• Sonuç bulunamadı

RUH VE BEDENDEN, AKIL VE ZEKAYA: İNSAN “İNSAN”I BİLMEYEN İNSANDAN ÂLEMİ BİLEN(!) İNSANA

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "RUH VE BEDENDEN, AKIL VE ZEKAYA: İNSAN “İNSAN”I BİLMEYEN İNSANDAN ÂLEMİ BİLEN(!) İNSANA"

Copied!
5
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

ÖZET: İnsan olarak yaratılmanın onurunu yaşayan bizler, aca-ba ne ölçüde “insan”ı tanıyor ve bu seçkin halin hakkını verebiliyoruz? Bu Âlemde kendi varlığının farkında olan ve bunu sorgulama yeteneğine sahip olan insan, bu hesaba çekmeyi hakkıyla yapabildiği ölçüde İNSAN olmanın hakkını verebilmektedir. Bu sorgulamayı yapabilmesi için de öncelikle, sahip olduğu ruh ve beden ile akıl ve zekâyı tanıması ve bun-ların kendi özlerinde ne olduğu ve birbirleriyle olan ilişki ağını doğru bir şekilde tanımlaması zorunluluk arz etmektedir. Esasen ruhun bu dünya-daki geçici misafirliğine ev sahipliği yapan beden, Dünya dışı bir varlığı ağırlamakla kendisini onurlandırmış olmaktadır. Dolayısıyla, bilinç insa-nına düşen asıl vazife, bedenin hazzını değil, ruhun huzuru yakalaması-nı temin etmektir. Öte yandan akıl beden misali hale hazırda var olan, görülen, tutulan ve hissedilen bu Dünya ile yetinirken, zeka ise henüz olmayanın ve keşfedilmeyenin, görünmeyenin ve çok daha mükemmelin arayışındadır.

ANAHTAR KELİMELER: Ruh, beden, akıl, zeka, insan.

ABSTRACT: We, who live in the honor of being created as hu-man beings, know to what extent “huhu-man beings” and how can we give the privilege of this distinguished person? A person who is aware of his own being and has the ability to question it can give the right to be a hu-man being to the extent that he can do the right to withdraw. In order to be able to carry out this questioning, it is firstly necessary to define the soul and body and mind and intelligence they possess, and to define what they are in their essence and the network of relations with each other. In fact, the body that hosts the soul’s temporary homeliness in this world is honored to welcome an extraterrestrial existence. Therefore, the real task of the conscious man is to ensure that the soul seeks peace, not the pleasu-re of the body. On the other hand, mind is satisfied with this Earth which is present, seen, held and felt in the shape of the body, and intelligence is searching for the non-existent and undiscovered, the unseen, and much more perfect.

KEYWORDS: Spirit; body; mind; intelligence; human.

Ruh ve Bedenden,

Akıl ve Zekay’a:

İNSAN

“İnsan”ı bilmeyen insandan

Âlemi bilen(!) insana

(2)

Ruh ve Bedenle Nereye Kadar?

Yaratılmış olan bu âlem ve O’n-da her ne varsa mutlak surette belli bir ölçü ve dengeye sahiptir. Söz konusu dengenin en ufak bir sapma göster-mesi; doğa olayları açısından afet, in-san üzerinde hastalıklar, sosyal alanda ise çatışmalar olarak karşımıza

çıkmak-tadır. Dolayısıyla var olan her şey haya-tı süresince tabii halini koruma tema-yülündedir.

Yukarıda bahsedildiği üzere, ruh ve beden bu dünya insanının iki ayrı yönünü teşkil etmektedir. Her iki-si bir bütünün vazgeçilmez unsurları olmakla birlikte, her birinin oluşan bü-tündeki rolü birbirinden farklıdır. Do-layısıyla bu dünya insanın, tabi halini koruyup sürdürebilmesi için bütünde rol alan parçaların; ruh ve bedenin, öncelikle kendi fıtratlarını muhafaza etmeleri zarureti kaçınılmazdır.

Var olan ve hayat süren her var-lık, mutlak surette bir dizi gereksinim-lere muhtaçtır. Çünkü var olabilmek, diğer bir ifade ile hayatta kalmak, di-ğer varlıklar karşısında kendini koru-yabilmenle eş anlamlıdır. Bu ise güçlü olmakla mümkündür. Gücün sadece karşı koymak için değil, aynı zaman-da kendi tarafına yardım edebilmek için de gerekli olduğu kabul edilmeli-dir. Güçlü olmak ise ancak sürekli dış destek almakla gerçekleşebilecek bir haldir. Dolayısıyla insanın madde bo-yutu olan beden ve mana yönü olan ruh, hayatlarının devamlılığı için kendi varlık hallerine uygun gereksinimlere muhtaçtırlar.

Bu dünya insanının maddi yönü olan bedenin ihtiyaçları, doğal olarak kendi varlık kaynağına dayalı madde temelli iken, ruhun ihtiyaçları da yine kendi varlık özüne uygun ola-cak şekilde mana içeriklidir. Bu neden-le her ikisinin ihtiyaçlarının, nitelik ve nicelik olarak meşru yollarla kâfi ölçü-lerde karşılanması, hayatın sağlıklı ve amacına uygun devamlılığı açısından vazgeçilemez faaliyetlerdendir. Bu çer-çevede insanın temel ihtiyaçları olarak kabul edilen; yeme, içme ve barınma ihtiyacının, doğrudan bedenin canlılı-ğını sürdürebilmesi için zaruri olan asli gereksinimler olarak değerlendirilme-si doğru olacaktır. Bu tür gerekdeğerlendirilme-sinim- gereksinim-lerin karşılanması, tabii olarak maddi içerikli ve fizik temellidir.

Bedenin zaruri ihtiyaçlarının karşılanması, her ne ölçüde zorunlu olsa da söz konusu ihtiyaç giderme-nin, kaçınılmaz sınırlamalarının oldu-ğunu da gözden ırak tutmamalıdır. Mesela vücudumuza ihtiyaçtan fazla besin aldığımız vakit, nasıl ki fizyolojik olarak bir dizi rahatsızlık ve hastalık-ların oluşmasına neden oluyorsak bu halimizle, aynı zamanda ruh ve beden dengemizin bozulmasına da sebebi-yet verdiğimizi göz ardı edemeyiz.

(3)

Ruh ve beden beraberliğinin, mutlak bir dengenin tezahürü olduğu gerçeğinden yola çıktığımızda, her bi-rinin diğerine üstünlük kurmasına ya da mevcut fıtrattan gelen dengenin bozulmasına yol açabilecek her türlü hayat tarzı, tabii insan yapısının bozul-masına neden olacaktır. Bu çerçevede kişinin hayat şeklini, bedenin zaruri ihtiyaçlarını karşılamaktan öte, sürekli ihtiraslarını tatmin yönünde kurgula-ması, bedenin ruhu baskılamasına ne-den olabileceği unutulmamalıdır.

Yukarıda da bahsedildiği şek-liyle, hepimiz biliyor ve kabul ediyoruz ki insan; bu dünyaya ait ve fani olan bir beden ile dünya öncesinden sonsuz-luğa yolcusonsuz-luğa çıkan (çıkarılan) ruhun bileşiminden oluşmaktadır.

Öyle bir harcama şekli düşüne-lim ki ilkinde bütün gelir, bugünden yarına ulaşması mümkün olmayan tü-ketim mallarına yatırılırken, diğerinde gelirin belli bir kısmı tüketime ayrılır-ken, önemli bir bölümü ise geleceğe dönük üretim amaçlı yatırım için har-canıyor. Takdir edersiniz ki makul ve mantıklı olan harcama şekli ikincisidir. Bu örnekte olduğu üzere; hayatı sade-ce bedenin ihtiyaçlarını ve de ihtirasla-rını da tatmin etme üzerine kurguladı-ğımız vakit, hayata ait bunca; sıkıntıya, acıya, dert, tasa ve de zorluğa anlık bir dizi bedensel ihtiyaç ve ihtiraslarımızı tatmin edebilmek için katlanmış oldu-ğumuzu inkâr edemeyiz.

Çok daha makul olan tutum ise fani olan beden üzerinde takılma-dan, onun vasıtasıyla baki olan ruhun sonsuz yolculuğunda ona güven ve huzurla eşlik edebilmek olmalıdır. Do-layısıyla beden geçici, ruh kalıcı oldu-ğuna göre, asli hedef bedenden çok ruhun desteklenmesi yönünde olmalı-dır. Ancak her şeye rağmen sağlıklı bir bedenin, huzurlu ve mutlu bir ruh için temel gereksinim olduğu da dikkatler-den kaçmamalıdır.

Dünya insanının çoğu için ge-çerli olan beden merkezli hayat tar-zına karşılık, bedenin normal zaruri ihtiyaçlarını dahi yeterince karşılama-dan, ruhu öne çıkarmayı hedefleyen

miskin hayat tarzının da kabul edile-bilir olduğunu söylemek mümkün de-ğildir. Çünkü böylesi yaşantı şeklinde; dünyevi faaliyetler ve beden olabildi-ğince ihmal edilerek, ruhun bedeni tamamen baskılamasıyla öne çıkması neticesinde, toplumun kültürü ve ki-şinin inancına göre farklılık gösteren; tekrarlanan söz ve cümlelerle gerçek-leşen düşünce yoğunlaşmalarıyla sıra dışı bir dizi aktivitelerin yapılabildiği bilinmektedir. Böylesi bedensel akti-viteler ve düşünce yoğunlaşmaları so-nucunda kişilerde bir takım fizik ötesi özelliklerin görülmesini, tabii ve sağ-lıklı bir hayat şekli olarak kabullenmek doğru olamayacaktır.

Hayatın gayesi, beden ya da ruhtan herhangi birini diğerine üstün kılarak, toplumda dikkat çekmek sure-tiyle öne çıkmaya çalışmak olmamalı-dır. Bedenin ya da ruhun aşırı destek-lenerek diğer unsurun baskılanması, normal insanlar için gerçekleştirilmesi pek de mümkün olmayan, hatta insa-nüstü özellikler olarak da değerlendiri-lebilecek bir dizi meziyetlerin sergilen-mesine imkân verebilmektedir.

Ruhun bedene hâkim olması, birçok kültür ve din anlayışında var olan bir haldir. İslam dünyasında âlim kişiler olarak kabul edilen şahısların sergilediği bazı sıra dışı özellikler kera-met olarak kabul edilirken, diğer din-lerde görülen benzer özellikler ise is-tidraç şeklinde değerlendirilmektedir.

Meselâ; bir Hint fakirinin veya diğer bir Budist’in uzun süre aç durmaları, ateş-te yürümeleri ve su içinde uzun süre havasız durabilmeleri ile vücutlarına şiş batırmaları gibi sıra dışı faaliyetler, bir manada ruhun bedene hâkim ol-ması, diğer bir ifadeyle her istediğini bedene yaptırabilmesidir.

Görüldüğü üzere; kişilerin ha-yat tarzları, yeme içme alışkanlıkları ve de davranış biçimleri onların beden ve ruhları üzerinde farklılaşmalara neden olabilmektedir. Dolayısıyla beden ve ruh sağlığının korunması ile ikisi ara-sındaki tabii dengenin sürdürülebil-mesinde, beslenme alışkanlıklarının çok büyük etkisi olduğu bir gerçektir. Bu noktada bir Çin atasözünü hatırla-madan geçmek mümkün değil: “İnsan ne yerse odur.”

Netice olarak insanın, bedeni ve ruhi anlamda sağlıklı ve huzurlu bir şekilde yaşantısını devam ettirmesi, yaratılıştan gelen ruh-beden denge-sini korumasına bağlıdır. Bu dengenin bozulmasının, insanın sağlıklı düşün-me, algılama ve yaşama yeteneğini kaybetmesine sebebiyet vermesi kaçı-nılmazdır.

Aklın Zekaya Hakim Olması..!

Esasta ruh ve bedenden müte-şekkil olan insan; akıl ve zekâ gibi, di-ğer varlıklarda bulunmayan bir takım özel hususiyetlerle donatılmış

(4)

durumdadır. İnsanı diğer bütün varlık ve canlılardan farklı kılan, ona sorum-luluk yükleyen söz konusu özellikleri doğru bir şekilde tanımadan, “insanı” anlayabilmek mümkün değildir.

Zekâ, insanın doğuşuyla bera-berinde gelen tabii bir özelliği diğer bir ifadeyle yeteneğidir. Ancak akıl ise çevreyle olan ilişkiye bağlı olarak gelişen, sonradan kazanılan ilave bir kabiliyettir. İnsanın çevreyi tanımasına paralel olarak gelişen akıl, bir manada eşyanın yani maddenin emrindedir. Bu dünyaya ait görünen ve hissedilen her ne varsa aklın ilgi alanına girmekte, dolayısıyla bunlar arasındaki ilişkinin seyri, etki ve tepki şekilleri aklın gelişi-mini ortaya koymaktadır. Kısacası akıl, sadece var olanı anlamaya çalışır. Bu haliyle gelişime ve yeniliğe kapalıdır. Hatta insan dışındaki bazı hayvanların belli ölçüde akıl sahibi olduğunu da söylemek durumundayız. Çünkü ola-nı anlama ve ona göre tepki vermede birçok hayvanda akli davranabilme emareleri görülmektedir.

Modern bilimin, en önemli ilkesi olan objektif tavır alma ve dav-ranma şekli, yani objektif akıl, temelde

nesnelliğin bir ürünüdür. Dolayısıyla modern bilimde güvenilirliği çoğalt-mak için objektifliğin artmasını gerekli görmek; son derece donanımlı olan insanı, en basit varlık olan eşyalar arası ilişki mantığına hapsetmek anlamına gelmektedir. Dolayısıyla, insan davra-nışlarını basit akıl kıskacından bir adım ileri taşıyarak zekânın aydınlık gelece-ğiyle tanıştırmak zorundayız.

Nesnel varlığın kendisinin ve bunlar arasındaki görünen ilişkinin so-mut fotoğrafını çekme işlemi, akli bir eylem iken; söz konusu varlıklar ile gö-rünmeyen olgu ve değerler arası ilişki-leri anlamak için; ne, neden, nasıl, ne-rede ve kim sorularını sorarak bunlara makul cevap arama eylemi ise zekânın tezahürüdür. Dolayısıyla, akıl, olanla yetinirken; zekâ, olmayan ve olması gerekenlerle ilgilenir. Bundan dolayı gelişme, yenilik, icat, keşif, daha güzeli ve iyiyi arama hep zekânın ilgi alanına girmektedir. Mesela, varlığın miktarını gösteren sayılar aklın işi iken, yokluğu temsil eden “0” ve “sonsuzluk” kavramı zekânın maharetidir.

Ağacı tanımak; onun ne ğunu, ne kadar ve kaç yaşında

oldu-ğunu bilmek ve öğrenmek aklın işidir. Ancak söz konusu ağacın işlenerek ondan günlük hayatımızda kullana-cağımız çok farklı eşyalar icat etmek veya sanat eserleri yapmak ise zekânın işidir. Görülüyor ki insanı eşyanın kıs-kacından kurtarıp, ona hükmetmesini sağlayan zekâdır. Bu noktada sadece akıl ve eşyalar arası ilişkiye göre geli-şen mantıkla, bırakın insanın eşyaya hükmetmesini, eşya karşısında insa-nın kendi varlığını koruyabilmesi dahi mümkün değildir.

Zaman içinde akıl ve zekânın işlevlerinin de değiştiğini gözden ırak tutmamalıyız. Bu manada ilk olarak tekerleğin icadı zekânın ürünü iken, daha sonraki nesiller için önceden keş-fedilen tekerleği görerek öğrenmek ise akli bir faaliyettir. Ancak yeni nesil açısından zekâ ürünü faaliyet ise ön-ceden icat edilen tekerleği akli olarak öğrendikten sonra, ona yeni mekaniz-malar ekleyerek, onu daha işlevli hale getirmek olmuştur. Görüldüğü üzere, önceki dönemde zekânın ürünü olan bir eylem, daha sonraki nesiller açısın-dan akli bir faaliyet olabilmektedir. Bu bağlamda; zekânın buluşlarını öğren-mek akli bir eylem iken, söz konusu mevcut bilgileri ve yenilikleri kullana-rak yeni keşifler yapmak ise zekânın ürünüdür.

Bu çerçevede dikkat edilmesi gereken diğer bir husus ise akla hitap eden bilgilerin anonim, zekâ ürünü olan yeniliklerin ise kişisel oluşudur.

Akıl ve zekânın insanın mevcu-du, olanı ve olması gerekeni ya da ola-bileceği anlamasına yardımcı olan iki önemli hususiyet olduğunu yukarıda izah etmeye çalıştık. Söz konusu bu iki özelliğin birbiri ilen olan ilişkisi ve et-kileşimi, üzerinde durulması gereken bir diğer konudur. Görünen o ki akıl zekâya kıyasla biraz daha basit ve ilkel kalmaktadır. Dolayısıyla, kişilerde aklın varlığı ve tezahürleri, zekânın varlığı anlamına gelmeyebilir, ancak zekânın varlığı ise mutlak surette aklın varlığı-na delalet eder. Bir mavarlığı-nada her zeki ki-şinin aynı zamanda akıllı da olduğunu ifade etmek gerekirken; her akıllı

(5)

kişinin, zeki olabileceğini söylemek mümkün olmayabilir.

Toplumda bireyleri, davranış-larının kaynağı itibariyle ikiye ayırmak mümkündür. Çoğunluğu oluşturan kitlenin tutum ve davranışlarının te-melinde akıl merkezlilik söz konusu iken, azınlığı temsil eden sıra dışı/mar-jinal kesimde ise zekâya göre hayatta konumlanmak söz konusu olmaktadır. Akıl merkezli yaşayan çoğunluk, dav-ranışlarını hâlihazırda olana ve gördü-ğüne göre

şekillendirdi-ğinden, mevcut durumu ve bugünü korumak is-ter. Ancak, zekâsıyla, bu-günden ziyade geleceğe tutunmaya çalışan sayıca az olan bilge insanlar ise davranışlarını şekillendi-rirken, mevcutla yetin-mek yerine; geçmişi, bu-günü ve geleceği birlikte ele alarak, olanlardan zi-yade olabileceklerin he-sabını yapar. Nihayetinde ise çoğunluğu oluşturan akıl merkezli insanlarla, azınlığı teşkil eden zekâ merkezli bilge kişiler arasında sürekli çatışma olması kaçınılmazdır. Gözden kaçırılmaması gereken bir diğer önem-li husus, geçmişten bu-güne insanlık tarihinde sürekli bir iyileşme ve gelişme söz konusu ise bunun kaynağının, ço-ğunluğu oluşturan akıllı insanlar değil, çoğunluk-la yaşadıkçoğunluk-ları dönemde

baskı haksızlık ve hatta ve zulme ma-ruz kalan zeki ve bilge insanlar olduğu gerçeğidir.

Lakin böyle bir gerçeklik or-tada iken, aklı ön plana çıkaran ço-ğunluğun; demokrasi adına (!) diğer kesimleri, “üç, beş marjinal” olarak ni-telendirmesi ve onların fikirlerini sa-yısal miktarına göre değerlendirmeye tabi tutup, itibarsızlaştırma yönünde bir tutum sergilemeleri az görülür bir

davranış değildir. Ancak bu nokta-da gerçeğin ve hakkın ne olduğunun tespitinin, sayısal çoğunluğa göre ya-pılması kadar yapılabilecek vahim bir hata olmasa gerek.

Zekânın bir diğer özelliği ha-yal etmektir. Güncel hayatımızda, pek de hoş karşılanmayan “hayal kurmak” gerçeklikten uzaklaştığı(!) için eleş-tiriye muhatap olmaktadır. Buradaki kapışma, özünde akıl ve zekânın çatış-masından başka bir şey değildir.

Bilin-melidir ki bugünün gerçeği olan hatta basit kalan birçok teknolojik icat ve bunların doğurduğu günlük kullanım eşyaları, geçmiş dönemler için hayal-den başka bir şey değildi. Dolayısıyla bugünün hayallerinin de gelecekte bir gün gerçek olmamasının hiçbir nede-ni olamaz. Zira sahip olduğumuz zekâ, bu dünya gerçeğinde kullanılması için bizlere bahşedildiğine göre, bu dünya-ya ait zekânın, bu dündünya-yada anlamlı ve

gerçekleşebilir olmayan herhangi bir şeyi düşünüp, hayal edebilmesi (!) her şeyden evvel eşyanın tabiatına uygun düşmemektedir.

Bahsettiğimiz akıl ve zekâ ça-tışmasının, her toplumda sürekli bel-li dozajlarda yaşanmış olması, inkârı mümkün olmayan bir gerçekliktir. Eşyaya tabi olan ve mevcutla yetinen ve toplumda çoğunluğu oluşturan akıl merkezli insanların, mevcutla ye-tinmek yerine, hep daha iyiyi ve daha

güzeli arayan, bunun için mücadele eden zeki insanlara hâkimiyet kur-ması, milletlerin gelişimi-ni engelleyen en önemli olgudur. Bu nedenle az gelişmiş ülke insanları-nın, gelişmiş ülkelerle olan kalkınmışlık farkını kapatabilmeleri, önce-likle davranışlarını zekâ-sıyla programlayan ve topluma önderlik etme yetisi olan kişileri bas-kılama, itibarsızlaştırma ve dışlama yerine, onlara saygı duymalarına bağ-lı olduğu, dikkatlerden uzak tutulmamalıdır. Ülkemiz dâhil, birçok az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere ait yetişmiş ve işinin ehli kişilerin, ilgi-li ülkelerde yaşanan siya-sal çatışmalar nedeniyle, gelişmiş ülkelerde çalış-mak zorunda olduğu bi-linen bir gerçektir. Hatta ülkemizde yaşanan her bir olağan üstü hal sıra-sında, değişik siyasal görüşlerden çok sayıda kişinin yurt dışına çıkmak zo-runda kaldığı göz ardı edilebilecek bir olay değildir.

NOT: Bu yazı Nobel Akademik Yancılıktan çıkan Mutluluğun Kitabı adlı kitabımızdan alıntıdır.

Referanslar

Benzer Belgeler

[r]

Bu şiirde Fikret, belki de kendi ruhunda yaşayan, maddî hırslar - dan uzak, ipince kadın sevgisini ve seven erkekteki hayâl incelik­ lerini terennüm e

lifinden ferağat eyleyeceği derkâr bulunmuş­ tur, İngiltere hariciye nezaretinin parlâmen­ toya memur olan müsteşarı Mister Gürzon her nekadar parlâmentoda dün

2015 yılından itibaren Türkiye balıkçılığı yeni bir olguyla, Türkiye’den bir batı Af- rika ülkesi olan Moritanya İslam Cumhuriyeti’ne (Moritanya) balıkçılık yap-

2) Bizler sorumluluk duyan Türk vatandaşları olarak devlet adam­ larım ızın çok ve genellikle de, uzun sürelerle başka devletlere gitmesini sakıncalı buluyoruz.

Bedesteni, 16 ncı asrın ikinci yarısında ziya­ ret etmiş bulunan Nicolas de Nicolay, şunları yazmaktadır: (Bedesten denilen mahal murab­ ba şekünde ve yüksek,

Nabi Bey o ortaelçiliği, yani Atina elçiliğini muhafaza etti sonra Sofya’ya nakledildi, ondan sonra da İtalya ile sulh müzake­ relerine memur olup sulhün

Yakub Kadri Balkan Savaşını, Birinci Dünya Savaşını ve bu yenilgilerin ışığında dünyada oyna­ nan büyük sömürü oyununu farkettikten sonra, evet neden