• Sonuç bulunamadı

FIKIH USULÜ. Hafta 10 SAKARYA ÜNİVERSİTESİ. Prof. Dr. H. Mehmet GÜNAY

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "FIKIH USULÜ. Hafta 10 SAKARYA ÜNİVERSİTESİ. Prof. Dr. H. Mehmet GÜNAY"

Copied!
24
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

SAKARYA ÜNİVERSİTESİ

FIKIH USULÜ

Hafta 10

Prof. Dr. H. Mehmet GÜNAY

Bu ders içeriğinin basım, yayım ve satış hakları Sakarya Üniversitesi’ne aittir. "Uzaktan Öğretim" tekniğine uygun olarak

(2)

ÜNİTE 10

Hükmün Muhatabı:

el-Mahkûm Aleyh

İÇİNDEKİLER

10.1. HÜKMÜN MUHÂTABI: el-MAHKÛM ALEYH 10.1.1. Ehliyet Kavramı

10.1.2. Ehliyetin Kısımları 10.1.2.1. Vücûp Ehliyeti

10.1.2.2. Edâ Ehliyeti

10.1.2.2.1. Temyiz Öncesi Dönem 10.1.2.2.2. Temyiz Dönemi

10.1.2.2.3. Bulûğ ve Rüşd Dönemi

10.1.3. Ehliyeti Etkileyen Ârızî Durumlar (Ehliyet Arızaları) 10.1.3.1. Semâvî Arızalar

10.1.3.1.1. Yaş Küçüklüğü/Çocukluk (Siğar) 10.1.3.1.2. Akıl Hastalığı/Delilik (Cünûn) 10.1.3.1.3. Akıl Zayıflığı/ Bunaklık (Ateh) 10.1.3.1.4. Uyku ve Baygınlık (Nevm ve İğmâ) 10.1.3.1.5. Unutma (Nisyân)

10.1.3.1.6. Ay Hali ve Lohusalık (Hayız ve Nifas) 10.1.3.1.7. Kölelik

10.1.3.1.8. Ölümle Sonuçlanan Hastalık (Maradu’l-Mevt) 10.1.3.1.9. Ölüm (Mevt)

10.1.3.2. Müktesep Arızalar 10.1.3.2.1. Bilgisizlik (Cehl) 10.1.3.2.2. Yanılma (Hata)

(3)

10.1.3.2.4. Harcamalarda Tedbirsizlik (Sefeh) 10.1.3.2.5. Ciddiyetsizlik/Şaka (Hezl)

10.1.3.2.6. Zorlama (İkrah) 10.1.3.2.7. Borçluluk ve İflas 10.1.3.2.8. Yolculuk (Sefer) 10.2. DEĞERLENDİRME SORULARI 10.3. KAYNAKLAR

HEDEFLER

Bu üniteyi çalıştıktan sonra;

ü Ehliyetin sözlük ve terim anlamlarını açıklayabilecek, ü Mahkumun aleyh kavramını tanımlayabilecek,

ü Mükellefin hak ve sorumlulukları ile ehliyet ilişkisini değerlendirebilecek, ü Ehliyetin kısımlarını gösterebilecek,

ü Ehliyet arızalarını açıklayabilecek,

ü Semâvî ve mükteseb ehliyet arızalarını ayırt edebileceksiniz.

ÖNERİLER

Bu üniteyi daha iyi kavrayabilmek için okumaya başlamadan önce;

• Halit Çalış’ın, İslam Hukukunda Ehliyet Teorisi (Konya 2004) adlı kitabını okuyunuz.

• Zeki Koçak’ın, “İslam Hukuk Metodolojisinde Ehliyet ve Kısımları” (Diyanet İlmi Dergi, 2003, XXXIX/4, s. 31-54) adlı makalesini okuyunuz.

• Mustafa Uzunpostalcı’nın, “İslam Hukuku Açısından Ehliyet” (İHAD/İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi, 2006, VIII, s. 149-182) adlı makalesini okuyunuz.

• Mustafa Uzunpostalcı’nın, “İslam Hukukunda Ehliyeti Daraltan veya Ortadan Kaldıran Sebepler”, İHAD/İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi, 2007, IX, s. 67- 100) adlı makalesini okuyunuz.

(4)

Hükmün Muhatabı:

el-Mahkûm Aleyh

10.1. HÜKMÜN MUHÂTABI: el-MAHKÛM ALEYH

Dini terminolojide mükellefiyet, kişinin dinin hitabına muhatap olması halini ifade eder.

Mükellef de, dinî hitapla yükümlü tutulan, düşünce, söz ve davranışlarına birtakım dinî- hukukî sonuçlar bağlanan, aklî melekeleri yerinde (âkıl) ve ergin (bâliğ) olan insan demektir. Mükellefiyetin temel şartı ehliyet, yani kişinin dinî-hukukî sorumluluk taşımaya elverişli olmasıdır. Ancak böyle bir ehliyetin mevcudiyeti için gerekli olan şartlar muhtelif dini-hukukî ödev ve sorumluluklar bakımından bazı farklılıklar taşıyabilir.

10.1.1. Ehliyet Kavramı

Sözlükte “yetki, elverişlilik, yeterlilik” gibi manalara gelen ehliyet fıkıhta, kişinin dinî ve hukukî hükme muhatap olmaya elverişli oluşunu ifade eden bir terimdir. Kur’ân’da yerin ve göğün taşımaktan çekindiği emaneti insanın yüklendiği belirtilerek (el-Ahzâb 33/72) diğer bütün varlıklar arasında sadece insanın ehliyet ve sorumluluk taşıdığına işaret edilir. İnsanın dinin hitabına ehil olması akıl denilen anlama, düşünme ve ona göre davranma kabiliyetine sahip bulunması sebebiyledir. İnsanın bu anlamdaki ehliyet ve sorumluluğuna İslâm âlimleri “ehliyyetü’l-hitâb” derler. Bundan maksat insanın dinin davetini anlayacak konum ve kıvamda olmasıdır. Bu tür dinî sorumluluk için aklın tek başına yeterli olup olmadığı veya ne gibi ilave şartlar arandığı özellikle kelâm ve usûl âlimleri arasında geniş tartışmalara konu olmuştur.

Ehliyet, fıkıh usûlü açısından kişinin şer’î hükümle olan bağını, fürû’ fıkıh açısından ise dinî ve hukukî hükmün doğmasının veya geçerliliğinin ön şartını ifade eder. Bu yüzden ehliyet bu iki ilim dalını da yakından ilgilendirir. Ehliyet konusu fıkıh usûlünde, mütekellimîn metoduyla yazılan eserlerde şer’î hüküm bölümünde “mükellef (el-mahkûm aleyh)” başlığı altında, fukaha (Hanefî) metoduyla kaleme alınanlarda ise usûlün son bahsi olarak ayrı bir başlık altında ve daha ayrıntılı bir şekilde ele alınmıştır.

Ehliyet kişinin haklardan faydalanmaya, bu hakları kullanmaya ve borçlanmaya elverişli olması demektir. Bu yüzden ehliyet cenin safhasından itibaren kişinin aklî ve bedenî gelişim seyrine paralel olarak parça parça kazanılmakta ve rüşd ile tamam hale gelmektedir. Önce bazı haklardan faydalanma şeklinde başlayan bu ehliyeti bütün haklardan faydalanma, bazı konularda borçlanabilme ve malî sorumluluk altına girme takip eder. Bunun ardından da kişinin dinen ve hukuken geçerli söz ve davranışta bulunabilme yetki ve sorumluluğu, yani hakları bizzat kullanabilme ehliyeti gelir. Bu sebeple İslâm fıkhında insan hayatı, hukukî kişiliğin başlamasından itibaren ehliyet açısından çeşitli

(5)

olarak ehliyet için bu dönemlere uygun ayrım ve adlandırmalar yapılmıştır. Nitekim fıkıh eserlerinde ehliyet “vücûp ehliyeti” ve “edâ ehliyeti” şeklinde iki ana kısma, insan hayatı da cenin, çocukluk, temyiz, bulûğ ve rüşd şeklinde devrelere ayrılarak incelenmektedir.

10.1.2. Ehliyetin Kısımları

Ehliyetin “vücûp ehliyeti” ve “edâ ehliyeti” şeklinde iki türü vardır.

10.1.2.1. Vücûp Ehliyeti

Vücûp ehliyeti, kişinin “haklara sahip olabilme ve borç altına girebilme” ehliyetidir.

Fakihler bunu “zimmet” kavramına dayandırarak açıklarlar. Zimmet, kişiyi haklara ve borçlara ehil kılan şer’î bir vasıftır. Bir bakıma kişinin borçlanma ve borçlandırma kapasitesidir.

Vücûp ehliyetinin temelini hayatta olma özelliği teşkil eder; bu ehliyetin yaş, akıl, temyiz ve rüşd ile alâkası yoktur. Aklî ve bedenî gelişimi ne durumda olursa olsun yaşayan her insanın bu tür ehliyete sahip olduğu kabul edilir. Anne karnındaki çocuğun (cenin) sağ doğması kaydıyla miras, vasiyet, vakıf ve nesep haklarının bulunduğu, bu sebeple de eksik vücûp ehliyetine sahip olduğu belirtilir. Ceninin doğum sonrasında müstakil bir kişilik kazanacak olması göz önünde bulundurularak ona teşekkül anından itibaren eksik bir kişilik ve vücûp ehliyeti tanınmıştır. Bu ehliyetin eksik oluşu ceninin sadece lehindeki bazı haklara sahip olması, herhangi bir şekilde borç altına girmeye ehil sayılmaması anlamındadır.

Hanefî fakihleri zimmetin ve vücûp ehliyetinin kişinin ölümünden sonra da belli durumlarda geçici bir süre için devam edeceği görüşüne sahiptirler. Onlar ölenin malından borçlarının ödenmesini, teçhiz, tekfin, vasiyet gibi görevlerin yerine getirilmesini, sağlığında iken başlatıp da ölümü sonrasında sonuçlanan bazı fiillerinin kazandırıcı veya borçlandırıcı etkisinin doğrudan öleni veya terekeyi hedef almasını, kişinin zimmet ve vücûp ehliyetinin ölüm sonrasında da belli bir süre için bir yönüyle devam ettiğinin delili sayarlar. Daha çok mirasçıların ve üçüncü şahısların haklarını korumayı amaçlayan bu önlem, bir nevi eksik vücûp ehliyeti sayılabilir. Buna karşılık fakihlerin çoğunluğu kişinin zimmet ve vücûp ehliyetinin ölümle sona ereceği, mallarının mülkiyetinin mirasçılara intikal edeceği, yukarıda sayılan hak ve borçların da birinci derecede terekeyi elinde bulunduran mirasçıları ilgilendirdiği görüşündedirler.

Kişi doğumdan itibaren tam vücûp ehliyetine sahip olur. Bu yüzden malî haklardan faydalanmaya ve malî borçlar altına girmeye tam ehil olur. Bu ehliyete sahip olan kişi;

1) Satım, kiralama, miras, vasiyet, hibe gibi akit ve hukukî işlemler sonucu kendisine intikal eden her türlü hakkı kazanabildiği gibi kendisi adına yapılan hukukî işlemlerden doğan borçlara, akrabalık nafakası, haksız fiilden doğan tazmin, öşür ve haraç gibi kamu düzenini ve sosyal yardımlaşmayı gerçekleştirmeye yönelik malî borçlara muhatap olur.

(6)

Zekât ve sadaka-i fıtırda malî yönü ağırlıklı gören fakihler bunların gerekmesi için de vücûp ehliyetini yeterli kabul ederler.

2) Bu kişilerin hakları bizzat kullanma yetkileri (edâ ehliyeti) bulunmadığı için hak ve borç doğurucu hukukî işlemleri onlar adına kanunî temsilcileri tarafından yapılır. Kanunî temsilcileri, temsil ettikleri kişinin sırf zararına olan hibe (bağış) ve vakıf gibi hukukî işlemlere yetkili değildir.

3. Vücûp ehliyeti sadece başkası adına yapılması (niyabet) mümkün olan hukukî işlemleri kapsadığından, niyabet kabul etmeyip şahsen ifâsı gereken iman, bedenî ibadetler ve malî yönü bulunmayan cezaî sorumluluk gibi ödevler için kişinin vücûp ehliyetinin bulunması yeterli sayılmaz. Ancak haksız fiilden doğan malî borçlarda failin kusurundan ziyade mağdurun hakkının korunması esas alındığından kişinin bu tür borçlarla yükümlü tutulması için vücûp ehliyetine sahip bulunması yeterli görülmüştür. Failin akıl, niyet ve iradesinin önem taşıdığı konularda ise kişinin vücûp ehliyeti ile birlikte belli derecede aklî yetkinlik kazanması aranır.

10.1.2.2. Edâ Ehliyeti

Edâ ehliyeti, “kişinin dinen ve hukuken muteber olacak tarzda davranmaya ve hukukî işlem yapmaya elverişli oluşu” demektir. Edâ ehliyeti vücûp ehliyetinin daha kapsamlı hale gelmiş ikinci safhası sayılabilir. Edâ ehliyeti, kişinin vücûp ehliyeti sebebiyle faydalanmaya ehil olduğu hakları bizzat kullanmasını, hak ve borçlar doğurabilecek şekilde hukukî işlem yapabilmesini ifade eder. Bu yüzden bu ehliyete “muamele, mübaşeret, tasarruf, fiil ehliyeti” de denir. Bu ehliyetin temelini akıl ve temyiz gücü teşkil eder. Temyiz, kişinin iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ana hatlarıyla olsun ayırabilmesi demektir. Akıl ve temyiz gücü tam olduğunda tam edâ ehliyetinden, eksik olduğunda ise eksik edâ ehliyetinden söz edilir. Bu sebeple kişilerin edâ ehliyetini kazanması temyiz, bulûğ ve rüşd şeklinde ifade edilen üç kademede gerçekleşir. Bu açıdan insan hayatı farklı dönemlere ayrılır:

10.1.2.2.1. Temyiz Öncesi Dönem

Temyiz çağına gelmeyen çocuğun, akıl hastasının ve bu hükümde olan kimselerin tam vücûp ehliyeti bulunmakla beraber edâ ehliyeti yoktur, bu kişiler haklarını kanunî temsilciler vasıtasıyla kullanırlar. Bunların dinen ve hukuken geçerli niyet ve iradeleri bulunmadığından imanla ve ibadetlerle mükellef tutulmazlar, fiilleri sebebiyle cezaî sorumluluk da taşımazlar. Sözleri, hukukî fiil ve işlemleri hukuken geçersiz olup yok hükmündedir.

(7)

10.1.2.2.2. Temyiz Dönemi

Henüz bulûğa ermemiş, fakat temyiz çağına gelmiş çocuklar eksik edâ ehliyetine sahiptir. Kişiler yaklaşık olarak yedi yaşından bulûğa kadar mümeyyiz sayılır.

Mümeyyizlerin dinî edâ ehliyeti ile hukukî (medenî) edâ ehliyeti bazı farklılıklar gösterir.

1) Mümeyyiz çocuklar iman, namaz, oruç, hac, kefâret, cihad, iyiliği emredip kötülüğü engelleme gibi dinî ödevlerle ve bedenî ibadetlerle mükellef değildir. Davranışlarının hukukî-malî sorumluluğu bulunsa da cezaî sorumlulukları yoktur. Ancak çocukların dinî hayata, ibadetlerin ifasına erken yaşta alıştırılması ve bu yönde eğitilmesi tavsiye edilmiştir. Ayrıca Mu`tezile temyiz çağından itibaren Allah’a imanın vâcip olduğu, Ahmed b. Hanbel de çocuğun on yaşından itibaren namaz ve oruçla mükellef sayılacağı görüşündedir. İslâm âlimleri, mümeyyiz çocuk mükellef tutulsun tutulmasın, imanının ve ifa ettiği ibadetlerinin sahih olduğu görüşündedir. Ancak bulûğdan önce yapılan hac ibadeti sahih olsa bile bulûğ sonrası farz olabilecek hac farîzasını düşürmez.

2) Mümeyyiz çocuğun ve bu hükümde olan kimselerin yaptığı hukukî işlemler geçerlilik açısından üç gruba ayrılır:

Tamamen yararına olan işlemler: Hibeyi, sadakayı, vasiyeti kabul gibi sırf fayda yönü bulunan ve mal varlığında artışa yol açan hukukî işlemleri kimsenin izin ve onayına bağlı olmaksızın geçerli olur. Başkasına vekil olması da kendisi açısından hiçbir risk taşımadığı için bu grupta değerlendirilir.

Tamamen zararına olan işlemler: Hibede bulunma, borç ikrarı, kefâlet gibi sırf zarar sayılan hukukî işlemleri ise mümeyyiz de kanunî temsilcisi de yapamaz. Bu sınırlamalar hem sınırlı aklî yetişkinliğe ve muhakeme gücüne sahip bulunan mümeyyiz küçüğü hem de üçüncü şahısları korumayı amaçlayan tedbirlerdir.

Hem menfaatine hem zarara ihtimali olan işlemler: Niteliği gereği hem kâr hem de zarar yönü bulunan alım satım, kiralama, şirket gibi bedelli hukukî işlemleri ancak kanunî temsilcisinin izin veya onayı ile geçerli olur. İzinsiz yaptığı bu tür işlemlerin yürürlük kazanması kanuni temsilcisinin onayına kadar askıda (mevkûf, gayri nâfiz) kabul edilir.

10.1.2.2.3. Bulûğ ve Rüşd Dönemi

Biyolojik ergenlik demek olan bulûğ, kişinin çocukluk döneminden çıkıp yetişkin insanlar grubuna katıldığı hayatının önemli bir dönüm noktasıdır. Bulûğ erkek ve kız çocuğunun fiilen ergenliğe kavuşması (erkeklerin ihtilâm olmaya, kızların âdet görmeye başlaması) ya da fiilen bâliğ olup olmadığına bakılmaksızın belli bir âzami yaş sınırına ulaşması demektir. Bu ikincisine “hükmen bulûğ” tabir edilir. Hükmen bulûğ yaşı Ebû Hanîfe’ye göre erkeklerde 18, kızlarda 17; çoğunluğa göre ise her ikisi için de 15 yaştır.

Bulûğla birlikte kişinin yeterli aklî yetişkinlik kazandığı varsayıldığı için aksini gösteren bir delil olmadıkça kişi akıl ve bulûğ ile tam edâ ehliyeti kazanır. Dinî terminolojide buna

“âkıl ve bâliğ olmak” denir. Bunun anlamı kişinin, hakları kullanmaya, sözlü, yazılı ve fiilî hukukî işlemleri bizzat yapmaya, dinî ve toplumsal yükümlülüklere muhatap olmaya ve cezaî sorumluluk taşımaya ehil hale gelmesidir.

(8)

“Kişinin malî konularda normal seviyede tedbirli ve basiretli davranması” demek olan rüşd, genelde bulûğ ile birlikte gerçekleşir. Kişi bâliğ olmuş da reşid olmamışsa, bu durum onun dinî ve cezaî ehliyetini etkilemez. Bu durumda kişinin her iki ehliyeti de tam olarak mevcuttur, sadece malî yönü bulunan hukukî işlemlerde ehliyetine bazı sınırlamalar getirilir. Kur’ân’da, yetim çocuklara mallarının rüşd kazanmalarından sonra verilmesini emreden âyetin (en-Nisâ 4/6) delâletinden de hareketle İslam bilginleri kişinin malî yönü bulunan hukukî işlemlerde tam edâ ehliyetini bulûğla değil rüşd ile kazanacağını kabul etmişlerdir. Rüşde kadar kişi bu açıdan eksik ehliyetli hükmündedir. Fakat bu kimsenin ehliyetindeki eksiklik mümeyyiz küçüğe göre daha sınırlıdır. Öte yandan kişilerin rüşd yaşı ve reşîd oluncaya kadar edâ ehliyetine uygulanacak kısıtlamanın şekli konusunda Ebû Hanîfe ile fakihlerin çoğunluğu arasında önemli görüş ayrılığı vardır.

10.1.3. Ehliyeti Etkileyen Ârızî Durumlar (Ehliyet Arızaları)

Fıkıhta insan ehliyeti tamamlandıktan sonra onu daraltan, yok eden veya ehliyeti etkilemeksizin ilgili kişiye nispetle bazı hükümlerin değişmesine yol açan durumlara

“ehliyet arızaları” adı verilir. Burada “ehliyet” tabiriyle edâ ehliyeti, “arıza” ile de insanın tabii ve aslî özelliği olmayıp edâ ehliyetini olumsuz yönde etkileyen durumlar kastedilir.

Hanefi usûl bilginleri bu ârızaları “semâvî” ve “müktesep” olmak üzere iki kısma ayırarak incelemişlerdir. Fakat bu durum ve sebeplerin bir kısmı arıza tanımına tam uymayıp daha çok hayatın veya kişinin cinsiyetinin tabii seyri içinde yer aldığından bazı usûlcüler ehliyet arızalarını daha sınırlı tutarlar.

10.1.3.1. Semâvî Arızalar

Semâvî arızalar, meydana gelmesinde kişinin çaba veya seçiminin bulunmadığı durumları ifade eder. Yaş küçüklüğü (siğar), akıl hastalığı/delilik (cünûn), akıl zayıflığı/bunaklık (ateh), unutma (nisyan), uyku ve baygınlık (nevm ve iğmâ), ay hali ve lohusalık (hayız ve nifâs), kölelik, ölümle sonuçlanan hastalık (maradu’l-mevt), ölüm (mevt) gibi durum ve sebepler böyledir.

10.1.3.1.1. Yaş Küçüklüğü/Çocukluk (Siğar)

İnsanın doğumundan bâliğ oluncaya kadar geçen süre çocukluk dönemidir. Bazı fakihler insan hayatının tabii bir dönemi olduğu gerekçesiyle çocukluğu ehliyet arızalarından kabul etmemektedirler. Ancak çocuğun bazı şeyleri idrak ve ayırt etmekten aciz olması sebebiyle diğer alimler bunu ehliyet arızalarından kabul etmişlerdir. Zira küçüklük bazı mükellefiyetleri ortadan kaldıran bir durumdur.

1.İbadetler Açısından Küçüklük: Küçük çocuk, ister mümeyyiz olsun ister olmasın, namaz, oruç, hac gibi ibadetlerle mükellef değildir. Çocukluk bir şeyin vacip olmasına engel değildir, ancak vacip olan hükümlerin edası için engel teşkil etmektedir.

(9)

2. Cezalar Açısından Küçüklük: Çocuk kısâs gibi bedenî cezalara ehil değildir. Hanefî, Mâlikî ve Hanbelilere göre çocukta kasıt oluşmadığı için, hata ile bedenî ceza gerektiren bir suç işlese dahi ona ceza uygulanmaz. Bunun yerine karşı tarafa diyet ödenir. Ancak diyet dahi çocuğun malından ödenmeyip çocuğun asabeleri tarafından ödenir.

Ayrıca normal şartlarda katil vâris olamazken, katlin neticesinde gereken cezalar çocuğa uygulanmadığı için mûrisini öldüren küçük, öldürdüğü kişinin mirasından mahrum bırakılmaz.

3. Yetkiler Açısından Küçüklük: Küçük çocuk kendisi aciz olduğu için bir başkasına veli olamaz. Aksine küçüğün bir veliye ihtiyacı vardır. Özellikle malî tasarruflarını yerine getirebilmek için çocuğun velisinin bulunması gerekir.

10.1.3.1.2. Akıl Hastalığı/Delilik (Cünûn)

Delilik (cünûn) iyiyle kötünün arasını ayıramayacak ve işlerin sonuçlarını idrak edemeyecek şekilde bir denge bozukluğuna sahip olmaktır. Delilik, kişinin aklını ve temyiz kudretini ortadan kaldıran bir durumdur. Ehliyete etkisi bakımından iki tür akıl hastalığı vardır:

a) Devamlı (Mutbik) Akıl Hastalığı: Sürekli akıl hastalığı durumu ehliyeti hem haklara ehil olabilme (ilzâm) hem de borç altına girebilme (iltizâm) açısından tamamen ortadan kaldırır.

b) Geçici (Gayri Mutbik) Akıl Hastalığı: Sara hastalığında olduğu gibi nöbetler halinde gelen hastalık halidir. Bu tür hastalar nöbet esnasında ehliyetsiz sayılırlar, diğer zamanlarda ise normal insanlar gibi tam ehliyetlidirler.

Akıl Hastalığının Hükmü:

- Akıl hastası edâ ehliyeti açısından gayrı mümeyyiz küçük hükmündedir.

- Bu durumdaki kişi hakkında mallarına bakan velinin tasarrufları geçerlidir ve mallarında bütün malî yükümlülükler geçerlidir. Ancak Hanefîlere göre malından zekat alınmaz.

- Akıl hastası, malî konulardaki fiillerinin neticesini tazmin eder, yani bir kimsenin malını telef ederse ona ödettirilir.

- Sözlü tasarruflarından sorumlu değildir, böyle bir kimsenin ikrarı ve yaptığı akitler geçersizdir.

- Namaz, oruç gibi bedenî yükümlülüklerle ve keffaretlerle sorumlu değildir. Ancak geçici akıl hastası aklı başında olduğu zamanlarda bu tür ibadetleri kaza eder.

- İşlediği suçlardan bedenen sorumlu değildir. Yani akıl hastasına hadler uygulanmaz.

- Akıl hastası hacr (kısıtlama) altına alınır. Bunların kısıtlılıkları hakimin kararına ihtiyaç kalmaksızın kendiliğinden mevcut sayılır. Dolayısıyla bu kimselerin sözlü tasarruf ve ikrarları tamamen geçersiz sayılır ve bu konuda velilerinin onayı da geçersizdir.

(10)

10.1.3.1.3. Akıl Zayıflığı/ Bunaklık (Ateh)

Akıl zayıflığı, kişide doğuştan var olan ya da sonradan ortaya çıkan, akıldaki idrak ve anlama eksikliğinden doğan zayıflığı, yetersizliği, duraklama ya da gerileme durumunu ifade eder. Eksik anlayışlı, söz ve davranışları tutarsız, işlerini gereği gibi görmekte yetersiz kişilere aklı zayıf (bunak/ma’tûh) denir.

Akıl zayıflığı iki kısma ayrılmaktadır:

1.Temyiz gücünü tamamen ortadan kaldıran akıl zayıflığı: Akıl zayıflığı akıl ve temyiz gücünü tamamen ortadan kaldırıyorsa bunların durumu akıl hastaları gibidir. Yani bu kimseler temyiz gücüne sahip olmayan çocuk hükmündedirler.

2.Temyiz gücünü ortadan kaldırmayan akıl zayıflığı: Kişideki akıl zayıflığı akıl ve temyiz gücünü ortadan kaldırmaz, fakat kişi normal reşit kimselerin idrak derecesinden aşağı bir dereceye sahip olursa bütün hükümler bakımından tamamen mümeyyiz küçükler gibi kabul edilir. Yani böyle bir kimse hiçbir ibadetle sorumlu değildir, ancak yaptığı ibadetler geçerli olup bundan dolayı sevap kazanır. Yine böyle kimselerin lehine tasarrufları geçerli, aleyhine tasarrufları geçersiz, zarar ihtimali bulunan hukukî işlemleri ise kanunî temsilcisinin izin ya da onayına bağlıdır.

Temyiz gücüne sahip olmayan ma’tuh, akıl hastaları gibi hacr altına alınır ve bu konuda tamamen akıl hastalarının durumu gibidir. Ancak temyiz gücünü yok etmeyen akıl zayıflığında, kişinin lehine olan tasarrufları geçerlidir.

10.1.3.1.4. Uyku ve Baygınlık (Nevm ve İğmâ)

Aynı kategoride değerlendirilmeleri mümkün olan uyku ve baygınlık hallerinde kişinin düşünme ve temyiz melekeleri ortadan kalkmaktadır. Bu durumdaki kimselerin edâ ehliyetleri olmadığı için her türlü hukukî muameleleri geçersiz sayılır. Ayrıca bu kimselerin hiçbir sözü muteber değildir ve fiillerinden de bedenî olarak sorumlu tutulmazlar. Mesela uyurken çocuğunun üzerine düşüp onu öldüren bir anne, öldürme kastı taşımadığı için bedenî olarak cezalandırılmaz, ancak diyet ödemesi gerekir. Uyurgezerlerin tasarrufları da bu kısımda değerlendirilebilir.

Uyuyan ve baygın kimsenin bu halleri esnasında eda mükellefiyetleri de düşmüştür.

Dolayısıyla bu kimseler bu hallerde ibadetlerini yerine getirmemelerinden dolayı sorumlu tutulmazlar, fakat ibadetin vücûbu düşmediği için bu durumlar ortadan kalktıktan sonra söz konusu ibadeti kaza ederler. Çünkü uyku ya da baygınlık çok uzun süreli olmadığı için çok fazla ibadet kaçmaz ve bunların kaza edilmesinde zorluk yoktur. Ancak baygınlık devamlı sürecek olsa veya kişi bitkisel hayata girse, normal yaşama geri döndüğünde yapmadığı ibadetleri eda etmesi gerekmez.

10.1.3.1.5. Unutma (Nisyân)

Unutma, insanın sorumlu olduğu şeyi hatırlamasına engel olan ârızî bir durumdur.

(11)

Unutmak hukûkullahta (Allah haklarında) özür kabul edilirken, hukûku’l-ibâdda (kul haklarında) özür değildir.

1. Hukûkullahta: Allah haklarında kulun taksiri yoksa unutmak özürdür, ancak kulun taksiri de varsa o zaman unutmak özür sayılmaz. Mesela namazdayken namazda olduğunu unutarak yeme-içme durumunda unutma özür sayılmaz, ancak oruçluyken unutarak yeme- içme özür sayılır ve orucu bozmaz.

2. Hukûku’l-İbâdda: Unutma, şahsın aleyhine sabit olacak bir vacibe ve borçlara engel teşkil etmediği için kul haklarında özür kabul edilmez. Buna göre, bir kimse arkadaşının olduğunu unutup kendisinin zannederek bir malı telef etse malı tazmin etmesi gerekir.

Yine bir kimse vadesi gelen bir borcu unuttuğunu ileri sürerek borçtan kurtulamaz.

10.1.3.1.6. Ay Hali ve Lohusalık (Hayız ve Nifas)

Hayız ve nifas halleri, bazı ibadetlerin bu süre içinde vacip olmasına ve onların edâsına mani olması cihetiyle ehliyet arızaları arasında zikredilmiştir. Zira hayız ve nifas halinde olan kadının namaz kılmayı ve oruç tutmayı bırakıp orucunu daha sonra kaza etmesi gerektiğine dair nasslar vardır. Namazın kazasının gerekli olması halinde kaza edilecek namazların çokluğu sebebiyle zorluk oluşacağından dolayı ise namaz kaza edilmez.

Hukuk açısından bakıldığında bu iki durumun ehliyeti ortadan kaldıran haller arasında sayılması pek uygun görünmemektedir. Zira hayız ve nifas halindeki kadının bazı ibadetler haricindeki durumlarda ehliyetleri tamdır.

10.1.3.1.7. Kölelik

Kölelik yalnızca edâ ehliyetini değil, aynı zamanda vücûb ehliyetini de engelleyen bir arızadır. Kölenin mülkiyet hakkı bulunmadığı için vücûb ehliyeti eksiktir. Dolayısıyla efendisi ona mülk edinebilme izni vermiş olsa bile köle hiçbir malı temlik edemez. Aynı zamanda köle mirasçı da olamaz.

Kölenin edâ ehliyeti nâkıstır. Köle, aleyhine olan ve hem lehine hem de aleyhine olma ihtimali bulunan tasarrufları ancak efendisinin izniyle gerçekleştirebilir. Hibe ve vasiyet alma gibi tamamen lehine olan tasarrufları ise, diğer nâkıs ehliyetlilerde olduğu gibi, yapabilir. Ancak bazı fakihlere göre kölenin mülkiyet hakkı olmadığı için lehine olan işlemleri de yapamaz. Köle borçlara ehildir ve haksız fiil sorumluluğu vardır. Ancak işlediği haksız fiilleri efendisi tazmin eder.

Hanefîlere göre ise me’zûn (hukukî işlemler yapması için efendisi tarafından kendisine izin verilmiş) köle hukukî işlem ehliyetine sahiptir ve kendi adına hukukî işlem yapar.

Şâfiîlere göre ise me’zûn köle yalnızca efendisi adına hukukî işlem yapma yetkisine sahiptir.

Mükâtep (efendisine belli bir meblağ ödemesi şartıyla hürriyet antlaşması yapmış) köle ise vücûb ehliyetine sahiptir, azad olduğu zaman ise tam edâ ehliyetine sahip olur.

(12)

Köle aile hukuku bakımından da nâkıs edâ ehliyetine sahiptir. Zira köle ancak efendisinin izniyle evlenebilir. Ayrıca kölelik velayete engeldir. Dolayısıyla kölenin hâkimlik yapması ve evlendirmesi geçersizdir.

10.1.3.1.8. Ölümle Sonuçlanan Hastalık (Maradu’l-Mevt)

İyileşme ümidi olmayıp ölümle sonuçlanmasından korkulan ve genellikle de kısa sürede ölümle sonuçlanan hastalık haline maradu’l-mevt (ölüm hastalığı) denir. Mecelle’de ölüm hastalığı, “Kendisinde çoğu zaman ölüm korkusu bulunan, dışarıda çalışan bir kimse ise, insanın kendi hizmetlerini evin dışında göremediği ve çoğu zaman bu durumda bir sene içinde ölümün vuku bulduğu hastalıktır” (md. 1595) şeklinde tanımlanmıştır.

Bir kimse bir hastalığa yakalanır da iyileşmeden ölürse, bu kişi bazı hak sahiplerine karşı malının belli kısımlarında kısıtlıdır. Ancak bir hastalığın ölüm hastalığı olup olmadığı -bir yıl şartından dolayı- hastanın ölümünden önce anlaşılamaz. Dolayısıyla ölüm hastasının tasarrufları, hasta hayattayken kısıtlanamaz. Bu kişinin yaptığı bazı tasarruflar, hastanın ölümünden sonra hastalığın ölümle sonuçlanan bir hastalık olduğu anlaşılınca, gerekmesi halinde geriye dönük olarak iptal edilir.

Ölüm hastasının hem vücûb hem de edâ ehliyeti tamdır. Böyle bir kimse ibadetlerden ve aleyhine olan borçlardan sorumlu olduğu gibi bu kişinin lehine olan haklar da sabittir.

Ancak bu tür bir hastalık, hastanın bazı fiillerini olumsuz yönde etkiler ve bazı tasarruflarını geçersiz kılar. Çünkü ölümünün yaklaştığını hisseden kişi vârisini mirastan mahrum etme gibi bazı tasarruflarda bulunmak isteyebilir. Bu sebeple böyle bir hastanın bazı fiilleri ve hakları hukuken sınırlandırılmıştır. Bu sınırlandırmanın amacı, kişinin alacaklılarının, vârislerinin veya kendisiyle hukukî işlemde bulunan üçüncü kişilerin aleyhine tasarrufta bulunup onları zarara sokma ihtimalini ortadan kaldırmaktır.

Bu durumdaki hastanın karşı tarafın aleyhine olabilecek tasarrufları şunlar olabilir:

1. Hastanın Vâris ve Alacaklılarının Aleyhine Olabilecek Tasarrufları: Ölen kimsenin malında hak sahibi olan vâris ve alacaklıların haklarının korunması gerekmektedir. Bu amaçla ölüm hastasının malî tasarrufları nâkıs ehliyetlilerin tasarrufları gibi kabul edilmiştir. Yani bu kişilerin tasarrufları, bu tasarruflardan etkilenen kişiler açısından sınırlamaya tabidir ve geçerlilik kazanması bu kimselerin onayına bağlıdır. Hak sahipleri tasarruftan olumsuz anlamda etkilenmiyorsa söz konusu tasarruf geçerlidir. Ancak kişi, hibe gibi vâris ve alacaklıların aleyhine bir tasarrufta bulunacaksa, bundan olumsuz etkilenecekleri için, bu kimselerin itiraz hakkı vardır. Hak sahipleri razı olmazsa hükümleri geriye dönük olarak bu tasarruflar iptal olur. Ancak ölüm hastasının, satım ve kiralama gibi kendisinde karşılıksız kazandırma söz konusu olmayan akitleri ve içinde gabin bulunmayan akitleri geçerlidir.

Ölenin malının sadece belli miktarlarında kısıtlamaya gidilebilir. Ölen kişinin, malının üçte birini dilediği gibi tasarruf etme hakkı olduğu için vârislerin hakkı terekenin üçte ikisidir ve ölen kimse mûrisler açısından ancak malının üçte ikisinde kısıtlanabilir.

(13)

2. Hastanın Nikâhı: Ölüm hastasının evliliği ve karısına vereceği mehir konusunda ihtilaf vardır. Ebû Hanîfe ve İmâm Şâfiî’nin de aralarında bulunduğu İslam hukukçularının çoğuna göre bu kimsenin nikâhı sahihtir ve eşlerden biri öldüğünde diğeri ona mirasçı olur.

Ancak evlilik için kararlaştırılan mehrin mehr-i misilden fazla olmaması gerekir. Bu miktardan fazla olan mehir hibe hükmündedir, dolayısıyla vâris ve alacaklıların haklarına zarar veriyorsa fazlası için onlardan izin almak gerekir. İmâm Mâlik’e göre ise ölüm hastası olan kimsenin nikâhı geçersizdir ve dolayısıyla taraflar birbirlerine mirasçı da olamazlar.

3. Hastanın Talâkı: Fakihlere göre ölüm hastası, kendisiyle zifafın gerçekleştiği eşini onun rızası olmaksızın bâin bir şekilde boşarsa bu boşama geçerlidir. Ancak bu şekilde boşanmış kadının kendisini boşayan kocasından miras alıp alamayacağı konusu ihtilaflıdır.

İslam hukukçularının çoğu, karısını boşayarak onu mirastan mahrum bırakmak isteyen kocanın bu kötü amacını gerçekleştirememesi adına kadının mirasçı olacağını söylemişlerdir. Zâhirîler ve İmam Şâfiî ise gizli maksada değil var olan boşamaya itibar edilmesi gerektiği düşüncesiyle, ölüm hastalığında bulunan kocası tarafından boşanan kadının ona mirasçı olamayacağı görüşünü benimsemişlerdir. Kadının boşanmaya razı olması durumunda ise kadın boşandığı kocasından miras alamaz.

Bu durumdaki kadının mirasçı olabileceği görüşünde olan fakihler arasında kadının mirasçılık hakkının ne kadar süreceği konusunda da ihtilaf vardır:

- Hanefîlere göre, kocası iddet müddeti içerisinde ölürse kadın miras alma hakkına sahiptir.

- Hanbelîlere göre iddet bittikten sonra bile olsa bir başkasıyla evlenmedikçe kadın mirastan pay alır.

- İmâm Mâlik’e göre ise, boşandığı kocası öldüğü esnada bir başkasıyla evlenmiş olsa bile mirasçı olur.

10.1.3.1.9. Ölüm (Mevt)

Ölüm ile insandan, vücûb ehliyeti, edâ ehliyeti ve her türlü şer’î mükellefiyetler düşer.

Çünkü ölüm ile insan tamamen aciz hale gelmektedir ve bunları edaya muktedir değildir.

Bazı alimler, ölümle hukukî kişilik tamamen ortadan kalktığı ve dolayısıyla ehliyetin mahalli yok olduğu için ölümü ehliyet arızalarından saymamışlardır. Bu görüşe göre ölüm ehliyeti değil, şahsiyeti ortadan kaldırmaktadır. Ancak diğerlerine göre ise ölüm şahsı acze düşürerek ehliyeti ortadan kaldıran bir arızadır.

Ölümle ehliyet ve zimmet de sona erer. Bu yüzden ölümle,

- Allah haklarından sayılan namaz, oruç, kefaret gibi sorumluluklar ve nafaka borcu ve zekat gibi borçlar ortadan kalkar.

- Kişinin zimmetindeki borçlar ile fıtır sadakası ve nafaka borcu gibi vazifeleri düşer.

Ancak kişi bunların ödenmesini vasiyet etmişse bıraktığı malın üçte birinden ödenir.

(14)

Ölenin malı ya da kefili varsa zimmeti devam ediyor sayılır ve borç kişinin malından veya kefili tarafından ödenir.

- Vedîa (emanet) ve gasp gibi ayna taalluk eden haklar düşmez. Ölmeden önce kişinin elinde bulunan emanet veya ölenin gasp ettiği mal, sahibine teslim edilir.

- Kişinin ihtiyacı için meşru kılınan haklar düşmez. Bu yüzden ölünün teçhiz ve tekfini için gerekli masraflara öncelik verilir ve borçları bu masraflar düşüldükten sonra ölenin malından ödenir. Geri kalan maldan vasiyet ödenir ve kalanlar da vârislere paylarınca dağıtılır.

10.1.3.2. Müktesep Arızalar

Müktesep arızalar, meydana gelmesinde mükellefin veya üçüncü şahısların irade ve seçiminin etkili olduğu, sonradan kazanılmış durumlardır. Bu grupta da bilgisizlik (cehl), yanılma (hata), sarhoşluk (sükr), harcamalarda tedbirsizlik (sefeh), ciddiyetsizlik (hezl), zorlama (ikrah), borçluluk ve iflas, yolculuk (sefer) gibi sebep ve haller yer alır.

Usûl eserlerinde, özellikle Hanefî eserlerde her bir ehliyet arızasının niteliği ve hükümleri geniş bir şekilde ele alınır. Bu durum ve sebeplerin edâ ehliyetine etkileri de hayatın tabii seyrini teşkil eden temyiz öncesi dönem, temyiz dönemi ve bulûğ-rüşd sonrası dönem şeklindeki üçlü ayrım modeline göre ele alınır. Meselâ tam delilik, tam bunaklık, baygınlık gibi ehliyeti tamamıyla kaldıran durumlarda kişi gayri mümeyyiz çocuk hükmünde sayılır. Edâ ehliyetini kısmen etkileyen durumlarda ise mümeyyiz çocuk hükmünde kabul edilir. Bunların her birinin özel dinî ve hukukî sonuçları da fıkhın farklı alanlarına ve ilgili işlemlerin niteliğine göre birtakım ayrımlar yapılarak ayrıntılı olarak incelenir.

10.1.3.2.1. Bilgisizlik (Cehl)

Kişinin inanç, söz ve davranışlarındaki bilgisizliğini ifade eden cehl aslında ehliyete engel değildir, sadece bazı durumlarda özür kabul edilir. Ancak cehaletin özür sayılabilmesi hususunda kişinin dârulislâmda mı yoksa dârulharpte mi yaşadığının tespit edilmesi gerekir.

1. Dârulislâmda Cehalet: Fıkıhçılar genel olarak “Dârulislâmda bilmemenin özür sayılmayacağı” kuralını benimsemişlerdir. Çünkü Müslümanların yaşadığı ve İslam hukukunun uygulandığı yerlerde şerîati bilmemek düşünülemez. Bu kural, İslam topraklarında yaşayan gayrimüslimler için de geçerlidir. Onlar ibadetlerle sorumlu olmasalar da başkalarının haklarına riayetle vs. sorumludurlar.

Ancak herkesin bilmesi zorunlu olmayan ve çok açık ve umumi olmayan bazı olay veya durumların bilinmemesi özür sayılabilir. Mesela süt hısımlığı sebebiyle kendisine haram olduğunu bilmeden bir kadınla evlenmek, şarap haline geldiğini bilmeden üzüm suyunu içmek gibi durumlar özür kabilindendir. Yine vekilin müvekkil tarafından vekaletten

(15)

azlolunduğunu bilmemesi de böyledir; yani vekilin müvekkili adına yaptığı tasarrufların tamamı, vekil azilden haberdar oluncaya kadar geçerlidir.

2. Dârulharpte Cehalet: Dârulharpte Müslümanların şer’î hükümler hakkında bilgi sahibi olamama ihtimalleri göz önünde bulundurularak bilgisizlik özür kabul edilmiştir.

Bundan dolayı dârulharpte yaşayıp namaz gibi ibadetlerin kendisine vacip olduğunu bilmeyen kimse, bunu öğrendikten sonra yapmadığı ibadetleri kaza etmek zorunda değildir. Yine bu kimse haram olmadığını zannederek içki içse günahkar olmaz ve bu fiilinden dolayı cezalandırılmaz.

10.1.3.2.2. Yanılma (Hata)

Hata, insanın kastı olmaksızın, istediğinden farklı bir şekilde söz söylemesi ya da fiil işlemesidir. Aslında hata yapılırken akıl ve temyiz yeteneği tam olduğu için hata ehliyete engel değildir. Ancak hata, Allah haklarının düşmesinde özür kabul edilir.

1. İbadetlerde: Bir kimse ibadetler konusunda üzerine düşeni yaptığı halde hata ederse hatası özür kabul edilir. Kıbleyi bilmeyen kişinin kendi çabasıyla kıbleyi tayin etmede hata etmesi gibi. Nitekim bu kişi kıble istikametinin dışında bir yere doğru namaz kılsa da kıldığı namaz sahihtir.

2. Cezalarda: Bir kimse hata ile cezayı gerektiren bir suç işlese bedenî cezalarda bu hatası dikkate alınır ve kasten bu suçu işleyene uygulanan ceza ona uygulanmaz. Çünkü hata şüpheyi barındırır, şüphe ise hem kısâs hem de had cezalarını düşürür. Dolayısıyla kısâs veya had gerektiren bir fiil hata ile yapılmış olursa faile kısâs ya da had tatbik edilmez. Ancak hataen adam öldürmede karşı tarafa diyet ödenmesi gerekir.

3. Kul Haklarında: Hata, kulların malî haklarında özür kabul edilmez. Bu yüzden bir kimse hata ile birisinin malına zarar verirse zararı tazmin eder.

4. Hukukî Muamelelerde: Hanefîlere göre hukukî muamelelerde hata tasarrufun gerçekleşmesine ve netice meydana getirmesine engel değildir. Bu görüşe göre bir kimse hata ile karısını boşayacak olsa, boşama gerçekleşir. Yine hata ile yapılan alışveriş akdi de aslen irade ve ihtiyar bulunduğu için gerçekleşir, ancak böyle bir akitte rıza bulunmadığı için akit fâsit sayılır. Cumhura göre ise hataen gerçekleşen sözlü tasarruflar geçersizdir.

10.1.3.2.3. Sarhoşluk (Sükr)

İçki veya uyuşturucu gibi maddelerin vücuda alınması sebebiyle, ayıldıktan sonra da yaptıklarını hatırlamamak üzere, kişinin ne yaptığını ve ne dediğini bilemez hale gelerek akli dengesinin kaybolması durumuna “sarhoşluk” denir. Sarhoşluk esnasında akıl ve temyiz gücü bulunmadığı için bunlara dayanan edâ ehliyeti de bu sürede ortadan kalkmaktadır.

Sarhoşluğun ehliyete etkisi konusunda iki farklı görüş bulunmaktadır.

(16)

a) İslam hukukçularının bir kısmı sarhoşluğun ne şekilde meydana geldiğine bakmaksızın bizzat sarhoşluk durumunun meydana gelmesini edâ ehliyetinin ortadan kalkması için yeterli görmüşlerdir. Bu görüş sahiplerine göre bir kimse ister mübah yoldan bu tür maddeleri alarak sarhoş olsun, isterse kasıtlı olarak haram maddeleri kullanarak sarhoş olsun edâ ehliyeti ortadan kalkar. Buna göre, ne şekilde gerçekleşirse gerçekleşsin sarhoşun nikâh, talâk, alışveriş gibi tasarrufları geçersiz olur. Zâhirîler, bazı Hanefîler, bazı Şâfiîler ve bir rivayete göre Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel bu görüştedir.

b) Hanefîler ile bazı Şâfiî ve Mâlikî âlimlerin aralarında bulunduğu bazı İslam hukukçularına göre ise esas olan sarhoşluğun meydana geliş şeklidir. Bu nedenle sarhoşluğu iki kısma ayırarak incelemek gerekmektedir:

1. Mübah Yolla Sarhoşluk: Kişi sarhoşluk veren bir maddeyi çaresiz kalarak, içmeye zorlanarak veya ne olduğunu bilmeden içtiği zaman mübah yolla sarhoş olmuş sayılır.

Sarhoşluğun meydana gelişini esas alanlara göre dinin mahzurlu görmediği bir yoldan sarhoş olanın hükmü baygın kimsenin hükmü gibidir. Buna göre;

- Sarhoşluk anında bu kimse ibadetleri eda etmekle sorumlu değildir, ayıldıktan sonra bunları kaza eder.

- Bu kişinin alışveriş, kiralama, nikâh, talâk gibi sözlü tasarrufları geçersizdir.

- İşlediği suçlardan bedenen sorumlu olmayıp cezalandırılmaz, ancak işlediği suç ve cinayetlerden malî açıdan sorumludur.

2. Haram Yolla Sarhoşluk: Bir kimse kasıtlı olarak sarhoşluk veren maddeleri içerek sarhoş olmuşsa bu kişinin edâ ehliyeti tam sayılır. Yani bu kişinin;

- Nikâh, talâk, alışveriş gibi hukukî tasarrufları geçerlidir. Ancak Hanefîler sarhoşun dinden döndüğünü söylemesinin geçersiz olacağını ve yine söyledikten sonra dönülmesi mümkün olan ikrarlarının kabul edilmeyeceğini söyleyerek bunları istisna etmişlerdir.

- Malî yükümlülüklerinden sorumlu olması sebebiyle maddî zararlarını tazmin etmesi gerekir.

- Had ve kısâs cezaları bakımından ehliyeti tam kabul edilerek sarhoşken işlediği suçlardan dolayı cezaya çarptırılması gerekir.

10.1.3.2.4. Harcamalarda Tedbirsizlik (Sefeh)

Fıkıh usûlcüleri “sefeh”i, gerçekte aklî melekeleri yerinde olmakla beraber, kişiyi aklın ve şer’î esasların gereğine aykırı tarzda davranmaya yönlendiren bir tedbirsizlik hali şeklinde tanımlamışlardır. Mecelle’de (md. 946) ise sefehlik sıfatını haiz kişi olan sefîh

“malını anlamsız ve amaçsız yerlere harcayan ve harcamalarında israf ve savurganlık göstererek malını telef eden kimse” şeklinde tarif edilmiş, yine safdil veya ahmak olup bundan dolayı kar ve zararını bilemeyerek hukukî muamelelerinde aldanan kimselerin de bu kapsamda olduğu belirtilmiştir.

(17)

Bu tanımlardan anlaşıldığı üzere sefîh akıl gücüne sahiptir, ancak malını muhafaza edecek güçte olmadığı için rüşde ermemiş kabul edilir. Sefîhin aklî melekeleri tam olup yalnızca temyiz kabiliyeti tam olarak gelişmemiştir. Bu yüzden sefeh, ehliyeti ortadan kaldıran bir durum değildir. Dolayısıyla sefîh ibadetlerle mükelleftir ve cezaî sorumluluğu tamdır. Yine sefîhin malî olmayan akitleri geçerlidir. Ancak sefeh diğer tam ehliyetli mükelleflerden farklı olarak, malî akit ve tasarrufları açısından hacr (kısıtlama) altına alınır ve sefîh malî tasarrufları açısından mümeyyiz çocuk gibi olur. Bu noktada sefîhin sefîh olarak bulûğa erip ermemesi arasında bir fark yoktur. Buradaki amaç, sefîhin malını korumak ve bir süre sonra başkalarına muhtaç hale gelmesine engel olmaktır.

Kısıtlanması durumunda sefîhe mümeyyiz küçüğün hükümleri uygulanır. Sefîhe hacr konması için yetkili mahkemenin kararı gerekir. Aynı şekilde kısıtlılığın sonra ermesi de mahkeme kararıyla olur. Sefîhin vasîsi bizzat hâkimdir.

Sefîhin hacri konusunda Ebû Hanîfe ve Züfer’in görüşü ise cumhur ulemadan farklıdır.

Onlara göre sefîh olan kimse hacredilemez, hibede bulunma gibi aleyhine bir tasarruf dahi olsa onun tüm malî işlemleri geçerlidir. Ancak onlara göre de sefîh olarak bulûğa eren kimsenin malı ihtiyaten yirmi beş yaşına kadar eline verilmez.

10.1.3.2.5. Ciddiyetsizlik/Şaka (Hezl)

Hezl (şaka), bir sözle hakiki veya mecazî manasının dışında bir şey kastedilmesi veya sözlü bir tasarrufla o tasarrufun şer’î hükmünden başka bir şey kastedilmesidir. Hâzil, kendi istek ve iradesiyle tasarruflarda bulunup akitler yapmakta, ancak bunların sonuçlarının meydana gelmesini, bu tasarrufların doğuracağı hükümlerin gerçekleşmesini istememektedir. Böyle bir durumun şahsın ehliyetini ortadan kaldırıp kaldırmadığı konusunda ihtilaf vardır. Zira bazı alimler hezli ehliyet arızalarından saymamaktadırlar.

Hakikaten hezl, vücûb ve edâ ehliyetini ortadan kaldırmaz. Ancak hâzilin bazı hukukî tasarrufları fâsit ya da bâtıl sayılacağı için hezli ehliyet arızalarından saymak mümkün olabilir.

Hâzilin sözlü tasarruflarını üç başlık altına incelemek mümkündür:

1. İtikatla İlgili Sözleri: İtikadî meselelerde şaka yapmak ve alay etmek caiz değildir.

Bu itibarla itikatla ilgili şakaya itibar edilir ve böyle bir söz sonuçlarını doğurur. Buna göre şaka yaparak İslam’ı inkar eden kimse dinden çıkar ve mürted olur. Bu kimse tevbe etmediği sürece ona mürtedin hükümleri uygulanır.

2. İhbâr (Haber Verme) ile İlgili Sözleri: Hezlde, haber verilen (ikrar edilen) şeyin yalan olduğu açık olduğu için hâzilin ihbarı geçersizdir. Bundan dolayı şaka yaparak alım- satım, nikâh veya talâk ikrarında bulunan kimsenin ikrarları hiçbir hukukî sonuç doğurmaz, bâtıl olur.

3. İnşâ ile İlgili Sözleri (Hüküm Doğuran Sözleri): İnşâ, hüküm ve sonuçların sebeplerini işlemek demektir. Alışveriş, kiralama, nikâh, nezir (adak) gibi tasarruflarda bulunmak böyledir. Ancak hâzilin tüm inşâî tasarrufları bâtıl ya da fâsit değildir. Zira “Üç

(18)

şey vardır ki, onların ciddi yapılmaları da ciddi, şaka olarak yapılmaları da ciddi netice verir. Bunlar, nikâh, talâk ve ric’attir” hadisinden dolayı nikâh, talâk ve ric’ât gibi feshedilmeye müsait olmayan akitler şaka sebebiyle bâtıl ya da fâsit olmaz. Ancak alışveriş, kiralama gibi fesholunabilir akitlerde hezl, akdi geçersiz kılar.

10.1.3.2.6. Zorlama (İkrah)

Bir kimsenin zor ve tehdit kullanılarak, razı olmayacağı ve kendi iradesiyle yapmayı tercih etmeyeceği bir işi yapmak zorunda bırakılması şeklinde tarif edilen ikrah mükteseb ârızî hallerdendir.

İkrahın Rükunleri:

İkrahın rükunleri mükrih (zorlayan), mükreh (zorlanan), mükrehun aleyh (ikrahın konusu), mükrehun bih (tehdit edilen ceza) olmak üzere dört tanedir.

İkrahın Şartları:

İkrahın gerçekleşmesi için aranan şartlar, rükunleri bağlamında ele alınabilir:

1.Mükrih ile İlgili Şartlar:

- Mükrihin tehdit ettiğini yapabilme gücüne ve imkanına sahip olması gerekir.

- Mükrihin âkıl ve bâliğ olması ise gerekmez. Çocuğun ve delinin tehdidi de geçerlidir.

2. Mükreh ile İlgili Şartlar:

- Mükrehin ikrah konusu olan şeyi yerine getirmediği zaman mükrih tarafından tehdidin gerçekleştirileceğini zannı galip ile bilmesi ve tehdit karşısında aciz kalması gerekir.

- Tehdit esnasında mükrehin rızasının bulunmaması gerekir.

- Mükrehin edâ ehliyetine sahip olması gerekir.

3. Mükrehun bih ile İlgili Şartlar:

- Hanefîlere göre tam ikrahta bu cezanın öldürücü, bazı uzuvları telef edici veya ölüme götürücü olması gerekir. Eksik ikrahta ise hapsetme, bağlama, vurma gibi nefse veya uzva zarar ve acı verici, kişide derin bir keder oluşturucu türden olması gerekir.

- Şâfiîlere göre, tehdit edilen cezanın miktar ve türü kişiden kişiye veya yapılması istenilen işe göre değişir.

- Mâlikîlere göre cezanın elem verici ve üzücü olması yeterlidir.

- Hanbelîlere göre cezanın büyük bir zarar verici mahiyette olması gerekir.

- Ayrıca mükrehun bihin her an ve hemen mevcut olması gerekmektedir.

4. Mükrehun aleyh ile İlgili Şartlar:

- Tehditle yaptırılmak istenen şey mükrehin ikrahtan önce yapmaktan çekindiği, yasak

(19)

- Mükrehun aleyh yerine getirildiğinde mükreh tehditten kurtulmalıdır.

- Mükrehun aleyhin tehlikelilik açısından tehdit unsurundan daha ağır bir eylem olması gerekmektedir.

İkrahın Türleri:

Hanefîler ikrahı, ikrah-ı mülcî ve ikrah-ı gayr-ı mülcî şeklinde ikiye ayırmaktadırlar.

1. İkrah-ı Mülcî (Tam Zorlama): Kişinin öldürülmekle, bir organının koparılması ya da kesilmesiyle, ölünceye kadar dövüleceğiyle tehdit edilmesi veya ölecek derecede aç bırakılması şeklinde tezahür eder. Bu tür bir zorlama rızayı tamamen ortadan kaldırmakta, ancak iradeyi ortadan kaldırmayıp yalnızca ifsad etmektedir. Çünkü fiili yapıp yapmama ihtiyarı devam etmektedir. Kişi bu fiili gerçekleştirdiği zaman iradesiyle yapmakta, ancak razı olarak yapmamaktadır.

2. İkrah-ı Gayr-i Mülcî (Eksik Zorlama): Zorlananın ölümüne veya bir uzvunun sakatlanmasına sebep olmayıp ona sadece üzüntü ve sıkıntı veren, eziyetine katlanılabilecek türden dövme, hapis ve bağlama gibi tehdit unsurları ile gerçekleşir. Bu tür bir zorlama mükrehin rızasını yok eder, ancak kişinin tehdide sabretme ihtimalinden dolayı iradeyi ifsat etmez.

İkrahın Hükümleri:

1. İkrahın Sözlü Tasarruflara Etkisi: Hanefîler dışındaki İslam hukukçularına göre ikrah altında söylenen sözün hiçbir hükmü yoktur. Bu sözün nikâh, talâk gibi feshi (bozulması) mümkün olmayan akitleri oluşturması veya alışveriş gibi feshi mümkün olan bir akit meydana getirmesi arasında bir fark yoktur. Buna göre ikrah altındakinin talâkı, alışverişi vs. sahih değildir.

Hanefîlere göre ise ikrah altında söylenen sözlerin bir kısmı muteber, bir kısmı bâtıldır.

Hanefîlere göre;

- İkrah altında yapılan itiraflar yalan hükmünde olup geçersizdir.

- Feshi mümkün olmayan ve şaka ile dahi gerçekleşebilen nikâh, talâk gibi akitler ikrah altında iken de geçerlidir.

- Feshi mümkün olan ve şaka ile sahih olmayan alışveriş, kiralama gibi akitler fâsittir.

Bu tür akitler bâtıl olmadıkları için ikrahtan sonra düzeltilirse sahih hale gelirler.

2. İkrahın Fiilî Tasarruflara Etkisi: Eksik zorlamaya maruz kalan kişi tüm yaptıklarından sorumludur. Buna göre hafif dövülmekle tehdit edilen kişi içki içse cezalandırılır. Tam ikrah altındaki tasarruflar ise hüküm bakımından üçe ayrılır:

- Yapılması vacip olan fiiller: Mükreh domuz eti yemeye veya içki içmeye zorlandığında bunları yapmalıdır. Aksi takdirde ölümüne veya organlarının gitmesine sebebiyet vereceği için günahkar olur.

- Yapılmasına ruhsat verilen fiiller: Mükreh bunları yapmazsa sevap kazanır, ancak yaparsa günahkar olmaz. Öldürülme tehdidi altındayken kafir olduğunu söylemek gibi.

(20)

- Yapılması yasak olan fiiller: Mükrehin bir müslümanı öldürmek, herhangi bir azasını koparmak ya da öldürecek kadar dövmek, zina etmek ve anne babayı dövmek gibi fiilleri yapmasına hiçbir şekilde ruhsat yoktur.

10.1.3.2.7. Borçluluk ve İflas

Borçlu olma ve iflas, esasında kişinin ehliyetlerini kısıtlayan bir durum olmamakla beraber, borçlu kimselerin alacaklılarından mal kaçırmak için malvarlıklarını yakınlarına devretme ihtimalleri gündeme geldiğinden dolayı sonraki dönem hukukçuları alacaklıların hakların korumak adına borçlunun bazı tasarruflarını sınırlandırmışlardır. Buna göre borçlarını ödemeyen veya borçları malvarlığına eşit veya fazla olan borçlu, alacaklıların aleyhine olan tasarrufları onların icazeti olmaksızın gerçekleştiremez. İflas için de aynı hükümler geçerlidir. Ancak gerek borçlu gerekse müflis, kısıtlamadan sonra kazandıkları mallar üzerinde diledikleri gibi tasarruf ederler. Kısıtlılık yalnız kısıtlama anındaki malvarlığı üzerinde geçerlidir.

10.1.3.2.8. Yolculuk (Sefer)

Yolculuk, “üç gün üç gece veya daha fazla müddet orta süratte seyirle yolculuk yapmak kastıyla şehrin yerleşim alanından çıkmak” şeklinde tanımlanmıştır. Her ne kadar yolculuk, müktesep ehliyet arızalarından sayılmışsa da aslında edâ ehliyetini ortadan kaldırmamaktadır. Zira yolculuk, kişinin akıl ve temyiz yeteneğini olumsuz etkilememektedir. Bu bakımdan yolculuk, bazı fakihlerce ehliyet arızlarından sayılmamıştır.

Yolculuğun ehliyet arızası olarak değerlendirilmesi, bazı hükümlere olan etkisi sebebiyledir. Zira yolculuk genellikle sıkıntı ve meşakkati barındırdığı için ruhsat sebebi olarak kabul edilmiş ve sefer mesafesi uzaklıkta bir yere giden kimsenin yolculuğu dinen özür sayılmıştır. Nitekim bu durumdaki kimsenin ayağındaki mestin süresi üç gündür, dilerse daha sonra kazasını yapmak üzere oruç tutmayabilir ve dört rekatlı farz namazları iki rekat olarak kılar vs.

Fakat bu ruhsatlara rağmen bu durumda kişinin ehliyeti tam olduğu için, yolculuğu ehliyeti tamamen ortadan kaldıran bir arıza olarak görmek mümkün değildir. Zira yolcu, yolculuk esnasında işleyeceği her türlü tasarrufundan sorumludur.

EHLİYET ARIZALARI

SEMÂVÎ ARIZALAR 1. Yaş küçüklüğü (siğar) 2. Akıl hastalığı/delilik (cünûn) 3. Akıl zayıflığı/bunaklık (ateh) 4. Unutma (nisyan)

MÜKTESEP ARIZALAR 1. Bilgisizlik (cehl)

2. Yanılma (hata) 3. Sarhoşluk (sükr)

(21)

Tablo I. Ehliyet Arızaları

ÖZET

Mükellef, dinî hitapla yükümlü tutulan, düşünce, söz ve davranışlarına birtakım dinî ve hukukî sonuçlar bağlanan, aklî melekeleri yerinde (âkıl) ve ergin (bâliğ) insan demektir. Mükellefiyetin temel şartı ehliyettir. Ehliyet, kişinin dinî ve hukukî sorumluluk taşımaya elverişli olması, yani hakları kullanmaya ve borçlanmaya ehil olmasını ifade eder.

Ehliyetin “vücûp ehliyeti” ve “edâ ehliyeti” şeklinde iki türü vardır. Vücûp ehliyeti, kişinin haklara sahip olabilme ve borç altına girebilme ehliyetidir. Bu ehliyete sahip olmayı mümkün kılan şey ise “zimmet”tir. Âkıl bâliğ olup olmadığına bakılmaksızın yaşayan her insanın bu tür ehliyete sahip olduğu kabul edilir. Anne karnındaki çocuk (cenin) ise eksik vücûp ehliyetine sahiptir. Vücûp ehliyetine sahip olan kimse akit ve hukukî işlemler sonucu kendisine intikal eden her türlü hakkı kazanabildiği gibi kendisi adına yapılan hukukî işlemlerden doğan borçlara da ehildir. Ancak bu kişilerin edâ ehliyeti bulunmadığı için hak ve borç doğurucu hukukî işlemlerini kanunî temsilcileri onlar adına yapar. Şahsen yerine getirilmesi gereken iman ve bedenî ibadetler gibi yükümlülükler ve malî yönü bulunmayan cezaî sorumluluklar için ise kişinin vücûp ehliyetinin bulunması yeterli değildir. Ancak haksız fiilden doğan malî borçlarda, mağdurun hakkının korunması adına, yalnızca vücûp ehliyeti bulunan kişi de bu tür borçlarla yükümlü tutulmaktadır.

Edâ ehliyeti, kişinin vücûp ehliyeti sebebiyle sahip olduğu hakları bizzat kullanmasını ve hak ve borçlar doğurabilecek şekilde hukukî tasarrufta bulunabilmesini ifade eder. Bu ehliyetin temelini akıl ve temyiz gücü (iyiyle kötüyü birbirinden ayırabilme yeteneği) teşkil eder. Akıl ve temyiz gücü tam olduğunda edâ ehliyeti tam, eksik olduğunda ise edâ ehliyeti eksik olmaktadır.

İslâm fıkhında insan hayatı ehliyet açısından çeşitli dönemlere ayrılmış, buna bağlı olarak ehliyet için bu dönemlere uygun ayrım ve adlandırmalar yapılmıştır. Buna göre ehliyet açısından insan hayatı temyiz öncesi dönem, temyiz dönemi, büluğ ve rüşd dönemi şeklinde devrelere ayrılarak incelenmektedir. Bu ayrıma göre, temyiz çağına gelmeyen çocuğun, akıl hastasının ve bu hükümde olan kimselerin tam vücûp ehliyeti bulunmakla beraber bu kimselerin edâ ehliyeti yoktur. Bulûğa ermemiş olmakla beraber temyiz çağına gelmiş çocuklar ise eksik edâ ehliyetine sahiptir. Böyle mümeyyiz çocuklar bedenî ibadetlerle sorumlu olmadıkları gibi bedenî cezalara da ehil değillerdir. Hukukî işlem açısından ise böyle kimselerin lehine tasarrufları geçerli, aleyhine tasarrufları geçersiz, zarar ihtimali bulunan hukukî işlemleri ise kanunî temsilcisinin izin ya da onayına bağlıdır.

(22)

Biyolojik ergenliği ifade eden “bulûğ” ile birlikte kişinin yeterli aklî yetişkinlik kazandığı varsayıldığı için aksi ispatlanmadıkça kişi akıl ve bulûğ ile tam edâ ehliyeti kazanır. Dinî terminolojide buna “âkıl ve bâliğ olmak” denir. Bunun anlamı kişinin, hakları kullanmaya, sözlü, yazılı ve fiilî hukukî işlemleri bizzat yapmaya, dinî ve toplumsal yükümlülüklere muhatap olmaya ve cezaî sorumluluk taşımaya ehil hale gelmesidir. Bulûğ çocuğun fiilen ergenliğe kavuşması veya fiilen bâliğ olup olmadığına bakılmaksızın belli bir âzami yaş sınırına ulaşması (hükmî bulûğ) demektir. Hükmen bulûğ yaşı Ebû Hanîfe’ye göre erkeklerde 18, kızlarda 17, çoğunluğa göre ise her ikisi için de 15 yaştır.

İslam bilginleri kişinin malî yönü bulunan hukukî işlemlerde tam edâ ehliyetini bulûğla değil rüşd ile kazanacağını kabul etmişlerdir. Kişinin malî konularda normal seviyede tedbirli ve basiretli davranması demek olan “rüşd”, genellikle bulûğ ile birlikte gerçekleşir. Kişi bâliğ olmuş da reşid olmamışsa bu durum onun dinî ve cezaî ehliyetini etkilemez, bu iki ehliyeti tam olarak mevcuttur, fakat malî yönü bulunan hukukî işlemlerde kişinin ehliyetine bazı sınırlamalar getirilir.

Fıkıhta ehliyet tamamlandıktan sonra onu daraltan, yok eden veya ehliyeti etkilemeksizin ilgili kişiye nispetle bazı hükümlerin değişmesine yol açan durumlara

“ehliyet arızaları” adı verilir. Bu ârızalar “semâvî” ve “müktesep” olmak üzere iki kısma ayrılır. Semâvî arızalar, meydana gelmesinde kişinin çaba veya seçiminin bulunmadığı durumlardır. Bunlar yaş küçüklüğü (siğar), akıl hastalığı/delilik (cünûn), akıl zayıflığı/bunaklık (ateh), unutma (nisyan), uyku ve baygınlık (nevm ve iğmâ), ay hali ve lohusalık (hayız ve nifâs), kölelik, ölümle sonuçlanan hastalık (maradu’l-mevt), ölüm (mevt) gibi durumlardır. Müktesep arızalar ise meydana gelmesinde mükellefin veya üçüncü şahısların irade ve seçiminin etkili olduğu sonradan kazanılmış durumlardır. Bunlar bilgisizlik (cehl), yanılma (hata), sarhoşluk (sükr), harcamalarda tedbirsizlik (sefeh), ciddiyetsizlik (hezl), zorlama (ikrah), borçluluk ve iflas, yolculuk (sefer) gibi hallerdir.

10.2. DEĞERLENDİRME SORULARI

1. Aşağıdakilerden hangisi vücûp ehliyeti açısından belirleyici bir unsurdur?

a) Yaş b) Akıl c) Temyiz d) Zimmet e) Rüşd

2. Aşağıdakilerden hangisi edâ ehliyetine sahip olmayan kişi için geçerli değildir?

a) Hukukî işlemleri kanunî temsilcileri tarafından yapılır.

b) Kendisi adına yapılan hukukî işlemlerden doğan borçlara ehildir.

c) Haksız fiilden doğan malî borçlardan sorumludur.

d) İman ve ibadetle sorumlu değildir.

(23)

e) Bedenî cezalara ehildir.

3. Aşağıdakilerden hangisi ölüm hastası hakkında doğru değildir?

a) Vücûb ve edâ ehliyeti tamdır.

b) Gerekmesi halinde hasta hayattayken tasarrufları kısıtlanır.

c) İmâm Mâlik’e göre böyle kimsenin nikâhı geçersizdir

d) Vâris ve alacaklıların aleyhine tasarrufları onların icazetine bağlıdır.

e) Hanefîlere göre, iddet müddeti içerisinde ölürse karısı miras alma hakkına sahiptir.

4. Aşağıdakilerden hangisi tam vücûp ehliyetine sahip değildir?

a) Akıl hastası b) Ölüm hastası c) Cenin

d) Sarhoş e) Sefîh

5. Sefîh hakkındaki bilgilerden hangisi yanlıştır?

a) Cezaî sorumluluğu tamdır.

b) Malî olmayan akitleri geçerlidir.

c) Kısıtlı sefîhe gayrı mümeyyiz küçüğün hükümleri uygulanır.

d) Kısıtlanması ve kısıtlılığının sonra ermesi mahkeme kararıyla olur.

e) İbadetlerle mükelleftir.

Cevap Anahtarı: 1) d 2) e 3) b 4) c 5) c

10.3. KAYNAKLAR KİTAPLAR

Abdulvahhâp Hallâf, İslâm Hukuk Felsefesi (İlmu Usûli’l-Fıkh) (Çev. Hüseyin Atay), Ankara 1985.

Abdülkadir Şener, İmam Şafiî’ye Göre Haber-i Vahit, DEÜ Yayınları, İzmir.

Abdülkerim Zeydan, Fıkıh Usûlü (trc. Ruhi Özcan), Emek Matbaacılık, 1982.

Büyük Ali Haydar Efendi, Usûl-i Fıkıh Dersleri, Meral Yayınları, İstanbul ts.

Fahrettin Atar, Fıkıh Usûlü, MÜİF Vakfı Yayınları, İstanbul 1992.

Halil Cin; Ahmet Akgündüz, Türk-İslâm Hukuk Tarihi, Timaş Yay, İstanbul 1990.

Halit Çalış, İslam Hukukunda Ehliyet Teorisi, Adal Ofset, Konya 2004.

(24)

İbnu’l-Emîn Mahmud Esad Seydîşehrî, Telhîs-u Usûl-i Fıkh, Yasin Yay., İstanbul 2002.

Komisyon, İlmihal I, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 2004.

Mehmet Akif Aydın, Türk Hukuk Tarihi, Beta Yay., İstanbul 2010.

Muhammed Ebu Zehra, İslam Hukuku Metodolojisi (trc. Abdulkadir Şener), AÜİF Yayınları, Ankara 1974.

Sadruşşerîa, Et-Tavdih Şerhu’t Tenkîh (nşr. Muhammed Adnan Dervîş), Beyrut 1419/1998.

Seyyid Bey, Medhal, İstanbul 1333.

Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), “mükellef”, “hüküm”, “hâkim”, “hüsün” maddeleri.

Zekiyyüddîn Şa’bân, İslam Hukuk İlminin Esasları (trc. İbrahim Kafi Dönmez), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 1996.

MAKALELER

Zeki Koçak, “İslam Hukuk Metodolojisinde Ehliyet ve Kısımları”, Diyanet İlmi Dergi, 2003, XXXIX/4, s. 31-54.

İsmail Bilgili, “Ehliyet Arızalarından İkrah, Şartları ve Kısımları”, İ.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2010, I, s. 237-270.

Mustafa Uzunpostalcı, “İslam Hukuku Açısından Ehliyet”, İHAD (İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi), 2006, VIII, s. 149-182.

Mustafa Uzunpostalcı, “İslam Hukukunda Ehliyeti Daraltan veya Ortadan Kaldıran Sebepler”, İHAD (İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi), 2007, IX, s. 67-100.

Referanslar

Benzer Belgeler

Yüksek Öğretmen Okulu öğrencisi olarak girdiği (1953) İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünden İran Dili ve Edebiyatı

lstikrarsız (unstable) angina pcktoris (İAP) ve erken infarktüs sonrası İAP tedavisinde perkütan translurni- nal koroner anjioplasti (PTKA) yüksek primer başarı.. ile fakat

Arazi derecelendirme haritaları ve derecelendirme sınıf ve puanları elde edildikten sonra, toplulaştırma öncesi mülkiyetteki her parselin derecelendirme indisi ya da indisleri

“Sorunlu Tarım Alanlarının Belirlenmesi ve İyileştirilmesi Projesi(STATİP)” kapsamında köy sınırları dikkate alınarak ülkemiz tarım arazileri nitelikleri ile birlikte

- Sığır, koyun ve keçi türlerinde döller, ergin yaş ağırlığının yaklaşık %50 sine (Yaklaşık 6 aylık) ulaştıklarında yumurta ve sperma üretmeye başlar. - Hayvanlar

Dört farklı yalıtım malzemesi (Ekstrüde Polistiren, Ekspande Polistiren, Cam Yünü ve Taş Yünü) yakıt olarak jeotermal, kömür ve doğal gaz kullanılmıştır. Ömür Maliyet

Bu çalıșmada, lineer olmayan durum-uzay modellerinde, eksik sistem bilgisinden meydana gelebilecek problemlerin üstesinden gelebilmek için yeni bir Uyarlı Kokusuz

RHF/6-31G(d,p) metodu ile hesaplanan IR spektroskopisi değerleri, daha önce Karalı ve arkadaşları tarafından sentezlenen [7]