• Sonuç bulunamadı

Yarıda kalan eserler (1):Kafa kağıdı:Necip Fazıl Kısakürek

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Yarıda kalan eserler (1):Kafa kağıdı:Necip Fazıl Kısakürek"

Copied!
16
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Yanda

Kalan Eserler (i)

K afa Kâğıdı

S u n a n : ılh a m i

J - 'fl . ' ' Jy 'Â

s o y s a l

„ , s p > , * ,

Necip Fazıl Kısakürek

EW EL ZAMAN

T

A M 78 yıl öncesi... İk in c i A b- dülham id devrinin İstanbul’ u ... M otor hmlttsuıdan, fren gıcırtısın­ dan, (klakson) dırıltısından, (egzoz) gümbürtüsünden henüz kimsenin haberi y o k ... Sokaklarda kire (tek atlı, ik i te­ kerlekli) veya konak arabalarının atla­ rından çıkan nal sesleri... B ir de yokuşlarda 4, düzlüklerde 2 kadananın çektiği atlı tra m vaylar...

Hava berrak, gök mavi, deniz temiz, gidiş gelişler sakin, bakışlar ılık ve yüz­ ler aydınlık...

1904 yılının ilkbahar sonlan... 26 M ayıs...

Sabahın alacakaranlığında ilg ilile r havagazı fenerlerini söndürmeye çalışır­ ken — ha unuttum , İstanbul’da elektrik de y o k tu r ve yüksek aile konaklannda beyaz gömlekli havagazı lâm balan yanmaktadır— Çemberiitaş tarafında bir konağın ahırından tek atlı bir (brek) ara­ ba çıkartılıyor. Ona 18-19 yaşlannda bir delikanlı aibyor ve kamçısını şaklatarak atı dörtnala sürmeye başlıyor.

Arkasından bakan seyis ve arabacı­ ların “ deliye de b a k!” gibilerden m ırıl­ danıp m ırddanmadıklan m e çhul!...

Bu delikanlı, benim adı “ D eli Fa- zı)” a çıkarılmış babamdır ve o sırada Sa­ rıye r’ deki köşkünde bulunan büyük babama b ir müjde götürm ektedir:

— Baba, b ir erkek çocuğum dünya­ ya geldi! T o ru n u n !..

İstinaf Mahkemesi reisi, Abdülhamid devri Adalet ricalinden, “ Bâlâ” rütbe­ li büyük babam vekar ve ciddiyet hey­ keli Mehmed H ilm i E fendi’ nin zevk ve heyecanına bakın k i, haberi alır almaz. Deh' Fazd’m sürdüğü arabaya atlamakta tereddüt gösterm iyor ve yine dörtnal- a, doğru torununun başına...

A h bu baş: Maraşlı Kısakürekoğul- la n ’ na ve son ucu Z ü lka d ir hanedanı­ na dayalı b ir sülâleden gelme Mehmed H ilm i E fendi'nin torununa ait bu baş, ileride ne yükler taşıyacaktır!..

Çemberlitaş’ taki konağa ait tasvir­ ler, bazı eserlerimde billûrlaştırılm ış ol­ duğu için bahsini lüzumsuz görüyorum. Yeni b ir üslûp ve yorum içinde tekrar­ layacaklarım müstesna...

Büyük babam, ileri yaşma rağmen konağın merdivenlerinden seke seke üçüncü kata çıkıyor, lohusa odasına da- hyor ve hâlâ orada bekleyen doktora

so-BU ROMAN

MİLLİYET gazetesinin yayınlamayı planladı-

ğı"Varıda Kalan

Esırlerdizisinin ilk örneği olan

Necip Fazıl Kısakürek’in

bu romanı, KAFA K­

ĞIDI, 1982 yılı Ağustos ayında bir hastane ko­

ğuşunda yazılmaya başlanmıştır.

Yazar, o sırada 78 yaşındadır. Bir Fransız

ansiklopedisinin,

“ Hapisleri, müddetçe, üniver­

site tahsil hayatını aşar”

dediği bu yazar o sı­

ralar, bilmem kaçıncı kez bir 18 aylık hapis

cezasına daha çarptırılmıştır. Aşırı derecede şe­

ker hastasıdır, sağlığı ve sinirleri son derece bo­

zuktur. Güç halle 4 ay için

"infazın tehiri”

kararı

almış ve bu sürenin sonuna doğru da çapa üni­

versitesi Hastanesi’ne kaldırılmıştır.

Lavaboya bile, oğluMehmed’in koltuk des­

teğiyle gidebilen, başını dinlemekten başka hiç­

bir isteği olmayan bu büyük şair, tek kişilik oda

bulunamadığından, iki kişilik bir hastane oda­

sında yatmakta, yatak komşusunun her

kıpırdanandan ve sözünden huzursuzluk duy­

makta, kendini bir tür işkence içinde hissetmek­

tedir. Dahası, eşi de aynı günlerde bir başka

hastanede ameliyat bıçağı altında yatmaktadır.

işte

Necip Fazıl Kısakürek, Kafa Kâğıdı

adı­

nı verdiği, kendi yaşam öyküsü olan bu romanı,

sarı saman kâğıtlarına kendi el yazısıyla böyle

bir ortam içinde yazmaya başlamıştır

Romanın başında,

"Romaıı icatçı bir hayat

taklididir”

diye başlayan ve genel olarak roman

için neler düşündüğünü belirten dört sayfalık bir

bölüm, onun ardında da,

"Hâlim”

adını verdi­

ği, hastane koşullarını dile getiren bir başka bö­

lüm vardır.

Başlangıçta oldukça düzgün ve okunaklı bir

el yazısıyla yazılmaya başlamış olan Kafa Kâğı­

dı. 373'üncü sayfanın başında gittikçe okunması

zorlaşan ve nokta noktalarla biten yarım kalmış

bir paragrafla son bulmaktadır. Hastaneden evi­

ne nakledilen Necip Fazıl, 25 Mayıs 1983'de gü­

nü hayata gözlerini yumacak, Kafa Kâğıdı yarım

kalacaktır.

şair bu romanında, - k i ikinci roman de­

nemesidir,

ilki

Aynadaki Yalan

1980'de

yayınlanmıştır—, anılarını ve otobiyografisini

yazmaya başlamış, ancak kronolojik sıra içinde

1928 lere kadar gelebilmiştir.

Necip Fazıl'ın daha önceleri yayınlanmış

Cin­

net Mustatill

(1955),

Hac

11973) ve

0 ve Ben

(1974),

Bâbıali

(1975) adlı kitaplarında da anı­

larına yer verdiği düşünülürse, bitirilememiş Kafa

Kâğıdı'nin büsbütün de yarım kalmış bir oto­

biyografi olmadığı söylenebilir.

i.s.

“ Edebiyat-ı Cedide” üretimi Şişli he­ nüz teşekkül halinde bulunduğu ve A b ­ dülhamid tahttan düşürüleli 3-4 senenin bile geçmediği böyle bir devirde, bu eda, piçleşmeye başlayan cemiyetin ne m üt­ hiş habercisi!..

Eski vali ve nazır Salim Paşa’ nm kızı Zafer Hanımefendi, misallendirdiği alaf­ rangalık gayreti içinde, Sultan A b d ü l- mecid ile başlayan çizgiyi gösterirken, H ilm i Efendi, o, İlmiyeden yetişme ve soylu b ir nesepten gelme alaturkalık ö r­ neği, fik ir ve mesele sahibi olmaksızın, kendi kendine tipini korumakta ısrarlı... Tü rk evine düşen tezat manzarası...

İçinde doğduğum ve yaşadığım ai­ leye ait bu kafa kâğıdı sırrını, çok son­ ra, aralarında annemden başka kimsenin kalmadığı konak halkının eriyip gittiği hengâmede çözer gibi olmuş bulunuyo­ rum.

Kendisine “ babaanne!” denilmesi­ ni bile ihtiyarlık İhtan gibi gören ve an­ cak “ c ic i a n n e ” ye ra zı Z a fe r Hanımefendi, babam yoluyla bana ge­ len tesirde, anne yolundan gelenlere ek olarak büyük pay sahibi...

S in irlid ir, hep için i yiyen ve dışında ılık b ir mizaç ifadesini bulamayan b ir­ takım vehimlerle doludur. Vapura b i­

nemez ve Sanyer’ deki köşküne, Şahin ve Mazlum isim li ik i M acar atının çek­ tiği konak arabasıyla gidip gelir. Çün­ kü vapura bindiği bir defasında, vapur iskeleye yanaşırken, b ir sim itçinin ba­ şındaki tablasıyla beraber denize düşüp boğulduğunu görmüş ve artık b ir daha vapura binemez olm uştur, ölüm den o kadar korkar ki, yatağına boylu boyun­ ca uzanamaz ve yan belinden yukarısı dik kalacak biçimde, başını 4-5 yastık üzerine dayar.

Yangından da ödü patlar. Ya alt katlarda b ir yangın çıkar da kendisi üstte kalırsa?.. Aklınca buna da b ir çare bul­

muştur. Karyolasının altında bir ip mer­ diven saklı... Soba borusu gibi kalın ve şiş bacaktan ve şişko vücuduyla bu mer­ divenden aşağıya inecek ve selâmete çıkacak!..

Dış planda ve resmen eve hâkim ko­ casını, iç planda ve hususî şekilde kıs­ kıvrak bağlamayı bilm iştir. “ Efendi!” diye hitap ettiği kocası, sofrada, fazla sıcak bulduğu b ir yemek yüzünden o r­ talığı kasıp kavururken, o, bükük bo­ yunlu. ama dilediklerine dilediği ziyafeti çeker ve konakta dilediği havayı estirir­ ken de dik edalıdır.

Oğlu “ Deli FazıP'm şımarıklık ve

akıl hayal almaz azgınlıklarından ise bîzar ve ona hükmetmekten âciz...

★ ★ ★

Ve işte şimdi, uslansın diye 18-1Ç yaşlannda evlendirdiği ve aile seviyesi­ ne bakmadan, ona 14-15 yaşlannda biı kız aldığı oğlundan b ir çocuk dünyaya geliyor.

O kadar küçük cüsseli k i, yaşar mı, yaşamaz m ı, belli değil.

YARIN:

İLK YILLAR

ru yor.

— Nerede çocuk?

— Şurada efendim, annesinin sağ yanında... Üstü ö rtü lü ...

— Nasıl?

— İy i... Fakat cüssesiz... Yerde kocaman b ir leğen... Çelim­ siz yapılı çocuk doktorun maşa sapı gi­ bi parmağım boğazından geçirerek suda çalkalaması şeklinde, bu leğende yıkan­ mış ve kurutularak, kundaklanarak an­ nesinin yamna verilm iştir.

— Çocuğun böyle z a if doğmasın­ da b ir tehlike var mı; doktor?

— "Bilinemez... Çok dikkat ve itina ister.

Büyük babam, üstümdeki tülü çekip yüzümü açıyor ve dudaklarını kıpırda­ tıyo r:

“ — A lla h , koruyucuların en hayır­ lısı ve acıyıcıların en m erham etlisi...”

t k ★ *

ÇEVREM

A dım Necip, Ahm ed N ecip... Bü­ yük babamın babasının ism i... O da, şahsiyetli oğlu büyük babamın takip ede­ ceği ilmiye yolundan yetişme... Maraş M ü ftü sü ... Şanlı b ir zat...

Maraş o zamanlar Halep V a lilıg i’ - ne bağlı b ir sancak, m utasarrıflık...

Halep Valisi Salim Paşa, M araş’ a geliyor ve eşraftan birine m isafir olm ak | usulünce Kısakürekler’ inkonağına in i­ yo r. Orada, büyük babam, henüz bu­ lûğ çağındaki H ilm i’nin zekâ ve edebine hayran kalıyor ve Necip Efendi’ye ası­ lıyo r:

— Çocuğu bana teslim ed in!.. Ya­ kında İstanbul’a döneceğim. Ona öz oğ­ lum gibi bakayım ve geniş b ir tahsil yolu açayım ...

Haysiyetli bir (aristokrat) ruhu ta­ şıyan Necip Efendi, bu teklife karşı hayli dileniyorsa da fayda verm iyor.

Salim Paşa ısrardadır:

— Çocuğu Maraş’ ta körletmeyin ve istikbaline engel olmayın! Eğer memnun kalmazsanız istediğiniz an getirtebilirsi­ niz.

Bu teklifte kaderin b ir teşvikini kok­ layan Necip Efendi nihayet razı oluyor. Büyük babam, Mehmed H ilm i Efen­ di İstanbul’ da yüksek tahsilde ve kısa zaman sonra Salim Paşa’ mn dam adı... Babadan büyük annem Zafer H anım ’ - ın kocası...

Salim Paşa da Hariciye Müsteşarlı­ ğı ve Zaptiye Nazırlığı gibi vazifelerde... Bana “ cici anne!” diye hitap e ttir­ dikleri Zafer Hanım, A bdülham id dev­ ri en e kâ b ir sosyetesinin ( tip ik ) çehrelerinden b iri ve azamete kaçan b ir vekann heykeli...

İkinci katta, hem harem, hem selâm­ lık tarafından birer kapısı bulunan bü­ yük salonun bir köşesinde, armonikli bir piyanosu vardır, bir de benim eşyayı ta­ n ım a y a b a ş la d ığ ım g ü n le rd e k i tespitime göre (alâgarson) kesik saçlıdır.

I

I

(2)

Yanda Kalan Eserler d)

Kafa Kâğıdı

-9 .

Necip F aal Kmkürek

Y a z a r , b a b a s ı n ı v e a n n e s i n i a n l a t ı y o r

O

i

l

i

.

ıııı yıııar

“Son dterece sıhhatli, yanaklarından

kan damlarcasına kırmızı yüzlü

Fazıl

..; 1

"Annem Mediha Hanım, okuryazarlığı

olmayan ve ne olduğunu anlamadan

Fazıl Bey in koynuna atılan bir

kadın..."

Ne aldımsa, annemden, daha düne kadar yaşayan ve seksenini hayli aşkın olarak ölen, hayan boyunca masum ve mazlum bu kadından aldığıma inanıyo­ rum . Baba ko lla n ikinci planda...

★ ★ ★ Şöyle olmuş:

Soyunun erkek temsilcilerine düşkün büyük babam, ik i kızdan sonra, erkek evlâdı A bdülbâki Fazıl'a öylesine düş­ künlük göstermiş k i, ortaya kırdığı kır­ dık, astığı astık b ir canavar çıkmış... Salim Paşa’nm hareminden ve kendi an­ neannesi Yetime Hanım ’dan aydan aya “ diş kirası” tâbiriyle haraç alacak ka­ dar kudurgan bir şımarık... İh tiya r ka­ dının kıçına vura vura çığlığı bastırtacak tarzda azap çektirmekte... Her defasında parayla önüne geçilen bu hale nihayet “ taç kirası” diye b ir ödenek bağlantısı yapılarak bulunan çare...

Son derece sıhhatli, yanaklarından kan damlarcasına kırmızı yüzlü Fazıl, hususiyle şehvanî duygularda azgın... Hizmetçi kadınlardan m isafir kızlarına kadar saldırmadığı yo k... Onu zaptet­ mesi için eve b ir pehlivan alıyorlar. Ama türlü oyunlarla, meselâ bastığı yere gizli çukur açarak, geçtiği kapıların tepesine açıhnca devrilen saksılar yerleştirerek, onu da yıldırmayı beceriyor ve konak­ tan kaçırtıyor.

Bütün bu hallere katlanan büyük ba­ bama:

— Olmaz, olmaz, d iyorlar, bu böy­ le gitmez. Bu çocuğu evlenmek kurta­ rır!

Denk ailelerden hangisine başvurulsa beklenen cevap alınamıyor. Deli Fazıl’ a kız vermeye razı olan yo k...

Derken, araya Zafer H anım ’ m ak­ rabalarından b iri g iriyo r:

— Ben oğhinuza seve seve verecek­ leri kızı buldum! G irit muhacirlerinden son derece temiz ve Müslüman b ir aile­ nin tazı... G idip b ir bakın...

★ ★ *

Aksaray taraflarında, kulübemsi, ba­ sık, ahşap b ir ev... İçinde çocuk dene­ cek yaşta tazıyla oturan b ir anne... Bu annenin, b iri “ Haddehane” dedikleri çarkçı zabit yetiştiren mektepte talebe, öbürü Galatasaray Sultanisi’ nde oku r­ ken ailesini geçindirmek için mektebini bırakmış ik i oğlu var...

Anneye sokaıcta rastlayanlar, onu ancak b ir çift göz deliği meydanda b ir

Necip Fazıl, gençlik yıllarında

çarşafa bürülü görürken, evi ziyaret edemer de daima b ir başörtüsü içinde buluyor.

Kızı beğeniyorlar ve b ir sabah, ko­ nuk arabasını, basık, ahşap evin önün­ de durdurup palas-pandıras kulübeden saraya akta rıyorlar...

Annem M ediha H anım , oku r­ yazarlığı olmayan ve ne olduğunu an­ lamadan Fazıl Bey'in koynuna atılan bu kadın... O , Salim Paşa kızı Zafer Ha­ nımefendimin şanlı gelini değil, kona­ ğın hizmetçisi ve Fazıl Bey’ in , bilmem ne otu gibi müsekkin ilacıdır. O kadar!..

Konak, küçük beyin deli iradesine o kadar zebundur k i.o “ götürün” nâ- rasını basar basmaz kadıncağızı uzak­ laştırmak ve “ g e tirin !” nârasında

yakınlaştırmak üzere civarda b ir ev tut­ maya dek gidiliyor.

Konak değil, tımarhane...

İLK YILLAR

Umumiyetle kuvvetli, fakat silik vâ- kıalara karşı lakayt hafızam, bazen nü­ fus cüzdanımın nerede olduğunu seçe­ mezken, devamlı olarak yakın ışığını muhafaza etm iştir.

O kadar k i, ilk hatıram , sedef kak­ malı b ir beşikte kustuğum ve beni be­ şikten alarak ağzımı ve üstüm ü sildikleri...

basit ve kaba, gayet g irift ve ince bir hadise...

Henüz d ili çözülmemiş bir zamanı­ ma ait bu hadiseyi, kelimeleri öğrendik­ ten sora hatırlayabilm em için, o hadiseden bana kelime üstü sâf b ir mâ­ na sızması gerekir.

D iyebilirsiniz ki:

— Sen onu sonraki kendinle hatır- lıyorsun!v Bunda, o zamanki kendine m üdrik olduğuna ne delâlet bulunabi­ lir?

Ben de derim ki:

— Ondan sonraki kendim, o günkü kendimden kelimeler üstü b ir mâna si­ rayetine sahip olmak özünü nasıl hatır­ la ta b ilir , ya şa ta b ilir? h a tırlaya n ben m iyim , hatırlatan o mu?., işte bütün mesele!..

Kendi “ ben” imizin kelimesiz başlan­ gıcıyla kelimeli devamında, zaman ve mekân tanımayan ruhun üstte kalışına ve kesiksiz b ir (pasoparola) çizgisi üze­ rinde akşıına da ir çarpıcı b ir m isal...

H er şeyi (refleks) hareketlerinden ibaret bilen mankafa maddecilere bu m i­ sal hediyem olsun!..

İlim değil, sanat tefekkürü üzerinde olduğum için, bu kitaplık meselenin il­ me verdiği ipucunu fazla çekmiyorum.

Ruh, kendisini maddesine yerleşme içindeki alaca karanlıkta bile hassas an­ tenli yaratılışlar ifşa eder.

İlk alacalığından snora, akıl abaju­ ru içind eyarı sönük kalacak ve ışığını gizleyecek olan ruh, gerçek parıltısını ölümden ötede gösterecektir.

D zaman üstü bir keyfiyettir ve ayak­ la n zaman prangasına vurulunca, yine zaman, mekân, düşünce ve kelime üstü mahiyetini yaş haddi tanımadan muha­ faza etmekte...

Onun için d ir k i, kundaktaki çocuk­ la yataktaki ihtiyara ait ruh aynı yaş­ ta ... '

★ ★ ★

Ö lüm m utlak unutmak, kendi ken­ dini unutmak şeklinde akla hitap ettiği­ ne göre, benim de beşikteki halimle kendimi; nebati hayatı içinde ruhumu görebildiğim i göstermez mi?

Sadece hâtıra ve gideni tekrar getir­ me cehdi ruhu ispata yeter.

"BU ÇOCUK

BABASINI DA

GEÇEBİLİR"

Benden, yürümeye başlayınca m üt­ hiş bir haşarı türeyeceği zannı doğmak­ tadır ev içinde... “ Bu çocuk babasını da g e çebilir!" diyenler vardır.

Şu farkla ki, babamın çocukluğun­ daki çılgınca patlamalar, bende, her şeyi karıştıran, her şeyin içyüzünü arayan bir merak ve tecessüs halinde...

Necip Fazıl, son yıllarında

İstanbul’ a gelen ilk otomobillerden b irin i babama aldılar. Bazı filmlerde gördüğümüz en eski otom obil modelle­ rine eş bu araba. Sarıyer’ deki köşkün bahçesinde... Ön tekerlekleri (kriko) üze­ rinde havaya ka lkık...

İk i yaşında mıyım, üç yaşında mı­ yım, bilem iyorum , orada kimsenin bu­ lunmadığı b ir an arabaya yaklaşıp tekerleği çevirmeye başlıyorum. Lasti­ ğinin üstünde pünez başlan gibi küçük demir pullar bulunan tekerlek alnıma çar­ pıyo r ve ben kanlar içinde yere serili­ yorum.

Büyük babam, demire kösele sanlı bastonuyla babamın üstüne yürüyor ve araba hemen defediliyor.

D o kto r, ilaç, pamuk, sargı... Yara­ nın izi hâlâ alnım da...

★ ★ ★

Köşkün çamaşırhanesindeki yüksek­ çe rafta teneke b ir kutu gördüm . İçinde ne var acaba?.. İskemleye çıkıp rafa uzandım. Kaymak gibi bembeyaz b ir şey... Hemen parmağımı daldırdım ve beyaz şeyi tadmaya davrandım. Aman ne acı!.. Ciğerim yandı.

B ir çığlık koptu:

— Koşun, çocuk kireç kaymağını yi­ yor!

★ ★ ★

Çemberiitaş’taki konakta en musal­ la t olduğum eşya, ciciannemin öteberi­ sidir! Hususiyle arm onikli piyanosu, rastıklan, pudralan düzgünleri ve üst­ ten açılır maun bir dolapta sakladığı tür­ lü ila çla n ... K im i çarpıntıya,, kim i başağnsına, kim i romatizma sızılarına iy i, renk renk şişelerde renk renk ilaç­ lar... Bu ilaçlara bir göz atan, Zafer Ha- nım ’ m tip in i haya! etmekte güçlük çekmez.

A rm onikli piyanodan yırtıcı sesler çı- kanrken üzerime yürüyen ciciannemden kaçar gibi yapıyor ve onu kudurtacak yeni yaramazlık buluşlan peşinde gezi­ yorum . Her kovalamasında tek sığına­ ğım büyük babam ...

Babam kendi havasında ve ortada yo k... Annem kaynanasına karşı eğik başlı ve konak işleriyle meşgul, tek ümit ve desteğini oğluna bağlamış b ir ırgat...

Büyük babam da, en hassas nokta­ sı olan babadan oğula sülâle çizgisini yü­ rütmek bakımından, b iricik oğluna meftun ve ona her kapıyı açık tutma va­ ziyetinde...

Oğlunda inkisara uğrayan irsiyet ide­ ali artık, torununda m ihrakını bulmuş ve gerisini kıymetten düşürmüştür. Ba­ bamdan büyük ik i kızından olma torun­ larının yüzüne bile bakmaz. Parmak mafsallarım daki çizgileri babasınınkile- re benzetir ve sağ kolum un üzerindeki mercimek tanesi büyüklüğünde beni, ay­ nen babasının m ühürü bilerek öper, koklar, hayran hayran seyreder.

HÜRRİYET

İLÂN

EDİLMİŞTİR

H ürriyet ilân ed ilm iştir. Daha doğ­ rusu lâfı getirilm iş... Ben dö rt yaşında­ yım. Evim in ve çevremin dışındaki bu hadiseden, çocukluk intihalarım üzerin­ de hiçbir iz mevcut değil...

Yabnız kulaklarımda bazı ev homur­ tula rı var:

— 31 M a rt Vakasında sokaktan ah­ lan b ir kurşun, işte camı delerek şu lev­ haya yapıştı.

— Beyefendiyi, adliyeye giderken, Ayasofya Meydanı’ nda arabasını dur­ durup suale çekmişler...

B ir de gazete ve mecmualarda, avcı taburlarına ait resimler... Bunların ara­ sında üstü “ ya hürriyet, ya ö lü m ” iba­ resiyle nakışlı birer beyaz keçe külâh taşıyan ik i kukla çocuğa ait fotoğraf...

O zamanı yaşa yanlara bilinen bu meşhur fotoğraf...

O zamanı yaşayanlarca bilinen bu meşhur fotoğraf, hemen her devir ve ye­ ni idarenin iğrenç propaganda edebiya­ tından b ir ö rn e ktir...

Yarın: Ç ocukluğum

(3)

Yanda Kalan Eserler d)

S u n a n : ilh a m i S O Y SA L

Kafa Kâğıdı

®

Necip Fazıl Kısakürek

B

E B E K L İK T E N çocukluğum Meşrutiyet çağların­son ra, da başlar ve 1918 mütareke yıl­ larına kadar sürer.

Büyük babam emekliye ayrılmış ve ümitsiz bir dünyadan el etek çekercesi- ne evine yerleşmiştir.

Konaktan başka, Beykoz’la Şile arası bir çiftliğimiz, Sarıyer'de malûm köşkü­ müz, Büyükdere’ de yeni alınma b ir ya- bmız, Kocamustafapaşa taraflarında han ve evlerimiz, Kapalıçarşı’ da dükkânla­ rımız vardır. Büyük babamın emekli maaşı ayda 1000 altın ve o devirde 15-20 altın orta geliri gösterdiğine göre man­ zaramız zengin...

Konakta b ir aşçı, b ir aşçı yamağı, bir zenci uşak, Bingazi muhaciri b ir hu­ susî hizmetçi, ik i arabacı, bir sürü ha­ layık, besleme, kadın işçi, kocaman bir hizmet kadrosu...

Bunlann arasında “ Matmazel” d i­ ye anılan b ir tatlısu Frenk’ i vardır ki, tip i bakımından zengin bir portre çizer.

45-50 yaşlarında... İlk bakışta bir kokona... Saçları vıcık vıcık briyantin­ li, buruşuk ellerinin küçük parmaklan tırnaklı, sarkık çeneli, daima dantela ya­ kalı, burun köküne iliştirme gözlüğü kordonla göğsüne asılı Matmazel... Her an sökün edip kendisini kaçıracak şö­ valyeyi 50 yıldır bekleyen (romantik) ba­ kire.

Babama Fransızca öğretsin, bana da mürebbiyelik etsin diye konağa alınmış, derken hiçbir şeye yaramaz olmuş ve hizmetçiler arasına katılmış bu bakire, önceleri konak sahiplerinin masasında sofraya oturmak sevdasına kapılıp, pe­ şinden hizmetçi kadınlar masasına otur­ tulunca nihayet beklediği ve özlediği şövalyeyi bulmuştur.

B ir gün konağı müthiş bir çığlık sars­ tı. Koşanlar Matmazel’ i, karşısında zenci uşak, haykırırken buldular.

— Ne var Matmazel, ne oldu? Bedri bana saldırdı, saldırmak, be­ ni öpmek istedi.

Zenci uşak Bedri’ nin cevabı kısa ve emin:

— Bu kadın rüya görüyor. Benimle şakalaşmaya kalktı. Kahkahayla güldü­

' Konakta bir aşçır bir aşçı yamağı, bir zenci uşak,

Bingazi muhaciri bir hususî hizmetçi, iki arabacı, bir

sürü halayık, besleme, kadın işçi; kocaman bir

hizmet kadrosu”

Çocukluğum

"işte, herkesin birbirini ısırma devresi olarak hürriyet

kuduzluğu hengâmesinde, evine kapanan ve torunundan

başka bir uğraşması olmayan böyle bir büyük baba

kucağında süren çocukluğum, nihayet uzun ve üstüste gelen

hastalıklar devresine çattı”

ğümü görünce de hiç yoktan bastı çığ­ lığ ı... Bu b itli gâvura ben el uzatabilir m iyim ki?

Annem b ir gün onun üzerinde bit görmüş ve ihtarına şu cevabı almıştı:

— Bende pire bulunabilir, fakat bit asla!

Matmazel’ in yıkandığını hiç görme­ yen hizmetçiler arasında bu hikâye des- tanlaşmıştı.

Bütün m arifeti, büyük hanımefendi ve büyük beyefendiye dalkavukluk, ge­ risine kibir satmaktan ibaret Matmazel’ i, yatağı ve pılı pırtısı arkasında kovdu­ lar.

Büyük babam, mirasyedi tavırlı, o zamanki adıyla “ Mekteb-i H ukuk” me­ zunu oğluna fena halde kızmaktadır. Bir işe girm iyor, b ir baltaya sap olmayı is­ temiyor diye... Babasının ısrarı yüzün­ den nihayet razı oluyor, onu Bursa’ da b ir mahkemenin “ âza mülâzımı” yapı­ yorlar.

Mudanya’ya kadar vapurla gidişi­ miz, oradan yaylı bir arabayla Bursa’ - ya geçişimiz, Nilüfer suyu kenarında bir

ev tutuşumuz, suların devamlı şarkısı, kızıl hastalığına tutuluşum, “ ha gitti, ha gidiyo r!” diye annemi üzüntüden üzün­ tüye sürükleyişim, iyi olduktan sonra soba başında derilerimi soyup çıkarışım ve istifa ettirilen babam ve mahzun an­ nemle İstanbul’ a dönüşüm hep hatırım­ da...

Annem, kayınbabasmın: — Çocuğu götürmeyin!

Emrine rağmen, vermeyecek olurlar­ sa intihar edeceği tehdidiyle beni zor kul­ lanarak götürmüş ve işte şimdi mahçup ve ezik geri dönmekte...

Her ayın başında, adliye mutemedi büyük babamın tekaüdiyesini ayağına getirir. Bu onun geride bıraktığı isim ve esere karşı b ir saygı nişanesi ve istisna- Iık alâmeti...

Mutemet, konağın alt katındaki bek­ leme odasına alınır ve yukarıya haber verilir. Ben hemen koşarım, mutemedin elinden altın dolu torbayı ve imza kâğı­ dını alırım , büyük babama sunarım. Öbür torunlar da peşimden gelir.

Büyük babam torbayı açar, içinden pırıl pırıl b ir altın çıkarır ve bana uza­ tır. Kızlarından olma öbür torunlaray- sa 1 lira çeyreğinden başka b ir şey düşünmez. 1 lira çeyreğiyle o devirde, b ir çocuk için satın alınamaz bir şey bu­ lunmadığı için herkes mesut...

BÜYÜK

BABAM

Büyük babam, evet büyük babam... Mevcut olmayan adalet tarihimizde şanlı b ir isme m alik olması gereken adam...

A bdülham id’e karşı yapılan Yıldız Camii suikastının muhakemesini reis sı­ fatıyla idare etmiş hak insanı...

H ak adına, gerekirse padişaha bile karşı koyduğu ve padişahtan gözyaşar- tıcı b ir adalet mukabelesine nail oldu­ ğuna dair ulvî vakıa, bana o zaman yüce

Necip Fazıl (ortada) Anadolu gezilerinden birinde folklorcu çocuklarla birlikte.

divanın savcısı meşhur Necmeddin M o l­ la tarafından bizzat anlatılm ıştır...

A bdülham id devri rical bereketinin eşsiz simalarından Ahmed Cevdet Pa- şa’ nın reisi bulunduğu “ Mecelle” ko­ misyonunda âza, verdiği hükümlerle m aruf ve böyle b ir eserde kalemi bulun­ duğu için.Fransızların (Lejyon d ’ onör) nişanını ham il... “ Hünkar beğendi” ye­ meğini “ millet beğendi” ye çeviren nan­ k ö r b ir devrin mahut yıkım havası için­ de “ İttih a t ve Terakki” çetecileri eliyle tekaütlüğe sürülüyor.

H albuki buna, bizzat ittiha tçıların Nâzın Manyasîzâde Refik Bey karşıdır.

Şöyle ki:

B ir gün Refik Bey, avukatlığı zama­ nın da sultanı kastedici imalı b ir hare­ kette bulunmuş ve büyük babamın:

— Ben onun adına adalet icra edi­ yorum! Mahkeme salonunu terkediniz!

İhtariyle kovmuştur.

Gel zaman, git zaman hürriyet bom­ bası patlıyor ve Manyasizâde Refik Bey Adliye Nâzırlığı’ na getiriliyor.

Büyük babam, Cumhuriyet’in onun­ cu yılında yanan, Ayasofya Meyda- nı’ na nazır A dliye Sarayı’ nda ve hu­ susî odasında... Mahkemeden kovduğu avukatın A dliye Nâzın olması üzerine, böyle bir insanla çalışamayacağı için is­ tifasını yazmakta...

Kapı vuruluyor, içeriye yeni nâzır gi­ rip öpmek üzere büyük babamın eline sanlmak istiyor. İstifa kâğıdını görü­ yor,çekip okuyor ve:

— Muhterem reisim , diyor, siz be­ ni bırakırsanız ben de bu binayı terke- derim. A dliye’ ye ayak basar basmaz ilk işim sizi ziyaret etmek oldu.

Ve istifa tezkeresini yırtıyor. B ir devrin birbirine aykın ik i kana­ dı arasında bile görülen vicdan ve insaf levhası...

Buna rağmen, İttihat ve Terakki ko­ damanlan, diledikleri gibi karar vermesi imkânsız bu ilim ve hak adamını daha

fazla makamında tutam ıyorlar... ★ ★ ★

O, hatır gönül dinlemeden en ağır cezalan verir, hem de mahkûma bir sürü nasihat geçermiş... Düşünün, 10-15 yı­ la mahkûm bir caninin, üstelik nasihat dinlemesini!..

Bu tü rlü hüküm yiyen b ir katil ona seslenmiş:

— Reis Bey, sen beni terbiye edece­ ğine, oğlunu yola getirmeye bak! Nere­ deyse oturduğun koltuğun tepesine çıkacak!.. •

İşte, mahkemede ve evdeki ik i ha­ liyle, İstanbul Cinayet ve İstin a f M ah­ kemesi Reisi Bâlâ rütbeli Maraşlı H ilm i Efendi Hazretleri!..

Bana her zaman şöyle derdi: — Benim saraydan gelme rütbemle değil, M araş’ taki soyumuzla iftih a r et!

★ ★ ★

M illî eser anlamının büyük âbidesi “ Mecelle” muharrirlerinden H ilm i Efen­ di hakkında, bu esere m ukabil, İsviç­ re’ den çıkartm a kâğıdı kopya işi “ Medenî Kanun” tercüme ettiren, Cum­ huriyet devresi ilk A dliye vekillerinden M ahm ut Esat bana demiştir ki:

— Senin büyük baban, büyük adamdı. Ben İstanbul’da hukuk talebe- siyken, onun muhakemelerini takip eder ve hayran kalırdım . Nerede öyle adam şimdi?

M ahm ut Esat unutuyordu k i, aynı fark, “ Mecelle” ile “ Medenî Kanun” arasında da mevcuttur. Şöyle ki, yine M ahm ut Esat’ın tâbiriyle birine “ Çöl K a n u n u ” , öbürüne de “ M edenî Kanun” denmek modası açılmıştır.

İşte herkesin b irb irin i ısırma devre­ si olarak hürriyet kuduzluğu hengâme­ sinde, evine kapanan ve torunundan başka bir uğraşması olmayan böyle bir büyük baba kucağında süren çocuklu­ ğum, nihayet uzun ve üstüste gelen has­ ta lıkla r devresine çattı.

(4)

Yanda Kahm Eserler (i)

K afa Kâğıdı

Necip Fcml Kısakiirek

Necip Fazıl Kısakiirek, gazetecilik yıllarında...

SİRKELİ BEZLER

Herkesçe teslim edilen zekâm yakın­

larımı öylesine ürkütmüş, kaygılandır­

mıştı ki, nazar değmesin diye, sık sık

tütsülerden atlatılır olmuştum____

O

B

İR

yerden sirke kokusu alsam, hatırıma çocukluk hastalıklarım gelir. Ateşim duşsun diye alnı- ma koydukları sirkeli bezler...

Konağın ikinci katında, harem bö­ lüm ünü selâmlık taralına bağlayan bi­ tişik odadayım... Arada küçük b ir holle o tarafa ve bu tarafa yol bulan bu oda büyük babama kütüphane vazifesini gö­ rü r. O rta yerinde üstü halı kaplı geniş b ir sedir vardır. Bu sedire uzanıp kitap okumak ne tatlı şey! Odanın b ir köşe­ sine de benim yazıp çizmeme mahsus bir masacık oturtulm uştur.

Büyük babam, bu sedire bağdaş ku­ rup makamla Fuzulî Divanını m ırılda­ nır ve hisli mısralann hakkını vermeyi ihm al etmez:

Gözüm, canım, efendim,

sevdiğim derletin sultanım

Hastayım. Büyük babamın emriyle beni kaba şilteler üzerinde bu sedire ya­ tırm ışlardır.

Annem başucumda, ciciannem ah- baplanyle büyük salona çekilmiş, a ltı- kol iskambilde, babam kayıplarda, büyük babam da bütün gün beni bek­ ledikten sonra, üçüncü kata, yatak oda­ sına çıkmış bulunm akta...

Ateşim 40 derece... A lnım da ve şa­ kaklarım da sirkeli bezler... B iri alınıp öbürü konuluyor.

Bezler değiştirilirken, sirke tasma dü­ şen damlalardan çıkan ses kulağıma ga­ rip b ir m usikî gibi geliyor. Tabiî hallerimizdeki basitlikler, hastalıkta ne fevkalâde!.. B ir çıtırdı olsa iliklerinize işliyor.

Sineklerin havada ayak seslerini du­ yabilirsiniz. Ayak sesleri, bütün bir ifade üslûbu ve ayn b ir lisan sahibi...

Demek ki, bizim küt b ir hassasiyet içinde gezip dolaştığımız bu dünya, has­ sasiyet teflerimiz gerilip de yeni b ir akor­ da bağlanınca değişiveriyor.

B ir mısram:

Gördüğüm, değildi bildiğim dünya...

Demek ki yaşadığımızı sandığımız hayatın üstünde b ir hayat var; ama

on"n bestesini zaptetmeye mahsus akort bizde eksik... Bu eksikliğin adı da — ne tu h a f!— sıhhat...

0\O T : Aşağıda, parantez içindeki

bölüm, eserin yanm kalm ış olmasından

da anlaşılacağı üzere, kâğıda dökülü-

verdiği ilk şekliyle kalan, yazık ki, eser

sahibi tarafından okunamadan, yani en

küçük bir tashihe ve tasnife dahi tâbi

tutulamadan Türk edebiyatına mal olan

orijinal müsveddeler arasında, kısmen

bir tekrar halinde ortaya çıkm ıştır. Bu

bölüm, kısm en bir tekrar da olsa aşağı­

ya, eser içindeki yerine ayniyle oturtul­

m uştur.)

(Çocukluğumu düşündükçe burnu­ ma keskin b ir sirke kokusu gelir.

Nasıl mı?..

Perdeler... Eşyayı sezmeye başladı­ ğım çağlardan beri, açtığına, örttüğü­ ne, gösterdiğine, gizlediğine, biçimine, rengine kapıldığım perdeler... Pencere­ lerinden ik i yana ayrılmış, orta yerin­ den büzgülü, topuklara kadar uzanıcı b ir saç gibi, eski kadife perdeler sarkan loş bir salon... Ortada antika halılarla kaplı b ir sedir... Üstünde bir yatak... Yatakta ben...

Hastayım...

Yanıbaşımda bir (tabure) ve üzerinde ilaç şişeleri... B ir de sirke dolu bir tas... Alnım da bu tasta ıslatıian tülbentlerden sirkeli b ir bez... Ateşi alsın diye...

6-7 yaşlarında başlayıp üstüste ge­ len ve 3-5 yıl b irb irin i kovalayan, bir çocuk için mümkün tü rlü hastalık (tu r­

nike)’ lerinden geçtim. Bu hastalıklardan bende kalan maddî ihsas, sirke koku­ su, hindyağı lezzeti, damlaların sesi ve sarı renk... M üthiş tiksindiğim hindya- ğını burnumu tıkayarak içmem için, her defa elime b ir altın lira tokuştururlar- dı. Lâzımlığa kaldırıldığım zaman da ku­ lağıma gelen şırıltı, içime garip bir his verirdi.) O gün, müphem bir seziş ha­ linde duyar gibiydim , yahut o gün duy­ duklarım ı bugün düşünüyorum.

• HASTALIKLAR VE TÜTSÜLER

Doktorum, devrin çocuk hastalıkları mütehassısı meşhur Kadri Reşit Paşa... Bu zaif, ince endamlı, ipek fantezi ye- lekli, üstü (pötüsüet) rugan po tinli fev­ kalâde zarif adam, yanıma oturur, beni baştan ayağa muayene eder ve şöyle der­ di:

— Eee, nasılsın bakalım, benim bü­ yümüş ve küçülmüş yavrum? Söyle, bü­ yük küçük!..

Konuşmalarına ve bazı suallerine verdiğim cevaplar onda bu intibaı do­ ğurmuştu: Büyük küçük...

S u n a n : ilh a m i SO Y SAL

Herkesçe teslim edilen zekâm yakın­ larımı öylesine ürkütmüş, kaygılandır­ mıştı ki, nazar değmesin diye sık sık tütsülerden atlatılır olmuştum.

Ne güzel kokusu vardı tütsülerin!.. G izli âlemlerden bir soluk...

Yüzümü örterek başımın üstüne otu rttu kla rı su dolu b ir kâseye erimiş kurşun dökmek de usulleri... Suda do­ nan kurşunu alırla r ve biçim biçim kıv­ rımlarına bakarak yorum yaparlar:

— Bak, bak, yürek biçim li şu kabar­ tıya bak! Ne nazar, ne nazar! Çocuğun yüreğine işlemiş...

O zamanlar payitahtın sokaklan kö­ pek do lu...

B ir havlama sesi... B ir şey söylemek istiyor ama ne?

A h bu “ ne?” ler yok mu, bu “ ne?” ler!..

Ben sedirde ve hasta yatağımda, bu sesi, en derin mana helezonları içinde kıvrım kıvrım yaşıyorum.

Sesler, sesler... Evin dördüncü ka­ tındaki tavan arası penceresinden seyret­ tiğim Kumkapı taraflarından gelen trenler ve onlann acıklı düdük sesleri... Akşam lan kapının önünden geçen satı­ cılar: “ Simitçi, akşam sim idi, lim on- nane, çocuklara eğlencelik!..”

A rnavut kaldınm ları üstünde bekçi sopalan ve arada b ir gecenin kamını de­ şen “ yangın var!” haykırışı... “ Yangın” kelimesinin “ gın” hecesini “ gun” diye seslendiren bu haykınş meselâ şöyle:

— Yangın vaaarrr! Giingörmezlerde Çilekeş Sokağı’ ndaaaü!

İstanbul b ir çıra ormanı ve yangın bu çıraların reçinesi halinde, onun ve­ rem hastalığı... A tlı itfaiyenin kampa­ na sesleri ve önlerinde “ köşklü” demlen birinin “ hayt, varda!” diye koştuğu bal- dırıçıplak tulum bacılar...

Mükemmel birer maratoncu olan tu­ lumbacıların arasına bazen "K â tib im ” tip li kalem efendileri de katılırmış... Fes­ lerini attıkları, başlarına birer tülbent sardıkları ve ceketlerini fırla tıp panto­ lonlarını dizkapaklarına dek yukarıya çektikleri gibi yallah!..

Köşklüye “ yangın nerede?” diye sor­ maya gelmez. Kadın vücuduna ait öyle bir nokta gösterir ki, galizliğinden çar­ pılıp kalırsınız.

Hakikatte yangın, deri değiştiren ve yenisini tutturamayan T ü rk cemiyetin- dedir ve sonradan ahşap evlerin yerini alan göz boyama beton binalar, bu yan­ gının çimentolaştmlmış küllerinden iba­ rettir.

Bu sesler, hususiyetle hastalıklar dev­ rimden ve birtakım kitaplar üzerine eğil­ memden sonra, 8-10 yaş arası, beni ağlatır ve b ir tü rlü cevabını veremeyen içim i kurcalardı.

B ir gün yine böyle b ir hastalık de­ minde, gece yarısı h a fif b ir dalgınlıktan silkelenip doğrulunca kendimi öyle güç­

lü, hayalimi öyle berrak, hasselerimi öy­ le keskin, gökleri öyle açık ve mesafeleri öyle yakın hissettim k i, — iyice hatırlıyorum— kendi kendime mırıldan­ dım:

— Bu dünyada acaba, benden daha derin duyan ve düşünen ikinci bir kim ­ se var mı?

O günlerden 20 küsur yıl sonra, ete­ ğine yapışmak saadetine ereceğim, mür­ şidim Abdülhakîm Arvâsî Hazretle- r i’ nin:

— Keşke bu kadar zeki olmasaydın! Buyuracağı 7-8 yaşlarındaki çocuk, işte o seri hastalıklar içinde, kendi ken­ dine böbürlenişini değil, b ir daha yaka­ sını bırakmayacak olan belâ çapında hastalığını haber veriyordu.

• OKU-YAZ

Hürriyet yıkımının ilk mükâfatı ola­ rak Trablus harbi kopmuş ve paşa ko­ naklarına dağıtılan göçmenler arasında, hizmetçileri soyarken işaret ettiğim A li isim li genç de bizim eve alınmıştı.

A li’yi, büyük babamla benim hususî hizmetlerimize tahsis ettiler. Kitap ve defterlerimi sokaktan o alır, kalemleri­ mi o yontar, yazı masamı o düzeltir, ya­ ramazlıklarımı yumuşatmaya o bakar.

Bir gün, araba atlarımızın birin in sağrısında açılan yaraya elimdeki per­ gelin ucunu sokmaya davrandım. Ç if­ teyi yedim ve yere serildim.

A li beni kucağına alıp anneme gö­ türdü ve:

— Am an, büyük bey duymasın, evi başımıza yıkar!..

Diye yalvardı. Tekme nazik b ir ta­ rafıma gelmemişti.

— B ir şeyim yok, söylemem! dedim.

Kedi yavrularına bayılıyordum. On­ ların incecik kaburga kem iklerini sıkar­ ken çıkarttıkları ağlamaklı ses çok hoşuma gidiyordu. Birkaçını süt dolu bir tasa koyduğumu ve sonra kaburgaları­ nı sıkarak ağlattığımı hatırlıyorum. Baş­ larını süte sokarak... A li koşmuş ve hayvancıkları ölümden kurtarm ıştı.

Zalim taraflarım da vardı. Zalimden mazluma ve mazlumdan zalime bir ân yer değiştiren b ir karakter... Tezatlar kumkuması... B ir, kutup iklimlerinde beyaz ayılan kovalayan; b ir. (ekvator) sıcaklığında ceylânlarla ağlaşan, neşe­ de de kederde de son derece mübalâğa­ lı garip b ir m ahlûk... Bu garip çocuk, hallere göre dehâya mı, cinnete mi nam­ zettir?

Neşe anlarımda öyle olurdu ki, ko­ nağın dördüncü katından, yılankavi, taş­ lığa kadar inen merdiven trabzanla- nndan kayıp süzüldüğüm son basamak­ ta, insan kafasına benzer trabzan topu­ zunu okşamış, onu cansızlığından ötürü âdeta teselli etmiştim.

(5)

Yanda Kalan Eserler d)

Kafa Kâğıdı

®

Necip Fazıl Kmkürek

"Oku-yaz!'’ çığırım büyük babamın

ellerinde açılır. Bana okuma ve yazma

öğrenmeyi beş yaşımda başlatan odur"

MEKTEP

Konağa dönünce, beni civar bir yerde Fransız Pa­

paz Mektebi ne verdiler... Bu m ektepte de ba­

rınamadım. Papazlar bana pek tadsız ve haşin

geldi, ve oradan haydi Kumkapı’daki Amerikan

Mektebi'ne

S u n a n : llt ıa m i SO Y SA L

Necip Fazıl Mahalle Mektebi’nden Fransız Papaz Oktılu’na, oradan da Kum-

kapı daki Amerikan Okulu’na, durmamacasına okul değiştiren, okullardan ko­

vulan haşarı bir Öğrencilik dönemi geçirmiştir. Bitmeyen ve çevresine elaman

dedirten yaramazlıkları, yatılı öğrenci yazdırıldığı Heybeliada Bahriye Mekte-

bi’nde de devam edecektir.

/ --- \

N ELER DEMİŞLERDİ?

Necip Fazıl için 1935-36 yıllarında Ahm et Hamdi Tanpm ar ve Vasfı M a hir Kocatürk şöyle diyorlardı:

Ahmet Hamdi Tanpmar:

“ Birkaç defa düşündüm; her hayat davetinin önünde, ye­

lesi taze keskin bir bahar kokusu ile kabarmış bir küheyiân gibi

burun delikleri açılıp kapanarak şahlanan bu genç adam, ken­

disini şiirin dar nizamına sokmamış olsaydı acaba ne olur­

du? Belki, zaferini terennüm eden tunç boruların akislerini

ufkun dört köşesinden üstümüze bir altın yağmuru halinde yağ­

dıran bir kahraman, belki köksüz bir adam, belki de ve daha

büyük bir ihtim alle sadece bir deli.”

Varlık, Sayı: 113-1935

□ □ □

“ Bir Necip Fazıl olabilmenin ahmakça saadetine ne kadar

muhtacım .”

A.H.T.’ın Mektupları Sh. 16

□ D O

Vasfı Mahir Kocatürk:

“ Necip Fazıl o kudrettir ki, kendini bağıra bağıra herkese

satmaz. Ruhunun esrarlı bir köşesini göstererek, herkesi ga­

rip bir cazibe ile kendine doğru çeker.”

“ Şiirlerinde esas olarak ruh denilen renk, ışık ve esrar öz­

lemini yaşatan Necip Fazıl, günümüzün en koyu ferdci şairi­

dir, fakat ne çıkar, bu kadar derin ve değerli bir psikolojinin

modern ve mükemmel şiirler halinde ifadelerini veren bir ferd

herkesten daha İçtim aî sayılmaz mı?”

Yeni Türk Edebiyatı ■ 1936

V _________________________________________ _ _ _____ / U R A Y A kadar bahsine yol bu­

lamadığım silik b ir yüz var ki, nazarında mâna ışığının en nur­ lusunu yaşatır ve bende bu tesir nokta­ sından her şeyi gölgede bırakır. B ir yaş küçüğüm, kız kardeşim Selma... Beş ya­ şına kadar yaşadı ve benim “ oku-yaz!” devremin başında öldü.

Ailede onun do ktor hatası, sürekli (lâvman) yüzünden bağırsakları deline­ rek öldüğü kanaati vardır.

Gözler, gözler.. Selma’ nın gözleri... Gözler, içinde ya merhamet, ya nef­ retin ışıldadığı b ir kandildir; yahut te­ vekkül veya şüphenin tüttüğü ... bazen de ve çok defa sönük ve bomboş...

Selma’ nın gözleriyse, merhametle te­ vekkülün renklerini elâ b ir bal damla­ sında toplamış, acıyan ve razı olan mâna yatağı...

O , annesine eş, konağın mazlum t i­ pini beş sene yaşattı ve ağabeyinin bul­ duğu ve hattâ bazen zalimliğe kadar götürdüğü itibara eremedi.

Ağabeyine yeni elbiseler ve papuç- la r alındığı zaman, boynu bükük, uzak­ tan bakar ve hiç ses çıkarmaz. A yak­ larında (bebe) iskarpinler ve sırtında santrançh palto... Ona, sanki öleceği bi­ lm iyorm uş gibi bu öm ür yeterlidir. Zira kız çocuktur ve büyük babamın kıymet bareminde kız çocukların değeri düşük­ tü r. Annem de, halalarım gibi hakkını zorla almak tabiatinde yırtıcı b ir insan olmadığı için, kızı adına mücadele gü­ cünde d e p ... Hem büyüklerle baş kö­ şede yemeğe oturan, hem küçükler ve bazen çapkınca kadın hizmetçiler sofra­ sına tenezzül gösteren ben neredeyim, besleme tavırlı Selma nerede?..

Ona dair ve bir kitabımda kayıtlı öy­ le b ir hatıram var ki, her aklıma geli­ şinde gözlerimi sıcaklık basar.

Tekrarlam alıyım :

B ir gün, elimde büyük babamdan kopardığım b ir lira çeyreği, Selma’ nm karşısına dikiliyoru m :

— Bak, elimde ne var!

Ve ik i parmağımın arasındaki p ırıl­ tılı madeni gösteriyorum.

O da bana ısınlmış b ir elma uzatı­ y o r ve,

— İşte, diyor; bende de bu var! Onu bana ver de, ben de sana bunu vereyim! Biraz ısırdım ama ziyanı yok!

Bu masum eda o kadar hoşuma gi­ diyo r k i, hemen lira çeyreğini uzatıp el­ mayı alıyorum ve kızın, gözleri altında, masum ve mesut bakışını seyrediyorum.

Entipüften, hafifçe b ir hadise değil mi? Fakat bana öyle dokundu, içime öy­ le işledi k i, kızın ölümünden sona, yıl­ lar boyu hayli dövündüm-:

— N için altını verdim de, elmayı da ona bırakmadım?..

Üstünde kız kardeşimin diş izleri bu­ lunan elmayı bugüne kadar saklatacak akıl neredeydi bende o zaman?..

Selma’ nın baş tarafına gelin telleri serpili küçücük tabutu, selâmlık kapı­ sından çıkarılırken gözlerimin önünde... Onu beş yaşma mukabil, benim kim- b'ilir hasis rakam ların kaçında uzana­ cağım tabutum u, çocuklarımdan ve cenazeme geleceklerden kaçı hatırlaya­ cak?..

Selma’ nın gelin telleri yerine, ih ti­ yar ağabeyine soluk b ir şal...

• "OKU-YAZ” ÇIĞIR!

“ Oku-yaz!” çığırım büyük babamın ellerinde açılır. Bana okuma ve yazma öğrenmeyi beş yaşında başlatan odur.

Neleri Öğrenecektim?.. Yunus’ un mezar taşlarına yakıştırdığı tabirle “ hece ta ş la n ” üstündeki ses kargacık- burgacıklarını...

Yunus, mezar taşına “ hece taşı” de­ mekle ne kadar derinlere inm iştir. Evet,

hayat tek b ir heceden ibarettir ve onun ismi “ ân” dır. Tek b ir ân yaşıyor son­ ra, sonra hakikatte kopuk bu “ ân’ Tan birleştirerek ahmak b ir kemmiyet oyu­ nuna girişiyor, 3, 5, 90, 100, yaşadığı­ mızı sanıyoruz.

“ 2 kere 2 ne eder?” sualine “ 4 eder!” cevabı veren b ir adamın beda­ het güveniyle ve 2 kere 2 ’ nin 4 etmedi­ ği, ne ederse 4 ’ ün o olduğu sezişiyle söylüyorum k i, hayat, bu tek tek ânla­ rın yapıştırma çizgisinden ibaret, girişi ve çıkışı azap ik i nokta arası b ir tünel­ d ir; ve ne m utlu onun çıkış noktasın­ dan p n e ş i batmaz aydınlığa geçebi­ lenlere!..

Ve-işte şimdi, yaşım 7-8, ileride ba­ şıma kartal gibi binecek bu hikmetlerin nota (solfej)smı öğrenmeye çalışıyorum.

İlk defa, bazı şeyleri ezberleterek işe başladılar. Meselâ manzum b ir kitap­ çık... Farsça’dan Türkçe'ye bazı mef­ hum ları açıklayan b ir lügat dergisi:

Vâren demişler dirseğe, püşt arka olmuş dûş om uz.,. Anlıyorsunuz ya; dirseğin Farsça is­ m i vâren, arkanın püşt, omuz kelime­ sinin de dûş...

Büyük babam bu kitaptan birkaç mısra okur, bana dinletir ve “ tekrarla!” derdi. Ben de aynı ton ve ahenkle bül- bülvâri tekrarlardım .

Aynı denemeyi, öbür torunları, kız­ larından olm a ve yaşça beni aşkın ço­ cuklar üzerinde de yapar ve onların alık alık bakınmalarına karşı, “ gel benim akl-ı evvel to ru n u m !” diye beni çeker, avucuma b ir lira çeyreği sıkıştırırdı. Öbürleri hava alırdı.

Elifbeyi, başta, ortada ve sonda de­ ğişik bağlantılarıyla okuyup yazabiliyo­ rum . Gazete ve dergileri ve bilhassa zamanın şanlı dergisi, kaymak kâğıda (papye kuşe) basılı “ ŞehbaT’ i karıştır­ maya bayılıyorum.

• MEKTEP

A rtık 8 yaşındayım. Balkan Harm ... Çatalca’ ya kadar gelen Bulgar ordusu­ nun top sesleri kulaklarım da...

Büyükdere’ de, beni Emin Efendi isim li sarıklı hocanın işlettiği mahalle

mektebine vermişlerdi.

Minderinin önündeki rahlede açık bir K u r’ ân duran, sağında ve yerde uzun kızılcık değnekleri, bu hoca, K u r’ ân’ - dan o k u r ve çocuklara ezberletir.

Evvelâ hep beraber ta k lit eder ve sonra tek tek sigaya çekilirdik. Becere­ m eyen,A llah’ ın Kelâmını doğru seslen- diremeyen b iri oldu mu, kızılcık depeği göğsüne kadar uzanır, onu dikkate da- vat eder, fakat çarpmazdı.

Aradan 20 yıl kadar geçecek, Beyoğ- lu ’ ndaki meşhur “ A bdullah Efendi” lo­ kantasının genç sahibi H ikm et Bey masama gelecek ve bana diyecektir ki:

— H atırlıyor musunuz, Büyükdere’­ de, Emin Efendi’ nin mahalle mektebi­ ni?.. Orada beraberdik.

— Öyle m i, hiç hatırlam ıyorum . O mektep bende siliktir. Zaten 1-2 ay kal­ dım, kalmadım o mektepte...

— Emin Efendi iyi adamdı; çocuk­ ları dövme taklidi yapar ama dövmez- di.

Konağa dönünce, beni civar b ir yer­ de Fransız Papaz Mektebi’ ne verdiler. Büyük babam, Fransızlardan almış o l­ duğu nişanın rozeti yakasında, bizzat mektebe götürüp kaydettirdi. B ir hür­ met, b ir itib a r büyük babama... Kolay değil (Lejyon d ’ onör) sahibi olm ak...

Bu mektepte de barınamadım. Pa­ pazlar bana pek tadsız ve haşin geldi. ■ Büyük babama “ istem iyorum !” diye

tutturdum ve oradan haydi Kumkapı’ - daki A m erikan Mektebi’ ne...

Mektepte beni (M is Marden) isim li, süt beyaz saçlı, erkek tavırlı, ciddiyet ka­ yası b ir kadının odasına aldılar. Kadın eline bir kâğıt-kalem aldı ve İngilizce b ir şeyler söyledi.

Tercüman açıkladı:

, Yaz,- d iyo r; liângi tarihte olduğu­ muzu?..

Kâğıdı çektim ve onların rakamla­ rıyla “ 1912” diye yazdım.

Yani bundan tam 70 yıl öncesi.. 2052 senesinde, sağ ka lır ve o güne dek kıyamet kopmazsa “ tam 140 yıl öncesi” diye zamanı sayıklarım.

Bu mektepten memnundum. Akşam­ ları meşin çantamı arkama asıyor ve bakkaldan “ 5 ekmek, 5 peynir!” hita­ bıyla kahvaltılık alıyordum , bakkal tam okkalık — 1 kilo 350 gram— ekmeğin dörtte b irin i kocaman b ir bıçakla keser, ortasından yarar ve içine çocuk ayakka­ bısı büyüklüğünde b ir peynir yerleştirip uzatırdı:

— Ver bakayım 10 parayı!.. “ 5 ekmek, 5 peynir” in mânâsım an­ ladınız mı? 5 paralık ekmek ve 5 para­ lık peynir; yani 10 para... 40 para 1 kuruştur ve bugün en aşağı 30-40 lira ­ ya maledilmesi mümkün böyle b ir de­ ğerlendirmede kıymet tersine 12.000 m isil... Lüks yaşayan, 5 çocuklu hala­ larımdan birine, kocası, mutfak masrafı olarak 1 mecidiye — 20 kuruş— bırak­ m ış... Ayda 6 lira ... 3 m islini de öbür masraflara eklesek ayda 24 lira; büyük para...

— Hissi hatıralarım yazdığın ve mad­ de hareketinden çok ruh hareketine yer vermeyi vâdettiğin bu eserde böyle bak­ kal hesaplarına ne lüzum var?

D iye b ilir misiniz?..

Cuma günleri, büyük babasından ayrıca 1 mecidiye bahşiş alan ve yanaş­ malarını beslemeye bayılan çocuk, bü­ tün İstanbul’ u gezip tozduktan .yemediği şeker ve çikolata bırakmadıktan, Beyoğ- lu ’ nun tek sineması (Kristal)na da uğra­ dıktan sonra, bu maliyetlerin 5-6 bin liraya vardığını hesaplamakta, hattâ on­ dan ruhî b ir netice çıkarmakta haklı de- p m idir?..

Böyle b ir günün akşamında, beyaz (maren) ceketim vişneli dondurma ve çi­ kolata lekeleri içinde eve döndüğüm za­ man, saatlerdir kapıda bekleyen annem beni kulağımdan çekerek içeri aldı ve bir temiz patakladı. Büyük babamdan çe­ kindiği için beni onun görmeyeceği yer­ lerde döverdi. Onu çok sevdiğimi ve yediğim dayaklardan kimseye şikâyette bulunmayacağımı b ilird i.

Anneme karşı bunca mahkûm vazi­ yetteyken, gerisine, cicianneme bile hâ­ k im im ...

Yüzünde hiçbir muhabbet ve halâ- vet çizgisi taşımayan, öfkelendiği demlerde de hâkim bir tavır tutamayan.

sadece sinir buhranları yaşayan ve ecza dolabına koşan, bu sinir kumkuması, dışından muhteşem, içinden yufka ve ka­ ba davranışlardan tiksin tili hanımefen­ di bana zebundur. Sevdiği için d e p , belki nefret ettiği, fakat mukabele çare­ sini bulamadığı için ...

O nun, benim şerrimden korumak için, salondaki püsküllü kanepelerin al­ tına gizlediği kaym aklı tadılan ben keş­ federim ve öbür torunları da yanıma çağırıp ne varsa siler süpürürüm. O ka­ dar çevik, kaçak ve uçarı b ir metod iz­ le m e k te y im k i, ko n a k sahibesi hanımefendi beni ele geçiremez, üzerinde bir ip lik gibi uçtuğum kılıç bana doku­ namaz. Zor kullanmasına da, büyük ba­ bamın koruyuculuğundan ziyade her kabalığa zıt meşrebi müsaade etmez.

Merak etmeyin; pek yakında beni, af­ yon yuttururcasma b ir tedbirle uyuştur­ mayı ve b ir kafes hayvanı haline getirmeyi bilecektir.

YARIN:

OKULDAN KOVULDUM

(6)

S u n a n : ilh a m i S O Y SA L

Müdire sert sert büyük babama bakıyor:

- Bu yaşta yalan söyleyen, m ektepten

ı

t

/ ^ „ h i'n v lr ~

Bu Yaşta yaıan soyıeyen, meKiepren

Necip Fm

k is a n u ı t A

kaçan öir talebeyi artık kabul edemeyiz!

A

M E R İK A N mektebinde mesu­ttum. Çocuklar arasında b ir efe... B ir gün yanıma b ir çocuk geldi.

Başka b ir çocuğu bileğinden kavramış

Ve kovuluvonım

sürüklüyor:

— Ağabey, dedi; sen beni dövebilir­ sin, ama bu çocuk dövebilir mi?

Azametle cevap verdim:

— Ben seni dövebilirim , ama bu ço­ cuk dövemez!..

(Mis E tinik) adlı,hoca!arımızdan bir Ermeni kadını beni evine götürmüş ve yemek vakti olduğu için sofraya o tu rt­ muştu. G âvur yemeği olduğundan tik - sine tiksine yediğim, fakat lezzetine b a y ıld ığ ım fasu lya p ilâ k is in i hiç unutam am ...

Yolumun üstündeki Cinci M e ydani- nda ata binmekten, Gülhane P arkı’ nda kayık salıncakları safasına kadar öyle eğ­ lenceler peşinde koşuyordum ki, kısa za­ manda mektep bana giran geldi.

Y olunu buldum :

— Eve, mektep ta til der ve dışarıda oynarım . Kendi hususî günlerinde ger­ çekten ta til olunca da, mektebe gitme bahanesiyle evden çıkıp İstanbul’ u ge­ zer tozarım . Yanıma da dalkavuklarım­ dan birkaçım alırım !

Böyle yaptım. Mektep ta til dedim ve evde kaldım .

B irkaç gün geçmedi, mektepten me­ rak ettiler ve başta m üdire hanım, ko­ nağa kadar gelip sordular:

— Çocuk hasta mı? — H a yır!

— N için mektebe gelmiyor? — Mektep ta til değil mi?

— Ne m ünasebet!.. Bunu kim söyledi?

- O ! . .

M üdire sert sert büyük babama bakıyor:

— Bu yaşta yalan söyleyen ve mek­ tepten kaçan b ir talebeyi artık kabul edemeyiz!

Ve kovuluyorum .

Beni büyük babamın öfkesinden ko­ rum ak için yatağa ya tırıyorla r ve hep­ ten yalan, başıma sirkeli b ir bez ko yu yorlar.

B üyük babam, odanın kapışım açıp uzaktan bakıyor ve o yaşta yalana baş­ lamış torununa çatamadan çekilip gidiyor.

• CİCİANNENİN

BULDUĞU ÇARE

Cidannem , afyonla uyuşturma ted­ b iri diye bahsettiğim korkunç çareyi buldu.

Bana, hiçbir süzgeçten geçirilmeden rastgele ve her soydan roman okutmak ve onların bü yüleyid tesiri altında beni kendimden geçirip çocukluk insiyakla­ rım ı körletmek, böyiece yaramazlıkla­ rım a engel olm ak...

B üyük babama demek istiyordu ki: — Sen misin torununu bu kadar şı­ martıp başımıza belâ eden; dur, ben onu büyüteyim de gör! H jç b ir tütsü bu bü­ yüyü çözemesin!..

Ve yığdı önüme, 40 ambarlık b ir sü­ rü k ita b ı...

K abahatim , 5-6 yaşlarında okuyup yazmaya başlayışımdı. 8-9 yaşlarında,

--- — --- _ >1

N ELER DEMİŞLERDİ?

Fevzlye A bdullah Tansef:

“ Orhan Seyfi, Yusuf Ziya’da halk şiirindeki samimiyet, Ne­

cip Faztl’a nazaran daha zayıftır. Necip Fazıl’ın şiirlerinde sa­

mimiyeti veren, âşık tarzının hususiyetlerini daha canlı olarak

yaşatan şiirter yazmastndadır.”

ü lkü , sayı: 78-1939

★ * *

Behçet Necatigll:

“ Tekke şiirimizin verimlerini, modern Fransız şiiri ölçüle­

riyle değerlendiren, şiirlerinde insanın evrendeki yerini araş­

tıran, madde ve ruh problemlerini, iç âleminin gizli duygu ve

tutkularını dile getiren Necip Fazıl, oturmuş bir dil ve sağlam

bir teknikle yazdı.”

Edebiyatım ızda İsim le r Sözlüğü, Sh. 169

★ ★ ★

A bldkı Dlno:

“ Necip Fazıl’ın şaheseri (Senfoni), isyan bayrağını çeken

şiirdir. ‘S e nfon i', 19. ve 20. y.yılın fert bunalımını, kâh bir fi­

kir kalıbı İçinde, kâh bir deli gömleği içinde mükemmelen

ifa-de ediyor.”

Salah B irsel, Ah Beyoğlu, Vah

hünerli b ir terbiyeciye muhtaç b ir ço­ cuk adına ne affedilmez cinayet!..

Eski harflerle, kapağında “ Para Kuvveti” yazıh bir kitap... Ben onu önce “ P arakoti” diye okumuştum.

Sonra b ir ân kaybedip: — Nerede Parakoti? Çığlığını basınca, ciciannem: — A y o l, o Parakoti değil, “ Para Kuvveti” ...

Cevabını vermişti.

H aftada b ir broşür halinde çıkan, bitmez tükenmez “ Güzel Prenses” ... (M işel Zevako) ve (Aleksandr Dü- m a)’nm bütün eserleri... Kılıcım b ir çe­ kişte 5-6 kelle uçuran (Şövalye dö Rogesten), (Lükres B orjiya), (Güüver), filâ n , fala n...

Hele, kasketli m inkâri burunlu ve ağ­ zında piposu (Şarlok Holmes)?..

Kahramanlarım bunlar... Henüz his­ si eserlere geçmiş değilim ... Sedirin üs­ tüne b ir yastık koyup rom anım ı açıyor ve yüzükoyun uzanmış, b ir taraftan da b ir tatlı atıştırarak madde ve mâna ta­ d ın ı b ir le ş tir ic i şekilde o k u y o r, okuyorum .

Okur-yazar olmayan annem, tehli­ keyi görm üyor ve benim bu çöplük k i­ taplarına dalışımı kötüye yorm uyor.

Babam b ir isimden ibarettir; büyük babam ise, hiçbir şeyin farkında değil...

Geceleri bazı ahbaplarım ziyarete gi­ der, yakın mesafeli yerlerde, önde fe­ ner tutan uşak A li, arkada ben, belimde de (Rogesten)’in kılıcına benzettiğim için kemerime astığım çini soba maşası, onu b ir muhafız gururuyla takip ederim.

Halanım oğlunu, (Şarlok Holmes)’in (Vatson)’u u gibi yanıma alıp, B inbir- direk ve Yerebatan mahzenlerinde katil aramaya çıktığım olm uştur.

İstanbul fa ili meçhul cinayetlerin ka- atilleriyle doludur ve onları benden baş­ ka kimse yakalayamaz!..

Beyoğlu, sh. 91

_____________

J

Bütün hakikatleri meydana ben çı­ karacaktım.

Ben gelmeden bu dünya dönüyor muydu dönm üyor muydu?..

• REHBER-İ İTTİHAT

MEKTEBİNDE

Am erikan mektebinden sonra, beni, “ Rehber-i İttih a t” isim li mektebe verdiler.

V aniköy’ de, yanmış ve bugün k ü l­ leri bile kalmamış b ir yalıda, Serasker Rıza Paşa yalısında “ Rehber-i İttih a t” m ektebi... M üdürü, 30 küsur yıl sonra bana Büyük Doğu’larda arkadaşlık eden R aif Oğan... Onu, o zamandan, hatır­ lam ıyorum .

B ir de yine sonradan öğrendiğime göre, Peyami Safa da orada “ mubassır” dedikleri b ir talebe güdücüsü... Onu da, o mektepteki haliyle hiç canlandıra- m ıyorum .

Onunla da, 15 y ıl sonra arkadaşlı­ ğımız kurulunca:

— Demek mektepte pastalarımı yer­ din, öyle mi?

Diye şaka etmiştim.

Bu mektep bana b ir kâbus oldu. İlk defa yatılı b ir mektebe verilmiş oluyordum . Konak ve yalı gözümde tü­ tüyordu. Hele annem, hele annem!.. Öksüz kalmıştım.

Gece başlarken, alnımı teneffüsha- nenin pencere camına dayamış ağ­ lıyo ru m ...

Rıza T evfık’ in “ Selma sen de u n u t!” ş iirin i oku yor ve kız kardeşimi düşünerek ağlıyorum ...

Yatakta, yemekhanede, yastığımı bü­ kerek ve lokmalarımı yutmaya çalışarak ağlıyorum ...

Bu mektepte yapamayacağım anla­ dım ve kurtulm ak için b ir hile dü­ şündüm.

Annem i, GalatasaraylI, polislikten gelme, başkomiser dayımın refakatinde İsviçre’ye göndermişlerdi.

Selma’ nın kahnndan o hale gelmiş­ t i k i, hemen teşhis yapıştırılmıştı:

— Verem!..

Gitmiş ve birkaç ay b ir sanatoryum­ da kaldıktan sonra dönmüştü. İyileşmek yolundaydı.

Amerikan mektebinden sonra beni "Rehber-i

ittih at” isimli mektebe verdiler. Müdürü, 30 kü-

sûr yıl sonra bana Büyük Doğu’larda arkadaşlık

a r la n D o lf H m n

— M isk gibi peynir... Sen kirle t­ mişsin!..

Dedi ve beni b ir temiz dövdü. Büyük babam işe karıştı: — Çocuğu dövme!.. Madem istemi­ yor mektepten çıksın!

• SEFERBERLİĞE

DOĞRU

Büyükderede yalıdayım... Halam ve çocukları da orada...

Benim,hem büyüklerin sofrasında yemek, hem de küçüklerin sofrasına re­ islik etmek adetim olduğu üzere, büyük­ lerle masa başındayken, “ Yenge Zehra Hanım” isim li, ciciannemin dalkavuğu, beyaz saçları kınalı şımarık ve yüzsüz b ir acuze, anneme, arkasından dil uzatıyor:

— Bırakın şu veremli kadını!.. O kadar kızıyorum ki, elimdeki k i­ raz çekirdeğini bir sıkışta suratına fırla­ tıyorum. Çekirdek “ tmnn” diye annemi babama boşatmak isteyen acûzenin al­ tın çerçeveli gözlüğüne çarpıyor.

Ben yemekten kalkıyorum ve koşar adım polis merkezine giderek “ Merkez Memuru” , şimdiki tabirle Emniyet  m i­ ri dayıma, kardeşine edilen hakareti luç- kıra hıçkıra anlatıyorum.

— Keyfine bak, diyor dayım; A lla h onlara cezalarını verir!..

Yenge Zehra Hanım ’ ın iki kız evlât­ lığından b iri veremden öldü. Annemse, bundan birkaç yıl öncesine kadar, 90 ya­ şma yakın yaşadı.

Büyükler konuşurken, hele dayım polislik hatıralarını anlatırken, hırsızlık, cinayet ve yangın vakalannı dinlemeye bayılıyorum. Böyleleri, hele hırsız ve kundakçılar, bana, insanda olmayan ka­ biliyetlerin sahipleri, meselâ cinler gibi görünüyor.

Hırsız... O b ir gölge, hayalet, etsiz ve kemiksiz girmeyeceği menfez ve geç­ meyeceği delik olmayan b ir varlık...

Böyle hikâyeleri dinledikten sonra, gece yatağa uzanınca, korkumdan ba­ şımı yorganın altına gizlemeden edemi­ yorum . Sanki yorgan korku kalesinin kapısıdır ve örtüldü mü hiçbir kaygı kalmaz.

Yangın ve kundak, daha ürpertici te­ dailere y o l açıyor. Ahşap b ir evin sö­ kük kaplamaları araşma sıkıştırılmış bir kundak... İçinde, buruşuk yüzü ağla­ maklı b ir bebek... Biraz sonra üstüne gaz döküp k ib rit çakacaklar ve...

YARIN:

BULÛĞ ÇAĞINA DOĞRU

Arif Oğan’ın müdürlük yaptığı Rehber-i İttihat Okulu'nda Necip Fazıl, öğrenci

iken Peyami Safa da mübassırlık yapmaktadır ama, Necip Fazıl onu o dönem­

den hatırlamamaktadır

NECİP FA Z IL'D A N BİR ŞİİR

YUNUS EMRE

Kaç mevsim bekleyim daha kapında,

Ayağımda zincir, boynumda kement?

Beni de, piştiğin belâ kabında,

O kadar kaynat ki buhara kalbet!

Bekletme Yunus’um, bozuldu bağlar,

Düşüyor yapraklar, geçiyor çağlar;

Veriyor, ayrılık dolu semalar,

İçime bayıltan, acı bir lezzet.

Rüzgâra bir koku ver ki, hırkandan,

Geleyim, izine doğru arkandan;

Bırakmam, tutmuşum artık yakandan,

Medet ey dervişim, Yunus’um medet!..

(1926)

Sabahlan bize yedirilen kaşar pey­ n irin i toz ve pasla kirlettim . İçine bö­ cek ölüleri ve kurtlar yerleştirdim ve tatil çıkışında anneme göstererek:

— Bak, bize ne yed iriyorlar, ben bu

mektepte kalamam! Diye direttim .

Annem gayet soğukkanlı peyniri elimden aldı ve bıçakla ortasından ya- rararak tertemiz meydana çıkardı:

Referanslar

Benzer Belgeler

323 el-Bundârî, Irak ve Horasan Selçukluları Tarihi, s.XLI; Sümer, Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri Boy Teşkilatı Destanları, s.106; Köymen, Büyük Selçuklu

Kontrol grubunda çok sayıda normal seminifer tübül yapısı görülür- ken; EMD+Fötal (p<0.05) ve EMD (p<0.01) gruplarında anlamlı şekilde azalmıştır.. Regresif

A n ta ly a 'd a 25 Şubat’ta yaşamını yitiren K oç H olding’in Kurucusu ve Şeref Başkanı Vehbi Koç’un büyük kızı Semahat Arsel, ba­ basının

Osmanlı musikisinin en önemli kurumların- dan olan mehterhane, görüldüğü gibi savaş ve yürüyüş havaları çalan askeri bir bando olmak­ tan öte, ilahiler

Etraf tarafından görünmek için buralara gelen insanlar başka bir mekana alışmaya başladıklan zaman, ki galiba bu grup yavaş yavaş TIKE’ye kaydı bile, buranın işi çok

Dün, Fuat Köprülü’nün Akbıyık- taki evine giden gazeteciler, Köprü- liiler’i kapıdan ciharken görebilmiş­ ler ve Fuat Köprülü ile aralarında şu

milyon arasında olduğu ve yakın­ da başlanarak bir buçuk sene i- çinde binanın hazır edileceği bil­ diriliyor.. Yer ise, malûm olduğu veçhile, Taksimle

Dirençli Gram-pozitif bakterilerin etken olduğu in- feksiyonlar arasında komplike deri ve yumuşak doku infeksiyonları önemli bir yer tutmaktadır.. Derin yerle- şimli ve