• Sonuç bulunamadı

yayın no: 279 RiSALE-i NUR DAN DERSLER-II / Mesnevî-i Nuriye den, Katre Risalesi

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "yayın no: 279 RiSALE-i NUR DAN DERSLER-II / Mesnevî-i Nuriye den, Katre Risalesi"

Copied!
12
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

RISALE I NURDAN DERSLER

RISALE I NURDAN DERSLER

yayın no: 279

RiSALE-i NUR’DAN DERSLER-II / Mesnevî-i Nuriye’den, Katre Risalesi

Genel yayın yönetmeni: Ergün Ür Yayınevi editörü: Özkan Öze iç düzen/kapak: Zafer Yayınları

isbn: 978 975 261 194 8 Sertifika no: 14452

Mahmutbey mh. Deve Kald›r›mı cd. Gelincik sk. no:6 Ba€c›lar / ‹stanbul, Türkiye Tel: (0 212) 446 21 00 Fax: (0 212) 446 01 39

zaferyayinlari.com - zafer@zaferyayinlari.com - twitter/zaferyayinlari Copyright © 2012

1. Baskı: Nisan, 2012

Bas kı-cilt: Vesta Ofset 0 212 648 06 38

(2)

“Kat'î ve çok tecrübelerle anlaşılmış ki,

imanı kurtarmak ve kuvvetlendirmek ve tahkikî yapmanın en kısa ve en kolay yolu, Risale-i Nur'dadır. ”

— Kastamonu Lahikası

4

(3)

OKUYUCULARIMIZIN, özellikle Nur’dan Kelimeler ve Cümleler kitaplarıyla tanıdığı Alaaddin Başar, Risale-i Nur’un daha iyi anlaşılmasına yönelik bir çalışmayı daha is- tifadelerimize sunmuş bulunuyor: Risale-i Nur’dan Dersler.

Bu derslerin ilk kitabında, Mesnevî-i Nuriye’den ZERRE ve ŞEMME risalelerinin açıklamaları yapılmıştı. Dizinin bu ikinci kitabında ise, yine Mesnevî-i Nuriye’nin KATRE ri- salesi konu ediniliyor.

Bu dizinin gayesini beş esasta özetleyebiliriz:

Birincisi: Zamanımızın ihtiyaçlarına göre telif edilmiş bir Kur’an tefsiri olan Risale-i Nur ışığında, imanî ve İslâmî meselelere dair, çok sorulan sorulara cevap vermek, anlaşıl- mayan, yahut yanlış anlaşılan konulara herkesin anlayacağı berrak bir anlatım ile ışık tutmak.

İkincisi: Risale-i Nur’un bir arada okunup müzakere edil- diği ders halkalarına iştirak etme fırsatı bulamayanlar için, yazılı bir sohbet imkânı sunmak.

6

(4)

Üçüncüsü: Özellikle genç Risale-i Nur okuyucularının, bu kıymetli eserlerde izah edilen iman derslerini daha iyi anlayabilmelerine yardımcı olmak.

Dördüncüsü: Üzerine Risale-i Nur’dan iman dersleri yapma görevi düşmüş ve taşın altına elini koymuş gayretli Nur talebelerine, yardımcı olmak.

Beşincisi: Risale-i Nur kitaplarının ismini duymuş, fakat bu kıymetli eserler hakkında yeterli derecede bilgi edineme- miş kimseler için, Külliyat’ın muhtevasına dair tatmin edici bir kaynak vazifesi görmek.

Bu beş mühim gayenin de ortak noktası, Risale-i Nur’un kurtarıcı sayfaları arasındaki imanî konuların anlaşılması, anlatılması ve herkese ulaştırılmasıdır...

— Zafer Yayınları Tevhid Denizinden

(5)

ِميِحّرلا ِنمْحّرلا ِهّللا ِم ْسِب

ِهِّيِبَن ىَلَع ُةَلاَّصلا َو ِهّلِل ُدْمَحْلَا

(Bu risale, dört Bab ile bir Hâtime ve bir Mukaddeme üzerine tertib edilmiştir.)

M U K A D D E M E

Kırk sene ömrümde, otuz sene tahsilimde yalnız dört keli- me ile dört kelâm öğrendim; tafsilen beyan edilecektir. Bu- rada yalnız icmalen işaret edilecektir.

Kelimelerden maksad:

Mana-yı harfî, mana-yı ismî, niyet, nazardır. Şöyle ki:

Cenâb-ı Hakk’ın masivasına (yani kâinata) mana-yı har- fiyle ve O’nun hesabına bakmak lâzımdır. Mana-yı ismiyle ve esbab hesabına bakmak hatadır.

BEDİÜZZAMAN Hazretleri Arapça gramerinde geçen

“isim ve harf ” tariflerini Akaid ilmine uygulamış ve İlâhî bi- rer sanat eseri olan bu âlemdeki varlıklara nasıl bakılması gerektiğini ortaya koymuştur.

“İsim”, başkasına muhtaç olmaksızın tek başına bir mana ifade eder. “Harf ” ise, tek başına bir mana ifade etmeyip baş- ka bir kelimenin anlaşılmasına yardım eder.

Meselâ, “masa” kelimesi bir isim olarak tek başına bir mana taşımaktadır.

Ama “nın” edatı, yalnız olarak bir mana ifade etmez, an- cak “masanın” dediğimizde masa kelimesinin anlaşılmasına yardımcı olur.

10

(6)

R İ S A L E - İ N U R ’ D A N D E R S L E R - 2 M E S N E V Î - İ N U R İ Y E / K A T R E

Burada şunu ifade etmek gerekiyor.

Arapçada harf denildiği zaman sadece a,b,c gibi harfler anlaşılmaz.

Birkaç harften meydana gelen harf-i cerler, harf-i tarifler de yine harf olarak nitelendirilirler.

“İle” manasına gelen “ba” harfi, gibi, “…den, …dan” ma- nasına gelen “min” de bir harf-i cerdir; yani kendilerinden sonra gelen ismi esre okuturlar.

Hâlbuki “min” harf-i cerri iki harften (mim, nun) meyda- na gelir. Keza, “…ye, …ya” görevi yapan “ilâ” da üç harften (elif, lam, ya) meydana gelir.

Muayyenlik ifade eden harf-i tarifler de elif ve lam olmak üzere iki harften meydana gelirler.

Bir ismin başına “el” harf-i tarifi geldiğinde, onun “bilinen bir şey” olduğu anlaşılır, bu harf-i tarif gelmese “herhangi bir şey” olarak anlaşılır. İngilizcedeki “a” ve “the” gibi.

Bu kısa açıklamadan sonra, konuya dönelim.

Bir meyveden, meselâ, bir portakaldan söz ederken, onun özelliklerinden, taşıdığı vitaminlerden, yetiştiği beldelerden bahsedip de onun bir İlâhî eser ve insanlara bir ihsan, bir lütuf olduğundan hiç söz etmemek, portakala “mana-yı is- miyle” bakmak demektir.

Yani, onu müstakil bir varlık olarak düşünüp, yaratıcısını hiç nazara almamak “mana-yı ismiyle” bir bakıştır.

O portakalın insana faydalı bir rızık olduğunu düşünmek, şeklinden, kokusundan, renginden, taşıdığı zengin C vita- minine kadar her şeyiyle insana göre yaratılan bu meyveyi, Allah’ın Rezzak isminin bir tecellisi olarak seyretmek ise

“mana-yı harfiyle” bir bakıştır.

Yani, o meyve bir harf olarak Rezzak isminin anlaşılma- sına yardım etmekte, insana o İlâhî ismi hatırlatmakla onu düşünmeye ve şükre davet etmektedir.

Cenâb-ı Hakk’ın masivasına (yani kâinata) mana-yı harfiy- le ve Onun hesabına bakmak lâzımdır. Mana-yı ismiyle ve esbab hesabına bakmak hatadır.

ÜSTAD Hazretleri buradan mana-yı harfi için “Onun he- sabına bakmak” tarifini getirmiştir; örneğimizde, portakala Rezzak ismi hesabına bakmak gibi.

“Mana-yı ismiyle ve esbab hesabına bakmak”, yani por- takalı sahipsiz, yaratıcısız, tek başına müstakil bir varlık gibi düşünmek yahut ona ağacın bir eseri imiş gibi bakmak “ha- tadır.”

Dünyanın çok büyük bir coğrafyasında, biyoloji, fizik, bo- tanik, zooloji, kimya, biyokimya gibi yaratılışla ilgili ilimler gençlerimize ders verilirken bütün bilgiler mana-yı ismiyle verilir.

Karaciğer şu görevleri yapar, şu bitki şu özellikleri taşır, Güneş’in büyüklüğü ve ısısı şu kadardır, şeklindeki ifadeler için Üstad Hazretleri’nin kullandığı çok güzel bir tabir var:

“Müstakil bir ağa.” Yani, eşyadaki büyük hikmetler genç- lerimize öğretilirken, sanki bu varlıklar “kendi başına buyruk birer ağa” imişler gibi, çok sönük ve donuk bir üslup kulla- nılır. Bunu da “ilmin tarafsızlığı” gibi bir kılıfa sokarak ya- parlar.

Hâlbuki Allah’ın eseri olan bu varlıkları O’ndan hiç söz etmeden anlatmak tarafsızlık değil, aksine gaflet yahut inkâr hesabına bir taraflı anlatımdır.

Meselâ, Selimiye Camii’nde sergilenen mimarî dehayı nazarlara verirken, Sinan’dan hiç söz etmemek tarafsızlık değil, o büyük mimarı nazarlardan saklamaya dönük “taraflı ve kasıtlı” bir bilgilendirme olur.

(7)

R İ S A L E - İ N U R ’ D A N D E R S L E R - 2 M E S N E V Î - İ N U R İ Y E / K A T R E

“Evet, her şeyin iki ciheti vardır. Bir ciheti Hakk’a bakar.

Diğer ciheti de halka bakar. Halka bakan cihet, Hakk’a ba- kan cihete tenteneli bir perde veya şeffaf bir cam parçası gibi, altında Hakk’a bakan cihet-i isnadı gösterecek bir per- de gibi olmalıdır.”

BURADA “mana-yı harfi ve mana-yı ismi” konusuna de- vam edilerek, mana-yı harfinin “Hakk’a bakan cihet”, mana- yı isminin ise “halka bakan cihet” olduğu nazara veriliyor.

Hakk’a bakan cihet, bir şeyde tecelli eden İlâhî isim ve sı- fatlar, o şeyin yaratılış hikmetleri, onda kendini gösteren rahmet ve inayet, o eseri Cenâb-ı Hakk’ın bizzat müşahede etmesi, meleklerine göstermesi, bütün ruhaniyata seyrettir- mesi gibi gayelerdir.

Halka, yani mahlûkata bakan ciheti ise o şeyin başka varlık- lara sağladığı faydalardır.

Meselâ, güneşin Hakk’a bakan ciheti O’nun Nur ismine ayna olması, kudret ve azametini göstermesi gibi görevle- ridir. Halka bakan ciheti ise, yeryüzündeki bütün canlıla- ra yaptığı çok hayatî hizmetlerdir. Aslında bu hizmetler, Allah’ın rahmet ve inayetini göstermeleri yönüyle de Hakk’a bakmaktadırlar.

Varlıkların halka bakan faydaları ve hikmetleri düşünü- lürken, bunları şuursuz, ilimsiz, cansız, merhametsiz sebep- lerin yapamayacağı dikkate alınırsa, böyle bir bakış “tente- neli bir perde yahut şeffaf bir cam parçası” gibi olur ve biraz dikkat edildiğinde altında Hakk’a bakan ciheti gösterir.

Kalın bir perde yahut puslu veya renkli bir cam parçası, altındaki şeylerin görünmesine engel olduğu gibi, varlıklara mana-yı ismiyle bakmak, yani sadece onların özelliklerini ve faydalarını inceleyerek bunların o varlıklara nasıl ve kim

tarafından takıldığını hiç düşünmemek de hakikatlerin gö- rünmesine mani olur.

Cansız ve şuursuz varlıklardan gördüğümüz faydalarda gafletin dağıtılması ve bütün hayrın Allah’tan olduğunun an- laşılması bir derece kolaydır. Ama bu hayır, insanların eliyle geliyorsa ve o kişiler de bu başarılarını kendilerine mal edi- yorlarsa perdeler çok daha kalınlaşmış ve camın rengi iyice koyulaşmış demektir. Böyle bir durumda, o kimseler kendi- lerini büyük bir tehlikeye attıkları gibi, bu iyilikleri onlardan bilen kişiler de yine büyük bir gaflete düşerler. Yani, insan, mahlûkat içinde en şerefli olmakla birlikte, enaniyet ve kibir yoluna girdiğinde hakkın görünmesini engelleyen çok kalın bir perde olmaktadır. Bir cam parçası gibi görev yapacağına, katı bir cisim gibi nazarları kendine çeker ve nimetin gerçek sahibinden kendisi gaflet ettiği gibi, başkalarının da gafleti- ne sebep olur.

(8)

R İ S A L E - İ N U R ’ D A N D E R S L E R - 2 M E S N E V Î - İ N U R İ Y E / K A T R E

“Binaenaleyh nimete bakıldığı zaman Mün’im, san’ata ba- kıldığı zaman Sâni’, esbaba nazar edildiği vakit Müessir-i Hakikî zihne ve fikre gelmelidir.”

BİR NİMETİN sadece insana olan faydalarına nazar edi- lirse ona mana-yı ismiyle bakılmış olur. Hâlbuki o nimet, insanı ve onun ihtiyaçlarını bilmeyen toprağın, suyun, ağacın yahut güneşin işi olamaz. O nimeti bir Mün’im (nimetlendi- ren) yaratmıştır ve bize ikram etmektedir.

Her biri, bir sanat mucizesi olan varlıklara baktığımız- da da onları yapan Sani’ zihnimize gelmelidir. Bir çiçeğin yapılışını ne toprağa verebiliriz, ne suya, ne güneşe, ne de bahar mevsimine. Bunların tümünü birlikte çalıştırarak o eseri meydana getiren Allah, bütün kâinatı onun imdadına göndermekte ve onu taklit edilmesi mümkün olmayan bir sanat mucizesi olarak icat etmektedir.

Sebeplere bakıldığı zaman da “Müessir-i Hakikî zihne ve fikre gelmelidir.”

Risalelerde çokça ve önemle işlendiği gibi, Cenâb-ı Hak bu hikmet dünyasında birtakım varlıkları bazı sebeplerle ya- ratmaktadır. Bunun en açık örneği, insanın yaratılışına anne ve babasını sebep kılmış olmasıdır.

İnsanı anne ve babası yapmış değillerdir, zira onlar da ya- pılmışlardır. Anne ve babayı yaratan kim ise, onlar vasıtasıyla insanı dünyaya gönderen de O’dur.

Aynı şekilde, bir meyveyi ağacın yaptığı söylenemez, zira ağaç da yapılmış, yaratılmıştır. O halde, o ağacı kim yarat- mışsa, ondan meyveleri süzüp çıkaran da O’dur.

Âdem babamızın topraktan yaratılması, kavun ve karpu- zun ağaç olmaksızın ince bir saptan çıkarılması gösteriyor ki, anne-baba ve ağaçlar sadece birer sebeptirler. Onların yaratılmasında ve onlardan neticelerin süzülüp çıkarılmala-

rında ayrı İlâhî sanatlar sergilenmekte ve farklı isimler tecelli etmektedir.

Sebeplere riayet edilmesi fıtratın bir kanunudur. Ağaç dikmeden meyveye kavuşmak mümkün değildir. Ancak bu sebeplere bakıldığında “Müessir-i Hakikî zihne ve fikre gel- melidir.” Bunların, o mucize eserleri yapamayacakları dü- şünülmeli ve Müessir-i Hakikinin (gerçek tesir sahibinin) ancak Cenâb-ı Hak olduğu hiçbir zaman unutulmamalıdır.

Bir önceki cümlede de ifade edildiği gibi sebepler tenteneli bir perdedir; az bir dikkat ile bu hakikat görülecektir.

(9)

R İ S A L E - İ N U R ’ D A N D E R S L E R - 2 M E S N E V Î - İ N U R İ Y E / K A T R E

Ve keza nazar ile niyet, mahiyet-i eşyayı tağyir eder. Günahı sevaba, sevabı günaha kalbeder.

BAKMA manasına gelen “nazar” kelimesi, çoğu zaman, “ba- kış açısı ve akıl” manasında da kullanılır.

Meselâ, hastalıklara bir elem ve keder vasıtası olarak na- zar edilebileceği gibi, günahları eriten; insanın dünya sevgi- sini azaltan, kalbini ahirete yönlendiren, acz ve fakrını kema- liyle hissettirip insanın kulluk şuurunu pekiştiren bir nimet-i İlâhî olarak da bakılabilir.

Günahın sevaba dönüşmesine eskiden beri verilen meş- hur bir örnek var:

Yalan söylemek günah olduğu halde, iki kişinin arasını bulmak ve onları barıştırmak için yalan söylendiğinde o gü- nah bir sevaba vesile olmuş olur. Ancak, Üstad Hazretleri,

“Maslahat için kizb ise zaman onun neshetmiş.” diyerek bu kapıyı kapamış ve gerekçe olarak da “bunun muayyen bir haddinin olmadığını” göstermiştir. Yani, iki kişiyi barıştır- mak için yalan söylenebileceğine dair bir kapı açılırsa, başka faydalar için de yalan söyleme yoluna gidilme tehlikesi or- taya çıkar. Hatta bu kapı birçok haramların işlenmesine de yol açabilir.

Bunun yerine şöyle bir misâl verebiliriz: Adam öldürmek günahtır, kötü bir fiildir, ancak bu iş İslam’ın nurunu sön- dürmek isteyen küffara karşı yapılırsa, yani maksat “İ’la-yı kelimetullah” olursa, adam öldürme fiili sevaba inkılâp eder.

Aynı örneği, sevabın günaha inkılâbı için de kullanabiliriz.

Allah için cihat etmek büyük bir fazilet iken, bunun şan, şöhret yahut ganimet kazanmak için yapılması halinde “rıza riyaya”, “sevap, günaha” inkılâp eder.

Bir başka örnek:

Din aleyhine yazılmış bir kitabı okumak mutlak manada

zararlıdır; kötü bir iştir. Ama bunda niyetimiz o kitaptaki yıkıcı fikirlere cevap vermek olursa bu okuma fiili sevaba inkılâp eder.

Niyet de nazara yakın bir kelimedir; ancak aralarında şöyle bir fark da vardır: Nazarda “bakış açısı”, niyette ise

“maksat” ön plana çıkar.

(10)

R İ S A L E - İ N U R ’ D A N D E R S L E R - 2 M E S N E V Î - İ N U R İ Y E / K A T R E

“Evet, niyet âdi bir hareketi ibadete çevirir.Ve gösteriş için yapılan bir ibadeti günaha kalbeder. ”

ÜSTAD HAZRETLERİ’NİN “öğrendim” dediği kelime- lerden biri de “niyet”. Buradaki niyeti en başta “ihlas” olarak anlamamız gerekiyor. Zira en büyük niyet, bir işi Allah rızası için yapmaktır. Namazımıza “Niyet ettim Allah rızası için”

diye başladığımız gibi, konuşurken, ticaret yaparken, sefere çıkarken kısacası bütün işlerimizde de niyetimiz İlâhî rızaya ermek olmalıdır.

Cümlede geçen “âdi” kelimesi, yeme, içme, konuşma, yat- ma gibi adet olarak yaptığımız işler demektir. Bunları sünnet niyetiyle yaptığımızda o âdi işlerimiz ibadet olurlar. Zira o Hak Elçisine (a.s.m.) uymak, Allah’ın razı olduğu şekilde hareket etmek demektir.

Meselâ, uyumak bir âdetimizdir. Sünnet üzere yatıp, sa- bah namazına kalkmayı da niyet ettiğimizde bütün uyku- muz ibadet olur.

Üstad Hazretlerinin takva hakkındaki harika bir mektu- bu var. O mektubunda şöyle buyuruyor:

“Hem, takva içinde bir nevi amel-i salih var. Çünkü, bir haramın terki vaciptir. Bir vacibi işlemek, çok sünnetlere mu- kabil sevabı var. Takvâ, böyle zamanlarda, binler günahın tehâcümünde bir tek içtinab, az bir amelle, yüzer günah terkin- de, yüzer vacip işlenmiş oluyor.” – Kastamonu Lahikası

Sonunda şöyle bir kayıt koyuyor:

“Bu ehemmiyetli nokta, niyetle, takvâ namıyla ve günahtan kaçınmak kastıyla menfî ibadetten gelen ehemmiyetli a’mâl-i salihadır.”

Kalabalık bir caddeden geçen bir insan, haram nazardan sakınma niyetiyle başını önüne eğerek yürüdüğünde yüzlerce vacip sevabı kazanabilir. Bir başkası da birisiyle kavga etmiş olsun; iç âleminde onunla münakaşa ederek ve ona hakaret- ler yağdırarak yol alsın.

Bu adam da sağa sola bakmadan yürümektedir, onun na- zarına da hiçbir haram ilişmez, ama niyeti haramdan sakın- mak olmadığı için birinci adamın kazandığı sevabı bu adam kazanamaz.

Bu kâinatı inceleyen bilim adamlarının niyeti İlâhî hik- met ve rahmeti insanlara ders vermek olsa, bütün çalışmaları ibadet olur. Ama niyetleri meşhur olmak, ödül almak, ücret- lerini artırmak olduğu takdirde bu çalışmaların onlara sevap namına hiçbir faydası olmayacaktır.

Niyet, manevî kazanç konusunda büyük bir sermayedir.

Bu sermayeyi iyi kullanmak gerekir. İnsan halis bir niyetle bir hayır yapmak istese, fakat elindeki imkânlar buna izin vermediği için o hayrı yapamasa ve bundan üzüntü duysa onun bu halis niyeti ona sevap kazandırır.

İnsan, okuduğu bir hatmi bağışlarken bütün müminle- ri niyet ettiğinde onların her birine bir hatim sevabı hediye edebilir.

“Ve gösteriş için yapılan bir ibadeti günaha kalbeder.”

Bu da sevabın günaha kalbolmasına misâl oluyor.

(11)

R İ S A L E - İ N U R ’ D A N D E R S L E R - 2 M E S N E V Î - İ N U R İ Y E / K A T R E

“Maddîyata esbab hesabıyla bakılırsa cehalettir. Allah hesa- bıyla olursa, marifet-i İlâhîyedir.”

BİR ÇOK ŞEYİN sebepler eliyle yaratıldığı bu hikmet dünyasında, sebeplere tesir vermek cehaletten başka bir şey değildir.

Meyveyi ağacın, sebzeleri toprağın yaptığını söyleyen bir kişi, bu meyveler ve sebzeler hakkında ne kadar bilgi sahi- bi olursa olsun, bu bilgiler onu cehaletten kurtaramaz. On İkinci Söz’de geçen Kur’an misâli bunu çok güzel ortaya ko- yar.

Elementleri birer harf, ağaçları, tarlaları, denizleri, orman- ları birer sayfa olarak görüp, Cenâb-ı Hakk’ın bu sayfalarda kudret kalemiyle yazdığı yazıları, yani meyveleri, hububatı, balıkları, ceylanları bu nazarla inceleyen kimsenin bütün bu bilgileri marifet-i İlâhîye olur.

Üstad Hazretleri bu dört kelimeyi öğrendiğini söylemek- le bize şu mesajı vermiş oluyor:

Ben bu varlık âlemindeki eserleri mana-yı ismiyle değil, mana-yı harfiyle değerlendirdim, onlara bu şekilde nazar ettim. Ve bütün ömrümde her işimde niyetim sadece ihlas oldu.

Birinci Kelâm:

ىِكِلاَم ُت ْسَل ىِّنِا

Ben kendime mâlik değilim.

Ancak mâlikim kâinatın mâlikidir.

ÜSTAD HAZRETLERİ’NİN otuz sene tahsilinde öğren- diğini ifade ettiği dört kelamdan birisi, “Ben kendime malik değilim.”

Bu sözü, “Ben bedenimin maliki değilim.” ve “Ben ru- humun maliki değilim.” diye ikiye ayırabiliriz. Bunların her ikisi de bize emaneten verilmiş oluyorlar.

O halde, bu kelamı “Ben bu iki emaneti de dilediğim gibi kullanamam.” şeklinde değerlendirmemiz gerekiyor.

Meselâ, gözümle her istediğim şeye bakamam, çünkü ben gözüme malik değilim. Kulağımla istediğim her sözü din- leyemem, mideme her gıdayı gönderemem, ayaklarımı her menzilde gezdiremem.

Öte yandan, bu ruh ve ona takılı akıl, kalp, hafıza, hayal ve bütün his dünyam da bana emanet verilmiş ve ben bunları da dilediğim gibi kullanamam.

“Akıl benim değil mi, istediğim şeye yorabilirim.” diye- mem.

“Hafıza benim değil mi, ona dilediğim her şeyi dolduru- rum.” diyemem.

“Sevgi hissi benim değil mi, istediğim şeyi severim, hayal benim değil mi, onu keyfimce dolandırabilirim.” de diye- mem.

İşte Üstad Hazretleri, “Ben kendime malik değilim.” ke- lamını öğrendim derken, “Bütün bu maddî ve manevî cihaz- larımı, gerçek sahibi ve yaratıcısı olan Allah’ın rızası istika- metinde kullanmayı öğrendim ve öylece kullandım.” demek istiyor.

Bunları yazmakla da bize aynı mesajı veriyor.

“Ruhunuz da, bedeniniz de size emanettir. Onları doğru

(12)

R İ S A L E - İ N U R ’ D A N D E R S L E R - 2 M E S N E V Î - İ N U R İ Y E / K A T R E

yahut yanlış kullanmaktan imtihan oluyorsunuz. Dikkatli olun ve bu emanetlere hıyanet etmeyin. Emanetleri haki- ki sahibinin emir ve yasaklarını göz önüne alarak kullanın.”

diyor.

“Malikim kâinatın malikidir.” cümlesi bizim kendi var- lığımıza gerçek manada sahip olamayacağımızı ispat ma- nasında kullanılmıştır. Nurlar’da sıkça işlendiği gibi “İnsan kâinat ağacının en son ve en cemiyetli meyvesi”dir. Meyveye sahip olmak için ağaca sahip olmak gerekir. Biz bu kâinata sahip olamadığımıza göre kendimize de malik olamayız.

“Fakat kendime mâlik nazarıyla bakıyorum ki, Mâlik-i Hakikî’nin sıfâtını ve sıfatların bir derece mahiyetini ve hu- dudunu bileyim.”

KANAATİMCE burada Üstad Hazretlerinin “öğrendim”

dediği temel kelam “Ben kendime malik değilim.” kelamıdır.

Bu cümlede dikkat çekilen konu ise, daha çok, Dördüncü Kelam’ın açıklaması mahiyetindedir.

Biz kendimize malik değiliz, ama “benim elim, benim gö- züm, benim kuvvetim” gibi sözleri de rahatlıkla söylüyoruz.

“Bu yetki bize niçin verilmiş?” sorusunun cevabı Otuzuncu Söz olan Ene Risalesi’nde geniş olarak açıklanmıştır. Burada ise bir özet sunulmuş.

Şöyle ki:

Meselâ, “benim kuvvetim” diyeceğiz ki bu kuvvetle ya- pabildiğimiz işleri ölçü alalım da, “Bu kâinatta icra edilen sonsuz işler nihayetsiz bir kudret ve kuvvet gerektirir, bu ise ancak İlâhî kudret olabilir.” diyebilelim.

Diğer sıfatlarımızı da buna kıyas edebiliriz.

Referanslar

Benzer Belgeler

BM Ge nel Sek re te ri Ban Ki- mun, hü kü me tin çök tü ðü Lüb - nan’a i ti dal çað rý sýn da bu lun - du.. Ay rý ca Bkz. Ay rý ca bkz. An ka ra’da bü yük te za hü rat la

“Âyetlerimi az bir bedel karşılığında satmayın” manasını işleyen birçok âyet vardır.1 Bu âyetler, Kur’ân’ın az veya çok hiçbir bedel ile ölçülemeyeceğini, Kur’ân’a dünyevî

Kur’ân-ı Mu’cizü’l- Beyan’ın bu zamana mahsus bir i’caz-ı mânevîsidir.”3 Hem,”Kur’ân’dan gelen o Sözler ve o Nurlar, yalnız aklî mesail-i ilmiye değil;

Mezkur hadisede yalnız Gençlik rehberi için ve çok ehil ve âlim bir talebesine dahi sadeleştirme iznini vermediği ifade edilmişken ve aynı ihtiyaç bilhassa gençler için

hakikat olduğu için, bu rabıtayı ehl-i tarîkat gibi. farazî ve

Benim bu yazıdaki amacım iktisadi teorilere Bediüzzaman’la aynı pencereden bakmak ve iktisat ilminin dinimizde nasıl bir yer tuttuğu, Kuran’ın ve

İşte buna kıyasen Risale-i Nur’da pekçok müvazenelerle isbat edilmiştir ki, ehl-i sefahet ve dalalet, dünyada dahi bir manevî Cehennem içinde azab çekerler ve ehl-i iman

Derneğin başkanı Şeyh Ali Saifi’ye İhsan Kasım ağabey tara- fından bir adet Arapça Risale-i Nur Külliyatı hediye edildi.. Türkiye he- yeti ve dernek heyeti