• Sonuç bulunamadı

Medine IHO. Eş Sesli Kelimeler Sözlüğü

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "Medine IHO. Eş Sesli Kelimeler Sözlüğü"

Copied!
13
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

0 Sesteş kelimeler, aynı seslerden yani aynı

harflerden oluştuğu için tek bir kelime zannedilir. İkizler, üçüzler de böyledir. Onları

tek olarak farklı zamanlarda farklı yerlerde gördüğümüzde ikiz olduklarını anlamayız. Eş

sesli kelimeleri farklı anlamlarıyla sözlükte gördüğümüzde başlı başına farklı kelimeler olduğunu anlar, küçük bir şaşkınlık yaşarız.

Ama dikkatsiz kişiler ikizleri hâlâ bir kişi zannetmeye devam edecektir.

Eş Sesli Kelimeler Sözlüğü

Medine IHO

(2)

ZAR (I)

1. (isim) İnce perde veya örtü.

2. (isim). anatomi İnce ve yumuşak yaprak biçimindeki organlar veya organ bölümleri, çeper.

3. (isim). bitki bilimi Birbirine sımsıkı yapışık hücre veya moleküllerden oluşan ve bitkilerin çeşitli bölümlerini bir kın gibi saran ince tabaka, cidar, çeper: Çekirdek zarı. Hücre zarı.

ZAR (II)

(isim) Tavla ve başka oyunlarda kullanılan kemik, fil dişi, plastik vb. maddelerden küp olarak yapılan ve altı yüzünde, birden altıya kadar benekler bulunan oyun aracı:

YÜZ (I)

1. (isim) Doksan dokuzdan sonra gelen sayının adı.

2. (isim) Bu sayıyı gösteren 100 ve C rakamlarının adı.

3. (sıfat) On kere on, doksan dokuzdan bir artık.

4. (isim) Kere, kat vb. kelimeler ile birlikte kullanılarak yapılan işin çokluğunu abartılı bir biçimde anlatan söz: "Hikmet Bey'in kurum ve edası, her zamankinden belki yüz kat üstündü. "

YÜZ (II)

1. (isim) Başta, alın, göz, burun, ağız, yanak ve çenenin bulunduğu ön bölüm, sima, çehre, surat: "Bir güzel çocuk yüzüyle gülümsüyor. "

2. (isim) Yüzey: Suyun yüzünde.

3. (isim) Kesici araçlarda ağız: Bıçağın keskin yüzü.

4. (isim) Bir kumaşın dikiş sırasında dışa getirilen gösterişli bölümü.

5. (isim) Yorgana ve yastığa geçirilen kılıf.

6. (isim) Bir şeyin görünen bölümünde kullanılan kumaş:

Yorgan yüzü. Kanepenin yüzü.

7. (isim) Birinin görülegelen veya umulan hoşgörürlüğüne güvenilerek gösterilen cüret: Ne yüzle? Yüzü olmamak.

8. (isim) Nedeniyle, sebebiyle: "Bu yüzden Fuat Köprülü ile çatışmaya başlamışlardı gazetelerde."

9. (isim) Yan, taraf.

10. (isim) Bir yapının dışa bakan düşey yüzeylerinin her biri:

Ön yüz. Yan yüz. Arka yüz.

YAZMA (I)

1. (isim) Yazmak işi, tahrir: "Kimi kez, hikâye yazmanın anlık bir istek olduğunu düşünürüm."

2. (isim) Basım tekniğinin gelişmediği dönemlerde elle yazılmış kitap, yazma nüsha.

3. (isim). halk ağzında Kabakulak.

YAZMA (II)

1. (isim) Bohça, yemeni, başörtü, yorgan vb. şeyler yapmakta kullanılan, üstüne boya ve fırça ile veya tahta kalıplarla desen yapılmış bez.

2. ((sıfat)) Bu bezden yapılmış: "Sırtında siyah bir yeldirme, başında yazma bir başörtüsü…”

YAŞ (I)

1. (isim) Doğuştan beri geçen ve yıl birimi ile ölçülen zaman, sin: "Yaş otuz beş, yolun yarısı eder"

2. (isim) Hayatın çeşitli evrelerinden her biri, çağ: "Kızımızı yetiştirdik bu yaşa getirdik."

3. (isim) Bir kurum, bir kuruluş, düzen vb.nin kurulduğundan bu yana geçen zaman: Yetmiş beş yaşına basan Türkiye Cumhuriyeti.

4. (isim), meteoroloji Bir gök cisminin oluşmaya başladığı günden bugüne kadar geçirdiği zaman süresi.

YAŞ (II)

1. (sıfat) Nemli, ıslak, kuru karşıtı.

2. (sıfat) Kendi suyunu, canlılığını yitirmemiş, kurumamış, kurutulmamış, taze.

3. (isim) Gözyaşı: "Bu kararı söyleyen sesin tesiri gözlerimizi yaşla doldurdu. "

4. (sıfat). argo Kötü: Bugün işler yaş.

5. (sıfat). argo Zor.

TON (I)

Fransızca tonne

1. (isim) Bir metreküp hacminde ve + 4 °C'deki arı suyun ağırlığı.

(3)

2. (isim) Bin kilogramlık ağırlık birimi.

TON (II)

Fransızca ton

1. (isim). müzik İnsan veya çalgı sesinin yükseklik, alçaklık derecesi.

2. (isim) Konuşmada sesin duyguları belirtecek biçimde çıkması: "İçli bir tonla söylemiş olacağım."

3. (isim) Bir rengin koyuluk veya açıklık derecesi: "Siyah ve beyazın tonlarını hünerle kaynaştırır. "

4. (isim). dil bilgisi Ses titreşimlerinin yükselip alçalması, titrem.

TOKA (I)

1. (isim) Kemer, kayış, ayakkabı vb.nin iki ucunu birbirine bağlamaya, bunları istenilen genişlikte tutmaya

yarayan, türlü biçimlerde tutturmalık.

2. (isim) Kadınların saçlarını bir arada tutmaya yarayan, bazen de süs olarak kullanılan araç:

"Bir de taşlı toka takmış saçlarına."

TOKA (II)

İtalyanca tocco 1. (isim) El sıkışma.

2. (isim) İçki içerken birinin şerefine, sağlığına kadeh tokuşturma.

TEZ (I)

Farsça tiz

1. (sıfat) Çabuk olan, süratli.

2. (zarf) Süratli bir biçimde: "Dost ben gidersem de yaşın yaşın ağlama /Bu muhabbet bize tez ayrlık getirir"

TEZ (II)

Fransızca these 1. (isim). mantık Sav.

2. (isim) Üniversitelerde öğrencilerin veya öğretim üyelerinin hazırlayıp bazen bir sınav kurulu önünde

savundukları bilimsel eser: "Tezini mitolojiden hazırlayan gözlüklü bir delikanlı. "

ŞİŞ (I)

1. (isim) Şişmiş olan yer, şişlik.

2. (sıfat) Şişmiş, şişkin: "Emine Hanım'ın şiş gözleri sakindi. "

ŞİŞ (II)

1. (isim) Bir ucu sivri, demir veya ağaçtan, bazen silah gibi kullanılabilen ince uzun çubuk.

2. (isim) Bu çubuğa veya şişe geçirilerek pişirilmiş olan et.

3. (isim) Örgü örmekte kullanılan, metal, ağaç, kemik vb.nden yapılan uzun çubuk:

"Ablası bir an çorap şişlerini bırakıyor."

SOLUK -ĞU (II)

1. (isim) Akciğerlere çekilen, akciğerlerden atılan hava, nefes:

"Kalp git gide hafiflemekteydi ve soluklarda hafif bir hışıltı başlamıştı."

2. (isim) Ciğerlere hava alıp verme.

3. (isim) mecaz Tarz: Gençler dergimize yeni bir soluk getirdiler.

SOLUK (II)

1. (sıfat) Rengi atmış olan, solmuş, uçuk:

"General, soluk dudaklarını parmaklarının arasına alarak acı acı gülüyor."

2. (sıfat) Parlaklığını, gücünü yitirmiş (ışık): "Bahçeye, kafeslerden alenen soluk bir ışık vurmuş."

3. (sıfat) Rengi kaybolmuş, matlaşmış (nesne).

SERİ (I)

(isim). Fransızca

Herhangi bakımdan bir bütün oluşturan şeylerin tümü, dizi:

"Bu, seri hâlinde yazılmış bir yazı değildir. "

SERİ (II)

(isim) Arapça

1. (sıfat) Hızlı: "Nazik ve oynak tavırlar, seri kelimelerle sözüne devam etti."

(4)

2. (zarf) Hızlı bir biçimde: Seri konuşuyor

SAZ (I)

1. (isim) Genellikle su kıyılarında, bataklık yerlerde yetişen ince, açık sarı renkli kamış, hasır otu, "Köyün saz kaplı, karanlık çökmüş damlarından seslendi."

2. (sıfat) Bu kamıştan yapılmış.

SAZ (II)

Farsça

1. (isim) müzik Her tür müzik aracı, çalgı.

2. (isim) Türk halk müziğinde bağlama, cura, tar vb. mızraplı çalgıların genel adı.

3. (isim) Türk halk müziğinde kullanılan, gövdesi ağaçtan oyularak yapılmış, telli, uzun saplı çalgı, bağlama: "İnce ve yüksek bir sanat eseri olan saz da milliyetimizin bir hususiyetidir. "

4. (isim) Birden çok çalgının bulunduğu takım.

5. (isim) Çalgılı eğlence yeri.

SATIR (I)

(isim), Arapça

Bir sayfa üzerinde yan yana gelen kelimelerden oluşan ve alt alta sıralanmış her bir dizi:

SATIR (II)

(isim). Arapça satur

Et kesmeye, kemik kırmaya yarayan ağır ve enli bir bıçak türü.

SAĞ (I)

1. (sıfat) Vücutta kalbin bulunduğu tarafın karşısında olan, sol karşıtı: "Sağ cebinde kocaman bir gazete tomarı

görünüyordu. "

2. (isim) Bu taraftaki yön: Sağa dönmek. Sağdan yürümek.

3. (sıfat) Ekonomi ve siyasette gelenekçi (görüş).

4. (isim) spor Boksta sağ yumrukla vuruş.

SAĞ (II)

1. (sıfat) Sağlam, esen.

2. (sıfat) Yaşamakta olan: "Ali sağ mı yoksa boğuldu mu?"

3. (sıfat) Katkısız: Sağyağ.

SAF (I)

Arapça

1. (isim) Dizi, sıra: "Bütün garsonlar saf teşkil edip seiama dururlardı. "

2. (isim) Grup.

SAF (II)

Arapça

1. (sıfat) Katıksız, arı(I), katışıksız, halis, has: "Hiçbir yerde buradakinden daha saf ve berrak sulara tesadüf

etmedim. "

2. (sıfat), mecaz Kurnazlığa aklı ermeyen, kolaylıkla aldatılabilen, bön, safdil: "Yenge, açık sözlü, saf bir

kadıncağızdır. "

3. (sıfat), mecaz İyi niyetli, art niyetsiz: "Senin bu kadar çocukça saf olduğunu bilmezdim. "

PİRİNÇ -Cİ (I)

Farsça birine

1. (isim). bitki bilimi Buğdaygillerden, kökleri bol su içinde yetişen bir bitki: "Oradaki uçsuz bucaksız pirinç

bataklıklarının sahibidir.

2. (isim) Bu bitkinin besin olarak kullanılan taneleri.

PİRİNÇ -Cİ (II)

Farsça

1. (isim) Bakıra çinko katılarak elde edilen sarı renkte bir alaşım.

2. (sıfat) Bu alaşımdan yapılmış: Pirinç mangal.

PİKE (I)

Fransızca

1. (isim) Kabartmalı pamuklu kumaş.

(5)

2. (isim) Bu kumaştan yapılan yatak örtüsü: "Yarım saate varmadan evdeki bütün çarşafiar, pikeler, yorganlar,

yastıklar salonun ortasına yığılmış

3. (sıfat) Bu kumaştan yapılan: "Gece sıcak olduğu için Üzerine yalnız ince bir pike örtü örttük. "

PİKE (II)

Fransızca

1. (isim) Uçağın yüksekten, hedef üzerine büyük bir açı ile inmesi.

2. (isim) Uçağın yüksekten hedetin üzerine dik olarak saldırması.

3. (isim) Yüksek bir yerden suya dik olarak dalma.

PAZI (II)

(isim) bitki bilimi Ispanakgillerden, yaprakları sebze olarak kullanılan bir bitki, yaban pancarı

PAZI (II)

(isim) Farsça

Kolun omuz ile dirsek arasındaki bölümünde bulunan, şişkince kas kitlesi:

"Pazılarına pek güvendiği için bu kürek oynatılmayan havada adayı dolaşmaya kalkar. "

PATRON (I)

Fransızca

1. (isim) Bir ticaret veya sanayi kurumunun sahibi, başı, işvereni:

"Bizim gazetecilerin çoğu patronu hesabına suç yüklenir." - Burhan Felek

2. (isim). mecaz Bir kuruluşta, bir iş yerinde makam bakımından yetkili kimse.

3. (isim). mecaz Sözü geçen paralı kimse.

PATRON (II)

(isim) Fransızca

Kumaşın biçilmesine yarayan, bir giysi örneğindeki parçaların biçimine göre kesilmiş kâğıt, kalıp.

PAS (I)

1. (isim) Su içinde ve nemli havada metallerin, özellikle demirin yüzeyinde oksitlenme sonucunda oluşan madde:

"Demirin tozu ve pası dev işçilerin kirpiklerine yağar;

gözlerine dolardı. "

2. (isim) Bazı asalak mantarların çeşitli bitkilerde oluşturduğu portakal sarısı veya kahverengi lekeler.

3. (isim) Bu Iekelerden ileri gelen bitki hastalığı.

4. (isim). kimya Demir veya demir alaşımlarının aşınması sonunda ortaya çıkan ve esas itibarıyla demir oksit ve

hidroksitten meydana gelen aşınma türü.

5. (isim). tıp Bar : Hastanın dilindeki pas.

PAS (II)

Fransızca

1. (isim) Bazı top oyunlarında oyunculardan birinin topu takım arkadaşına geçirmesi.

2. ünlem Bazı oyunlarda sıra kendine gelen oyuncunun oyuna o elde katılmayacağını belirten bir söz.

ÖZ (I)

1. (isim) felsefe Bir kimsenin benliği, kendi manevi varlığı, iç, nefis, derun, varoluş karşıtı:

"Özünü bir yerde bırakıp sadece kalıbını gezdirmişti."

2. (isim) `Kendine, kendi kendini` anlamlarında birleşik kelimeler türeten bir söz: Öz eleştiri, öz yönetim.

3. (isim) Bir şeyin en kuvvetli veya kıvamlı bölümü, hülasa, zübde, ekstre: Karaciğer özü. Meyve özü

4. (isim) Çıbanların içinde ölmüş dokudan oluşan irinle birlikte çıkan parça.

5. zamir Kendi, zat: "Bir od düştü yanar tatlı özüme / Dünya zindan görünüyor gözüme" -Karacaoğlan

6. (isim) mecaz Bir şeyin temel ögesi, künh, zübde: "Asıl kriz şirketin kendi özünde."

7. (isim). bitki bilimi Bitkilerin kök, gövde ve dallarının boydan boya ortasında bulunan, hafif, gevrek ve çoğu

yumuşak bölüm: "Ağacın çürüğü özünden olur/ Yiğidin iyisi sözünden olur"

(6)

ÖZ (II)

1. (sıfat) Kan bağı ile bağlı olan, üvey olmayan: "Size öz evladım gibi davranacağım. "

2. (sıfat) İçine, arılığını, saflığını bozacak hiçbir şey karışmamış olan, saf, arı.

MİL (I)

(isim). Rumca

Selin sürükleyip getirdiği çok küçük taneli çamurlaşmış kum ve toprak karışımı.

MİL (II)

Arapça

1. (isim) Türlü işlerde kullanılmak için yapılan ince ve uzun metal çubuk.

2. (isim) Göze sürme çekmeye yarayan, kemik veya fil dişinden yapılmış ince ve uzun araç.

MİL (III)

(isim). matematik, Fransızca milie

Karada 1609, denizde 1852 metre olarak kabul edilen bir uzaklık ölçü birimi: "Köprü ile Kadıköy arasındaki

mesafenin kaç mil olduğunu bilmiyordum. "

MAYA (I)

Farsça maya

1. (isim). kimya Bazı besinlerin yapımında mayalanmayı sağlamak için kullanılan madde, fermente:

Ekmek mayası. Yoğurt mayası. Kımız mayası.

2. (isim). kimya içerdikleri enzimlerin katalizör niteliği etkisiyle şekerleri karbondioksit ve alkole

dönüştüren bir hücreli bitki organizmaları.

3. (isim). mecaz Yaradılış, öz nitelik:

"Belki biri soyutlanmaya daha az yatkın, öteki daha fazla tetikti ama mayaları galiba birdi. "

4. (isim). argo Arsız, utanmaz kimse.

MAYA(II)

1. (isim). halk ağzında, hayvan bilimi Damızlık dişi hayvan.

2. (isim). halk ağzında Dişi deve.

MAYA (III)

(isim)

Uzun havalardan bir tür halk türküsü.

MANDA (I)

(isim). hayvan bilimi

Geviş getirenlerden, derisinin rengi siyaha yakın, uzun seyrek kıllı bir hayvan, su sığırı, camız, kömüş

MANDA (II)

(isim), hukuk, (ma'nda), Fransızca mandat

Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra bazı az gelişmiş ülkeleri, kendi kendilerini yönetecek düzeye eriştirip

bağımsızlığa kavuşturuncaya kadar Birleşmiş Milletler Cemiyeti adına yönetmek için bazı büyük devletlere

verilen vekillik.

LAMA (I)

(isim). hayvan bilimi. (l ince okunur). Fransızca

Geviş getirenlerden, Güney Amerika'nın dağlık bölgelerinde yaşayan, yük hayvanı olarak kullanılan, karadan

aka kadar türlü renklerde olabilen, tüyleri uzun, boyu yüksek ve boynu uzun hayvan.

LAMA (II)

(isim). (l ince okunur), Fransızca Tibetlilerde ve Moğollarda Buda rahibi.

KURUM (I)

(isim)

Bacalarda biriken kalın is: "Vapur dumanı ve baca kurumuyla kapkara olan saçlarımla yastığı kirletmek

istemiyordum.

KURUM (II)

(isim). hukuk

(7)

Evlilik, aile, ortaklık, mülkiyet gibi köklü bir yapıyı içeren, genellikle devletle ilişkisi olan yapı veya birlik,

müessese: Türk Dil Kurumu.

KURUM (III)

(isim)

Kendini büyük ve önemli gösterme davranışı, büyüklenme, gösteriş, azamet, tekebbür:

"Hikmet Bey'in kurum ve edası, her zamankinden belki yüz kat üstündü. "

KOCA (I)

(isim)

Bir kadının evlenmiş olduğu erkek, eş, zevç:

"Bütün kadınlar gibi aklınca bu yolla kocasını zevksizlikle suçluyordu. "

KOCA (II)

1. (sıfat) Büyük, geniş: "Uyandığım zaman koca bir karaltı vardı önümüzde."

2. sifai Kocaman, iri: Koca kafa.

3. (sıfat) Yaşlı, ihtiyar, pir.

4. (sıfat) Yüksek.

5. (sıfat), maca: Büyük, ulu.

KIR (I)

1. (isim) Beyazla az miktarda siyah karışmasından oluşan renk:

"Gözlerinden, kırları artan sakalına bir iki damla yaş düştü."

2. (sıfat) Bu renkte olan: Kır at.

KIR (II)

(isim)

Şehir ve kasabaların dışında kalan, çoğu boş ve geniş yer, dağ bayır:

"Araba tenha, düz yolda tıkır tıkır gidiyor, ara sıra kır kokuları getiren hafif birrüzgâr esiyordu. "

KESE (I)

Farsça

1. (isim) Cepte taşınan, içine para, tütün vb. konulan, kumaştan veya örgüden küçük torba:

"Çıkarken elini göğsüne sokup bir kese çıkardı, keseden alabildiği kadar para alıp delikten attı."

2. (sıfat) Bu küçük torba miktarında olan: Üç kese tütün.

3. (isim) Bazı şeylerin üzerine geçirilen, kumaştan çanta biçiminde kap: Kur'an kesesi.

4. (isim) Yıkanırken kir çıkartmak için ele geçirilen, vücudu ovmaya yarayan, bürümcükten, cep biçiminde bez.

5. (isim). mecaz Bir kimsenin mal varlığı: "Bu sadeleşme, vücut ve keseye daha elverişli idi. "

6. (isim). anatomi Organizmanın bazı boşlukları.

7. (isim). bitki bilimi Su bitkilerinde içi hava ile dolu olan ve bitkinin suda yüzer durumda kalmasını sağlayan

şişkinlik.

8. (isim). tarih Beş yüz kuruşluk para birimi.

KESE (II)

(sıfat). haik ağzında Kısa, kestirme (yol).

KART (I)

(sıfat)

Gençliği ve körpeliği kalmamış, körpe karşıtı:

KART (II)

Fransızca carte

1. (isim) Düzgün kesilmiş ince karton parçası.

2. (isim) Bir kimsenin kimliğini gösteren, kutlamalarda veya kendini tanıtmada kullanılan, çoğunlukla beyaz,

küçük, ince karton parçası, kartvizit.

3. (isim) Kartpostal.

4. (isim) Bazı yerlere girmek veya bazı şeylerden yararlanmak için verilen, kimliği belirten belge: Basın kartı.

(8)

5. (isim) Oyun kâğıdı.

6. (isim) Fotoğrafçılıkta 53x12 santimetre boyutlarındaki resim.

7. (isim) Telefonlara takılan, iletişimi sağlamak için gerekli bilgilerin yüklendiği parçacık.

KARA (I)

(isim) Arapça

Yeryüzünün denizle örtülü olmayan bölümü, toprak.

KARA (II)

1. (isim) En koyu renk, siyah, ak, beyaz karşıtı.

2. (sıfat) Bu renkte olan: "Kara gözlüm efkârlanma gül gayri/

İbibikler öter ötmez ordayım"

3. (isim) Esmer.

4. (sıfat), mecaz Kötü, uğursuz, sıkıntılı.

5. (isim). mecaz Yüz kızartıcı durum, leke. "

6. (isim). mecaz İftira.

KANEPE (I)

(isim) Fransızca canape

Birkaç kişinin oturabileceği genişlikte koltuk, çekyat:

"Bulunduğum kanepeye bir ihtiyarın gelip oturmuş olduğunu neden sonra fark ettim."

KANEPE (II)

İsim Fransızca canape

Genellikle çay ve kokteyller için hazırlanan, peynir, sucuk, salam vb. şeylerle süslenen çok küçük ekmek.

HAYIR (I)

1. (edat) `Yok, öyle değil, olmaz' anlamlarında onamama, inkâr bildiren bir söz: - Para var mı?

- Hayır:

2. (edat) Olumsuz cümlelerde anlamı pekiştiren bir söz:

"Hayır, zaferimiz bir masal olmayacak."

HAYIR -YRI (II)

Arapça

1. (isim) İyilik, karşılık beklenmeden yapılan yardım.

2. (sıfat) İyi, hayırlı, yararlı, faydalı: Hayır haberdir inşallah!

HAYAT (I)

Arapça hayat

1. (isim) Canlı, sağ olma durumu.

2. (isim) Yaşam: "Hayat sahnesinde yetmiş üç yaşın basamakiarındayım."

3. (isim) Hayat biçimi, içinde yaşanılan şartların bütünü, yaşantı: Köy hayatı. Gece hayatı.

4. (isim) Meslek: "Uzun dualardan sonra bana denizcilik hayatını anlatmaya başladı."

5. (isim) Geçim şartlarının bütünü: "Hayatımı yazılarımla kazanırım. "

6. (isim) Canlılığı gösteren hareket, kaynaşma: Bu köyde hiç hayat yok.

7. (isim). din bilgisi Yazgı: Hayat onları bir türiü birleştirmedi.

8. (isim) Yaşamayı sağlayan şartların bütünü: Ayda hayat yok.

HAYAT (II)

Arapça

1. (isim). halk ağzında Genellikle köy ve kasaba evlerinde, üstü kapalı, bir veya birkaç yanı açık sofa.

2. (isim). halk ağzında Avlu.

3. (isim). halk ağzında Balkon.

4. (isim). halk ağzında Sundurma.

HAN(I)

1. (isim). tarih Doğu ülkelerinde yerli beyler ve Kırım girayları için kullanılan unvan:

Kırım hanları. Altın Ordu hanları.

2. (isim) Osmanlı padişahlarının adlarının sonuna getirilen unvan.

HAN (II)

Farsça

1. (isim). eskimiş Yol üzerinde veya kasabalarda yolcuların konaklamalarına yarayan yapı:

(9)

"Bir handa, yorgun argın, tatlı bir uykudaydik. "

2. (isim) eskimiş Büyükşehirlerde serbest mesleklerde çalışanların oda veya daire tutup çalıştıkları birkaç katlı yapı.

HAL (I)

Arapça

1. (isim). eskimiş Çözme, çözülme.

2. (isim). eskimiş Çözüm.

3. (isim). eskimiş Eritme.

4. (isim). eskimiş Karışık bir sorunun içinden çıkma, sonuca varma.

HAL (II)

(isim) Fransızca

Sebze, meyve, bakliyat vb.nin satıldığı yer.

HAL (III)

(isim) tarih Arapça: Tahttan indirme.

HÂL (SESTEŞ DEĞİL)

(hali) Arapça

1. (isim) Bir şeyin içinde bulunduğu şartların veya taşıdığı niteliklerin bütünü, durum, vaziyet: "Herkes hâline

göre bir hediye verdi."

2. (isim) Tutum, tavır: "Bambaşka bir hâliniz vardır sizin.

Merhametli bir insan olduğunuz bellidir. "

3. (isim) Şimdiki zaman, içinde yaşanılan zaman: "Hâl dediğimiz şey yarından sonra mazi olacaktır."

4. (isim) Güç, kuvvet, takat: Şimdi gezmeye çıkacak hâlim yok.

5. (isim). mecaz Kötü durum, sıkıntı, dert: Zavallının başına ne hâller geldi.

6. (isim). dil biigisi Durum.

GÜÇ, -CÜ (I)

1. (isim) Fizik, düşünce ve ahlak yönünden bir etki yapabilme veya bir etkiye direnebilme yeteneği, kuwet, efor:

Zihin gücü. Yaşama gücü.

2. (isim) Bir olaya yol açan her türlü hareket, kuwet, takat.

3. (isim) Sınırsız, mutlak nitelik: Tanrı'nın gücü.

4. (isim) Büyük etkinliği ve önemi olan nitelik: Paranın gücü.

5. (isim) Bir cihazın, bir mekanizmanın iş yapabilme niteliği:

Motorun gücü.

6. (isim) Siyasi, ekonomik, askerî vb. bakımlardan etki ve önemi büyük olan devlet, devletler topluluğu:

Güçler dengesi.

7. (isim) Bir ulus, bir ordu vb.nin ekonomik, endüstriyel ve askerî potansiyeli: İnsan gücü.

8. (isim) Bir toprağın verimlilik yeteneği.

9. (isim), mecaz Yeterliliğini ve güvenilirliğini kanıtlamış kimse.

10. (isim), coğrafya Bir akarsuyun aşındııma ve taşıma yeteneği.

GÜÇ -CÜ (II)

1. (sıfat) Ağır ve yorucu emekle yapılan, çetin, müşkül, kolay karşıtı: "Bir sanat eserini tenkit ne güç iştir!"

2. (zarf) Zorlukla: "Kendini yatağa güç: atmış ve sızıp kalmıştı.

"

GAM (I)

(isim). Arapça gamm

Tasa, kaygı, üzüntü: "Bana derler gam yükünü sen götür/

Benim yük götürür dermanim mi var?"

GAM (II)

(isim). müzik, Fransızca gamme

Sekiz notanın kalın sesten inceye veya inceden kalına gitmek üzere sıralanmış dizisi

EKMEK -Gİ (I)

1. (isim) Tahıl unundan yapılmış hamurun fırında, sacda veya tandırda pişirilmesiyle yapılan yiyecek, nan, nanıaziz: "Odayı, tatlı, sıcak bir kızarmış ekmek kokusu bürümüş. ”

2. (isim). mecaz İnsanı geçindirecek iş, kazanç:

"Biz iyi kötü tiyatroya bağlamışız ekmeğimizi. "

3. (isim). halk ağzında Yemek, aş:

(10)

"Ekmeği bizde yiyelim mi? Allah ne verdiyse."

EKMEK (II)

1. Bir bitkiyi üretmek için toprağa tohum atmak veya gömmek.

2. Toprağı ekip biçmek için kullanmak: "Ancak senede otuz dönüm ekebiiiyor. "

3. Serpmek: Yemeğe biber ekmek.

4. mecaz Bir şeyin başlamasına yol açacak sebepleri hazırlamak: Fesat tohumları eken/er kötü insanlardır.

5. argo Birini uydurma bir sebeple bırakıp gitmek, savuşmak, atlatmak: "Lale iie Günnur kendilerini ektiğim için

müthiş içerlemişler. "

6. argo Parayı boşuna harcamak, ziyan etmek.

7. argo Yarışta geçmek.

ER (I)

1. (isim) Erkek: "Noksansız bir çeyiz ve düğünle iyi bir ere verilen Zeynep'in hissesi ayrılmıştır: "

2. (isim). mecaz İşini iyi bilen, yetenekli kimse: "Sanat eri çalışır, bir eser kor ortaya, onun güzel olduğuna inanır, o güzelliği herkesin anlamasını, kavramasını ister 3. (sıfat). mecaz Kahraman, yiğit.

4. (isim). asker/ik Rütbesiz asker, nefer: "Düşman erleri arasında Fransızlar da vardır. "

5. (isim). halk ağzında Koca.

ER (II)

(zarf) halk ağzında

Erken: "Er sabah kalktım ki sular çağlıyor"

EL (I)

1. (isim). anatomi Kolun bilekten parmak uçlarına kadar olan, tutmaya ve iş yapmaya yarayan bölümü: "El var,

titrer durur, el var yumuk yumuk /El var pençe olmuş, el var yumruk"

2. (isim) Sahiplik, mülkiyet: Elimdeki bütün parayı bu eve yatırdım.

3. (isim) Kez, defa: iki el silah sesi duyuldu.

4. (isim) iskambil oyunlarında oynama sırası.

5. (isim) iskambil oyunlarında her bir tur: "

6. (isim) Bazı nesne ve araçların tutmaya yarayan bölümü:

Kapı eli.

EL (II)

(isim)

Yakınların dışında kalan kimse, yabancı: "Kâtip benim ben kâtibin, el ne karışır!" -Halk türküsü

EL (III)

1. (isim) Ülke, yurt, il: "Çöller, Yemen ellerinden beter imiş. "

2. (isim) Halk, ahali.

3. (isim). halk ağzında Oba, aşiret: "Kalktı göç eyledi Afşar elleri /Ağır ağır giden eller bizimdir"

DON (I)

1. (isim). halk ağzında Giysi.

2. (isim). halk ağzında Vücudun belden aşağısına giyilen uzun veya kısa iç giysisi

DON (II)

(isim) Hava sıcaklığının sıfırdan aşağı düşmesiyle suların buz tutması.

DOLU (I)

(isim)

Havada su buğusunun birden yoğunlaşıp katılaşmasından oluşan, türlü irilikte, yuvarlak veya düzensiz biçimli

buz parçaları durumunda yere hızla düşen bir yağış türü:

"Dolu ekinlerini vurmuşsa bir yıl aç demekti. ”

DOLU (II)

1. (sıfat) İçi boş olmayan, dolmuş, meşbu, pür, boş karşıtı: Su ile dolu bir şişe.

2. (sıfat) Bir yerde sayıca çok: Dağda keklik dolu.

3. (sıfat) Boş yeri olmayan, her yeri tutulmuş olan: "Haftaya pazartesiye kadar bütün uçaklar dolu."

(11)

4. (sıfat) Boş vakti olmayan, meşgul: Bugün doluyum.

5. (sıfat) Çok olan (iş, uğraş, olay vb.).

6. (sıfat) İçinde atılacak mermisi bulunan (top, tüfek vb. ateşli silahlar): Tabanca doludur dikkat edin.

ÇELİK -Gİ (I)

1. (isim) Su verilerek çok sert ve esnek bir duruma getirilebilen, birleşiminde az miktarda karbon bulunan demir ve karbon alaşımı, polat: "Süngülerini, çelikten birer parmak gibi göğe kaldırmışlar. "

2. (sıfat) Bu alaşımdan yapılmış: "Karşı tarafa uzanan bir çelik köprü hayal ediyordu suyun üzerinde."

3. (sıfat) Zayıf fakat güçlü (vücut): "Çelik ve demir vücuduyla hassas bir sporcuya benziyordu. "

ÇELİK -Ğİ (II)

1. (isim) Kısa kesilmiş dal.

2. (isim) Kök salması için yere dikilen dal.

3. (isim) Çocukların çelik çomak oyununda çomakla vurarak havaya kaldırdıkları iki tarafı sivri, kısa değnek.

4. (isim) Bir ağacı aşılamak amacıyla hazırlanmış dal.

5. (isim). denizcilik Gemilerde, üzerine halat veya ip geçirip tutturmaya yarayan, ağaç veya metalden yapılmış

kısa değnek.

ÇAY (I)

(isim). bitki bilimi Çaygillerden, nemli iklimlerde yetişen bir ağaççık (Thea chinensis).

1. (isim). bitki bilimi Bu ağaççığın özel işlemlerle kurutulan yaprağı.

2. (isim) Bu yaprağın demlenmesiyle elde edilen güzel kokulu ve sarımtırak kırmızı renkli içecek: "Bize çay ikram ettiler."

Ç AY (II)

Dereden büyük, ırmaktan küçük akarsu

BOY (I)

1. (isim) Bir şeyin tabanı ile en yüksek noktası arasındaki uzaklık: "Boyu uzundu, yalnız biraz fazla semizdi. "

2. (isim) Bir yüzeyde, en sayılan iki kenar arasındaki uzaklık, en, genişlik karşıtı: Kitabın boyu. Tablonun boyu.

3. (isim) Uzunluk: Yılanın boyu.

4. (isim) Kumaş için ölçü: Bu elbiseye iki boy yeter.

BOY (II)

(isim). toplum bilimi

Ortak bir atadan türediklerine inanılan toplumsal ve ekonomik ilişkilerinde anaerkil, ataerkil anlayışı uygulayan geleneksel topluluk, kabile, klan: "Türk boyları birbirlerini kardeş tanıyorlar. "

BEZ (I)

Arapça bezz

1. (isim) Pamuk veya keten ipliğinden yapılan dokuma, çaput:

2. (isim) Pamuktan, düz dokuma.

3. (isim) Herhangi bir cins kumaş: Çadır bezi. Yelken bezi.

4. (isim) Herhangi bir iş için kullanılan dokuma.

5. (sıfat) Kumaş veya dokumadan yapılmış:

BEZ (II)

(isim). biyoioji. Arapça beyz

İçinden geçen kandan veya öz sudan bazı maddeler ayırarak salgı oluşturan organ: Tükürük bezieri.

Pankreas bezi.

BERE (I)

1. (isim) Bir yere çarpma, incitme veya vurma sonucu vücudun herhangi bir yerinde oluşan çürük.

2. ((isim)) Herhangi bir şeyde görülen ezik, çizik.

BERE (II)

(isim). Fransızca bere!'

Yuvarlak, yassı ve sipersiz başlık: "Lacivert beresini sallayarak bir fırtına gibi içeriye girdi."

(12)

BEN (I)

1. (isim) Çoğu doğuştan, tende bulunan ufak, koyu renkli leke veya kabartı:

"Dedim tane tane olmuş benierin /Dedi züifüm değdi tei yarasıdır" -Âşık Ömer 2. ((isim)) En çok üzümde

görülen olgunlaşma belirtisi.

3. ((isim)). haik ağzında Saçta, sakalda beliren beyazlık.

BEN (III)

1. zamlı' Teklik birinci kişiyi gösteren söz: "Bütün sevgileri atıp içimden / Varlığımı yalnız ona verdim ben"

2. ((isim)). ruh bilimi Kişiyi öbür varlıklardan ayıran bilinç.

3. ((isim)). felsefe Bir kimsenin kişiliğini oluşturan temel öge, ego.

BEL (I)

1. ((isim)). anatomi İnsan bedeninde göğüsle karın, sırtla kalçalar arasında daralmış bölüm: "Kolum,

boynundan beline doğru kayıyor "

2. ((isim)). anatomi Bu bölümün, sırtın altına rastlayan bölgesi: Bel ağrısı.

3. ((isim)). anatomi Hayvanlarda omuz başı ile sağrı arası.

4. (isim) Dağ sırtlarında geçit veren çukur yer:

"Çıksam yüksek bellere gün eylesem /Acep nazlı yâr duyar mı ola?" -Halk türküsü

5. (isim) Geminin orta bölümü.

6. (isim) Bardak, şişe, vazo vb.nin ortasındaki dar bölüm.

BEL (II)

(isim) Farsça

Toprağı aktarmaya veya işlemeye yarayan, uzun saplı, ayakla basılacak yeri tahta, ucu sivri kürek veya

çatal biçiminde bir tarım aracı.

BAĞ (I)

1. (isim) Bir şeyi başka bir şeye veya birçok şeyi topluca birbirine tuttumıak için kullanılan ip, sicim,

şerit, tel vb. düğümlenebilir nesne: Ayakkabının bağı çözüldü.

2. (isim) Sargı: Yaramın bağını değiştireceğim.

3. (isim) Bağlam, deste, demet: Beş bağ ekin, iki bağ maydanoz.

4. (isim), mecaz İlgi, ilişki, rabıta: "Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür. " -Anayasa

5. (isim), anatomi Kemikleri birbirine bağlamaya, iç organları yerinde tutmaya yarayan lif demeti: Eklem

6. (isim), denizcilik Bir halat üzerine atılan sağlam ve istendiğinde kolayca çözülebilen her türlü düğüm.

BAĞ (II)

Farsça bağ

1. (isim) Üzüm kütüklerinin dikili bulunduğu toprak parçası.

2. (isim) Meyve bahçesi:

AY (I)

ünlem

Birdenbire duyulan acı, ağrı, şaşırma, ürkme veya sevinç anlatan bir söz:

Ay! Sen mi idin? Ay, ne güzel!

AY (II)

1. (isim) Art arda gelen iki yeni ay arasında geçen süre.

2. (isim) Yılın on iki bölümünden her biri, mah, meh: Mart ayı.

Nisan ayı. Mayıs ayı.

3. (isim) Bir ayın herhangi bir gününden ertesi ayın aynı gününe kadar geçen veya yaklaşık otuz gün olarak

kabul edilen süre: Bu iş ancak üç ayda biter. Temiz iş altı ayda çıkar.

ASMA (I)

1. (isim) Asmak işi.

2. (sıfat) Asılmış, asılı:

"Öksüz, odanın ortasına kurulu çarşaftan bozma asma salıncağın içinde uyuyordu. "

ASMA (II)

(13)

1. (isim). bitki bilimi Asmagillerden, dalları çardak üzerine yayılan üzüm vb. bitkiler.

2. (isim) Belirli bir tür üzüm veren bitki

ARZ (I)

Arapça “arz”

1. (isim) Sunma.

2. (isim) Piyasaya mal sürülmesi, sunu.

3. (isim) Yüksek bir makama anlatma, bildirme.

ARZ (II)

(isim). eskimiş, Arapça arz Yer, yeryüzü:

ARI (I)

1. (sıfat) Temiz.

2. (sıfat) Yabancı şeylerden arınmış, katışıksız, saf(ll), halis, öz(ll).

3. (sıfat) Günahsız.

ARI (II)

(isim). hayvan bilimi Zar kanatlılardan, bal ve bal mumu yapan, iğnesiyle sokan böcek

ALAY (I)

1. (isim) Herhangi bir törende veya gösteride yer alan topluluk: Düğün alayı. Fener alayı.

2. (isim) Bayram, cenaze vb. törenlerde sıralı olarak giden insan topluluğu, kortej.

3. (isim) Hayvan topluluğu: "Bizim aiayımız leylek alayı /Havada uçarız dolayı dolayı"

4. (isim). askeriik Genellikle üç tabur ve bunlara bağlı birliklerden oluşan asker topluluğu: Topçu alayı.

ALAY (II)

Bir kimsenin, bir şeyin, bir durumun, gülünç, kusurlu, eksik vb.

yönlerini küçümseyerek eğlence konusu yapma.

Referanslar

Benzer Belgeler

BİLGİ: Yazılışları ve okunuşları aynı, anlamları farklı sözcüklere eş sesli sesteş sözcükler denir... Örnek: Babası İlayda’ya yüz

BİLGİ: Yazılışı ve okunuşları aynı olduğu hâlde anlamları farklı olan sözcüklere eş sesli sesteş sözcükler denir.. Örnek: Babam koyunu

The proposed work is highly motivated with the idea of group based authentication of MTC devices to secure data communication and integrated the ML and SI

3-Aşağıdaki cümlelerin hangisinde ocak kelimesi yemek pişirmek için kullanılan yer anlamında kullanılmıştır?. a)Ocakta yeni yıla gireriz. b)Sütü ocakta unutunca

Araştırmanın amacı; Anadolu’da ki kadın, kimlik ve müzik ilişkisini, gelişmekte olan toplumsal cinsiyet konusu içerisinde; Anadolu’da kadın kimliğinin sosyal

Özellikle Orhan ve Yaşar Kemal gibi ilham veren yazarların edebiyat dünyasına kazandırılmasına destek olan Arif ve Abidin Dino, 1939 yılında Beyazıt’taki

Yazar bu noktada, modern edebiyat teorilerinin birçoğunun edebiyatı şiir-nesir farkını dikkate almayarak; hayal gücüne dayalı edebiyat, kurgu ve şiir olarak