• Sonuç bulunamadı

5. BÖLÜM: ORTAÇAĞ DA İKTİSADİ DÜŞÜNCE Ortaçağ kavramı, özellikle Avrupa uluslarının tarihinde Roma İmparatorluğu nun batı parçasının yıkıldığı 476

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "5. BÖLÜM: ORTAÇAĞ DA İKTİSADİ DÜŞÜNCE Ortaçağ kavramı, özellikle Avrupa uluslarının tarihinde Roma İmparatorluğu nun batı parçasının yıkıldığı 476"

Copied!
10
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

5. BÖLÜM: ORTAÇAĞ’DA İKTİSADİ DÜŞÜNCE

 Ortaçağ kavramı, özellikle Avrupa uluslarının tarihinde Roma İmparatorluğu’nun batı parçasının yıkıldığı 476 yılından başlayan ve 1500’de sona eren bir dönemi nitelemek için kullanılır.

 J.A. Schumpeter bu çağda iktisadi düşünce tarihinde bir tür büyük düşünsel boşluk olduğunu ileri sürmektedir.

 Düşünsel boşluk Avrupa kıtası için doğru olarak değerlendirilse de bu yıllarda Türk-Arap-İslam medeniyeti zirveye ulaşmıştır.

 El Birunî, İbn-i Rüşt, Farabî, Gazalî ve İbn-i Sina bu zirvenin önde gelen şahsiyetleri arasında sayılabilir.

 Ortaçağ’ı, feodal sistemin oluşum aşaması, durgun dönem, ticari ve teknolojik gelişme dönemi ve geç Ortaçağ dönemi olmak üzere dört temel döneme ayırmak mümkündür.

 Batı Roma’nın çöküşünden sonra bütün Avrupa ciddi bir huzursuzluk ortamında bulunuyordu. Bu ortam ekonomik alanda da etkili olmuş ve Avrupa kıtası içine kapanmıştı.

 Merkezi bir otoritenin yokluğu, paranın, pazarın ve organizasyonun eksikliği temel problemdi.

 Siyasi yönetim biçimi olarak feodalizm, ekonomik sistem olarak da manoryalizm, özellikle 900-1200 arasındaki dönemde klasik biçimleriyle uygulandılar.

 Feodalizm, siyasi egemenliğin kraldan başlayan ve en küçük soyluya değin zincirleme bir biçimde yayılan bir yönetim tarzıydı.

 Bu yönetim şeklinin temelinde vassallik uygulaması vardı. Vassallik ilişkisinin ortaya çıkışı, ya Germen kabilelerinin şefe bağlılık geleneğine ya da büyük Roma ailelerinde aile reisine olan bağlılığa dayandırılmaktadır.

 Soylular, askerler, eski komutanlar, kendi bölgelerine sığınıp korunma talep eden köylülerden, sağladıkları güvenlik karşılığında emek hizmeti talep ediyordu.

 Bu örgütlenme sınıflı bir sosyal yapıyı beraberinde getirdi. Toplum;

soylular (yönetenler), dua edenler (din adamları), savaşanlar (şövalyeler), yargılayanlar ve üretenler (köylü ve serfler)’den oluşuyordu.

 Lordlar bağlı oldukları üst lord tarafından kendilerine temlik edilen toprakları ikiye bölüp bir kısmını kendilerine ayırıp geri kalanını serflere dağıttılar. Serflerin hem kendi geçimlerini sağlayacak bu topraklarda, hem de lordun topraklarında çalışarak üretim faaliyetini sürdürmeleri şeklindeki ekonomik üretim biçimi manoryalizm olarak adlandırılmaktadır.

 Feodal bir manor yapılanması içinde köylüler genellikle özgür köylüler, cottarlar, bordarlar ve serfler şeklinde dört sınıfa ayrılmaktaydılar.

Bunların yanında çok küçük bir oranda köleler yer almaktaydı.

 Ortaçağ’da toplumsallık son derece ileri boyutlara ulaşmış ve bireycilik ötelenmiştir.

 Bütün endüstri öncesi toplumlarda olduğu gibi temel mantık, içinde bulunulan toplumun en uygun biçimde ihtiyaçlarını karşılayabilmesi ve yaşayabilmesi olarak belirlenmiştir.

(2)

 Sisteme, açık tarla, hafif saban, ikili tarla rotasyonu ile ticaretin, paranın, pazarın ve özgür işgücünün yokluğu damgasını vurur.

 Üretim faktörleri kontrol altında ve istikrarlıdır.

 Küçük bölgesel ticaretin dışında uluslararası sayılabilecek uzun mesafeli ticaret yoktur.

 Toplumun %90’ı ziraî sektör içindedir. Sınaî üretim hacim olarak küçük ve nitelik itibariyle de tarım sektörüne bağlı ve onun bir uzantısı şeklindedir.

 Bu klasik görünüm ilki 1100-1300, ikincisi de 1450-1550 döneminde iki önemli kırılma ile dönüşecek ve yerini, kapitalist ekonominin içinde doğup gelişeceği bir siyasal ve ekonomik yapıya terk etmek zorunda kalacaktır.

 İlk kırılma dönemi, artan nüfusun ve gelişen ticaretin etkileri ile malikâne ekonomisinde çözülmelere neden olacaktır.

 Şehir ekonomileri gelişmiş, beraberinde ticaretin biçimini, siyasal yönetimin şeklini, finans ve kredi alışkanlıklarını değiştirmeye başlamıştır.

 İkinci kırılma 1350-1500 döneminde yaşanan krizin ertesinde ortaya çıkmıştır.

 Rönesans, Reform, coğrafi keşifler, merkezi devletlerin doğmaya başlaması, teknolojik gelişme, yeni tüketim maddeleri ile Avrupa insanının tanışması, sömürge topraklar elde edilmesi ve ticaretin genişlemesi bu dönemde gerçekleşmiş ve kapitalizmin ilk doktrini merkantilizmin dillendirilebilmesinin koşulları oluşmuştur.

 Bu türden bir yapıda, siyasî otoritenin yüzlerce parçaya bölünmesi ve Roma dönemi bireyciliği ve materyalist anlayışının yerine Hıristiyanlığın kardeşlik ve yardımlaşma düşüncesinin ve Aristo felsefesinin geçmesi ile ekonomik ve sosyal daralma düşünsel alana sirayet etmiştir.

 Kilise bu sınıfsal yapı içerisindeki etkinliğini giderek artırarak çok geniş bir alanda söz sahibi olmuştur.

 Ortaçağ iktisadi düşüncesi Skolâstik felsefe etrafında toplanmıştır.

 Ortaçağ’da aynı zamanda, skolâstik düşüncenin temel ilkelerinden birisi olan doğal hukuk anlayışı yaygın kabul görüyordu.

 Doğal hukuk anlayışı özünde, Tanrı’nın yarattığı kâinat ve insanın, yaratıldığı şekliyle kabul edilmesine ve benimsenmesine dayanıyordu.

 Bu anlayış, Aristo’nun geliştirdiği madde-form düşüncesindeki, maddelerin en üstünde Tanrı’nın yer aldığını ifade eden tümelcilik anlayışına uygundu.

Ortaçağ’da Skolâstik Düşünce

 Skolâstik kavramı anlam itibariyle okul felsefesi, okul düşüncesi demektir.

 Düşüncenin temeli teolojiye dayanmaktadır.

 Skolâstik düşünce tamamıyla Hıristiyanlığın felsefi anlamda bir temele oturtulması ve sistematize edilmesi çabalarından doğmuştur.

 Büyük ölçüde ilham kaynağı olarak Aristo felsefesine dayanan skolâstizm, bir yandan felsefeyi dinin alanına uygulamak, bir yandan da aklı, inancın alanına uygulayarak buralarda yer alan problemleri anlaşılabilir kılmayı amaçlamaktadır.

(3)

 Skolâstik felsefenin temel ilkesi anlamak için inanıyorumdur.

 Bu ilke, aklın tanrısal buyrukların anlaşılabilmesi için kullanılmasını içerir. Bunun için realizm esastır.

 Realizmin aksine görelikçilik, öznellik ve kuşkuculuk skolâstiklerin karşısında yer aldığı düşünce akımlarıdır.

 Doğru tektir ve her şey bunun açıklanması içindir. Bu nedenle Aquinas, bilimleri doğal teoloji (yalnızca insan aklına dayanan) ve üst doğal teoloji (insan aklı ve vahye dayanan) olarak ikiye ayırır. İktisat doğal teoloji içinde incelenmelidir.

 Skolâstik düşünce 800 ile 1500 yılları arasında üç ana döneme ayrılabilir.

 Erken skolâstik dönem (800-1200), büyük oranda Aristo’nun etkisinde kalınan bir dönem olmuştur.

 Erken dönem skolâstikleri arasında Johannes Scottus, Anselmus ve Roscelinus gibi din adamları vardır.

 Skolâstik düşüncenin ikinci döneminde (1200-1300), skolâstizmin felsefi çabası bütün bilgi alanlarını kapsayacak şekilde bir bilgi sistemi kurmaktı.

 Akıl ile iman arasında bir bağlantı kurma çabasına İbn-i Sina ve İbn-i Rüşt gibi isimler de katılmıştı.

 Faiz, adil fiyat, kölelik, ticaret ve çalışma gibi düşünceler skolâstizmin bu döneminde şekillendi.

 Rönesans hareketinin felsefi anlamdaki temelleri bu dönemde atılmıştır.

 Skolâstizmin ikinci dönemi düşünsel anlamda önemli bir canlanmaya işaret etmekteydi.

 Skolâstizmin üçüncü dönemi (1400-1500) hem feodalizmin çözüldüğü hem de ekonomik gelişmelerin zirveye çıktığı bir dönemdir.

 Nichola Oresmus ve Jean Buridan gibi düşünürler tarafından, iktisadi konuların en fazla tartışıldığı bir dönem olmuştur.

 Artık ilk dönemde olduğunun aksine akıl ve dini birbiri ile uzlaştırma çabasından uzaklaşılacaktır.

 Bu dönem düşünürleri arasında Ockhamlı William, Roger Bacon ve Gabriel Biel gibi isimler sayılabilir.

 Bu dönemde aynı zamanda yalnızca felsefenin değil, teoloji ve doğa bilimlerinin ayrılabilmesi tartışmaları gündeme gelmiştir.

 Skolâstizmin düşünsel derinliklerinde Hıristiyanlığın ilkeleri ve kuralları açık bir biçimde yer almaktaydı.

Skolâstik Düşüncede Devlet Özgürlük ve Toplumsal Sınıflar

 Modern mikro ve makro iktisat teorilerinin anlaşılabilmesi için skolâstizmin ana kaynağı olan Hıristiyanlık teolojisinin anlaşılması gerekir.

 Roma’nın ve Roma’yı izleyen Germen krallıklarından Karolenj Devleti’nin kesin tasfiyesinden sonra Hıristiyanlık, insanı, devleti, özgürlüğü, eşitliği, dünyayı ve toplumsal sınıflaşmayı belirlerken, aynı zamanda Reform’a uzanacak sürecin yapıtaşlarını döşemeye başlamıştır.

(4)

 İnsan, dünyaya düşmeden önce özgür olmasına rağmen, bu dünya, insanın günahlarından temizlenmesi gereken ve özgürlüğünü yitirmiş olduğu bir dünyadır.

 Para ve zenginlik ile zengin olma isteği bu nedenden dolayı bu dünyada, insana iyi bir yaşam sürdürebileceği inancını verdiği için ve ona dünyevi zevkler sunarak özgür olabileceğini hatırlattığı için şüpheli kavramlardır.

 Yaşamdaki eşitsizlikler ve sınıfsal farklılıklar insan günahkârlığının bir bedeli, çekilmesi gerekli bir ilahi gerçeklik olarak algılanıyordu.

 İnsanlar, Tanrı’nın önünde kesinlikle eşittiler ancak bu eşitlik pratikte de bir eşitliğin aranması anlamına gelmiyordu.

 Ortaçağ toplumuna Hıristiyanlığın dikte ettiği sınıflaşma, insanlar tarafından da normal olarak karşılanıyordu.

 Hıristiyanlığa göre devlet, Tanrı tarafından konulan iyileri geliştirmek ve kötüleri bertaraf etmek görevine sahip olarak, insanın zaten günahkâr olarak gönderilmiş olduğu bu dünyadaki kurtuluşunu sağlamak, en azından kurtuluşunu sağlayabilmesi için gerekli olan ortamı oluşturmak görevine sahipti.

 1000’li yıllar kilise ile dünyevi iktidarlar arasındaki egemenlik çatışmasının keskinleşmeye başladığı ve 1500’lere kadar kilisenin egemenliğini pekiştirdiği yıllar olmuştur.

 Bu dünyanın, yaşanacak sonsuz hayatın bir öncülü olmasının öne çıkarılması, bütün ortaçağlar boyunca insanı, iktidarı ve dünyevi ilişkileri bir yandan edilgen bir konuma iterken diğer yandan kilisenin kontrolüne girmeye zorlamıştır.

 Bu nedenle Ortaçağ’ın iktisadi düşünceleri ve ekonomik pratikleri bu temel inançlar üzerine inşa edilmiştir.

 Ancak Reform ile yapılan düzenlemeler bu yorumları değiştirecek, iktisat teorisine giden yolların taşlarının döşenmesi bu dönüşümlerin sonucu olacaktır.

Ortaçağ’da Değer ve Adil Fiyat Düşüncesi

 Ortaçağ iktisadi düşüncesinin üzerine eğildiği en önemli iki unsurdan biri faiz ise diğeri de adil fiyattır.

 Faiz tartışmaları bir ucu ile ticarete, adil fiyat tartışmaları ise değer teorisine açılmaktadır.

 Adil fiyat kavramı en temel olarak, bir değişim işlemi nasıl yapılmalıdır ki, değişimin her iki tarafı da bir zarara uğramasın? Sorusunun cevabını bulmayı amaçlar.

 Ortaçağ’da temel düşünce, alım satım işleminde tarafların zarar görmemesiydi.

Ticarete para aracılık edince değer de parayla ifade edilmeye başlanmıştı.

 O halde Adil fiyat, bir değişim işleminde fiyatın malın değerini, malın da kendisine ödenen fiyatın değerini aşmaması, birbirine denk olması şeklinde tanımlanabilirdi.

 Ortaçağ’da adil fiyat üzerindeki tartışmalar, hukukçular ve skolâstikler tarafından yürütülüyordu.

 Adil fiyatın belirlenmesinde pazar fiyatı, kamu otoritesinin dikte ettiği fiyat ve sözleşme ile belirlenen fiyat olarak üç fiyat türü temel olarak alınıyordu.

(5)

 Kamu otoritesinin fiyatı belirlediği ve fiyatın sözleşme ile belirlendiği durumlarda pazar fiyatı referans olarak alınıyordu ve tekelin varlığı halinde pazar fiyatı deforme oluyordu.

 Ortaçağ’da hukukçular ve skolâstikler malların piyasa fiyatları üzerinde arz ve talebin etkisini tartışırken maliyetler, malın kıtlığı ve bolluğu, fayda ve risk gibi faktörlerin de etkili olduğunu düşünüyordu.

 Ulaşılan noktada, bir malın piyasa fiyatının, yani değerinin belirlenmesinde arz ve talep ile birlikte emek ve maliyet de etkiliydi.

 Peter Olivi, hem arzın hem de talebin, fiyat üzerinde etkili olduğunu söyleyen ilk kişiydi.

 Piyasadaki adil fiyatın oluşumunu engelleyen unsurlar, monopol, toptancılık, bir şeyi önceden satın alarak fiyat yükseldiği zaman satmak ve komisyonculuk olarak saptandı.

Ortaçağ’da Faiz ve Para Düşüncesi

 Faizin ilk defa Mezopotamya’daki tapınaklarda ortaya çıktığı bilinmektedir.

 Faiz, Ortaçağ iktisadi düşüncesinde neredeyse 4. yy’dan başlayarak 15. yy’a kadar değişik yorumlara maruz kalan ve katı bir yasak konumundan yavaş yavaş meşru bir zemine doğru kayan bir uygulama olmuştur.

 Faiz, kısaca bir borç vericinin, borçludan, verdiğinden daha fazlasını alması olarak tanımlanabilir.

 Faizin yasaklığı İncil’e dayandırılmaktadır : “…tekrar bir şey ummaksızın borç ver”

 Faizin 500’ler sonrasında kesin olarak yasaklanmasında Decratum isimli çalışma etkili olmuş, Aquinas gibilerin temel gerekçesini oluşturmuştur.

 Faizin yasak olma mantığı Decratum’da, “Tefeci, Tanrı’nın ona bahşettiği zaman gibi bir şeyi, ticaret yoluyla elde edemeyeceği halde, kendisininmiş gibi satar. Sonra da sattığı şeyin hem kendisini, hem de fazladan bir parçasını alarak, tüccarlığı için fazlalık almış olur. Fakat bir tüccar, sattığı bir şeyi gerisin geriye talep etmez, onun kullanımı için bir ek ödeme de istemez.”

şeklinde açıklanır.

 Aquinas buradan hareketle malları, kullanımı tüketimi gerektirenler (ekmek, para) ve tüketimi gerektirmeyenler (ev, arazi) olarak ikiye ayırdı.

 Tüketimi gerektiren malların kullanımları zaten onların tüketimi ile gerçekleşeceğinden, bunların hem kendisini hem de kullanım hakkını satmak açıkça faiz anlamına gelirdi.

 Decratum, kullanımı tüketimi gerektiren mallar gibi, paranın kullanım hakkının satılamayacağını ifade etti. Bu konuda üç unsur belirtti;

 Paranın fonksiyon olarak işlem saiki ile elde tutulduğu,

 Paranın kısırlığının söz konusu olması,

 Paranın bozulması ve aşınmasının mümkün olmaması nedeniyle kira alınamayacağı.

 İncil’e dayandırılan ve kilise hukukçuları tarafından geliştirilen bu yorumlar gittikçe keskinleşerek çeşitlendi.

 Faiz, düşünsel bağlamda adalet ile de ilişkilendiriliyor, doğal ve yasal olmaması gerektiği düşüncesine deliller aranıyordu.

 Aristotelyen bakış; Faizin, borç alan kişinin malına ve emeğine zorunlu bir ortaklık olması.

(6)

 Adaletin bozulmuş olması ve faizin hırsızlıkla eş tutulması, faizcinin ancak aldığı faizleri geri ödemesi yoluyla bu durumdan kurtulabileceği inancını getirdi.

 15.yy’a gelindiğinde, artık yalnızca aldığı borçtan dolayı faiz ödeyenin değil; ama aynı zamanda borç verdiği için bir olumsuzlukla karşı karşıya kalanların durumları da tartışılmaya başlandı.

 Geç Ortaçağ’da, borç sözleşmelerine, borcun zamanında ödenmemesi durumunda yürürlüğe konulacak bir faiz maddesini eklemek adet olmuştu.

 Bu maddenin bir uzantısı olarak tartışmalara, borç verenin borç vermekten dolayı bir zarara uğraması eklendi. (Borç veren birisinin şayet bu parayı borç vermeseydi elde edeceği muhtemel kârı da kaybettiği de buraya dâhildi.)

 Faiz tartışmalarının diğer önemli konusu riskti.

 İslam’ın mantığı bir emek harcamaksızın, geleceğin belirsizliği içinde parayı çalıştırmaksızın garanti bir kazancın elde edilmesinin yasaklığına dayanır.

 Geç Ortaçağ’da, bahsedilenlerin dışında faizin ya da faize benzeyen ödentilerin alındığı belirli durumlar vardı.

 Bir ortaklık durumunda, toplumda değişik paraların birbirleri ile değiştirilmesinde, bir parayı ya da taşınmazı ömür boyu kira karşılığı vermekte ve bankacılık işlemlerinde de faize ilişkin tartışmalar gündemdeydi.

 Reform’dan sonra, faiz, birçok formu ile Avrupa ekonomik yapısına dâhil olmuş gibi görünüyordu.

 Ekonominin nakdîleşmesi, ticaretin genişlemesi, pazarların büyümesi, sektörlerin çeşitlenmesi ve dış ticaretin artmasının bunda önemli olmalıydı.

 Ortaçağ’da paranın ne olduğu, hangi şeyden yapılması gerektiği, değerinin nasıl saptanacağı ve özelliklerinin ne olması gerektiği konuları da tartışılmıştır.

Ortaçağ’da Ticaret ve Kâr Düşüncesi

 Ekonomilerin kapalı aile üretimi biçiminde örgütlendiği ve üretimin ancak insan ihtiyaçlarını gidermek için yapıldığı dönemlerde, düşünürler Aristo’dan başlayan bir gelenekle, üretken emek, üretken olmayan emek, verimli sınıflar, verimsiz sınıflar ve üretken faaliyetler, üretken olmayan faaliyetler gibi ayrımlara gittiler.

 Bu ayrımlarda henüz soyut mal (hizmet) üretiminin yeteri derecede algılanamadığı ve bu nedenle de hizmetlerin toplum refahını artırıcı etkilerinin göz ardı edildiği görülür.

 Piyasa kavramının ve piyasanın ne üretilecek sorusuna cevap vermediği bir ortamda, toplumun ihtiyacı olan malları üretebilmek ancak sınıflı bir toplum yapısının kabulü ile sağlanabilmiştir.

 Düşünceler, gelişen ticaretle birlikte değişinceye kadar Ortaçağ’da ticaret, kısır ve faydasız bir faaliyet olarak nitelenmiş ve hor görülmüştür. (Aristo da böyle düşünür)

 Aquinas da bir malı malla değiştirmenin, ihtiyaçları gidermek için gerekli ve doğal bir faaliyet olduğunu, ancak yapılan bir değişimin amacının kâr elde etmek olmasının onu doğal olmaktan çıkaracağını ifade etmiştir.

 Aquinas, tüccarların sattıkları mala bir katkı yapmaksızın alım-satım işleminde bulunduklarından bahseder.

 Ticaret aynı zamanda adil fiyat düşüncesine de aykırıdır.

(7)

 Ancak ekonominin gelişmesi ile birlikte, yeni bir tüccar sınıf oluşup da, bunların toplum içindeki baskıları artmaya başlayınca ve eş zamanlı olarak ticaretin faydaları da ortaya çıkınca ticaret konusundaki düşünceler esnemeye başlamıştır.

 Aquinas’a göre de ticaret de bir toplumun bireylerine fayda sağlayabilir.

 Zaman faydası, mekân faydası veya biçim faydası kısmen ticaretin fonksiyonları sayılabilir.

Ortaçağ’da Mülkiyet Düşüncesi

 Genel olarak Ortaçağ düşünürleri mülkiyeti meşru bir hak olarak kabul etmişlerdir.

 Seneca, mülkiyetin meşru, ancak doğal olmayan bir kurum olduğunu ilan etmiştir.

 Poictiersli Hilary’e göre suç olan zenginliğin kendisi değil, onun nasıl kullanıldığıdır. Kilisenin ve skolâstiklerin görüşleri de bu doğrultudadır.

 Aquinas’a göre, şayet özel mülkiyete konu olan mallar topluma yarar sağlayacak bir şekilde kullandırılıyorsa özel mülkiyet sakıncalı olmayacak, mülk sahibi de bu kullanım nedeniyle kurtuluşa ulaşmış olacaktır.

 Aquinas, buna kullanımda ortak mülkiyet ismini vermektedir.

 Aquinas’a göre mülkiyetin varlığı insan doğasından da kaynaklanır.

 İnsanlar mülk edinmeleri söz konusu ise kendilerini çalışmaya verecek;

herkesin belirli bir işi yapması ile karmaşa önlenecek ve herkes kendi sahip olduklarıyla yetindiği zaman toplumsal barış sağlanmış olacaktır.

Yeni Bir Mezhebe Doğru: Reform

 Hristiyanlığın, özellikle Avrupalı ulusların ekonomik gelişmeleri üzerinde derin etkileri olmuştu.

 Kabile ya da ulusun ötesinde bir kardeşlik getirdi.

 Özellikle kölelik ya tamamen ya da kısmen reddedildi.

 Hristiyanlığın doktrini kardeşlik üzerine kurulunca mülkiyet yapısı olarak komünal mülkiyet önerilecekti.

 Yardımseverlik de Hristiyan bir bireyin görevleri arasında sayılmaktaydı.

 Aile ve aile yaşamı da önemsenmekte ve tavsiye edilmekteydi.

 Ancak gelişmeler pek de böyle olmamıştı. Kilisenin egemenliği çok vahim boyutlara ulaştı.

 Hristiyanlığın doğuşundan beri bilinen dinsel uygulamalar biçim değiştirmiş ve dinsel ibadetler olmaktan uzaklaşarak, azizlerin elinde, toplumu yönlendiren, ona biçim veren ve müdahale eden silahlara dönüşmüşlerdi.

 Vaftiz, evharistiya (ekmek ve şarap ayini), evlilik, ruhbanlık, güçlendirme, itiraf (günah çıkarma) ve hastalara yağ sürme temel yedi sakramenti oluşturuyordu.

 Kilise, insanlar üzerinde güçlü, evrensel ve despot bir etkiye sahipti.

 Bir vasiyetname düzenlemek veya doktora sınavından geçmek bile dinsel eylemlerdi.

 Kilise, çalışma ve dinlenmeyi, tüketim biçimini ve hayat tarzını ayrıntılı düzenledi.

 Bütün Avrupa’daki eğitim öğretim işleri kilisenin tekeli altındaydı.

 Bütün kilise kurumu birlik halinde Vatikan’a, yani papaya bağlıydı.

(8)

 Kilisenin yetkileri yalnızca toplumsal ve ekonomik yaşama müdahale etmekten ibaret kalmıyordu.

 Kilisenin yargılama yetkisi o denli geniş alanlara yayılmıştı ki; kendi otoritesini sarsacak her türlü düşünce ve faaliyet, sonu işkencelere uzanacak olan bir cezalandırmaya tabi tutuldu.

 Acilen, yolundan sapan uygulamaları yerine göndermek ve kiliseyi Tanrı ile baş başa bırakmak gerekliydi.

 Hristiyanlığın uygulamalarında bir yeniliği ifade eden reform hareketi 31 Ekim 1517 günü, Martin Luther’in Wittenberg Şatosu’nun kilise kapısına astığı ve katolizmin reddini içeren 95 maddelik bildirge ile resmen başlamış oluyordu.

 Luther’e Fransa’dan Jean Calvin, İsviçre’den Ulrich Zwigli katılacaklardı.

 Luther, bildirgesinde tek otoritenin kutsal kitap olduğunu, kurtuluşun kilise aracılığı ile değil ancak imanla olacağını, tarikatların, keşişlerin ve Vatikan’ın merkezi rolünün reddedilmesi gerektiğini, sakramentlere inanmanın gereksiz olduğunu ve endüljansın yani cennetten yer satmanın gereksiz ve saçma olduğunu ifade ederken, otoritenin kilise dışına çıkarılması gerektiğini belirtiyordu.

 Reformculara Protestan (protesto eden) ismi verildi.

 Luther ve diğerlerinin başarı kazanmalarının nedeni, başlattıkları savaşta, önceki reformcuların aksine, kilisenin siyasi ve ekonomik baskısından zaten bunalmış olan soyluları da yanlarına çekmiş ve onların otoritelerini tehdit eden bir tavır içinde olmamalarıydı.

 Luther, Gabriel Biel gibi bir teologdan dersler almış ve ondan etkilenmiştir.

 Luther, bir yandan mevcut yerleşik teolojiye aykırı düşünceler geliştiriyor, bir yandan da, Tanrı’nın insanı mutlaka cezalandıracağı gerçeğinden kişinin, eylemleri ile değil ama imanı ile kurtulabileceğini ileri sürüyordu.

 Luther temel itirazlarını kilisenin din ticareti yapmaya başlaması üzerine geliştirdi.

 Din ticaretinin en önemli ayağı ise günahların affedilmesi idi.

 Luther, kutsal kitaba dönüşü önerdi ve kilisenin bulaşmış olduğu bütün yolsuzlukları kınadı.

 Ancak 1520’de aforoz edilip sapık ilan edilince olayın çehresi değişti.

 Mezhep savaşları durdurulamadı.

 Luther’in kilise anlayışı özü itibariyle manevi bir birliği temsil eder.

 Lordların, Tanrı adına dünyevi iktidarı tesis edip Tanrı’ya karşı sorumlu olmaları gerekir.

 Dünyevi ve ruhani iktidarların alanları da ayrılmalıdır.

 Bu görüşlere dayanan Luther kutsal kitaba döndü.

 Calvin’in düşünceleri de Luther’in düşüncelerinden özünde farklılık göstermiyordu.

 Ana hatları ile belirtilen bu anlayış Avrupa’da üçüncü bir mezhep olarak yayıldı.

 Reformun iktisadi alanda iki etkisi oldu:

 Çalışmak ve zengin olmanın önünde engel yoktu ve bu, dini inançla uyum içindeydi.

 Toplumdan ziyade kişilik ve bireysellik öne çıkmış ve kilise ile azizlerin uygulamaları etkinliğini yitirmeye başlamıştı.

(9)

 İktisadi düşünce bağlamında, artık araştırma yöntemi ve bilimin faaliyeti ve hatta kendisi ciddi bir dönüşüm sürecine girecekti.

Max Weber ve Protestan Ahlâkı

Weber’in (1864-1920), Protestan Ahlâkı ve Kapitalizmin Ruhu isimli eseri iktisatçıların üzerinde en çok durdukları çalışmasıdır.

 Weber bu çalışmasında dini düşünce ve iktisadi gelişme arasındaki ilişkiyi ortaya koymaya çalışmıştır.

 Weber’in tezine göre kapitalizmin ortaya çıkışı, bizatihi Protestanlığın ve Protestan ahlâkının bir sonucudur.

 Bu iddia bazı yönlerden eleştirilmektedir:

 İnsanlar Protestan oldukları için kapitalist olmadılar, ancak belki kapitalist olduklarından dolayı Protestan oldular.

 Protestanizm, zaten gelişmeye başlayan kapitalist değerlerin zafer kazanarak önlerinin açılmasına yardımcı oldu.

 Eleştirildiği ikinci nokta, onun Protestanizm ile ekonomik gelişme arasında kurduğu ilişkiyi doğrulamayan örneklerin bulunmasıydı.

 Batı Avrupa uluslarının Protestan olması ve ekonomik anlamda gelişmiş olmaları ilişkisi Protestan Doğu Avrupa uluslarında görülmemişti.

 Weber’e göre kapitalizmin ruhunu oluşturan öz, çalışmak ve rasyonel bir örgütlenmeyi kullanmak yoluyla mümkün olan en yüksek kârı elde etmeyi amaçlayan girişimciydi.

 Batı Avrupa kapitalizminde bu istek rasyonalize edilmişti.

 Rasyonalizm, kapitalist toplumu, kapitalist öncesi toplumdan ayırdı.

 Weber’e göre kapitalist tipteki bir örgüt biçiminin ortaya çıkmasındaki ön koşullar;

iktisadi faaliyetleri akılcı bir hesaplama sistemine bağlamak, faaliyetlerin ticarileşmesi ve işletme finansmanının ayrı bir nitelik kazanmasıdır.

 Bu gelişmelerin neden Batı Avrupa’da ortaya çıktığına kapitalizmin ruhu teorisi ile cevap verdi.

 Onun kapitalist ruh dediği şey, kapitalist iktisadi eylemi akılcı kılan bir meslek’e dayanır. Söz konusu meslek ise Protestanlıkta mevcuttur. Bu nedenle Reform ile kapitalizmin ruhunun oluşması arasındaki ilişki kurulmuş olur.

Rönesans ve Reform:

İktisadi Düşüncede Dönüşüm

 Rönesans (yeniden doğuş) kavramı 15.yy’daki değişim ve dönüşümleri ifade etmek üzere ilk kez İtalyan sanatçı Giorgio Vassari tarafından 1550 yılında Vite’de kullanılmıştır.

 Reform, insanların üzerindeki düşünsel ve dinsel baskıyı kaldırırken Rönesans, Avrupa insanına yeniliklerle dolu bir yaşam biçiminin kapılarını aralamıştır.

 İnsanın akıl gücü ve önemi ön plana çıkarılmış ve aydınlanma felsefesi oluşmaya başlamıştır.

 Bu dönemin düşünürleri arasında, Roger Bacon (1214-1294), Nicolaus Cusanus (1401-1464), Mikolaj Copernik (1473-1543), Kepler (1571-1630), Galileo Galilei (1564-1642) ve Newton (1642-1727) gibi gökbilimciler, fizikçiler, matematikçiler ve

(10)

astronomlar yanında, Leonardo da Vinci (1452-1519) ve Michel Angelo (1475-1564) gibi sanatçılar, ressamlar ve benzerleri bulunmaktadır.

 Bunlar ortaya koydukları eserler ve ileri sürdükleri düşünceleri ile dış dünyanın insanlar tarafından daha fazla ilgi çekmesine, insanoğlunun maceracı yanının, bilme merakının dış dünyayı anlamaya yönlendirilmesine katkıda bulunmuşlardır.

 Rönesans’ın oluşmasında Haçlı seferleri, İstanbul’un fethi, Amerika’nın keşfi ve diğer coğrafi keşifler, dilde, edebiyatta ve sanatta ortaya çıkan gelişmeler etkiliyken, Endülüs’te Toledo ve Kurtuba gibi kentlerdeki Müslüman Arapların Avrupa’nın düşünce dünyasına katkılarının rolü de büyük olmuştur.

 Özellikle İbn-i Rüşt, batıyı rasyonaliteye çağıran ve onu içinde bulunduğu metafizik düşünce yapısından kurtaran bir düşünür olarak etki yapacaktı.

 Rönesans döneminin felsefesi, nominalizm, bireycilik, hümanizm ve şüphecilik olarak dört ana başlık altında toplanabilir.

 Nominalizm, tümellerin değil de tek tek tikellerin mutlak gerçeklikler olduğunu ileri sürer.

 Hümanizm, insanın bu dünyadaki varlığının anlamı ve varlığının yeri üzerine yoğunlaşır. Eski dönemin inanan insanının yerini düşünen insan almaya başlar.

 Descartes “şüpheleniyorum, düşünüyorum o halde varım”

 Şüphecilik, bilginin mutlak olmadığı, bu nedenle doğruya ulaşmak için sürekli bir araştırma faaliyetinin içinde olunması gerektiği inancına dayanır.

 Bireycilik, Ortaçağ’da Tanrı’nın ve kilisenin güdümünde büyük bir kitlenin parçası gibi algılanan insanın, artık kendi benliğini bulmuş ve kendini sevmesi ile birlikte kendisini kabul etmiş olmasıdır.

 Reform’un ve Rönesans’ın iktisadi düşünce üzerindeki etkisi, iktisadi faaliyetlerin yavaş yavaş da olsa bağımsız olarak incelenmesi gerektiği düşüncesidir.

 İktisadın bağımsız bir bilim dalı olabilmesinin ayak sesleri duyulmuştur.

 Tanrı, evren ve dünya hakkındaki görüşler de değişime uğramış, insan edilgen bir konumdan açık bir biçimde etken bir konuma geçmiştir.

 Devletin tanımı ve fonksiyonları da değişmeye başlamış, egemenlik bu sayede kraldan ve kiliseden sivil unsurlara doğru kaymaya başlamıştır.

 Geleneksel paradigmada akıl ve vahiy birlikte ele alınırken ve bu ikisi arasında bir uyumun varlığı söz konusu iken, yeni paradigma, bilginin kaynağının merkezine aklı oturtmuştur.

Referanslar

Benzer Belgeler

olmak üzere beş ayrı süreçte incelenmektedir [2], [3], [4]. Ancak belirtmek gerekir ki; insanoğlunun su yüzeyi ile olan ilişkisi antik dönemlerin çok öncelerine, ilk

Sanat Antropolojisi dersi, ilk ampirik alan araştırması uygulamalarından bu yana antropolojik toplulukların sanat formları ile muhatap olan sosyal antropolojinin bu

 Yukarıda söz konusu olan siyasi ve toplumsal olaylar sonucunda Ortaçağ modern döneme bilimsel ve kültürel geniş bir miras bırakmıştır. Bunlar bize hem bilimsel

 Matematik: Aritmetik ve geometri gibi maddeden ayrı olarak düşünülen, fakat maddeden bağımsız olarak varlığı bulunmayan nesneleri inceler.

 Hârizmî ile çağdaş ya da ondan biraz daha önce yaşamış olduğu düşünülen, Hazar Denizi civarından geldiği öngörülen ve tarihte Türk mahlasını kullanan ilk bilgin

feodal beyler de kendilerinden daha güçlü bir feodal beyin korumasına girerler; böylece kendi topraklarının sahipliğini ona verir, ama yararlanma hakkını ellerinde

Buna göre Ortaçağın metafizik anlayışı, varolan her şeyin nedeni ya da kaynağı olan aşkın bir gerçekliğe ilişkin araştırma, varolanları varlık kaynağı olan

●Haçlı seferlerine karşı Anadolu Selçuklu Devleti, Musul Atabeyliği ve Eyyubiler gibi Türk Devletleri tepki ve direniş gösterirken Abbasiler sessiz