• Sonuç bulunamadı

İstiklal Marşı..3. Gençliğe Hitabe. 4. Okul Müdür Vekilimiz Süleyman Fettahoğlu nun Yazısı..5. Editörün Yazısı..6. Genç Kalemler 7,8,9,10,11

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "İstiklal Marşı..3. Gençliğe Hitabe. 4. Okul Müdür Vekilimiz Süleyman Fettahoğlu nun Yazısı..5. Editörün Yazısı..6. Genç Kalemler 7,8,9,10,11"

Copied!
53
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

1

(2)

2

İÇİNDEKİLER

İstiklal Marşı………..3

Gençliğe Hitabe ………. 4

Okul Müdür Vekilimiz Süleyman Fettahoğlu’nun Yazısı………..5

Editörün Yazısı………..6

Genç Kalemler………7,8,9,10,11 Kaybolan Mücevherler………12,13,14,15 Röportaj………16,17,18 Adana Müzesi Gezimiz………19,20 Köy Öğretmeni………..21,22 Diyalog………23,24 Biyoloji Öğretmenimiz Çağla Karaaslan ve Öğrencilerinden Biyolojik Dizeler…..25,26,27 Denge………28,29

Her Yaşın Yazarı ‘’Şermin Yaşar’’………..30,31,32,33,34,35,36,37 Hiç………38,39,40,41,42,43 Bir Kurtuluş Hikayesi………..44,45

Atom Ne Kadar Küçük………..46,47 Öğretmenlerin Enleri……….48,49 Hareket………50,51 Söz Üzerine………52,53

(3)

3

(4)

4

(5)

5

Değerli Okurlar,

Bir hayal yolculuğuydu bizimkisi. Her şey bir hayal ile başladı, bilginin ve emeğin rotasında can buldu. Hayaller gerçekleşmek için vardı zira. Amacımız iyiyi doğruyu ve güzeli paylaşmaktı. Emeğin, paylaşmanın, ifade gücünün ve her şeyden öte ‘’Ben der varım’’ demenin başlangıcında ‘’Şehitlik Anadolu İmam Hatip Lisesi’’ olarak elimizden geldiğince, dilimizin ve kalemimizin döndüğünce duygu ve düşünce dünyanıza misafir olmaya geldik. Bu değerli emeklerin karşılığı sizlerin ilgi ve taktiri olacaktır hiç şüphesiz

(6)

6

Sevgili Okurlarımız,

Geçtiğimiz yıl ilkini çıkardığımız okul dergimizin bu yıl ikincisini çıkarmanın heyecanı içerisindeyiz. ‘’Yaratıcı Yazarlık’’ ekibi olarak bu yıl da sizlere bazen şiir, bazen hikâye, bazen röportaj, bazen de öğretmenlerimizin düşünce yazılarıyla ulaşmaya çalıştık.

Yazı yazabilmek kolay gibi görünse de kalem ve kâğıdı eline alan birçok insan bırakın ilk cümleyi, ilk sözcüğü bile karalamakta zorlanır. Bazı insanlar içinse yazmak bir tutkudur. Kalem ve kâğıdı eline aldığında bulunduğu yeri, zamanı, hatta kim olduğunu bile unutabilir. Yazmak üzerine daha pek çok şey söylenebilir ve yazılabilir.

Böylesine göreceli, değişken; bilgi ve birikim gerektiren bir konuda çalışma yapmak da takdir edersiniz ki çok da kolay olmamaktadır.

Amacımız öğrencilerimize yazmanın güzelliğini keşfettirmek, kendilerini yazıyla ifade edebildiklerini göstermek ve daha iyi yazabilmek için içlerinde heves ve istek uyandırmaktı. Geçtiğimiz yıl da dediğimiz gibi; belki muhteşem yazılar ortaya çıkaramadık ama yazma tutkusunu yeşerttik içimizde. Okuyup bitirdiğinizde sizlerin de içinizde, belki de yazar ya da şair olma yolunda ilerleyen bir gencin ya da çocuğun kalp atışlarını duymanızı, hissetmenizi en azından o kıvılcımı görebilmenizi ümit ediyoruz. Dergimizde bunların yanı sıra öğretmenlerimizin muhtelif konulardaki yazıları ve derlemeleri de mevcuttur. Tüm bunlara ek olarak bu yıl dergimizde yeni bir köşe oluşturduk. Bundan böyle her yıl bir yazarı seçip tanıtmaya karar verdik ve bu yılın yazarı olarak da çocuk edebiyatı alanında tanınsa da her yaşın yazarı olan ‘’ŞERMİN YAŞAR’’I belirledik. Okurlarımıza ve öğrencilerimize faydalı olması temennisiyle…

AYFER DOĞAN DİLBAZ EDİTÖR

(7)

7

GENÇ KALEMLER

YÜCEDİR ÖĞRETMEN

Bir ışıktır karanlıkları aydınlatan, Bir ateştir buzları çözüp, içini ısıtan, Bir aşktır içimizi sevgiyle dolduran, Bir şarkıdır, dilimize dolanan, Bir eldir, kendini bize uzatan,

Bir ağaçtır, bizi gölgesinde saklayan, Bir bahçıvandır su veren, budayan, Bir annedir elini alnımıza koyan, Saçlarını bizimle aklandıran,

Yeni bir candır, canımıza can katan;

Bir rehberdir yolumuzu çizen,

Her şeyden önce insandır ağlayabilen, En güzel önderdir, yücedir öğretmen;

Her şeyden öte çok şeyden yücedir öğretmen.

Esma Sultan YAŞAR-7/A

(8)

8

EN DERİN DÜŞÜNCEM Bazen şiirler bazen sayılar, Seninle şenlenir tüm dersler.

Şenlik olursa öğrenir, Zaten bütün öğrenciler.

Dersini beklerim dört gözle, Bir su damlası gibi narin,

Huzur veren o sesin, En derin düşüncemsin.

Okul bitince hüzün kaplar Şu küçük yüreğimi, Yolumun aydınlığı, Dünyamın mimarı…

Sensizken ben boğulurum, Fikirlerini hatırlarım, Başöğretmeni düşünürüm, Aydınlığa koşar, huzuru yakalarım.

Şehadet SUSA 6/A

(9)

9

SEVGİ

Bu dünyanın tek ilacı sevgidir, Düşmanlığın kavganın panzehiridir,

Bizi kurtaracak tek mutluluktur, İnsan olmanın ilk şartıdır.

Herkesi huzura ulaştırır, Kötülüklerden uzaklaştırır,

Mutlulukları çoğaltır, O ki her derde devadır.

Çiçeği seversin, sana sevgi verir, Sevginin aydınlığı canlıları birleştirir,

Herkesin vardır ona hakkı, Karanlıktır sevgisizlik!

Anlarsan sevginin ne olduğunu, O an bulursun hayatın anlamını!

Bir yudumu bile yeter, Hiçbir şey yıkamaz artık seni.

İlker BOZTAŞ-6/A

(10)

10

ÇUKUROVA Canımdır Çukurovam,

Güzeldir adetleri, Var mıdır ondan güzeli, Memleketlerin en güzeli.

Nisan gelir yayılır havaya, Portakalın mis kokusu, Festivalimiz de var artık,

Bekleriz dostları.

Yazın bunaltsa da sıcağı, Yeter kışın ılık havası,

Havasından da önce, İnsanı ısıtır kalbinizi.

Buğdayın başağında, Pamuğun kozasında , Alın terinin tuzunda Bereketi hiç tükenmez.

Bir yudum çayının tadı Yoktur dünyanın ucunda, Kuru ekmeği bile lezzetlidir,

Kebabı da bambaşka.

BEKİR DİNÇ-6/A

(11)

11

DENEDİM Denedim,

Tüm vasıflarımla bile beş para edemedim güzelliğin

karşısında, İçimden ona kadar sayıp

da atamadığım tek şey yokluğun, Sonsuza dek arasam da bulamayacağın şey kokun,

Bu parçalanıştan sonra tekrar toplayamayacağım

şey benliğim, Bu aralar Araftayım,

Ne sendeyim, ne bendeyim;

Hangi ilacı denersem deneyeyim,

Bağışıklık kazanamadığım tek şey yokluğun.

MUHAMMET ŞAMİL

GÖKDAL- 10/A

ELİMİZDEN NE GELİR Ruhumuz öldü Duygular harman olup

savruldu Hayaller öldü Sonra birer birer döküldü

Gözlerimden yaşlar Çekildi ayaklarımın altından karalar Açıldı yeni yaralar Soldu geriye kalan

umutlar Umutsuz yarınlar

Ruhumuz öldü Elimizden ne gelir.

MUHAMMET ŞAMİL

GÖKDAL- 10/A

(12)

12

KAYBOLAN MÜCEVHERLER

Sabahın ilk saatlerinde güneş ışığı ile uyandım. Sanki güneş ruhumu yeniden canlandırıyor, adeta beni çağırıyordu. Pencereye doğru yaklaştığımda içeri giren ışığı içimi daha da ısıtıyordu. Birden saatimin alarmının çaldığını işittim. Masama doğru yöneldiğimde masamın üzerinde duran bir kitap ilişti gözüme. Üzerinde

‘’Yalan söylemek sanattır’’ yazıyordu. Ne ilginçtir ki bu kitabın masama nasıl geldiğini hatırlamıyorum. Kitabın arkasında ‘’Doğru kelimesinin birden fazla anlamı vardır. Benim en sevdiğim anlamı ise gerçek, yalan olmayan. Ne kadar da ilginç değil mi? Yalan olmayan… Biri bize bir kere yalan söyledi mi bir daha yalan söylemesini bekleriz…’’ Tam kitabın ilk sayfasına bakacakken annemin bana seslendiğini duydum. Hemen yanına gittim.

Önceki gece Bayan Anka tüm konağı misafirhaneye toplamıştı. Annem, ben, babam, bahçıvan ve aşçı yardımcısı merakla bekledik. Herkes birbirine bakıyordu ve bir süre bu bakışma devam etti. Bayan Anka birden konuşmaya başladı:

‘’ Sevgili Kül Konak sakinleri; sizinle önemli bir konu hakkında konuşmak istiyorum.

Dün gece uyumadan önce bir şey fark ettim. Her zamanki gibi kasamı açıp içindekileri kontrol ederken, aile yadigârı zümrüt kolyemin yerinde olmadığını gördüm. Sizi kesinlikle suçlamıyorum. Yıllardır benimlesiniz. Sizi buraya topladım çünkü bu olayı hep birlikte çözüme ulaştıracağız. Eğer bu olay duyulursa konağımızın itibarı zedelenir ve bu bizim için üzücü olur, umarım beni anlamışsınızdır.’’

(13)

13

Hepimiz şaşkınlıkla Bayan Anka ‘ya bakıyorduk. O ne kadar bize güvense de böyle bir olayın yaşanması hepimizi derinden etkilemişti. Bayan Anka birden herkesin dün nerede olduğunu ve konağa kimlerin gelip gittiğini hatırlamamızı istedi. Dün Bayan Anka ‘nın üç arkadaşı ve teslimatçı hariç kimse gelip gitmedi.

Babam : ‘’ Hanımefendi, dün buraya sizin arkadaşlarınız ve teslimatçı hariç kimse gelmedi. Ben de dün sizin istediğiniz yemeği yapmak için eksik olan malzemeleri almaya gittim.’’

Annem: ‘’Hanımefendi, ben de dün siz istediniz diye misafirlerinize bir şeyler hazırladım, daha sonra kileri temizledim. Aşçı Yardımcısı Peter: ‘’ Şeyy hanımım, ben dün rahatsız olunca sizden izin almıştım ya… Şeyyy… Ben… Immm, biraz uyudum.

Bahçıvan: ‘’Ben dün tüm gün bahçede gülleri budadım. Hem Beethoven de benimle birlikteydi. Bir ara kulübesine kemik götürdü, sonra tekrar yanıma geldi, ben de onu yıkadım.

Herkes dönüp bana baktı. Aaaaa bu arada ben kendimi tanıtmayı unuttum.

Bendeniz Mary. Bu konakta doğdum ve halen bu konakta yaşıyorum. Kendimi tanıttığıma göre hikâyemize devam edelim.

Anladım ki söz sırası bana gelmişti.’’ Ben sabah sizin yanınıza gelip, kitaplığı dizmenize yardım ettim. Sonra annem çağırdı, ona da yardım ettim. Bir ara Peter’in odasına gidip ateşini kontrol edecektim ama yatağında yoktu. Lavabodadır diye odadan çıktım. Sonra zaten misafirleri yolcu ettik ve odama gidip uyudum.

Herkesin gözü Peter ‘in üstündeydi ve Peter birden kekelemeye başladı:

‘’Be be ben gerçekten lavaboya gittim. Evet, tamam bir ara yatağımdan çıktım ama gerçekten, bakın inanın bana ben yalan söylemiyorum.’’

Hanımefendi birden Peter’in elini tuttu. ‘’Merak etme Peter sana inanıyoruz ama sanki sakladığın bir şey var. Sen ne zaman heyecanlansan kekeliyorsun. Hadi bize anlat.’’

Peter iki elini birleştirip hanımefendinin önünde ağlamaya başladı.

Özüür diileriim. Ben böyle olsun istemedim. Ben sadece… Size söyleyecektim ama fırsatım olmadı. Ben kendimi okula kaydettirdim. Öğretmen ‘’Sınavlar hariç derslere gelmesen de olur. ‘’ dedi. Ammaa gerçekten okula gittim, sorabilirsiniz.

(14)

14

Ben de kendimi tutamayıp: ‘’Peter doğru söylüyor, gizlice okula yazıldı.

Öğretmenimle konuşurlarken duydum. Özür dilerim Peter, keşke bana söyleseydin.’’

Bayan Anka ikimize de gülümseyerek: ‘’Haberim var çocuklar, öğretmeninize Peter ‘i ikna etmesini ben söyledim. Benim yüzümden zor durumda kaldınız, affedin beni çocuklar.’’

Birden içeri dünkü teslimatçı girdi ve babama: ‘’ Beyefendi dün sipariş ettiğiniz etleri getirdim.’’ dedi.

Annem ve Bayan Anka şaşkınlıkla babama dönüp baktılar.

Annem: ‘’Sen zaten dün et almaya gitmemiş miydin? Bu beyefendi neden tekrar et getiriyor??? Şüphelerim doğruymuş demek. . Oysa ben sana saçımı süpürge ettim.

Bu nankörlüğü nasıl yaparsın!!

Herkes şaşkın bir şekilde anneme ve babama bakarken kafamın içinde uçuşan kelimeleri anlamlandıramıyordum. Annem, babam, nankörlük, süpürge…

Sakinleştirmeye çalışılan annem daha sesli ağlıyordu. Bayan Anka babama sert bir bakış atarak: ‘’ Edward bunu yapmadığını söyle, kolyeyi alıp sattığını söyle. O senin biricik karın, lütfen anlat bize.’’

Babam: ‘’Hayatım hayır! Nasıl böyle bir şey düşünürsün. Ben öyle bir adam mıyım? Hayır, canım benim ben sadece seni seviyorum. Ben, sen ve kızımız için bankada hesap açmıştım. Kızımızın doğduğu günden bugüne kadar para biriktirdim. Okurken sıkıntı çekmesin diye. Önce bankaya oradan da o çok istediğin dikiş makinesini almak için makineciye uğramıştım. Size sürpriz yapacaktım. Yalan söylediğim için üzgünüm, böyle olsun istemezdim.’’

Ne yapacağını bilemeyen annem koşarak babama sarıldı. Bayan Anka gülerek bana sarıldı. O anda arkadan Beethoven’in havlama sesi duyuldu. Dikiş makinesini getiren görevliye havlıyordu. Adamcağız korkudan içeri giremeyince bize sesleniyordu. Bahçıvan koşarak köpeği kendine çekmeye çalıştı, ardından onu kulübesine götürdü. Annemin dikiş makinesi içeri alınırken, Bayan Anka evindeki insanların yalanlarının bile beyaz olduğunu düşünüp tebessüm etti.

Hemen sonra yine bir ses duyduk. Bu bahçıvanın sesiydi:

‘’Hanımım koşun, hanımım koşun ve Beethoven’e bakın.’’

Köpeğe bir şey olduğunu düşünerek bütün konak aşağı indik. Beethoven şaşkın suratı ile bize bakıyor ve dili dışarıda hızlı hızlı nefes alıyordu. Biz bir ona bir de

(15)

15

bahçıvana bakıyorken, bahçıvan yeri işaret etti. Yerde köpeğin kazdığı kemik çukuru vardı. Dikkatimi bir parlaklık çekti. Aman Allah’ım! Bu da ne! Bayan Anka’nın zümrüt kolyesi. Hepimiz sevinç çığlıkları attık. Yaramaz köpek Beethoven şaşkın suratı ile dalga geçer gibi bize bakıyordu. Bayan Anka kolyesini eline aldı ve bize dönerek:

‘’ Biliyordum canlarım. Sizden hiç şüphe duymadığımı başından beri söylemiştim. Ah yaramaz köpekçik, sen sabah sabah bize neler yaşattın haberin var mı? Ama sana çok da minnettarız. Sayende hepimizin sakladığı yalanları öğrendik.’’ dedi ve hepimiz kahkahalarla güldük.

Esin GÜVEN 10/C ( ‘’YALAN’’ TEMALI ÖYKÜ YAZMA ETKİNLİĞİMİZDEN )

(16)

16

OKULUMUZ GÖRSEL SANATLAR ÖĞRETMENİ SEDA AKI İLE RÖPORTAJ

ÖĞRENCİ: Kaç yıldır

öğretmenlik yapıyorsunuz?

Mesleğinizi isteyerek mi seçtiniz?

SEDA AKI: 1992 yılından bu yana aktif olarak görevimin başındayım. Yolumu

6.sınıfta çizmiştim aslında.

En büyük idealim Resim öğretmeni olmaktı.

Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi Resim bölümünden (üniversitemizin ilk

heykeltıraşlarından olarak) birincilikle mezun oldum.

ÖĞRENCİ: Neden Görsel Sanatlar?

SEDA AKI: Sanatın her türüne aşığım ama yaptığım bir eserin karşısına geçip keyifle izlemek herhalde bana daha cazip geldi. Ortaokul yıllarımdan itibaren resim yaptım ve resim yaparken mutlu olduğumu fark ettim. İş olarak da sevdiğim ve mutlu olduğum bir işi yapmak istedim.

ÖĞRENCİ: Hangi şehirlerde görev yaptınız? Özlediğiniz ya da unutamadığınız bir yer oldu mu?

SEDA AKI: Adana’nın haricinde 2011-2014 yılları arasında Balıkesir ‘in Bandırma ilçesinde, Hafif Düzey Zihinsel Engelliler Okulu’nda görev yaptım. Alışık olmadığım, eğitimini almadığım bir alan olduğu için önceleri korkmuştum. Sonra anladım ki saf ve temiz sevgi aslında o çocuklardaymış. Ne onlar kendilerini unutturdular ne de ben onları unuttum.

ÖĞRENCİ: Meslek hayatınızda iz bırakan bir anıyı paylaşmak ister misiniz?

(17)

17

SEDA AKI: Anılar konusunda biraz ketumum sanırım. Güldüğüm, ağladığım, şaşırdığım yaşanmışlıklarım sadece birlikte yaşadığım kişilerle aramızda ve zihinlerimizde kalsın istiyorum. Bununla birlikte harika insanlar biriktirdiğimi söyleyebilirim.

ÖĞRENCİ: Bir okulda ‘Görsel Sanatlar’ öğretmeninin , ‘Müzik’ öğretmeninin

olmasını o okul için şans olarak görüyoruz çünkü branşını severek yapan bir ‘Görsel Sanatlar’ ya da ‘Müzik’ öğretmeni o okulun en göz alıcı rengi, eksik parçası bizce.

Siz bu konuda neler düşünüyorsunuz?

SEDA AKI: ‘’Bir şans ve renk olarak görülmek…’’ Nasıl harika bir tanım bu! Teşekkür ederim. Evet, ben de kendimi ve dersimi bir renk olarak gördüm hep. Dilerim

hayatlarımızdan ‘’renkler’’ hiç eksik olmasın!

ÖĞRENCİ: Geçtiğimiz yıl okul koridorlarımızı boyayarak güzelleştirdiniz, okulumuza iz bıraktınız. Bu yıl ya da bundan sonrası için farklı bir çalışma planlıyor musunuz?

SEDA AKI: Teşekkür ederim. Bu yıl duvar boyama ile ilgili bir aktivitemiz olmadı.

Atölyeyi boyamayı planlamıştım ama atölyenin yerinin netlik kazanmaması sebebiyle bu aktiviteyi faaliyete geçiremedik ve ertelemiş olduk.

(18)

18

ÖĞRENCİ: Boyama ya da resim türlerinden en çok hangileriyle uğraşmaktan keyif alıyorsunuz?

SEDA AKI: Resim türlerinin hepsini çok severek yapıyorum. Siyah ve beyazın asaleti, renklerin cıvıltısı, atık malzeme değerlendirme… Vs. Resim yapmak biraz da ruh haliyle ilgilidir ya; ben de ruh halime göre yapıp kendimi ifade ediyorum diyelim.

ÖĞRENCİ: Taş boyama ile ne zamandır meşgulsünüz? Malzemeleri nasıl temin ediyorsunuz?

SEDA AKI: Taş boyamayı iki yıldır yapıyorum.

Boyalarımı ve ahşap malzemelerimi hobi merkezlerinden, taşlarımı ise deniz kenarından temin ediyorum.

ÖĞRENCİ: Taşı boyarken öğrencileriniz ve siz neler hissediyorsunuz?

SEDA AKI: Taş soğuk bir nesne ve biz onu renklerle sıcacık, neşeli, mutlu bir hale getiriyoruz. Aslında adım attığınız her yerde baksanız göreceğiniz bir nesneyi çoğu defa görmüyorsunuz. Ne zaman ki onları renklendiriyor ve duvarları süslüyoruz, o zaman dikkatinizi çekiyor ve ‘’Aaa ne kadar güzel’’ diyorsunuz. İşte bunlar tarifsiz.

ÖĞRENCİ: Bizi kırmayarak sorularımıza sabırla cevap verdiğiniz ve en önemlisi bize zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederiz.

SEDA AKI: Ben teşekkür ederim.

(19)

19

ADANA MÜZESİ GEZİMİZ

ÖĞRENCİLERİMİZİN GEZİ İLE İLGİLİ GÖZLEMLERİ

Okuldan müzeye gitmek için yola çıktığımızda günlük güneşlik, mis gibi bir hava vardı. Servisimize bindik ve güzel havanın eşliğinde müzeye ulaştık. Müzenin önünde jandarmalar, polisler ve güvenlik görevlileri vardı. Öğretmenimiz kalabalığın nedenini sorduğunda müzede bir bakanın olduğunu öğrendik. Bakanın ve diğer ziyaretçilerin çıkmasını bekleyip nihayet müzeye girdiğimizde bizi uzun koridordaki tablolar karşıladı. Sonrasında ise arkeolojik kazılarla çıkarılmış heykeller. Biraz ilerledikten sonra tarihi eşyaların olduğu bir bölüme girdik.

Mücevherler, sürahiler, kandiller, çömlekler, fincanlar, değerli eşyalar, inciler, boncuklar… Ne ararsan var, hepsi şahane. Balmumu heykeller bile vardı ve hepsi çok gerçekçiydi. Bir de Adana ile ilgili hazırlanan kısa bir belgesel izledik. Daha önce duymadığımız efsaneler öğrendik. Çıkışa varmadan hemen önce yürüdüğümüz cam yolu unutmamalıyım. Cam üzerinde yürürken aşağıda görünen tarihi mozaikler çok ilgi çekiciydi.

Şehadet SUSA -6/A

(20)

20

MÜZEDE BİR GÜN

Bugün bir müzeye gittik ve gidiş yolunda çok eğlendik. Müzeye girdik.

Tablolar, aslan heykeli, mezar taşları ve maket insanlar vardı. Nuh’un Gemisi ‘ne ait olduğu söylenen mozaikten halı, insan kemikleri, altınlar, yüzükler, mataralar, saç iğneleri, bilezikler, çivi yazısı yazılı tabletler… Bir de bir belgesel izledik. Belgesel Adana’nın güzelliklerini ve tarihini anlatıyordu.

Mehmet Emin

KAVAK-5/A MÜZE GEZİSİ

Bugün çok güzel bir gündü. Öğretmenlerimizle müze gezisine gittik. Orada milattan önce yaşamış insanların tabutlarını gördük, bunlara lahit denildiğini öğrendik. Yine milattan önce sekizinci ya da dokuzuncu yüzyıllarda lama yaşadığını öğrendik ve bu gibi hayvanların küçük büyük heykellerini gördük. Bir krala ya da kralın oğluna ait olduğu düşünülen bir iskelet bile vardı. Altınlarıyla gömülmüş olması çok ilginçti.

Geçmiş yüzyıllarından kalma testi, başsız insan heykelleri, tabaklar, çanaklar, balmumundan yapılmış heykeller, önemli kişilerin kılıçları, bilezikleri, yüzükleri ve daha birçok özel eşyaları da gördüğümüz ilginç şeylerdendi. Son olarak da Adana’nın tarihi güzelliklerinin anlatıldığı bir belgesel izledik.

Mert Can Kaya Okay - 5/A

(21)

21

KÖY ÖĞRETMENİ

Bir an gelip de nefes ya da can suyu olabilmektir öğretmen olmak. Kıyıya vurmuş binlerce denizyıldızının arasından alabildiğini alıp, denizle buluşturabilendir asıl öğretmen. Aslında o da bilir denizle buluşamayanların acısını ama buluşturabildikleri için çok şey değiştiğini bilmek ve sıcacık dokunuşlarla hayatlara yön verebilmektir onu mutlu eden. Elinden geleni ardına koymamaktır var oluş sebebi.

Eğitmek ve öğretmek bir içgüdüdür adeta gerçek öğretmen için. Enerjisini şikâyetlere ayırmanın kendisine, öğrencilerine ve ülkesine bir fayda sağlamayacağının bilinciyle kucaklar öğrencilerini. Yoksa o da farkındadır eksiklerin, daha iyi olabileceklerin, olmazsa olmazların ama mesleğini ve doğal olarak hayatı nasıl ve nerede öğrendiğindedir bütün mesele. Belki de bir köy okulunun ya da unutulmuş ücra bir ilçenin karlı, çamurlu hem de yokuşlu yollarında, o köy okulunun uçsuz bucaksız dağ, yeşil ve uçurum manzaralı bahçesinde, çıtır çıtır yanan odun sobasının yanı başında dışarıda yağan kardan feyz alarak en güzel dersleri işlediği sınıfında ya da kaloriferleri yanmayan bir sınıfın soğuktan dudakları morarmış öğrencilerinin gözlerinde öğrenmiştir hayatı da mesleği de. Belki de bu

(22)

22

yüzden en çok kıymeti o köyün ya da ilçenin öğretmeni bilir. En çok da yalnızlıkta açan çiçeklerin kıymetini. İlle de onları…

Unutmaz, unutamaz o çiçekleri. Öğrenme aşkıyla yanıp tutuşan gözleri;

karşılıksız, çıkarsız, saf sevginin iz bırakan dilini; esas mevzunun insanlık paydasında buluşabilmek oluşunun huzur veren farkındalığını; nereye gidersek gidelim, mutlaka bilgiye aç ve eğitilecek bir fidanın bizi beklediğini unutmaz, unutamaz. Bu bilinç yerleşir hücrelerine kadar. Belki de ne denli ciddi bir iş yaptığını en çok yaparken hissetmiş ve öğrenmiştir. Bu hislerle ve yaşanmışlıkların tecrübeleriyle yenilerini yetiştirir elbet, yetiştirmez mi hiç. O zaman yaşar, o zaman nefes alır o köy öğretmeni. Bazen sadece isimlerinin değiştiğini düşünür öğrencilerinin. Bazen de bambaşka, sıra dışı bir dünyanın içinde bulur kendini. Keşfe çıkar o dünyayı… Her biri bir dünyadır öğrencilerinin çünkü. İhmale, gözden kaçırmaya gelmez onları. Bir sanatkâr titizliğiyle işler onları nakış nakış…

O köyde ne yapmışsa ne yapabilmişse aynı enerjiyle devam eder yoluna. Bilir ki gidilecek çok yol, sulanacak çok çiçek, aydınlatılacak çok karanlık, dokunulacak çok hayat vardır önünde. Yollar da çiçekler de karanlıklar da hayatlar da tükenmez elbet ama ömür bu, tükenir elbet. El verir o gün o köy öğretmeni. El verenler, el alanlar… O eller diker bayrağımı yücelere, geleceğe, dört bir yana. Dalgalanır bayrağım gururla, gölgesinde bir genç bahçıvan ve arkasında tomurcuk çiçeklerle…

TÜRKÇE ÖĞRETMENİ Ayfer DOĞAN DİLBAZ ŞEHİTLİK İMAM HATİP ORTAOKULU

(‘’Öğretmenler Günü’’ münasebetiyle düzenlenen yarışmaya katıldığımız kompozisyondur.)

(23)

23

AKILLI TAHTA İLE KARA TAHTANIN DİYALOĞU

Akıllı Tahta: Merhaba Kara Tahta.

Kara Tahta: Merhaba Akıllı Tahta , ben senin yerinde olmayı çok isterdim, biliyor musun?

Akıllı Tahta: Neden Kara Tahta?

Kara Tahta: İsterdim çünkü öğretmenler ve öğrenciler, seninle daha kolay ve verimli ders işliyorlar, daha güzel vakit geçiriyorlar. Benimle ise ne görsel ne işitsel ders işliyorlar ne de eğlenebiliyorlar. Eskidim ben anlayacağın. Lüzumsuz ve de faydasız hissediyorum kendimi.

(24)

24

Akıllı Tahta: Öyle düşünmemelisin Kara Tahta, ben yokken sen vardın ve hala da varsın. İlk seninle öğrendi atalarımız okumayı yazmayı, senin tarihin var, senin tarihsel bir geçmişin, yaşanmışlıklardaki yerin var. Başöğretmenimiz Mustafa Kemal Atatürk ile bile fotoğrafın var, çok şanslısın.

Kara Tahta: Hiç bu açıdan düşünmemiştim doğrusu.

Akıllı Tahta: Sen ilk kullanılan tahtalardan olduğun için yerin daima özel olacak.

Tebeşirle buluştuğunda çıkan o ses bizi her zaman duygulandıracak, geçmişe götürecek ve bu gerçeği kimse değiştiremeyecek. Asıl ben senin yerinde olmak isterdim.

Kara Tahta: Neden ki?

Akıllı Tahta: Öğrenciler benden yeteri kadar faydalanamıyorlar gibi hissediyorum.

Fırsat bulduklarında beni daha verimli kullanabilirler. Senin gibisi var mı? Sen okulun eksik parçasısın. Senin tarihin herkese yeter, hem insanlar eskiden beni mi biliyorlardı? Sen geçmişten bugüne hep vardın, var olacaksın da. Hafızalarda yer tutan, seninle dolu tarih kokan anılar yeter…

Kara Tahta: Özgüvenim yerine geldi Akıllı Tahta, bana kim olduğumu hatırlattığın için teşekkür ederim.

Esma Sultan YAŞAR-7/A

(Diyalog yazma etkinliğimizden.)

(25)

25

BİYOLOJİ ÖĞRETMENİMİZ ÇAĞLA KARAASLAN VE ÖĞRENCİLERİNDEN BİYOLOJİK DİZELER

BİYOLOJİDEN İLHAM ALDIK

Matematik ile hesapladım Kimya ile ispatladım Biyoloji ile söylüyorum Hayatsın, cansın öğretmenim.

(26)

26

DNA çift iplikli merdiven ama Hidrojen bağlarıyla bağlanır ama Adenin, guanin, sitozin, timin ama

Kendi kendini eşler ama Yazılıda kolay sor canım hocam

Ottur, çalıdır, ağaçtır deyip geçmemeli Fotosentezin karışık denklemleri Bitkilere saygı duymamızın yegâne nedeni

Haftalığı bitireli çok oldu Arkadaşlar dostlar yok oldu Kantin veresiye vermiyor artık

Biyoloji kitabı nerede Fotosentezi öğrenmeli artık

(27)

27

Katranı kaynatsan olur mu şeker?

Atandan aldığın DNA aynı sana benzer.

Mitoz mayoz bölünelim Yalnızlıklar azalırken

Umutları çoğaltalım

Onlar üzülürken biz gülümseyelim Mitoz mayoz çoğalalım

Dostlukları çoğaltalım!

Hiç yok ki ondan küçük Üretkendir yenilenir

Canlılarda yapıtaşı Resimlerinde sırları Evet, hücrenin ta kendisi

(28)

28

DENGE

Gelişen teknoloji ile birlikte değişen hayatlarımız özellikle son yıllarda bu değişimi fazlasıyla yaşadı. Farkında olarak ya da olmayarak her birimiz kendimizi akıllı telefon girdabının tam da ortasında bulduk.

Teknoloji elbette güzel, gelişsin, hayatımıza yenilikler, kolaylıklar katsın ama yanı başımızda akıp giden hayatla teknoloji arasında bir denge kurabilmek noktasında birtakım yanlışlar mı yapıyoruz? Örneğin dahil olduğumuz herhangi bir toplulukta ellerindeki telefonun etki alanından çıkamamış, çıkmak istemeyen onlarca insan görüyorsunuzdur. Kim bilir neler ile meşgul oluyorlardır? Seçenek sonsuz elbette. Banka ile ilgili halledilmesi gereken birkaç işlem, sevdiği bir yazarın köşe yazısı, halledilmesi gereken işler, alışveriş, sosyal medya… Bu listeyi uzatmak mümkün. Sıkıntı listenin kabarıklığında da değil zaten. Sıkıntı aciliyeti olmayan meşguliyetler sebebiyle yanı başımızdaki etten, kemikten, capcanlı insanlara

(29)

29

haksızlık edişimizde. Sıkıntı bizi biz yapan değerlerimize kadar uzanan akıllı telefonların hayatımızı ele geçirmesine müsaade edişimizde.

Değerler derken neleri kastettiğimi de eklemek isterim. Bir bayram sabahı uyanıyorsunuz ve telefonunuzda listede bulunan herkese gönderilmiş, size kendinizi özel hissettirmeyen, bayramın samimiyetine ve sıcaklığına uymayan bir dizi ileti. Siz böyle iletileri yanıtlıyor musunuz?

Değerler derken en başta etkilenen kültürel değerimiz olan ana dilimizi burada sadece anımsayarak bırakıyorum çünkü dil konusunun başlı başına ele alınması gereken çok kapsamlı bir konu olduğunu düşünüyorum ve sosyal medya dilinin daha temiz daha dikkatli olmasının genç nesillere (doğru örnek olarak) faydalı olacağını biliyorum.

Değerlerimizin en kıymetlisi olan aile ve aile içi iletişimimiz de akıllı telefon rüzgârından en fazla etkilenen ortamlardan oldu maalesef. Bir toplumu ayakta tutan temel değerlerden olan aile kültürü zaten televizyon sebebiyle olumsuz etkilenmişken bir de akıllı telefonlar çıkınca ve insanları televizyondan daha çok etkisi altına alınca olan aileye ve toplumumuza oldu. Şimdi böyle yazınca ve anlatınca belki de kimileri teknoloji düşmanı diye içinden geçiriyordur ya da sıkıcı buluyordur bu düşünceleri. Bence asıl sıkıcı olan sohbetsizlik, iletişimsizlik, soğukluk, tek tipleşmek, ne kadar komik durumlara düştüğümüzü göremez hale gelmek.

Konuyla ilgili anahtar kelimeler galiba ‘’doz’’ ya da ‘’denge’’. Nasıl ki en şifalı yiyecekler bile fazla tüketildiğinde zarar vermeye başlıyorsa, nasıl ki en elzem ilaç bile doz aşımında dokunabiliyorsa, nasıl ki suyun da tuzun da fazlası hatta azı farklı reaksiyonlara sebebiyet verebiliyorsa ‘’akıllı telefon’’ vakasına da bu açıdan bakmak gerekiyor. Yani gün içerisinde telefona ayırdığımız vakit, ailemize dostlarımıza ayırdığımız vakitten fazla olduğunda hayatımızın kumandasını da maalesef telefon yapmış oluyoruz.

Ayfer Doğan Dilbaz TÜRKÇE ÖĞRETMENİ

(30)

30

HER YAŞIN YAZARI ‘’ŞERMİN YAŞAR’’

1982 doğumlu olmasına rağmen, büyümeyi şiddetle reddeden yazar Almanya’da

doğdu. Hep yazar olmayı hayal etti ve hayalinin peşinden koşup Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu. Aynı alanda yüksek lisans yaptı. Uzun süre reklam ajanslarında reklam yazarlığı yaptıktan sonra yetişkinlerin dünyasının çok sıkıcı olduğunu fark edip; çocuklarla oyunlar oynamaya, bu oyunları yazmaya, masallar anlatmaya, hikâyeler yazmaya başladı. Yetişkinler için yazdığı kitapları da var ama dediğine göre o en çok çocuklar için yazmayı seviyor.

Çocuk edebiyatı alanında yazdığı kitaplar şöyle: Çok Hayal Kuran Çocuk, Dedemin Bakkalı, Dedemin Bakkalı Çırak, Tilki Masalları Cesaret Sandığı, Uyuyor musun?

Garip Bir Kuyruk, Cingo , Kuş Masalları.

Yetişkin Kitapları: Başlarım Şimdi Anneliğe, Oyuncu Anne, Ev Yapımı Sihirli Değnek, Kötü Alışkanlıklara İyi Öneriler, Göçüp Gidenler Koleksiyoncusu…

ŞERMİN YAŞAR, KİTAPLARINI HAYATINI ANLATTI

Çocuk kitabı mı yazmak daha keyifli annelere yönelik kitaplar mı?

Keyifli olan şey yazmak, onu ayıramazsın, yani ben ayıramıyorum. Yıllarca reklam metinleri yazdım, o da keyifliydi, yetişkinlere hitap eden öyküler yazmak da çocuk kitapları yazmak da keyifli. Sadece orada tatmin noktan değişiyor sanırım.

(31)

31

Yetişkinlere annelikle ilintili olmayan metinler yazmak, edebiyatçı olarak tatmin ediyor beni. Bir derdim var ve bunu anlatıyorum. Annelere yazmak kendimi bir anne olarak iyi hissettiriyor. Çünkü deneyimini paylaşıyorsun. Aralarında anlattıklarını zaten bilenler de var, ama bilmeyene öğretiyor olmak, yeni bir bakış açısı sunuyor olmak, yani bir anlamda onu besliyor olmak müthiş bir his. Yani şunu düşün, Anadolu’da küçük bir kasabada yaşayan bir anne. Çocuğuyla oyun oynamak istiyor ama ne yapacağı konusunda bir fikri yok, seni okuyor ve bir oyun önerin onun işini kolaylaştırıyor. Bu açıdan keyifli. Çocuklara yazmak çok daha önemli, ama değeri çok sonra anlaşılacak bir nokta. Bugün bir çocuk kitabı yazıyorsun, o sadece bir masal, bir hikâye değil ki. İçinde mesajları var, o çocuğa bir şekilde bir bakış açısı kazandırıyorsun. Senin söylediklerin onun dünyasında yer buluyor ve bunun kıymeti ancak çocuk büyüdüğünde anlam kazanıyor. Bunun keyfi de burada.

Yeni projelerin varsa söylemek ister misin? Hadi söyle söyle…

Var… Ama adı konmuş işler değil. Yazmaya devam, bakalım hayat ne getirecek, biz hayata ne götüreceğiz?

Çok merak ediyorum, gerçekten bu kadar pozitif misin? Biraz bana da bulaştırır mısın?

Evet, çok şükür, pozitifim. Bunu kaybetmemeye çalışıyorum. Bulaşıcı zaten, etrafında öyle insanlar olduğunda sen de pozitif oluyorsun. Karamsar insanlardan uzak dur, kötü şeyler düşünme ve haline şükret. Temel sıkıntımız şükürsüz bir millet olmamız. Hep daha fazlasında, daha iyisinde gözümüz. Bak bakalım yahu, gerçekten sıkıntı duyacak, üzülecek şeyler mi hayatındakiler? Yoksa senden kötü durumda olanlar var mı?

İş günleri çocuklarla ne kadar zaman geçiriyorsun? Ve de hafta sonları… "Bu geceyi kendime ayırayım" diyor musun hiç?

Hafta içi çocuklar zaten okuldalar. Sabahları erken kalkıyor, öpüşüp, koklaşıp, sarılıp, şakalaşıp evden öyle çıkıyoruz. Öyle çok acelem yok şimdilik. Aheste sabahlar. Ucu ucuna yetişiyoruz okula, işe… Ama yetişiyoruz sonuçta. Çocukları okula kendim bırakıyorum, arabadaki dakikaları çok seviyorum. İnanılmaz güzel sohbetler dönüyor arabada. Akşam eve girdiğimizde uyku saatine kadar oyunla, sohbetle, çocuklarla geçiyor. O arada başka bir iş yapmıyorum. Hafta sonları da beraberiz, çok zorda kalmadıkça hafta sonu çalışmamaya gayret ediyorum. “Bu

(32)

32

geceyi kendime ayırayım” demiyorum. Belki yanlış görünebilir karşıdan ama bu bence senin ne istediğinle alakalı. Gece çocukları bırakıp dışarı çıkmak beni üzüyor, mutsuz oluyorum. Onlarla o kadar iyi hissediyorum ki kendimi zaten her gecemi kendime ayırmış oluyorum. Beni bu konuda çok eleştirirler. Anlamadıkları şey, ben sahiden çocuklarla buluşurken çok heyecanlanıyorum. Bir an önce eve gidelim, oynayalım, konuşalım, vakit geçirelim istiyorum. Onlar uyuduktan sonra aç kitabını oku, yazı yaz, arkadaşlarını davet et, internette takıl. Kendime zaman ayırma kısmı bu ve bu bana yetiyor.

Bana Türk annesini 5 cümleyle anlat desem ne dersin?

Değişti o. Bizim anneleri mi anlatacağız, şimdiki anneleri mi? Arada uçurum var.

Bizim annelerimiz için : - Yavrum beniiim …

- Sofrada yedin yedin, bi daha aç kalırsın ! - Geliyor şimdi terlik !!

- Bak valla babana söylerim ! - Çabuk eve gel.

Şimdiki anneler:

Aşkım, prensesim, paşam …

Yemeğini ye, yemeğine ye, yemeğini ye.

Sen çok özel ve önemli bir çocuksun.

Her şey organik ve hijyenik Şurda kurs var, gidelim mi?

Bakınca, yetişme tarzımızla yetiştirme tarzımız arasında uçurum görüyorum ben.

(33)

33

Tanıdığın bloggerlar var mı? Kiminle tanışmayı istersin?

Hiçbir bloğu takip etmiyorum. Sadece sosyal medya kullanıyorum. Bloggerları da sosyal medya hesaplarından takip etmiş oluyorum. İkinci bir hamle zor geliyor bana. Yani profildeki linke tıklayıp okumuyorum.

Sosyal medyayı seviyor musun? Bu hesabı açmadan önce çok kullanır mıydın?

Yazmak için kullanıyorum evet, ama okumak için kullandığım söylenemez.

Başkalarının hayatına bakmıyorum. Kendi sosyal medya hesabımı açmadan önce, memleketten ve akrabalardan uzak olduğum için onlarla bir iletişim kanalı olarak

(34)

34

kullanırdım. Ama evet seviyorum. Amacına uygun kullanıldığı takdirde seviyorum.

Yani, yedik, içtik, gezdik, çok eğlendik diye değil, içinde bilgi olan, birilerine fayda sağlayacak paylaşımları seviyorum. Kendim de o yolda paylaşımlar yapmaya gayret ediyorum.

Bunca şeye yetişmeye çalışırken kendini hiç “yorgun” hissetmiyor musun?

Sanırım çok yorulmuyorum. Yani fiziksel yorgunluk elbette oluyor. Gün boyu ayaktayım. Bazen öyle hafta sonları yaşıyorum ki, sanki 4 gün bir araya gelmiş gibi.

Sabah yaşadığım bir şeyi hatırlayınca iki gün öncesini hatırlamış gibi oluyorum. Hiç oturmadan geçirdiğim hafta sonları oluyor. O zaman yoruluyorum işte, ama uyuyunca geçiyor, dinleniyorsun. Ama o ruh yorgunluğunu çok yaşamıyorum.

Yaşam enerjisinden bahsediyorsan eğer, onu çoğu zaman en keyifli haliyle yaşıyorum. Diri tutmak için de elimden geleni yapıyorum. İyiyim, çok şükür.

Seni en çok ne dinlendiriyor? (Çocuklarla oynamak dışında.)

Yorulmuyorum dedim, ısrarla soruyorsun. (E-posta ile röportaj sorusu gönderince böyle oluyor işte…)

Çocukken de 3 çocuğun ve bu işin hayalini kuruyor muydun?

Evet. Çok çocuklu bir ev istiyordum, hatta daha da çok. İkizlerim olacağını tahmin ediyordum. Hep gözümde öyle canlandırıyordum. Yazarlık hayalimdi, bu yüzden edebiyat okudum ve elimden kalemi, kitabı hiç bırakmadım. Bütün hayallerim gerçek oldu bir şekilde, çok şükür

Evde zaman geçirmeyi seviyor musun yoksa her fırsatta kendini sokağa atıyor musun?

Yok, evde olmayı severim. Dışarıda vakit geçirmeyi de severim. Koca gün, eve de yetiyor, sokağa da…

Bugüne kadar sosyal medyada seni en çok etkileyen ve en çok üzen olay nedir?

Özel olarak bana yazılan ve benim sayfada vuku bulan herhangi bir olaya değil, genel olarak sosyal medya üzerindeki kavgalara çok üzülüyorum. Kavgacı,

(35)

35

sorgulamayan, kolay küfredebilen, anlamayan, negatif, mutsuz insan profilini görmek üzüyor beni. Ve evet çok görüyorum.

Sence böyle kitaplar yazmak için uzman kimliği şart mı?

Yazdığın kitaba ve üslubuna bağlı. Ben deneyimlerimi yazıyorum ve ideal olanı anlatmıyorum. Oyun önerisi sunmak için illa uzman olmak gerekmiyor. Ama her kitabımda ciddi bir titizlikle uzman görüşleri alıyorum.

Aile büyüklerine işini nasıl anlatıyorsun? (Sosyal medyada olanı.)

Kullanıyor onlar sosyal medyayı zaten, biliyorlar, takip ediyorlar. Sosyal medya hesabım benim işim değil. Blogger olsam bu ayrı. Ben sayfam aracılığı ile para kazanmıyorum, o sayfa benim uğraşım. İş olarak baksam başka olurdu sanırım.

Üzgün olduğunda paylaşmıyorsun genelde. Bunun özel bir nedeni var mı? Ve hayatını tozpembe sananlardan "hayat sana güzel" mesajları alıyor musun?

Sıkıntılarımı genel olarak paylaşmam, sosyal medyayla değil, arkadaşlarımla da paylaşmam. Sadece benim sıkıntıma çare olabilecek insanlarla, şöyle bir sıkıntım var, bunu nasıl çözeriz diye anlatırım. Milletin derdi başını aşmış, bir de beni mi düşünsünler. Hayat sana güzel, evet çok söylüyorlar. Ama pek takılmıyorum. Hayat bana güzel evet, çünkü ben bu hayatı hayal ettim ve o hayale ulaşmak için çok çalıştım. Hayat bana güzel evet, çünkü benim senden çok da farklı bir hayatım yok.

Çalışıyorum, üretiyorum, çocuklarıma bakıyorum, onlarla ve tek başıma hayattan keyif almanın yollarını deniyorum. Allah güç versin hepimize, gerisinin üstesinden geliriz.

Sokakta seni çevirdiklerinde çocuklar ne tepki veriyor?

Bu tür durumları çok yaşamıyoruz. Biz çıkarsak ormana gideriz, köye gideriz.

Hastanede, yemekte falan birkaç kez denk geldi, arkadaşım dedim, geçtik öyle.

(36)

36

Yorumların hepsini okuyabiliyor musun?

Okuyamıyorum. Mesajları da okuyamıyorum. Göz atıyorum sadece.

Özel hayatınla ilgili sorular geldiğinde ne yapıyorsun?

Cevaplamıyorum. Merak etmesin, ne yapacak benim özel hayatımı?

Haftada kaç kitap okuyorsun?

Tüm günüm kitaplar arasında geçiyor. Al, bitir, rafa koy bir ilişkim yok kitapla. Bir yazı yazmak için karıştırıyorum, eski bir bilgi için karıştırıyorum, şiir için

karıştırıyorum. Yani Google’a günde kaç kere bir şey soruyorsak, o kadar da kitap geçiyor elimden.

Seminerlerde ne hissediyorsun? Kadınlara dokunabiliyor olmak nasıl bir duygu?

Dokunuyor muyum, işe yarıyor mu bilmiyorum. Herkes kendi hissettiğini biliyor neticede. Fakat kendi hesabıma hissettiğim şu, farklı illerdeki, farklı hayatlardaki bir sürü kadınla ortak dertlerde, ortak hedeflerde, ortak hayallerde buluşmak

inanılmaz motive ediyor beni. Düşünsene, ben orada demişim ki, “şunu şunu yaparak çocukla şöyle vakit geçirebilirsin ve bu şu işe yarar...” O eve gidince bunu yapmış. Sonra bir mesajla, mektupla teşekkür etmiş bana, o günden sonra

hayatımızda şunlar değişti, diye. Düşün bendeki sevinci, aldığım gazı... Tutmayın küçük enişteyi durumları.

Sana bakışlarından hislerini anlıyorsun değil mi?

Çok sevdiklerini, beğendiklerini söylüyorlar imzalarda, seminerlerde. Söylemesinler, ne diyeceğimi bilemiyorum. Utanıyorum.

Çocuklara bırakmak istediklerin?

Kendi çocuklarıma mı? Sormak istediğin ne anladım ama dur bak başka bir şey konuşalım. Yavrularım şimdiden affetsin, öyle bankada para, ev, araba vs.

bırakamayacağım. Öyle bir hayatımız yok. Bizim milletin en büyük yanılgılarından biri bu. Ben çok gülüyorum bu duruma. Çocukların geleceğini garanti altına almak için hababam çalışıp para biriktiriyorlar, evler alıyorlar falan. O birikimi yapmaya çalışırken çocuğun çocukluğu, senin gençliğin kaçıp gidiyor. Dikkat edin, sonra da

(37)

37

bu birikimi, çocuklarının gençliğinde vermiyorlar, kendileri ölünce çocukları rahat ediyor. Çocuklar da zaten mirası paylaşamıyor, mutlaka kavgalar çıkıyor, paylaşabilseler bile, anan baban ölmüş doksan yaşında, sen gelmişsin 60 yaşına, o yaştan sonra sahip olduğun evi, parayı ne yapacaksın?

Şu çocukların geleceğine yatırım meselesini bir daha düşünmek lazım. İyi bir eğitim en değerli miras. Ama o da sadece iyi okullara göndererek olacak iş değil. İnce ince, nakış gibi işliyoruz çocukları yıllar içerisinde. Söylediğimiz her söz, her davranışımız bir miras aslında. İyi mi, kötü mü zaman gösterecek. Bırakmak istediğim şeyler var tabi. Kendi ayaklarının üzerinde durabilme gücü bırakmak isterim. Hayal kurabilme, hayaline doğru yürüyebilme gücü bırakmak isterim. Dünyaya karşı duyulacak sonsuz bir sevgi bırakmak isterim. İyiyken iyi, kötüyken kötü demesinler, şükretsinler. Öyle bir şeyler kötü gittiğinde hemen pes etmesinler. Çok sevdiğim bir Pir Sultan Abdal sözü bırakmak isterim kalplerine, zorluklarla karşılaşınca “Bu bir demdir gelir geçer” desinler ve devam etsinler, gözleri hep gelecekte olsun.

Kendilerine güvensinler, yeteneklerini tanısınlar, yapabilecekleriyle hayata tutunsunlar isterim. Dar çerçevelerle düşünmesinler, daha geniş bakabilsinler isterim. Merak duygusunu hiç yitirmesinler, her gün şaşıracak, öğrenecek, merak edecek bir şeyler bulsunlar isterim. Bu saydıklarımı bırakabilirim sanırım, bende var olduğunu biliyorum, üçüne de bölüştürürüm. J Üçüne de birer ev bıraksam, ancak başlarını sokacak bir yuvaları olur. Ama bunları bırakırsam, kendilerine içine başkalarını da alabilecekleri kocaman bir dünya kurabilirler.

Buradan herkese bir mesaj göndermeni istesem…

Sevdiğim kelimeleri yazayım mı? Bunların üzerinde düşünsünler. Benim hayatım bu kelimeler üzerine kurulu. “Çocuk, çocukluk, hayal, sevgi, anlayış, sabır, şükür, düşün, oku, oyun, gayret, geçer, hadi, kalk.” Bir de çay var. Herkese bir bardak çay ısmarlamak isterdim şimdi bak, ama mümkün değil. Herkes kalksın çayını demlesin, söylesin, doldursun... Hep beraber içtiğimizi hayal edelim.

(38)

38

ŞERMİN YAŞAR’IN FARKLI TEMALARDA YAZDIĞI HİKÂYELERDEN OLUŞAN ‘’GÖÇÜP GİDENLER KOLEKSİYONCUSU’’ ADLI HİKÂYE KİTABINDAN SEÇTİĞİMİZ BİR AYRILIK HİKÂYESİ:

HİÇ

Senden sonra neler oldu bilmek ister misin?

Eve girdiğimde gözaltlarımda taşıdığım onar kiloluk torbaları kapının önüne bıraktım. Ellerimdeki yalnızlığı katlayıp montumun cebine sıkıştırdım. Prangalarımın sesini duyunca ‘’Sen mi geldin?’’ dedi annem. Dedim ‘’Bilmem ki anne, ben mi geldim? Böyle zamanlarda annemin yakasına yapışıp ‘’Anne bana söyle, ben gelmiş miyim, burada mıyım, sahiden var mıyım anne?’’ diye bağırmak istedim. ‘’Kendimi hissetmiyorum anne, sanki yokum, sanki kanım çekildi, sanki kalbim söküldü, belim büküldü anne, anne bul beni’’ diye peşinden sürünmek istedim. İstedim ki annem beni, kaybolan yüzüğünü evde arayıp bulduğu gibi bulsun, beni parmağına taksın, elini hiç bırakmayayım…

Her saniyesi yerlerde sürünen beş koca yıl geçirdim. Filmi geri sardığımda, her gün aynı görüntü tekrar ediyor. Evden çıkan bir ölüyü, işte çalışan başka bir ölü ve tekrar eve dönen bir başka ölü izliyor, görüntüler mutat devam ediyor. Bir yere gelince, bir sabah değişiyor her şey. Oraya kadar siyah beyaz olan görüntüler bir yerde renkli yayına geçiyor.

Renkli yayın nasıl kesildi bilmek ister misin?

Kuş gibi çıkıyorum o sabah evden. Saçlarım kanat olmuş, sana uçuyorum bir cumartesi sabahı. Bütün gecemi, uykumu, uyku arasındaki dönüşlerimi, rüyalarımı, yastığın soğuk yüzünü, bacaklarımın arasındaki yorganı, doğan güneşi, babamın kapıyı çekip gidişini, annemin çay kaşığı sesini, ekmeği, çayı, hep sana yoruyorum.

Seni hep oturduğumuz kafenin aynı masasında, pencere kenarında çakılı buluyorum. Kalkmıyorsun, bakmıyorsun. Garson ‘’ Bir şey ister miydiniz?’’ diye soruyor. Başını sallıyorsun. Garson gidince bir de ben soruyorum. ‘’İstemez misin bir şey?’’ deyip gözünün içine bakıyorum. Ne istesen yapacağım, öyle bakıyorum. En olmayacak şeyi, en yapamayacağım şeyi istiyorsun benden. Diyorsun ki: ‘’Ayrılmak istiyorum.’’

(39)

39

Aldığım nefesi verdim mi, yoksa hala o iç çekişi mi taşıyorum ciğerlerimde bilmiyorum. Ben damarlarımdaki kanın ‘’neden?’’ diye aktığını, kalbimin ‘’neden?’’

diye attığını, şakaklarımın ‘’neden?’’ diye zonkladığını duyarken; sen ağzımdan çıkan o cılız ‘’neden?’’ i zor duyuyorsun. ‘’Hiç’’ diyorsun. ‘’Öyle gerekiyor.’’ Sonra kalkıp ve öyle gerektiren yere gidiyorsun. Renkli yayın burada kesiliyor. Son renkli görüntü o sabaha ait.

Karanlık zamanlarda neler oldu onu da bilmek ister misin?

Hızlı adımlarla çıkıp gittin ve kapı üzerime dan diye örtüldü. Apartman girişinde yazan ‘’Çıkarken Işıkları Söndürün’’ uyarısını bu kadar ciddiye aldığını bilmiyordum.

Hayatımdan çıkarken bütün ışıkları söndürdün, üstüme xxl bir kadife karanlık örttün. Ayaklarıma dolandın, kollarımı bağladın. Terk edilmiş evlerin koltukları gibi sarındım yokluğuna. Gözlerin doğar mı gecelerime diye Zeki Müren dinledim. Ha bugün ha yarın dedim, doğmadın.

Yemeden içmeden kesilmedim, bilakis iştahım açıldı. Akşam yemeklerinde beş yıl boyunca kum pişirdi annem, içine taş doğradım. Her aldığım kaşık öyle dolandı ağzımda, her lokmam öyle geçti boğazımdan. Babam her akşam, yılmadan, sıkışmış kavanoz kapaklarını açmaya zorlar gibi bıçakla zorladı ağzımı, açmadım. Kalp kırıklarım ekmek kırıntılarının arasına karıştı sofrada. Babam ortalarına mevsimsel olarak, domates kabuğu, karpuz, zeytin çekirdeği falan çıkarıp bıraktı. Sarı bezle topladı annem avucunun içine hepsini. ‘’Anne o attıkların benim kalbimin parçaları, eline batmasınlar’’ diye inledi gözlerim arkasından, duymadı. Bıraktığın karanlığı peşimden sürükleyerek odama çekildim. Her sabah yeniden doğup, her akşam yeniden ölen evladı için çok gözyaşı döktü annem. Açıkça söylemem gerekirse, resmen anamı ağlattın bir tanem.

‘’Hiç’’ deyip gittiğin günden sonra çilehaneye çevirdik biz evi. Konuşmadan yemek yiyip, hepimiz kendi ibadetimize çekildik. Ben seni zikrettim, annem babam sabır çekti. Zifiri karanlık hücremde geçirdim günlerimi. Kaç kez öldüm sandım.

Öldüm de, hayatımı kurgan yaptılar, annemi, babamı, iş arkadaşlarımı falan benimle birlikte gömdüler, ondan anlamıyorum öldüğümü sandım. Öyle bir karanlık ki, öldüm diyorum yahu, daha ne diyeyim?

Gözlerimin karanlığa alışması biraz zaman aldı kabul. Tutunacak bir dal aradım el yordamıyla. Ellerimden antidepresan kutuları tuttu, annemin duaları tuttu.

Tutunduğum anda attım üzerimdeki karanlığı. Günler boyu ölçtüm, biçtim, yokluğunu verevine kestim binlerce makas darbesiyle. Kiralık terziler tutup

(40)

40

doğradım lime lime yokluğunu. Sana kara bir kefen, kendime bir neden diktim. Dikiş bitince sıra işlemeye geldi. Hayat dediğimiz şey hepimize münhasır bir gümüş gergefmiş, bunu anladım. Ben kendi kumaşıma çok şey işledim, öyle çok batıp çıktım ki üzerine, kendi izlerim içime işledi, buna Allah şahidim. Doğduğumda bir paslı iğne tutuşturmuşlar elime. Al demişler, bununla kendi kaderini işle. Batmıyor, yürümüyor, ellerimi deliyor, parmaklarımı kanatıyor. Tutup dişlerimle çekmeyi deniyorum bazen, dilimin ucuna paslı bir tat yapışıyor. Gergef gümüş, kumaş ipek ya, iğne paslı olunca pek bir kıymeti olmuyor.

Bana paslı iğne veren hayat, başkasına piko makinesi hediye etmiş. Her şey otomatik, bilgisayarlı düzenek. Yukarıdan iki tuşa basıp deseni seçiyorsun, aşağıda makine tıkır tıkır işliyor kaderi. Sen daha ipliği iğneye geçirmeden o bitirmiş, paketlemiş işi.

Kaderimi nasıl işledim, dur onu da anlatayım, onu da bil.

Ben o iğneden yine de vazgeçmedim, paslı da olsa benimdir, dedim. Bir gün yokluğu geçirdim iğnemden, yokluğu işledim. Bir gün kavgayı, bir gün yalnızlığı, bir gün sevdayı, sonra ayrılığı, sonra hasreti işledim. İğnemin metal deliğinden acıyı geçirdim, kederi geçirdim. Katran karası ipleri tuttum ucundan, dudaklarımın arasında ıslattım, gözümü kısıp kör bir delikten uzattım ipi, işinin ehli terziler gibi besmeleler çekip iki ucunu eşitledim. Ama sonunu düğümlemedim. Her nefes alışımda bir iğne battı kumaşın üzerine, her nefes verişimde bir iğne çıktı üzerinden.

Acımı ince bir işçilikle, tek tek, nakış nakış, sabırla işledim. Kanayan güller mi bitmedi üzerinde, kurumuş çiçekler mi, solmuş menekşeler, dağılmış laleler, perişan bahçeler mi, hiç bilemedim. Gün gelip bitecek. İpek de olsa, çuval da olsa her kumaş bitiyor sonunda bir gün. Batacak tek bir noktası kalmayana kadar işledim yokluğunu. O gün geldiğinde, iğnemi sıkıca tutup var gücümle çektim. İpin düğümsüz ucu kayıp gitti kumaşın üzerinde. Bütün bu nakışlar, bütün bu işler, bütün bu tuttuklarım söküldü bir anda. Geriye delik deşik bir ipek kumaş kaldı elemimden. Adına yürek dediler, nasıl böyle param parça olduğunu bilmediler.

Sökülme bir kez başlayınca ardını alamıyorsun, her gün bir yerin açılıyor. Önce gözlerin, sonra ellerin, sonra aklın, sonra için açılıyor. Görmediklerini görmeye, hissetmediklerini hissetmeye başlıyorsun. Sonunda o mertebeye eriştim. Her sabah, bıkmadan usanmadan her sabah penceremden girmeye çalışan güneşin ucundan tuttum nihayet bir sabah. Sensizliğin örekesinden geçirdim, bütün ışığını ellerimle eğirdim. Kırmızıdan sarıya geçen sırma bir ip gibi doladım ışıklarını çile çile. Her gün bir yumak güneş attım evin bir köşesine. Beni terk ettiğin gün, gelip yığıldığım

(41)

41

yatağın etrafını küçük güneş toplarıyla doldurdum. Kollarımı şiş yapıp ilmek ilmek geçirdim her günü. Bir ters ördüm, bir düz. Bir günüm ters gitti, bir günüm düz. Çok git gel yaptım. Ama başardım. Yeni bir hayat ördüm kendime güneşin ipliğinden.

Ortasına bir motif kondurdum alfabemin nefret ettiğim harflerinden. Düştüğüm kuyudan çıkarken basamak niyetine kullandığım bir H dokudum, yanına sana atfen bir İ kondurdum, çıktığım kuyuya seni gömdüğüm günü temsilen bir çelenk bıraktım Ç harfinden… Sonunda noktayı koydum. Her ‘’Neden?’’ sorusuna verebilecek bir cevap işledim şimdi sana, kocaman bir ‘’Hiç’’ yazıyor yeni hayatımda.

(42)

42

YUKARIDAKİ HİKÂYENİN İLK CÜMLESİNİ ALIP YENİ BİR ‘’HİÇ’’ YAZMAYA ÇALIŞTIK

Senden sonra neler oldu bilmek ister misin?

Balıklar öldü, elinden elma şekeri alınmış küçük bir çocuk gibi ağladım.

Parkta düşmüş çocuk gibi dizleri kanamış ama kaldıranım yok gibi. Hayatıma devam etmeyi bildim. Çok kötü dönemler geçirdim fakat üstesinden geldim ya da ben öyle sandım. Bilirim sen papatya kokusunu sevmezsin, bu yüzden en sevdiğin lavantalardan aldım, koydum odaya ve hep seni gördüm. Yokluğunun üstesinden gelmek konusunda lavantalar beni zorlasa da güzeldiler, tıpkı sen gibi.

Deniz… Annem hastaydı biliyorsun, yokluğunda hastalığı daha da ilerledi.

Doktorlar bilmiyorlar ama ben biliyorum hastalığının ilerleme sebebini. Sen de bilirsin aslında. Ben bir üzüldüm mü annem bin üzülürdü ya hani, hiç değişmedi anlayacağın. Tek değişen senin maddi varlığının yokluğuydu. Senin bedenin senden daha önce terk etti buraları. Sen buradan öyle kolayına gitmedin, gidemezdin.

Senden sonra babam da gitti biliyor musun? Ama ne gidiş! Şimdi yeni bir hayatı, yeni bir ailesi var. Bir enkazın üzerine inşa edilmiş aile ne kadar sağlam olabilirse işte o kadar sağlam bir aile. Anneme uzun yıllar ben baktım. Yavaş yavaş toparlamaya başladı kendini. Hassas ama bir o kadar da güçlüdür benim annem.

Hasta halinde bile güç verdi bana. Elimi tuttu, hiç bırakmadı. Bıraksa da niye bıraktın diyemezdim ama bırakmadı işte ana yüreği.

Senin bana verdiğin kalbe ihanet ediyormuş gibi hissediyorum ama evlendim ben. İyi bir insanla evlendim, hayatımı birleştirdim ama kalbim bu konuda benden pek dertli. Artık onu pek dinlemiyormuşum, bana öyle diyor. Ey kalbim! Sen bilmiyorsun ki seni dinlesem, bağım kopacak hayatla. Kalbimle aramız uzun süre düzelmedi. Engel olamadım sen denizindeki dalgalara anlayacağın. Tıpkı sana benzeyen bir oğlum oldu, adını Deniz koydum. Her seslenişimde kalbim hala ilk buluşmamızdaki gibi atıyor. Ona baktıkça sanki deniz kıyısındaymışım gibi hissettiriyor, aynı sen. O da sevmez papatya kokusunu. Seni ona anlattıkça sana benziyor sanki.

(43)

43

Bu kâğıdı eline vermek isterdim ama bir toprak parçasının üzerine koymak zoruma gidiyor. Ben balık oldum sayende Deniz. Nasıl bir balık denizsiz yaşayamazsa ben öyle bir balık oldum…

Eda Nur UZUN Şekure AYKAÇ

(44)

44

BİR KURTULUŞ HİKÂYESİ

16 Mayıs 1919’da rotasını Samsun ‘a çeviren Bandırma, bir milletin kaderini değiştirecek kadar önemli bir vazifenin parçası olduğundan habersiz aheste aheste yola çıktığında neler taşıdığını bilseydi belki de o yıpranmış gövdesi taşıdığı inancın ağırlığıyla parça parça olabilirdi. Sadece inanç değildi elbet taşıdığı. Biraz öfke, biraz isyan, biraz merak, bolca cesaret ve sonsuz güven…

Ezelden beridir hürriyetle hemhal olmuş bir millete reva görülen bu zulüm olsa olsa bir kâbus olabilirdi. Bu millet değil miydi Çanakkale ‘de emsalsiz bir destan yazan.

Bu millet değil miydi Çanakkale ruhunu iliklerine kadar her daim hisseden ve o ruhla can bulan. Şairin dediği gibi hangi çılgın gelip de şimdi zincir vuracaktı. Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar mı? İmkânsızdı elbet, olmazdı, olamazdı. Bir çare bulmalıydı bu karanlığa. Öyle bir karanlık ki yürekleri sızlatan, öyle bir karanlık ki uyuyan devleri uyandıran, öyle bir karanlık ki bize Ergenekon’u, Oğuz Kağan ‘ı , Ertuğrul Gazi’yi, Kanuni’yi ,Mevlana’yı, Yunus’u ,Şeyh Edebali’yi, Mimar Sinan’ı ve

(45)

45

daha nicelerini hatırlatan, kim olduğumuzu, nerden geldiğimizi, bizi biz yapanları unutmamak gerektiğini altını çize çize gösteren zifiri bir karanlık.

Karanlığın en koyusu sabaha en yakın olandır ya hani, işte tam da öyle bir karanlık. Sonra kırmızıya yakın bir renk görünmeye başlar gün doğmadan ama bu defa kırmızı damarlarda akmayı bekliyordu. Usulca, asilce, cesurca…

Mavi göründü bu defa. Bir çift mavi. Umudun, özgürlüğün ta kendisi oldu. Uçan kuşlar, esen rüzgârlar, yağan yağmurlar, akan dereler, kanı kurumamış topraklar, yüce dağlar, engin denizler biliyordu mavinin geleceğini. Ancak bir çift mavi umut olabilirdi bunca haksızlığa, bunca zulme. Mustafa Kemal ‘in ışık saçan gözleriydi elbette o bir çift mavi. Kendinden emin, umut dolu, özgürlük dolu, hayat dolu. Tarihi zaferlerle nakşolmuş bir millete kim yakıştırabilirdi de o yakıştırabilsindi esareti.

Daha dün Çanakkale’de bildirmemiş miydi hadlerini! Çanakkale geçilmez!

Dememişler miydi? Topraklarımızı işgal ederken acaba hangi ruh haliyle yapmışlardı bunları. Daha da önemlisi, o ruh Çanakkale ruhunu bilmez miydi?

Hatırlamaz mıydı? Uyandırmaktan korkmaz mıydı?

Bilinen tek gerçek olması gerekenin bu olmadığıydı. Olmadı da…

Olduramadılar… Olduramayacaklar da…

Mehmet DİLBAZ Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni

(46)

46

ATOM NE KADAR KÜÇÜK…

Bir şeyin küçüklüğünü belirtmek için pek çok kelime kullanılabilir. Mini ile başlayan birçok kelime… Özellikle atomu anlatırken minikliğini anlatırken bayağı zorlanırız. 1 santimetrelik bir çizgiyi atomlarla çizmeye kalksaydık bize 100000000 (yüzmilyon) tane atom gerekecekti. Çünkü atomların büyüklüğü 1cm’in yüzmilyonda biri kadardır.

Bilim adamları tek bir tuz tanesindeki atomları; saniyede 1 milyon sayabilecek bir hızla sayamaya kalkarsak, bu işi üç-beş asırdan önce bitiremeyeceğimiz söylüyorlar. Yine bilim adamlarının dediğine göre eğer avucunuzun içindeki o tuz tanesindeki bütün atomları tuz tanesinin kendisi kadar büyütsek, tanecik, 10km yüksekliğinde bir tuz dağına dönüşürmüş…

Ortalama bir insan bedeninde 70 milyar kadar hücre bulunur. Fakat her bir hücrede kaç atom bulunur? Cevap: 40 milyon! Eğer vücudumuzdaki atom sayısını merak edenler var ise 70 milyar ile 40 milyonu çarpabilirler.

Bir atomu dünya gözüyle göremeyecek miyiz diyenler olabilir. Bu biraz zor gözüküyor. Eğer ileride şimdikilerle kıyaslanamayacak olağanüstü büyütme yeteneği olan mikroskoplar yapılabilirse belki atomu şimdikinden daha net görebiliriz. Bunun dışında tek bir yol o da atomu büyütmek. Örneğin bir karbon atomunu yeterince büyütmek. Bu teorik olarak mümkün. Yeterince büyütmekten ne kastediyoruz derseniz.

Elimize bir elma alalım. Ve bu elmanın dünya kadar büyüdüğünü hayal edelim.

Elma, dünya kadar büyüdüğünde, onu oluşturan atomlar aşağı yukarı bir futbol topu kadar irileşmiş olurlar.

Referanslar

Benzer Belgeler

Elde ed ilen bulgular istatistiki ola- rak değerlend irildiğinde, muhafaza süresince toplam mezotil ik aerob mikroorganizma sayısında meydana ge len değ işimlerin uygu lanan

Öğrencilerin aile içindeki bireylerin birbirine olan tutumlarına ilişkin görüşlerine bakıldığında Tablo-17’de görüldüğü gibi 12 öğrenci “Depremden sonra

Onu (İràvatã) okşayacağım zaman kalbimin başka birisine ait olduğunu bile bile bana nasıl olur da hissettirmez. Bundan dolayı diyorum ki onun hayal

Bugün Batı’nın sahip olduğu kültür miras her alanda Platon ve Aristoteles’in ortaya koyduğu ve tartıştığı kavramlara sıkı sıkıya bağlıdır. Bunlar

Bu çalışma sonucunda; preeklamptik grupta OPG düzeyleri sağlıklı gruba kıyasla yüksek bulundu ve serum OPG düzeylerinde kontrol ve hasta grubu arasında

Aynı zamanda harcamalar üzerinden alınan dolaylı bir vergi türü olan gümrük vergisi, gelir ve kurumlar vergisi gibi belirli aralıklarla alınan bir vergi

KH, Art S, Art D, OAB, CVP, PAM, PCWP, CO, CI, SV, SVI, SVR, SVRI, PVR, PVRI, LVSW, LVSWI, RVSW, RVSWI, LHCPP, “y” dalgası değerlerinin ölçümü ilk olarak supin

Positive General Feedback Knowledge of Performance Negative Nonverbal Feedback Mastery Climate Intrinsic Motivation Positive Nonverbal Feedback Performance Approach Climate