• Sonuç bulunamadı

Adalet Ağaoğlu ile yüz yüze

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Adalet Ağaoğlu ile yüz yüze"

Copied!
1
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

20 NİSAN 1997 PAZAR CUMHURİYET

KÜLTÜR

FERİDUN ANDAÇ

Orada, kente kuşbakışı bakılan yeni mekânında yurdundan edilmiş biri, top­ rağından koparılmış bir çiçek gibi yaşı­ yordu aylardır. Arada bir uğrayıp ko­ nuştuğumda, yanına gelip gidenleri an­ lattığında, yurduna, iklimine kavuşmuş- çasma ışıltılarla doluyordu gözleri.

O bilinen saldırı (trafik saldırısı) son­ rası yurdundan edilmiş, ikliminden ko­ parılmış, başka mekânlarda yaşamaya itilmişti. Bunu zorunlu bir göç, bir ne­ vi yurdunda sürgünlük gibi almasını söylemeye çalışmıştım. Ama o, isyanı­ nı; “Ben artık ben değilim, burası bana ait değil, gövdem bana ait değil,” sözle­ riyle dile getirmeye çalışıyordu. Yeni tanım lar getiriyordu, bilincinde uçla- nanlara... Yaşadığı kopuş içindeki sü­ rekliliklerin önünü alamıyordu yine de. Bir bir sözlerine yansıyordu bunlar.

Aylar sonra adımını dışarı atmanın sevinciyle karşıladı. Işıltılı gözler, se­ vinçli gülüşlerle sözden söze geçtik; “ Behçet Necatigil’e bir saygı duruşuy­ du o, gitmem gerekiyordu”, diyordu. “Sonra ne diyecekler, ‘Bakın koşa koşa gitti, ödülü aldı!’...”

Biz yine bu yeni konumuna döndük. Sonra ödül.. Bir anlamı, gönendirici bir yanı var elbet... Ama o “En büyük ödü­ lü okur veriyor” diyordu. Oradan ro­ manla bütünleşen dünyasına uzandık.

- Geçenlerdeki konuşmamızda “ Ro­ mantik Bir Viyana Yazı ” ile romana ye­ ni hayat kazandırmaktan söz etmiştiniz. ‘Roman öldü, ölüyor’ tartışmaları kar­ şısında mmanın/anlatımın hiçbir zaman ölemeyeceğini söylüyordunuz. Bi^yerde insanın romana daha çok gereksinmesi var. Sanki, bu romanınız da böylesi bir donanımla, savla geldi! Ne dersiniz?

- Bu romanı bana yazdıran şey, roma­ nın içindeki anlatıcı-yazar olan kahra­ manın algıladığı şey diyeyim. Orada bir anlatıcı-yazar var, kahraman olarak. Ro­ man yazılıyor. Onu harekete geçirdiği gibi beni harekete geçiren de bazı dü­ şünce an’lannın art arda çözülmesidir. ■Bunlardan birtanesi, bildiğiniz gibi; ro­ man bitti mi, roman ‘tik’e mi yakalan­ dı. Bu iki şey... Yani roman strese, geri­ lime mi girdi! gibi çok çeşitli arayışlar da var. Ve belirsiz bir zaman... Belirsiz, çünkü müthiş bir hızla yaşıyoruz. Belir­ siz zamanın romanı ne olmalıdır? Onu biraz da bana bırak, zamanı çağrıştıran, belirsiz bir zamanı... Çok süslü, umur­ samazlık veya hayalcilik... Bu düşünce­ lerle başladım yazmaya. Yavaş bir ha­ yatın hıza dönüştüğü zaman... Bir de dçğçrlerin çözülmesi... Aslında bunu böyle söylemem gerekiyor. Bilinen de­ ğerlerin yavaş yavaş yok olması, orta­ dan kalkması...

Eskiden kolaydı, ‘Doğu Bloku’, ‘Ba­ tı Bloku’ diyorduk... Onlara göre bazı görüşler konumlandırılıyordu. İnsanlar belli yerlerde gösterilebiliyordu. Ama artık, hele duvarın yıkılmasından son­ ra, ki duvarın yıkılma anıydı o, birtakım bilindiği sanılan değerler ortadan kalk­ tı. O zaman eski değerlerle yaşayan, on­

larla ayaklarını basacaklarını, yer bul­ duklarını sanan insanlar boşlukta yüz­ meye başladılar. O zaman insan hayatı da flulaştı. Artık dayanacağı bir yer yok. Buna özgürleşme de denilebilir.

- Aidiyetsizlik duygusu ağır bastı di­ yebilir miyiz?

- Evet, bunun adı sonradan “çokkül- türlülük” oldu biliyorsunuz. Bu da ya­ vaş yavaş ırkçılık, milliyetçilik oluyor. Peki bu belirsizlik durumunu, insanın belirsizliğini, bilinmezde yüzmesini, ayağını basacağı bir yer bulmamasını nasıl değerlendirecek, anlatacaktık? Bunların yerleri ne? Sol mu, sağ mı, Çin mi, İslam mı, Afrika mı? Nedir? Bir de tabii o zamana kadar insan haklan ile il­ gili adımlar da atılmış... Yani öyle kim­ seyi kolay kolay köşesine itemiyorsu­ nuz.

Müthiş bir kanşm a yaşanmaya baş­ landı. O zaman, eğer roman hayatm

an-lamlandınlması ise, romanın da bu be­ lirsizliğe karşı kendi belirsizliğini, şöy­ le cesaretini gösterecek; belirsizliğini, fluluğunu belirleme cesaretini göstere­ cek bir çalışmaya ihtiyacı vardı. Ben bu düşüncelerle yola çıktım.

- Romanda anlatının bir başka me­ kâna taşınması var. Orada, çözülmeyle birlikte tarih bilinci, öne çıkıyor. Tarih­ sel zamana dönüş, yani bir silkeieniş, benliğe dönüş var. O yokoluşla öne çı­ kan.» Roman, insanlıkla varolabilecek bir anlatı. Bunun bütünselliğini belirle­ yen de insanın hayatıdır. Yine romanını­ za dönecek olursak, burada romanın/ro- mancınm kendi kendini anlatması, ifa­ de etmesi de söz konusu. Çok katmanlı bir yanı var romanınızın...

- Bir de başta ifade etmiştiniz, roma­ nın ölmemesi. Tarih için de öyle denir. Tarih, yaşanmış ve bitmiştir. Tarih ki­

taplarında da böyle anlatılır. Onun için emekli bir tarih öğretmeni vardır ro­ manda kahraman olarak. Ama burada anlatıcı-yazarla birbirine yavaş yavaş bir benzeşme başlıyor. Hatta, belki de aynı oluyor, önce parçalanmış bir insan var, sonra bütünlenen, bunun gibi tari­ he de öyle denir, ama tarih hayal edildi­ ği zaman çok canlıdır. Ölüden diri çıka­ rırız biz. Romanı da böyle görüyorum, tarihle roman arasındaki benzeşme de bu. Zaten bütün bir edebiyat tarihine ba­ karsak, topiumlann en sallantılı, en ölü olarak geçtiği dönemde tanık olarak bir roman kalıyor. O dönemi tespit eden, yarınlara armağan eden, bir veya beş eser kalıyor. Bunun en iyi örnekleri ede­ biyatta var.

Michel Butor’da gözlerim açılarak okumuştum. Benim düşündüğüm şey­ ler bunlar aslında. Neden Shakespeare en çok ele alınır, yorumlanır derdim.

Flaubert neden bazı şeylerin simgesi oluyor, derdim. Güzel roman oldukları için mi? Bunları çok düşünüyordum. Homeros, her ne kadar MÖ 3. yüzyılda yazdığı söylense de, asıl 13. yüzyılda değerlendirilmiştir. Shakespeare’e, Fla- u berf ebakalım... Bütün dünyada birta­ kım değerlerin, bir yerden bir yere ge­ çişin çok belirgin olduğu zamanlarda yalanmıştır bunlar. Onlar, bu dönemeç­ leri tespit etmişlerdir. Edebiyat tarihin­ de en çok yorumlanan eserler de bun­ lardır.

- Bu yazarlarda bir insanlık durumu­ nun tespiti söz konusu. Romantik’te de bir anlamda siz böylesi bir tespite yöne­ liyorsunuz. Sunulan yaşam kesitlerine eleştirel yaklaşım da var. Peki, şöyle di­ yebilir miyiz: İnsanlığın yüzyılımızdaki sorunlarına, açmazlarına ‘şifa dır ro­ man! Bu biraz saçma gelecek belki!

-, Şifa olmasa bile bunların aşılması için bir başkaldırı diye görebiliriz. Bir de şu var: Özgürlük en pahalı ödenen şeydir. Yazarın ya da romanın özgürleş­ mesi veya bu kadar çeşitlenmesi arayı­ şın... Artık belli formüller yok. Ama bir­ denbire karşımıza yeni bir kategori çı­ karılıyor: Postmodem diye. Ben, aslın­ da modemizmin içinden postmodeme de kuşkuyla bakıyorum. Biz bunlara belki bize sunulan hazır kalıplara bir başkaldırı da diyebiliriz. Yalnızca geç­ mişi eleştirmekle yetinmiyorum. Bir de içinde bulunduğumuz duruma, bu ‘an’a eleştirel gözle bakabilmek; geleceğe buradan neyi götürebileceğimizi tayine çalışmak... Tayin edemeyiz tabii. Şöy­ le diyebilirim: Sis de bir gerçektir. Ama sisin içinde bir şey vardır; sis okunabi­ lir, değil mi? Siz, güzel bir şey söyledi­ niz: insan var romanda. Postmodem ro­ manlarda bu yok. Her şey flu!..

- Sunulan, yerleştirilen biçimlere kar­ şı bir başkaldırıdan söz ettiniz. Bir anla­ tıyla bu verilebilir diyorsunuz. Roman­ larınızda böyle bir boyut var. Bunlar, sa­ nıyorum, önceden tasarlanmış, düşünül­ müş biçimler değil.. Başkaldırı öğesinde uymama, uyumsuzluk söz konusu. 19. yy. roman biçemi bugün aşılmış durum­ da. Bunlarla ilişkilendirerek şunu sor­ mak istiyorum: Siz, bir yerde Zor bir okur isterim’ dediniz. Sıradanlığın öte­ sinde bir yan bulmalı okur, diyorsunuz sanınm. Kitabın kapağını kapattığında kendisinde bir şeyleri yaşatmalı...

- Ya da kendisi kendi öyküsüyle ro­ manı yazmalı yeniden...

- Flaubert’in Duygusal Eğitimi’nde de böylesi bir olgunlaşma sürecini yaşar okur kendi içinde. Romantik’te de böy­ le bir yan var. Roman bitmiyor. En azın­ dan okur düzleminde böyle.

- Tabii roman bitmiyor, insan hayatı bitmedikçe roman da bitmiyor. Ancak insan hayatını; egemen güçler diyelim belirli, bilinen veya kendilerinin tayin ettikleri, buna da okur diyelim; oku- ru/yazan, isterseniz ya da okurdan oy toplama durumunda olan güçler diye­ lim, kaybettikleri bir yere doğru sürü­ yorlar, hemen bir kategori hazırlanıyor; yeniden bir yere sokuluyor. Bense, ro­ manda, roman kahramanı olan anlatıcı yazarın sıkıştığı noktada, sizin söyledi­ ğiniz bütün bu hesaplaşmalara dön­ düm.. bunların ardında şöyle bir şey var: izin verirseniz romandan onu okuya­ yım size, “Lanet olsun! Her satır, her göz tarafından o an bağırsakların çalış­ masına uygun elli ayn kılığa girecek ol­ duktan sonra, rahatça soluklan ve bas gaza!” (s. 170). Bu, “bas gaza” diyor, nedir? Bir sorumsuzluk değil bu. Bir çerçeveyi kırmak... Her zaman hayat önünüze hazır bir çerçeve koyuyor. Du­ rum, koşullar ne kadar değişirse değiş­ sin yeni değerler geliyor, bu kez o çer­ çevenin içinde kalıyoruz. Bu romanda önermek istediğim, sizin okur katında çok güzel algıladığınız, tıpkı bu roman yazarının bunu oluştururken bir şeyle­ re şöyle bakması gibi sen bu romana da öyle bakabilirsin ya da sen önerini ya­ pabilirsin, sadece şikâyet etmek değil. Roman öldüyse; peki ne olması gereki­ yor? Onu yapmak önemli başkaldırı de­ diğim şey... Ama bunu nasıl yapmak? Bilinen klasik romanı reddetmiyorum asla. Onun bir birikimi var bende. Mo­ demi de asla reddetmiyorum. Postmo- demin içinde konuşsam bile, modemin bir devamı olduğunu biliyorum, ondan kopuk değilim; bilerek konuşur, bilerek algılarım, bilerek ifade edebilirim. Bun­ dan ötesini ne yapacağımdan da ben so­ rumluyum. Onun hesabını vermek zo­ rundayım. Orada bir sorumluluğum ol­ duğunu biliyorum. Yani eleştirmek so­ rumluluk dışı bir şey değildir. Sanıyo­ rum bu romanda o sorumluluğu yükle­ niyorum. Sözünü ettiğiniz biçimi, dili, kurgulanması açısından...

Söz aramızda uzayıp gidiyor, yeni roman akımına, tiyatrodan romana ge­ çiş serüvenine, romanla hesaplaşması­ na, ilk adım Ölmeye Yatmak’ ı n Roman­ tik’in arka planına... Bu geç geçişin ne­ denlerine, yeni arayışların izlerinde yü­ rüyüşüne, uzanıyoruz. Yazarın (roman­ cının) her şeyi bilme serüveninin gizle­ rini aralıyoruz. ‘Dedim’ ‘dedi’lerin ger­ çekliğine bakıyoruz. Biçimle, söyleni­ lenlerle hesaplaşmalarında sözü Dosto- yevski’de, uçlandırıyoruz. Romancının bugünkü misyonu üzerinde duruyoruz. “Romanı savunmak, yazıyı savunmak­ tır” sözleriyle bu “yeni” yurdundaki ko­ numuna dönüyoruz Adalet Ağaoğ- lu’nun.

“Solgun bir gül” gibi olan gülüşleri çınlıyor, gün’e, hayat’a dönüyor. Yazı­ ya adanan ömrünün izlerinde yürüme­ nin, düşlerinden söz etmenin ışıltısını yakalıyorum o gülüştü gözlerinde... O- nun kendi adasında yalnız olmadığını görüyorum...

Adalet Âğaoğhı fle yüz yüze

i

1

J

J

M

üthiş bir

kanşma

yaşanmaya

başlandı.

O zaman, eğer

roman hayatm

anlamlandınlması

ise, romanın da bu

belirsizliğe karşı

kendi

belirsizliğini,

şöyle cesaretini

gösterecek;

belirsizliğini,

fluluğunu

belirleme

cesaretini

gösterecek bir

çalışmaya

ihtiyacı vardı.

Ben bu

düşüncelerle yola

çıktım.

Referanslar

Benzer Belgeler

[r]

Düzenli depolama sahasının bu temel yapıları, çöplerin depolandığı sahalarda oluşan fiziksel, kimyasal ve biyolojik olayların birer ürünü olan depo gazı ve sızıntı

Ama o evlatlar haberlere Ergun Bala gözüyle bakmayı, sayfalarım Ergun Bala titizliğiyle işlemeyi sürdürecek ve Ergim Ahi'lerinden "Aferin" alabilmek için

Prematüre bebeklerde %50 enteral+%50 parenteral beslenmeye geçildiği zamanda yapılan ilk gözlemde, kanguru bakımı uygulanan müdahale grubunun emzirme başarısı

Conclusion: A rectus abdominis myocutaneous flap can be successfully used in patients with groin and upper thigh defects due to its.. predictable and robust vascular supply,

Bu çalışma okul öncesi kaynaştırma sınıflarının kalitesinin büyük ölçüde öğretmenlerle ilişkili olduğunu; öğretmenlerin kaynaştırmaya ilişkin görüşleri

(Kişisel Arşiv).. ve II’ye göre belirlenecek orandan fazla ise, temerrüt faiz oranı olarak, kararlaştırılan anapara faiz oranı uygulanacaktır. Ticari nitelikteki bir

Amanjolov’un derlediği ve Hayri Ataş’ın “Kazakistan’da Yaşayan Ga- gauzlar’dan Derlenen Metinler” başlığıyla Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi’nin 1995