 3.

53 “Roman ve Hayat”, Haber-Akşam Postası, 25 Haziran 1939, s. 3.

(18)

tiriler de diğer yazarlarda olduğu gibi değinmelerden ibarettir. Ömer Seyfettin’in, hikâyelerinde sürekli vaka bulmaya çalıştığını, ders vermek istediğini, insanı anlat-maktan uzak olduğunu söyler:55

“Onlarda insanî bir hakikat, bize insanoğlunu ifşa ediveren bir tek satır bulamıyoruz. Daima dışta kalıyor, tuhaf veya acıklı bir vaka anlatıyor, şahısları anlatmıyor, bize gös-teremiyor. Hani gündelik gazetelerde bir gün okuduktan sonra unutulsun diye yazılan hikâyeler vardır, trende, vapurda veya bekleme odalarında okursunuz. Ömer Seyfettin’in hikâyeleri işte onları hatırlatıyor. Onların belki en iyilerinden, fakat onlardan...”

Refik Halit’in kitaplarını, Kirpinin Dedikleri’nden Halep’te çıkan kitaplarına ka-dar hiçbir zaman sevmediğini söyler:56

“Refik Halit’in hemen bütün yazılarında, hiciv ve mizahta şöhret bulmuş muharrirlerimi-zin çoğunun yazısında olduğu gibi, nasıl söyleyeyim bir pestenkeranilik göze çarpar. Bu hâlden biraz Memleket Hikâyeleri’nde kurtulabilmiştir.”

Ayrıca Yahya Kemal, Ahmet Haşim, Yakup Kadri, Falih Rıfkı Atay gibi zevkine itimat ettiği yazarların Refik Halit’le arkadaş oldukları zamanlarda bile onun, sanatını ve düşüncelerini beğenmediklerini belirtir.

Son döneminde kaleme aldığı bir yazısında ise Refik Halit Karay’ı; düşüncesini, birtakım pöhpöhlü, iri lakırdılarla süsleyip derin göstermeye özenmediği için beğe-nir. Ayrıca Memleket Hikâyeleri’nde gerçek bir sanat kaygısının olduğunu söyler, fakat Ago Paşanın Hatıratı’nı57 kaleme aldığı, polisiye romanlar yazarak kendisini

ucuz edebiyata verdiği için eleştirir.58

Refik Halit ve Ömer Seyfettin’i, “şirin edebiyat” dediği fazla ciddiye alınmama-sı gereken bir edebiyatın içine dahil eder.59

Halide Edib’in Yolpalas Cinayeti üzerinde durduğu yazısında Ataç, yazarın bu esere “realist roman” kaydını koymasına rağmen, bu eserin bırakın realist bir roman olmasını, bir roman dahi olamayacağını belirtir:60

“Yolpalas Cinayeti’ni okurken bir an bile gerçek hayattan alındığı hissini duyamıyoruz, şahısların da, vakanın da realitesine inanamıyoruz. Bundan başka Bayan Halide Edib, kitabının büyük bir kısmında bir karikatür arzusu göstermiş.”

55 “Ömer Seyfettin”, Milliyet, 19 Şubat 1938, s. 3, 4.

56 “Refik Halit”, Haber-Akşam Postası, 1 Temmuz 1938, s. 3.

57 Ago Paşanın Hatıratı’na dair daha evvel kaleme aldığı bir yazısı için bkz. “Ago Paşanın Hatıratı”,

Akşam, 18 Temmuz 1922, s. 3.

58 “Günce”, Son Havadis, 4 Nisan 1954, s. 2.

59 “Şirin Edebiyat”, Haber-Akşam Postası, 24 Mayıs 1939, s. 3.

(19)

Orhan Kemal’i şive taklitçiliğine, köy edebiyatına özenip basit gerçekçiliğe kaç-makla suçlayan Ataç,61 Mahmut Makal hakkında önceleri iyimser düşünürken çok

geçmeden fikrini aksi yönde değiştirir. 1955’te kaleme aldığı bir yazıda mızda bir Mahmut Makal çığırı açıldığını, kendilerinin göremediği gerçeği edebiyatı-mıza onların getirdiklerini, yurdu ve edebiyatımızı bu kuşağın kurtaracağını belirtir.62

Bir süre sonra roman ve hikâyedeki gerçekçilik anlayışı, köy edebiyatına, güdüm-lü edebiyata yönelince Ataç, bu tarzda örnekler veren Mahmut Makal’ı şöyle eleştirir:63 “Bay Mahmut Makal’a “Şairin, yazarın iyisi toplum sorunlarıyla ilgilenir, köylünün çektiklerini anlatır, kalkındırmaya çalışır köylüyü” demişler, böyle doğruları belleterek kurmuşlar onun sanat anlayışını.”

Bir yazısında Orhan Hançerlioğlu’nun Karanlık Dünya romanını eleştiren Ataç, yazarın kişilerine birer vücut veremediğini, anlattıklarını inandırıcı kılamadığını söyler. Bir romancının toplum işleri, yurt yönetimi işleri üzerine düşündüklerini ro-manlarında söylemesine karşı değilse de, iyi bir romancı olmak için bunun yeterli olmadığını belirtir:64

“Romancı, düşünde kurduğu bir çevrenin yaşadığını, gerçekte varmış gibi yaşadığını gören, bize de gösterebilen adamdır. Karanlık Dünya’da ben bunu bulamadım. Ahmet, Mazılık kasabasına yargıç olarak gidiyor, orada elektrik işine karışıyor, bunun için çalı-şıyor, sonunda da erişiyor dileğine. Ama biz onun Malazık’ta yaşadığını, elektrik işi için çalıştığını göremiyoruz. Malazık’a elektrik gelince de buna inanamıyoruz. “Nasıl Oldu bu iş?” diyoruz. Bize anlatılan ona inanmamıza yetmiyor.”

Orhan Hançerlioğlu’nun yukarıdaki yazıdan dolayı, Varlık’ın Şubat 1952 sayı-sında Ataç’a cevap vermesi üzerine Ataç eleştirilerine devam eder, roman ve hikâye-nin bir röportaj olmadığını savunur:65

“Orhan Hançerlioğlu roman kişileri yaratmamış, yaratamamış. Ama o, gerçekte olan insanları romanlarında anlatacak olursa yaşatabileceğini sanıyor. İşte bunda yanılıyor. Roman, hikâye bir “reportage” değildir, gördüğünüz insanların nasıl yaşadıklarını söyle-mekle onların romanını yazmış olmazsınız. Orhan Hançerlioğlu Anadolu’da dolaşırken, romanına aldığı insanların hepsini birer birer görmüş olabilir, ama onları birbirleriyle çarpıştıramamış, konuşturamamış. Kendisi bize gördüğü bir kimseyi anlatıyor, işte o ka-dar. Onu bizim gözümüz önünde yaşatmıyor, ona bir kişilik veremiyor.”

61 “Sayım Suyum Yok”, Son Havadis, 27 Nisan 1955, s. 3.

62 “Okurken”, Ulus, 15 Aralık 1951, s. 2. 63 “Günce”, Son Havadis, 11 Aralık 1955, s. 2, 7.

64 “Bir Roman”, Ulus, 5 Ocak 1952, s. 2.

65 “Okurken”, Ulus, 1 Şubat 1952, s. 2; Hançerlioğlu, Varlık’ın Mart 1952 sayısında yine cevap yazar.

(20)

Hançerlioğlu’nun Oyun romanını da eleştirerek kitabın kendisini sarmadığını, çekmediğini belirtir.66 Muzaffer Hacıhasanoğlu’nun Bir Tespih Tanesi adlı

hikâ-ye kitabını değerlendiren Ataç, onu bir hikâhikâ-yeci olarak başarılı bulmaz. Ona göre hikâyede anlatılan kişinin benliğini en iyi gösterecek bir olayın bulunması gerekir. Hacıhasanoğlu’nun hikâyelerinde böyle olaylar olmadığı gibi kişiler de ayrıntılı bir şekilde tanıtılmaz. Ayrıca Hacıhasanoğlu’nun acıklı, ağlatıcı konulardan hoşlandığı-nı, kendisinin ise bu tür edebiyatı pek sevmediğini belirtir.67

Ataç, yazarları eleştirirken “gerçek” ile “roman gerçeği”ni birbirinden ayırarak sanat açısından önemli bir hususa dikkat çekmiş, bu anlamda bir dönem “köy gerçek-çiliği” adı altında şive taklitlerini, aktüaliteyi fazlasıyla önemseyen yazarlara cevap vermiştir. Nitekim insan psikolojisini derinlemesine tahlil edemeyen, dili şive tak-lidine indirgeyerek kolaya kaçan, gözlemlerini estetik bir değer hâline getiremeyen yazarlar yaşadıkları zamanın ötesine geçememişler, unutulup gitmişlerdir.

Batılı Yazarlar

Türk roman ve hikâyecilerinin yanı sıra Ataç’ın Batılı yazarlarla ilgili değer-lendirmelerinden de söz edebiliriz. Fransız edebiyatından Gustave Flaubert, Ataç’ın en çok zikrettiği, övgüye değer bulduğu yazarlardandır. Salambo için “Flaubert’in romantik tarzının en güzel eseridir” der. Yazara asıl şöhretini temin eden kitabın Ma-dame Bovary olabileceğini söyler. Ona göre bu kitabı tercümeye kalkmak cüret ister. Kendi çevirisinde de eksikliklerin olabileceğini belirtir. Flaubert’in titizliği, her cüm-lesi üzerinde saatlerce, günlerce çalışmasını takdir eder.68 Fakat Flaubert hakkındaki

düşünceleri zamanla olumsuz yönde değişir:69

“Hem ben pek de sevmem o yazarı, bunaltır beni onun kitapları, Balzac’ınkiler gibi, Stendhal’inkiler gibi sarmaz. Sıkıntı içinde yazıldıkları bellidir. Ondan başka Flaubert insanoğlunu sevmez. Boyuna insanoğlunun küçüklüğünü, budalalığını, saçmalarını gös-termek ister. Nasıl söyleyeyim Madame Bovary’yi de, Bauvard et Pécouchet’yi de sanki nefretle, garazla yazmıştır, insanoğlundan nefret, insanoğluna garaz. L’Education Senti-mentale’i ise ne yalan söyleyeyim hiç okumadım.”

Beğendiği bir başka romancı Tolstoy’dur. Onun için şöyle der:70

66 “Ataç’ın Güncesi”, Son Havadis, 18 Ekim 1953, s. 2.

67 “Bir Hikâyeci”, Ulus, 22 Aralık 1951, s. 2.

68 “Gustave Flaubert ve Madam Bovary”, Ayda Bir, nr. 8, 1 Nisan 1936, s. 65.

69 “Günün Getirdiği”, Ulus, 6 Eylül 1952, s. 2. 70 “Bir Betik”, Ulus, 6 Ocak 1957, s. 2.

(21)

“Yaşamı (hayatı) gösteriyor, bir kişiyi alarak onun yaşamasını anlatmıyor. Yaşamı oldu-ğu gibi, bütün karışıklığı ile, bütün karanlığı ile gösteriyor. Onu okurken anlıyorsunuz ki gerçek roman böyle olmalıdır. Dış acun da var bu betikte, iç acun da var.”

Hayatı, dış veya iç hayatı bütün karışıklığıyla göstermek ve iyimser, aydınlık bir bakışla insanlığa yol göstermek Ataç’ın büyük sanatçıda aradığı önemli bir mezi-yettir. İşte Tolstoy’u; Dostoyevski ve Edgar Poe ile karşılaştırırken bu noktaya temas eder. Tolstoy’un ölümünün yirmi beşinci yıl dönümünde Ataç da Anna Karanina’yı okuyarak kendince bir kutlama yapar. Dostoyevski ile Edgar Poe arasında bir yakın-lık kurarak asıl Tolstoy’un bu yazarlardan ayrılan, daha üstün bulduğu bir özelliğine değinir:71

“Dostoyevski de, Edgar Poe gibi bizde korku, dehşet hislerini tahrik ederek hülyalarını bize “imposer” ediyor. Bu hor görülecek bir kuvvet değildir; fakat bizi karanlık renkler-le bunaltıp avlamakta doğrusu hayli kolaylık vardır. Tekrar ediyorum, Dostoyevski’yi sadece Edgar Poe gibi yarım kalmış bir sanatkâr saymak istemiyorum; fakat daima bir kâbus havası yaratması, hep hastalıklardan bahsetmesi işini çok rahatlaştırır. Anna Ka-renia’da böyle bir şey yok. Dostoyevski’nin romanlarında binde bir sıhhatte bir adama rastlasanız bile çok geçmeden onun da bir ruh hastası olduğunu anlarsınız. Tolstoy ise hastaya, ölüme bile bir sıhhat hali veriyor. (…). Tolstoy gibi, gerçek hayatı göstererek okuyanlara tesir etmek, normal insanlardan bahsederek dramlar anlatmak çok daha zor, daha ince bir iştir.”

Ataç’ın Dostoyevski hakkındaki yargılarındaki çelişki dikkat çekicidir. 1934’te kaleme aldığı bir yazısında72 Suç ve Ceza için “Şüphesiz ki dünyanın en güzel

kitap-larından biridir” der. Yine Abdal piyesinin Türkçeye tercüme edilmesi üzerine ka-leme aldığı bir başka yazıda73 Abdal’la birlikte Şeytanlar, Suç ve Ceza ve özellikle

Karamazof Kardeşler’den övgüyle söz eder. Dünyanın en sihirbaz romancılarından biri olarak gördüğü Dostoyevski hakkında şunları söyler:

“Dostoyevski’yi, dünyaya birtakım iyilik ve şefkat fikirleri yaymak isteyen Nietzsc-he’nin zalimce felsefesine karşı çıkan bir muharrir diye tasavvur etmek kabildir. Hepimiz de gençliğimizde onun bilhassa bu tarafına hayran olduk. Fakat yıllar geçtikçe Dosto-yevski’nin romanlarının böyle bir edebiyattan ibaret olmadığını, onda asıl ehemmiyetli tarafın sanat olduğunu anlıyoruz. Bugün onun yalanlarını eskisinden daha iyi hissediyo-ruz, fakat bu yalanın fevkalade bir sanat unsuru olduğunu da görüyoruz. Dostoyevski’nin romanları perişan eserlerdir, birçok yerleri vuzuhsuzluk içindedir. Rusça bilenler üslubu-na pek bakmadığını söylerler. Olabilir. Gençliğimizde bir kusur gibi yahut samimiyetinin bir neticesi gibi gördüğümüz bu vasıflar bilakis onun en büyük meziyetleridir. Romanları perişan olduğu için, eşhası yarı gölgede bıraktığı için, dilinde bir itinasızlık bulunduğu

71 “Tolstoy ve Dostoyevski”, Akşam, 21 Aralık 1935, s. 7.

72 “Şehir Tiyatrosu Açılıyor”, Son Posta, 29 Eylül 1934. 73 “Abdal”, Türk Tiyatrosu, nr. 113, 15 Şubat 1940, s. 10.

(22)

için Dostoyevski büyük romancıdır, yani o ilk bakışta kusur gibi gözüken şeyleri bilakis sanatında daha ziyade muvaffak olmak için kullanmıştır.”

Avrupa’da uzun roman modasına da yabancı kalmayan Ataç, özellikle Jules Ro-mains ve Roger Martin du Gard üzerinde durur. Bir yazısında Avrupa’da son zaman-larda çıkan uzun romanlar modasını pek iyi bulmadığını söylemesine rağmen Jules Romains’in les Hommes de bonne volonté isimli on iki cildini okuduğu romanını çok beğendiğini söyler. Elli cilt kadar tutacağı tahmin edilen bu kitapta 1908’de başlayan vakaların 1932’ye kadar süreceği, on iki ciltte henüz 1912’ye gelindiğini belirtir. Bütün ayrıntıyı, her şeyi yazmaya kalkan yazarın, söyleyeceklerinin bir kısmını feda edemeyen adamın sanat eseri vücuda getiremeyeceğini düşünen Ataç bu romanda da seçme işinin başarılı yapıldığına dikkati çeker:74

“İlk bakışta romanın merkezî bir şahsı yahut şahısları yok gibi gözüküyor; hâlbuki var. O şahıs şimdilik Paris, bütün roman bitince belki Fransa, belki Avrupa olacak. Seçme burada da belli: Paris’in hayatını (Paris hayatı demiyorum) göstermek için onun içinde muhtelif insanlar, gruplar seçilmiş. Hepsi birleşince 1908’den 1932’ye Paris, belki de Avrupa tarihini göreceğiz.”

Bir başka yazısında da yine Jules Romains’in Les Hommes de bonne volonté adlı romanının on üçüncü ve on dördüncü ciltlerinin çıktığını haber vererek yazarın her yıl yayınladığı iki cildi merakla beklediğini söyler. Ataç’a göre Jules Romains’de bir Balzac, bir Stendhal, bir Dostoyevski, bir Roger Martin du Gard’ın canlı insanlar yaratma kabiliyeti yoktur, fakat insana haz veren başka bir şey vardır:75

“O, Paul Valéry’nin şiir yazdığı gibi, yani ilhamla değil, sırf iradesiyle roman yazıyor. Bunu bir kusur olarak kaydetmiyorum; sırf zekânın yarattığı şeylerin de harikulade bir cazibesi var. Jules Romains’in kitaplarını okurken şahıslara inansak da inanmasak da büyük bir haz duyuyoruz.”

Beğendiği bir başka yazar Roger Martin du Gard’dır. Onun asıl önemli roman-larının çok uzun olduğunu, parçalanmaya gelmeyeceğini söyler. Ataç’a göre Roger Martin du Gard sadece birkaç bin kişinin gözünde meşhurdur; fakat o birkaç bin kişi modayı değil, gerçekten edebiyatı seven adamlardır.76

İngiliz romancı Henry Fielding’in Tom Jones’ini zevkle okuduğunu, bu eserin Don Quixote’un yanına değilse bile hemen arkasına konabileceğini söyler. Tercü-me edilTercü-mesi dileğinde bulunarak “Belki, ecnebi dil bilTercü-meyen romancılarımızı, yalnız

74 “Bir Büyük Roman”, Akşam, 18 Temmuz 1936, s. 3, 7.

75 “Büyük Bir Roman”, Haber-Akşam Postası, 29 Kasım 1937, s. 2.

(23)

Fransızca okuyan romancılarımızı Maupassant ve emsali romancılara kıymet vermek zavallılığından kurtarır” der. Fielding’in bir yazar olarak tutumunu şöyle izah eder:77

“Bazı romancıların bir huyu vardır: Şahıslarından hiçbirini ötekilere tercih etmek iste-mezler, kimi beğenip kimi beğenmediklerini söylemezler. Bununla bitaraflık, büyüklük gösterdiklerini sanırlar. Fielding bazen şahıslarla adeta kavga ediyor, onları paylıyor, suratlarına tükürüyor. Eserinde bir yanda kusursuz kahramanlar, bir yanda da hainler bulunduğunu sanmayın. En temizin bile kabahatleri, en pisin bile bazen bir yüksekliği var. İnsanî zaafları hoş görmeyi biliyor; fakat mürailiği, sahte dindarlığı affedemiyor.” Louis Guilloux’nun romanı Le Sang noir Ataç’ın beğendiği ve tavsiye ettiği kitaplardandır. Vakanın 1917’de, Fransa’nın küçük bir şehrinde geçtiğini ve ancak yirmi dört saat sürdüğünü, bu bir gün içinde de alakaya değer bir şey olmadığını, öneminin buradan kaynaklandığını belirtir:78

“Ortaçağ chevalier’lerine nispetle Don Quixote ne ise, insanlara hakikati öğretmek, yol göstermek, dünyada güzelin, doğrunun saltanatını kurmak isteyen hakiki filozofa, fikir adamına nisbetle de Merlin odur. Don Quixote, ortaçağın sona erdiğini, kıymetlerin artık çürüdüğünü haber veren bir kitaptı; Le Sang noir da bugünün kıymetlerinin artık çürüdü-ğünü, yıkıldığını haber veriyor.”

Bir yazısında William Faulkner’in önemini, büyüklüğünü anladığını, roman sa-natını yenileştirdiğine inandığını, fakat onun romanlarının kendisinin alıştığı türden olmadığını, zorlanarak okuduğunu belirtir.79

Onun beğendiği bir hikâyeci de Gogol’dür. Yazarın Mayıs Gecesi başlıklı hikâye kitabını şiiriyetinden dolayı çok beğenen Ataç onu okurken büyük romancıları değil, Shakespeare, Verlaine gibi büyük şairleri düşündüğümüzü söyler.80

Şiir yazılarında olduğu gibi Ataç’ın roman ve hikâye yazılarında da bazen ede-biyat dışı ölçütlerin belirleyici olduğunu görürüz. Ataç’ın Thomas Mann’ı sevmeme sebebi tamamen edebiyat dışı sebeplerdendir. Yazarın Hitler’e karşı çıkmasını tasvip etmekle birlikte onun, kendisini Alman olarak değil Amerikalı olarak görmesini doğ-ru bulmaz. Schopenhauer ile Nietzsche’nin de kendi milletleri için çok ağır sözler söylediklerini, fakat onların kükremeleri altında bir üzüntü sezildiğini, onlarda kaçış olmadığını söyler. Thomas Mann’ın eserlerini şu cümlelerle geçiştirir:81

77 “Bir Kitap”, Akşam, 17 Eylül 1938, s. 3, 4. 78 “Kara Kan”, Akşam, 7 Aralık 1935, s. 7.

79 “Sözden Söze”, Ulus, 27 Temmuz 1952, s. 2.

80 “Mayıs Gecesi”, Akşam, 16 Nisan 1938, s. 3, 4.

(24)

“Thomas Mann’ın ne adam olacağı kitaplarından da belliydi. Öyle özentili bezenti-li cümleler düzen, bilgilerini göstermek için kitaplarının yarısını başka bir dilde yazan kimselere hiç güvenim yoktur. Onun büyük birer düşünce gibi göstermek istediği sözlere bir tırnak vurun, görürsünüz: Birtakım bayağı, köhne şeylerin böbürlene böbürlene söy-lenilmesinden başka bir şey değildir.”

Alexandre Dumas Fils ise Ataç’ın eleştirilerine en çok maruz kalan Batılı yazar-dır. Kamelyalı Kadın romanının Mithat Cemal ve Mustafa Nihad tarafından yapılmış çevirileri vesilesiyle yazdığı bir yazıda bu roman hakkında olumsuz kanaatlerini bil-dirir. Marguerite Gautier ile Armand Duval’in yazarın elinde alakaya değmez birer kukla olduklarını söyleyerek, eseri ilgiyle okumaya devam eden santimantal okur kitlesini eleştirir:82

“La Dame aux Camélias, hiç şüphesiz, dünyanın en meşhur eserlerinden biridir. Romanı her tarafta okunduğu gibi tiyatrosu da her tarafta oynanıyor, birkaç defa da filmi yapıldı. Çok kimseye gözyaşı döktürmüştür, daha da döktürecektir. Bunun için, benim ve benim gibi birkaç kişinin onu beğenmemesi, eserin umurunda değildir. Onun tarafında –yalnız bir memlekette değil, bütün dünyada– santimantal kimselerin teşkil ettiği büyük kütle var.” Ataç, zamanın okur kitlesi ve eleştirmenlerinin edebî eseri değerlendirmede yanılabileceğini iddia ederek sık sık Kamelyalı Kadın romanını bu duruma örnek gösterir. Sanattan anlamayacak insanların mektep gördükleri için edebiyatla ilgilen-diklerini, bir zamanlar kendilerine güzel diye öğretilen kitaplardan bir türlü vazgeçe-mediklerini ve çocuklarına da bunların güzelliğinden bahsettiklerini söyler:83

“Bundan doksan sene evvel La Dame aux Camélias her nasılsa güzel bulunmuştur; onlar artık bu hükümden şaşmazlar ve onu evlatlarından torunlarına miras bırakırlar.

Bittabiî başka sebepler de var: La Dame aux Camélias’yı anlamak mesela bir Le Rouge et le Noir’ı anlamaktan çok kolaydır; bu anlaşılma kolaylığı o eserin güzel olduğu kana-atini hasıl eder.”

Edgar A. Poe’nun İşitilmedik Hikâyeler’inin Türkçeye çevrilmesi üzerine kale-me aldığı yazısında, bunların gerek vakit geçirkale-mek isteyenler, gerekse edebiyat eser-lerinde başka kıymetler arayanlar tarafından lezzetle okunduğunu belirtir.84

Dorian Gray’in Portresi’nin Türkçe çevirisi üzerine kaleme aldığı bir yazıda ise Oscar Wilde’ın oldukça meşhur olduğunu, fakat bu şöhretini eserlerine değil, garip sözlerine ve giyimine, bir ahlak meselesi yüzünden hapse girmiş olmasına borçlu olduğunu söyler.85

82 “La Dame aux Camélias”, Haber-Akşam Postası, 25 Ekim 1937, s. 2.

83 “Derkenar: Zaman”, Akşam, 15 Nisan 1939, s. 3, 4.

84 “İşitilmedik Hikâyeler”, Haber-Akşam Postası, 2 Temmuz 1938, s. 3.

Referanslar

Benzer Belgeler

İstanbul Muallim mektebinde, İatanbul, Mer­ can, Galatasay Liselerinde malûmatı kanuniye Türkçe, edebiyat ve en son olarak da hukuk ve iktisad muallimliklerinde

Sanatçının Koşuyolu’ndaki evin­ de yer alan “ Aka Gündüz Köşesi” ilginç görüntülerle ekranlarımıza ge­ lirken, eşi Süheyla Kutbay, oğlu Hakan Kntbay, yakın

AB Yüksek Öğretimi Kriterleri Bağlamında Türkiye'de İl:1hiyat Öğretimi: Kelam Örneği{>- 17 Türk yüksek öğretimirün Avrupa Birliği yüksek öğretimi

Kurbanlar kesildi, dua­ lar edildi, işçiler, ustaları­ nın yanı sıra münavebe ile bir gün Yeniçeriler, bir gün Sipahi askerleri camiin in gaası için civardan

Ve sanatçının pek bilinmeyen bir özelliğini açığa vurur: Picasso, İlk eserlerinde, İnsanların duygularını İfade etmeye çalışmış ve klasik sadeliğe

«Suriye ve Kilikya’da Fransa Yüksek Komiseri» General Gtıro’- nun emri ile Antep, Maraş ve Urfa sancaklarındaki Fransız kuvvetleri­ nin kumandanlığına

Fakat Curiosity’nin sönmüş bir volkanın etrafında yaptığı ölçümlerde yüksek miktarda feldspata (granit türü kayaların içinde bulunan bir mineral türü)

fiimdiyse, bir grup araflt›rmac›n›n sürekli donmufl durumdaki tortul toprak tabakalar›ndan elde etti¤i bitki ve hayvan DNA’lar›, Sibirya’y› ye- niden verimli bir