• Sonuç bulunamadı

Y YORGUNLUK TÜKENMİŞLİK VE KAPİTALİZM

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Y YORGUNLUK TÜKENMİŞLİK VE KAPİTALİZM"

Copied!
26
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Y

azı, yorgunluk ve tükenmiş-ÖZET lik kavramlarının kapitalizmin gelişmesiyle ilişkisini sorgu- lamaktadır. Bu amaçla, öncelikle yor- gunluk ve tükenmişliğin kavramsal incelemesi yapılarak, piyasa ekonomi- lerinin gelişimi ile yorgunluk arasında- ki ilişkiler, tarihsel bir bakış açısıyla ele alınacak, bu bakımdan, özellikle için- de yaşadığımız “küresel” dönemdeki gelişmelerin, yorgunluğun yaygınlaş- masında etkili olup olmadığı sorusuna yanıt aranacaktır. Yazının temel savı, yorgunluğun insan yaşamını kökün- den etkileyen bir “hastalık” duruma gelmesinin, kapitalizmin gelişiminden ayrı düşünülmemesi gerektiğidir.

Anahtar sözcükler: Yorgunluk, tükenmişlik, kapitalizm, piyasa, kü- reselleşme.

ABSTRACT

The present paper attempts at understanding the relations betwe- en the notions of fatigue and burnout and the development of capitalism.

With this aim, the paper focuses first on the conceptual issues inherent in the notions of fatigue and burnout, then the relations between the deve- lopment of capitalism and the chan- ges in the perception of the notion of fatigue from a historical perspec- tive. In this regard, special emphasis will be given to the question of whet- her the developments in the “global”

phase of capitalism have been cont- ributing to the fact that fatigue and burnout have become widespread in this global phase of capitalism. Basic argument of the paper is that it is the development of capitalism itself that causes the facts of fatigue and bur- nout have become a “malaise” in our contemporary world.

Keywords: Fatigue, burnout, capi- talism, market, globalization.

GİRİŞ

Yorgunluk, insan fizyolojisinin do- ğal bir sonucu olsa da, modern yaşa- mın hızlı temposunun yaşadığımız yorgunluğu daha da artırdığını, hat-

YORGUNLUK TÜKENMİŞLİK VE KAPİTALİZM

H

PROF. DR. HÜSEYİN ÖZELHH

HBu çalışma, Özel (2003)’ün geliştirilmiş biçimidir.

HHHacettepe Üniversitesi İktisat Bölümü, ozel@hacettepe.edu.tr.

KARATAHTA / İş Yazıları Dergisi Sayı: 1 Nisan 2015 (s:1-25)

(2)

ta zaman zaman yaşamımızı sürdür- memizi bile zorlaştırdığını söylemek de mümkün görünmektedir. Özel- likle küreselleşmenin hız kazandı- ğı günümüz dünyasında yorgunluk konusundaki yakınmalar artmış gö- zükmektedir. Öyle ki, artık “kronik yorgunluk sendromu” resmi olarak bir hastalık diye kabul edilir olmuş, hatta Hollanda gibi kimi ülkelerde kronik yorgunluk sendromu yaşa- yanların sosyal güvenlik yardımla- rından yararlandırılması uygulama- sına bile geçilmiştir. Genel olarak, çalışan nüfusun yaklaşık %20’sinin şu ya da bu nedenle yorgunluktan yakınmaya yol açacak belirtiler gös- terdiği kaydedilmektedir. Bu konuda yapılan değişik çalışmalar, kullanılan yöntemlere bağlı olarak, yorgunlu- ğun çalışan nüfusun %7 ile %45’i ara- sında değişen oranlarda yaygın ol- duğunu göstermektedir (Van Dijk ve Swaen, 2003: 1). Örneğin Hollanda’da, 2003 yılında, çalışanların %25’inin yaygın olarak yorgunluktan yakın- dıkları kaydedilmektedir (De Vries, v.d., 2003).

Aslında, yorgunluk (fatigue) kav- ramının Batı dillerindeki etimolojisi- nin 350 yıldan daha eski olmaması, kavramın yalnızca fiziksel enerjinin harcanmasıyla ortaya çıkan doğal bir durumu dile getiriyor olmasının öte- sinde, kültürel ve sosyal boyutlara da sahip olduğunu düşündürmektedir (Pala, 2003: 99). Bu bakımdan, sözü edilen dönemin aynı zamanda kapi- talizmin gelişiminin ivme kazandı- ğı bir dönemi de niteliyor olması, pi- yasa sistemi ile yorgunluk anlayışları arasındaki ilişkilerin dikkate alınma-

sının gerekli olduğu düşüncesini de beraberinde getirmektedir. Öyle ki, piyasa ekonomilerindeki gelişmişlik düzeyinin artışı ile birlikte yorgun- luk yakınmalarının da arttığını, hat- ta yorgunluğun artık modern çağın normal bir parçası olduğunu da söy- lemek mümkün görünmektedir. Bu yüzden bu yazıda, yorgunluğun top- lumun genelini etkileyen bir sorun olma niteliği ile çağdaş dönemdeki ekonomik ve sosyal etkenler arasın- da bir ilişki olup olmadığı sorusuna yanıt aranmaktadır. Bunun için önce yorgunluk kavramının tanımındaki güçlüklere işaret edilecek; sonra pi- yasa ekonomilerinin gelişimi ile olan ilgisi dikkate alınacak; son olarak da içinde yaşadığımız “küresel” dönem- deki gelişmelerin yorgunluğun yay- gınlaşmasında etkili olup olmadığı sorusuna yanıt aranacaktır.

1. YORGUNLUK VE TÜKENMİŞLİK OLGUSU

Yorgunluğu ele alırken ilk aşama- da, fiziksel yorgunluk ile ruhsal ya da zihinsel yorgunluğu birbirinden ayır- mak gerekir. Böyle bir ayrım aslın- da, hem felsefi hem de dinsel düşün- celerin genel olarak insanı ruh (ya da zihin) ile bedenin birliğinden olu- şan bir varlık diye görmelerinin bir sonucudur (Güzel, 2003: 75). Fiziksel yorgunluk dikkate alındığında, ge- nel olarak organizmanın giriştiği et- kinliklerin sonucunda ortaya çıkan yorgunluğun organizma için yarar- lı olduğu bile söylenebilir. Çünkü yor- gunluk, organizmanın dinlenmesi- nin gerekli olduğu uyarısını yapan bir negatif geri besleme düzeneğinin

(3)

parçası olarak kendini göstermekte, dolayısıyla da organizmanın kendi- sini yenilemesini sağlamaktadır. Bu anlamıyla yorgunluk, organizmanın etkin bir biçimde işlemesini de sağ- lamaktadır; çünkü organizma, fi- ziksel etkinliğin sonucunda ortaya çıkacak yorgunluk sayesinde müm- kün olan en az çabayla en çok etkin- liği gerçekleştirmeye yönelmektedir.

Bu bakımdan yorgunluk, doğadaki

“en az eylem” ilkesinin işleyişini sağ- layan temel bir mekanizma olarak da görülebilir. “Doğa bir hedefe erişmek için her zaman mümkün olan en kısa yolu seçer” deyişiyle dile getirilen bu ilke, doğada ya da en azından canlı varlıkların dünyasında, yorgunluğun vazgeçilmez bir rolünün olduğunu göstermektedir. Yorgunluk yalnızca insan yaşamı için değil, bütün can- lı varlıkların yaşamı için zorunlu olan bir geri besleme mekanizması sağla- dığından, varlıkların fiziksel etkinli- ğinin hem biçimini hem de niteliğini büyük ölçüde belirlemektedir.

Buna karşılık daha patolojik ni- telikte olan, “asteni” adı verilen yor- gunluk, fiziksel bir etkinlikle bağıntılı değildir; dinlenme yoluyla da geçmez.

Astenide kişi, sürekli yorgunluğun yanısıra isteksizlik ve güdülenme eksikliğinden de yakınmaktadır. As- teninin yalnızca %20 kadarının orga- nik nedenlerden kaynaklandığı, ka- lan %80’inin ise psikojenik ve yaşam biçiminden kaynaklanan nedenlerle açıklandığı ileri sürülmektedir (Can- dansayar ve Coşar, 2003:) Buna kar- şılık doğrudan psikiyatrik müdaha- leyi gerektirebilecek bir asteni biçimi olan “nevrasteni” ise, sinir sisteminin

zorlanmasına dayalı fiziksel ve ruh- sal yorgunluk, nedeni belli olmayan bedensel ağrılar, uykusuzluk, sindi- rim güçlükleri, çarpıntı ve ateş bas- ması gibi belirtilerle tanımlanmak- tadır (Bayam, 2003:31). Bugünlerde ise, bir hastalık olarak yorgunluğun iki yeni tanımından da sözetmek ye- rinde olacaktır.1 İlk olarak, yorgun- luğun nedenlerini fiziksel ve organik etkenlerde arayan “kronik yorgun- luk sendromu”, ikinci olarak da daha çok ruhsal etkenleri vurgulayan “tü- kenmişlik” (burnout) olgusu. Kro- nik yorgunluk sendromunun nasıl tanımlanacağı konusunda da tar- tışmalar bulunmasına karşın, esas olarak yorgunluk yakınmalarının kronikleşmesi, yani en az altı ay sü- reyle bu yakınmaların sürmesi has- talığın ayırdedici özelliğidir. Genel olarak kronik yorgunluk sendromu- nu tanımlayan iki tür ölçütten söze- dilebilir (Bayam, 2003:38). İlk grupta- ki majör ölçütler, yorgunluğun kalıcı olması, fiziksel etkinlik ya da egzer- size bağlı olmaması, dinlenmey- le geçmemesi, kişinin günlük yaşam etkinliklerinde önemli azalmaları ta- nımlamaktadır. İkinci gruptaki mi- nör ölçütler, bellek kaybı ve kon- santrasyon bozukluğu, baş, boğaz, kas ve eklem ağrılarının varlığı, eg- zersiz sonucunda ortaya çıkan, an- cak 24 saatten daha fazla süren hal-

1-Yine de, asteni, nevrasteni ve kronik yorgunluk sendromunu kesin hatlarla birbirinden ayırmak pek mümkün görünmemektedir; hatta bu üç kavramın aşa- ğı yukarı aynı anlama geldiği söylenebilir. Aralarındaki en önemli fark, bu kavramların değişik zamanlarda tıp literatürüne girmiş olmasıdır. Örneğin nevrasteni, daha 1869 yılında George Beard adında bir nörolog trafından tanımlanmışken, kronik yorgunluk sendromu ise çok daha yeni, çağdaş bir tanım olarak kullanılmaktadır.

Kavramın tıbbi boyutuna ilişkin kavram kargaşası için bkz. Candansayar ve Coşar (2003).

(4)

sizlik durumunun yaşanması gibi belirtileri dikkate almaktadır. Buna karşılık, yorgunluğun kavranmasın- da daha çok ruhsal boyuta ağırlık veren tükenmişlik kavramı, kişinin yaptığı işten kaynaklandığını düşün- düğü güdülenme eksikliği, mesleki etkinlik ve verimliliğin azalması, iş- yerindeki sinik tutum ve davranış- larla tanımlanan bir bıkkınlığa, duy- gusal bakımdan yaşanan çözülmeye göndermede bulunmaktadır (Hui- bers v.d., 2003).2

Görüldüğü gibi yorgunluk, hem fiziksel hem de ruhsal boyut- lar arasındaki karmaşık ilişkilere dayanmaktadır. Yorgunluğun değer- lendirilmesinde standart bir ölçü- nün bulunmaması, kullanılan değişik yöntemlerin de değişik sonuçlar ver- mesine yol açmaktadır. Bu konuda yapılan en yaygın çalışma türü olan anketlerde yorgunluk farklı biçim- lerde tanımlanıyor olsa da, genel ola- rak yorgunluğun hem fiziksel hem de zihinsel boyutu birlikte ele alın- maktadır. Buna göre yorgunluk, ki- şinin ruhsal ve fizyolojik durumun- da, yapılan işin gerektirdiği yükün fiziksel ve zihinsel enerji harcama yoluyla gerçekleştirilmesinin gide- rek güçleşmesine yol açan, olumsuz bir değişme olarak tanımlanmakta- dır. Bir başka deyişle yorgunluk ol- gusu, hafif yorgunluk yakınmaların- dan “kronik yorgunluk sendromuna”

kadar süreklilik gösteren bir yelpaze içinde dikkate alınmalıdır. Bu bakım- dan, özellikle yorgunluğun çalışma üzerindeki etkileri incelenirken, “tü-

2-Bu çalışmada ele alınan yorgunluktan yakınma yüzünden hastalık izni alan 151 işçinin %43.7’si kronik yorgunluk sendromu bulguları gösterirken %50.3’ü tükenmişlik belirtileri göstermektedir.

kenmişlik” (burnout) olgusunun da gözden kaçırılmaması gerekmekte- dir. Öyle ki, tükenmişlik duygusunun hastalık izinlerinin önemli bir kayna- ğı olduğu, çalışan nüfusun %4.2’sinin bu sorunları yaşadığı kaydedilmek- tedir (Huibers v.d., 2003).

Günümüzde böylesine yaygınlık kazanan yorgunluk olgusu, tanım- lanmasındaki ölçütler farklılık gös- terse de, yalnızca fiziksel yorgun- luğun ötesinde, hatta belki de daha fazla, zihinsel yorgunluk ile kişinin duygusal olarak yaşadığı, çalışma- ya karşı ortaya çıkan bıkkınlık ya da

“tükenmişlik” (burnout) olgusunu da içermektedir. Tükenmişlik duygusu- nun yaygınlık kazanmasıyla, yor- gunluk artık yalnızca kol emeğine dayanan işlerde çalışan, yani “mavi yakalı” işçiler için doğal görünen fi- ziksel yorgunluk olarak değil, “beyaz yakalılar” yani daha üst kademeler- de çalışan işadamları, profesyoneller ve yöneticiler için de geçerli olan do- ğal bir durum haline gelmiş gözük- mektedir. Böyle bir olgu, ister iste- mez yorgunluğun yalnızca fiziksel bir sorun olmaktan ziyade, sosyal bir ni- telik taşıyıp taşımadığı sorusunun da sorulmasına yol açmıştır.

1970’lerde Amerikan psikolog Herbert Freudenberger tarafından tanımlanan “tükenmişlik” (burnout) sendromunun, örneğin depresyonun tersine, tanımlanmasındaki ve teş- hisindeki güçlük yüzünden ne ka- dar yaygın olduğu da tartışmalıdır.

Bir diğer nokta da, tükenmişliğin be- lirtilerinin stres ve kaygı belirtileriy- le karıştırılmasıdır. Yine de, üç temel başlıkta toplanabilecek kimi belir-

(5)

tileri ayırdetmek mümkün görün- mektedir (NCBI-PubMed, 2003). İlk olarak, aşırı yorgunluk, düşük ener- ji, mide ve karın ağrısı gibi fiziksel semptomları da içeren duygusal tü- kenme; ikinci olarak, kişinin işini gi- derek olumsuz ve engelleyici görme- si, iş arkadaşlarından uzaklaşması, daha da sinik olması gibi tutumla- rı içeren iş etkinliklerine yabancılaş- ma; son olarak da, gündelik işleri ye- rine getirirken konsantrasyon kaybı, yaratıcılığın yitirilmesi gibi olumsuz etkileri içeren azalan performans.

Tükenmişlik konusunda verilen bir tanım, “işi gereği yoğun duygusal ta- leplere maruz kalan ve sürekli diğer insanlarla yüz yüze çalışmak duru- munda olan kişilerde görülen fiziksel bitkinlik, uzun süreli yorgunluk, ça- resizlik ve umutsuzluk duygularının, yapılan işe, hayata ve diğer insanlara karşı olumsuz tutumlarla yansıma- sı ile oluşan bir sendrom”dur (Masla- ch, Jackson, 1981: 99; aktaran: Karsa- vuran, 2014: 136). Tükenmişlik tanımı içerisinde, başarısızlık duygusu, yor- gunluk, duygusal tükenme, yaratı- cılığını kaybetme, işe bağlılığı yitir- me, çalışma ortamına yabancılaşma ve uygunsuz davranışlara girme, bu- lunmaktadır (Karsavuran, 2014: 137).

Yorgunluk ve iş arasındaki ilişki- leri incelemek için yapılan en geniş kapsamlı araştırmalardan birisi olan ve 45 Hollanda şirketindeki 12,140 çalışanın katıldığı 1998 tarihinde başlatılan ve üç yıl boyunca sürdürü- len Maastrich Çalışması, çalışan nü- fus içerisinde rastlanan uzun süre- li yorgunluğun yaygınlık ve şiddetini inceleme ile bu olguyu yaratabileceği düşünülen risk faktörlerini ortaya çı-

karma amacı gütmektedir (Kant v.d., 2003). Çalışmada, sözkonusu fak- törlere ilişkin olarak, çalışma ortamı, yaşam biçimi gibi psiko-sosyal et- kenler de dikkate alınmıştır. Bunun nedeni, yorgunluğun kaynağı olarak yalnızca çalışma ortamının özellik- lerinin (işin içeriği, çalışma koşulları) değil, kişilerin özel durumlarının (ev- lerindeki ortam ve ilişkiler gibi) ve bi- reysel niteliklerinin (genel sağlık du- rumu, yaşam biçimleri, alışkanlıkları vs.) de rol oynadığının görülmesidir.

Bu çalışmaya göre, yorgunluk üç temel alandan ve bu alanlar arasın- daki etkileşimlerden kaynaklanı- yor görünmektedir; işyerinden kay- naklanan etkenler, aile yaşamından kaynaklanan etkiler ve sosyal etki- ler. Çalışmada, yorgunluğu ortaya çı- kardığı düşünülen iş ortamıyla ilgi- li özellikler, işin içeriği, işyerindeki kişisel ilişkiler, istihdam ve çalışma koşullarının yanı sıra,3 işin kişi tara- fından nasıl algılandığı, profesyonel desteklerin varlığı ve iş örgütlenme- si de dikkate alınmaktadır. Ev içinde- ki durum ile sosyal etkenler arasında kişinin özel durumu, boş zamanı- nı değerlendirme biçimleri, günde- lik işleri, kişinin yaşamında ortaya çıkan olaylar dikkate alınırken, bi- reysel özellikler arasında yaş, cin- siyet, eğitim düzeyi, sağlık durumu, yaşam biçimi gibi özellikler dikkate alınmaktadır. Çalışmanın temel bul- gusu, uzun süreli yorgunluğun çalı- şan nüfus arasında sürekli bir dağı-

3-Çalışma koşullarıyla ilgili olarak yapılan bir başka çalışmada, yorgunluk düzeyleri ile işçilerin vardiya usü- lü çalışmaları arasında güçlü bir ilişki bulunmaktadır.

Buna göre, gündüz vardiyasında çalışan işçilerin yaşa- dığı yorgunluk, haftada üç ve beş vardiya değiştiren iş- çilerin yaşadığı yorgunluğa kıyasla daha az olmaktadır.

Bakınız: Jansen v.d. (2003) ve Rosa v.d. (1998:150).

(6)

lım gösterdiğidir. Farklı işkollarında kaydedilen yorgunluk düzeyindeki farklılıklar da, yorgunluk ile çalışma ortamı arasındaki ilişkilerin güçlü ol- duğunu düşündürmektedir.

Bir başka bulgu, yorgunluğun psikolojik zorluklarla, özellikle tü- kenmişlik duygusuyla (burnout) da yakından ilişkili olduğudur.Yorgun- luğun etkileri bakımından, yorgun- luk ile işten izin alma ve iş görememe arasında da önemli bir bağlantı oldu- ğu ortaya çıkan bir diğer bulgudur.4 Bunun yanında, yorgunluk ile işye- rinde ortaya çıkan iş kazaları ara- sında da bir bağlantı gözlenmektedir (Swaen, v.d., 2003). Yine de, burada işkolunun niteliği, işyerinin fiziksel koşulları, işin niteliği ve kişisel özel- likler (alışkanlıklar, yaşam biçimi vs.) gibi etkenlerin sözkonusu olması, iş kazalarının nedeni olarak yorgunlu- ğun tek başına belirleyici olmadığını düşündürmektedir. Ancak ne olur- sa olsun, yorgunluğun hem verimli- lik kayıplarının açıklanmasında, hem de çalışma yaşamındaki zorlukların açıklanmasında önemli bir rolü oldu- ğu gözden uzak tutulmamalıdır.

Bu noktada akla gelen bir diğer soru, yorgunluğu ekonomik etkile- ri bakımından incelemek, onu bir ne- den olarak görmek yerine, kronik yorgunluk ve tükenmişlik duygu- sunun ortaya çıkışının çağdaş dün- yadaki, özellikle 1980’lerden bu yana ortaya çıkan gelişmelerin bir sonucu olup olmadığı sorusudur. Ancak bu sorunun yanıtının verilebilmesi için, piyasa sisteminin gelişimi ile yor- gunluk yakınmalarındaki artış ara-

4-Bu konuda bir başka kaynak için bkz. (van Amelsvo- ort v.d., 2002).

sında ne tür ilişkilerin olduğu soru- sunun ele alınması gerekmektedir.

Bu bakımdan, aşağıda önce kapita- lizmin insanlığın yorgunluğa bakı- şını ne ölçüde değiştirdiği, sonra da yorgunluğun algılanmasındaki de- ğişmelerle, kapitalizmin gelişimi ara- sındaki ilişkilerin neler olduğuna ba- kılacaktır.

2. YORGUNLUK VE KAPİTALİZMİN GELİŞİMİ

Aslında hem fiziksel hem de ruh- sal yorgunluğun belirli bir toplum- sal ve ekonomik yapıda ortaya çıkan bir durum olmadığı, genel olarak in- san türünün her dönemde yaşadığı bir sorun olduğu açıksa da, yorgun- luğa ilişkin kavrayışların zaman içe- risinde değiştiği söylenebilir. Bu ba- kımdan, genel olarak yorgunluğun daha çok çağdaş toplumda bir ya- kınma haline geldiği, bunun da esas nedeninin, piyasa ekonomisine da- yanan çağdaş uygarlığın çalışma ve emek harcamayı eski toplumlara göre daha farklı değerlendirmesi ol- duğunu ileri sürmek mümkün gö- rünmektedir. Çok kabaca, çağdaş toplumun çalışmayı neredeyse yaşa- mın temel amacı haline getirmesi ol- gusunun, yorgunluk yakınmalarının artmasında hatırı sayılır bir rol oyna- dığı inkar edilemez.

Aslında, yorgunluk daha çok bir sonuçtur; kişi, örneğin çalışmaktan ya da daha genel olarak yaşamak- tan yorgun olabilir (Güzel, 2003). Bu bakımdan, yorgunluk kişinin ya- şam biçiminden ya da yaşamı bo- yunca taşımak zorunda olduğu yük- ten kaynaklanıyor olabilir. Örneğin, Aristoteles için insan yaşamının te-

(7)

mel hedefi “mutluluğa” (eudaimonia) ulaşmaktır; ancak onun için mutlu- luk bizim bugün anladığımız anlam- da daha çok tüketimden sağlanan tatminden ötede, etik bir sorun diye görülmektedir. Buradaki mutluluk, kişinin sahip olduğu potansiyelleri gerçekleştirmesi ve bu potansiyel- leri geliştirmesi, kısaca kişinin “an- lamlı” bir yaşantı sürmesi diye gö- rülmektedir. Böyle bir mutluluk ise, kişinin “kendine yeterli” olması bi- çiminde anlaşılır, bu da bütünüy- le kişinin içinde yaşadığı topluluğun kendine yeterliliği ile ölçülür. Bu ba- kış açısında, örneğin servet birik- tirmek amacıyla girişilen ya da para sermayenin kullanıldığı etkinlikler (tefecilik gibi) ahlaki bakımdan is- tenir değildir, çünkü toplumun ken- dine yeterliliğini, dolayısıyla da top- lumun varoluşunu tehlikeye atma potansiyeline sahiptir. Zenginleşen kişi, toplumun geri kalanının ihtiyaç- larını dikkate almayıp yalnızca ben- cil güdülerle etkinliklerini sürdürdü- ğünden, ahlakdışı davranışlar içine giriyor demektir.

Bu bakış açısına göre kişi, bir top- luluğun (ya da kent devletini tanım- layan polis’in) parçası olduğu sürece, topluluğun kendisi için öngördüğü yaşamı amaçladığı ölçüde bireysel mutluluğa erişecektir. Aristoteles için yalnızlıktan hoşlanan kişi, ya bir hayvandır ya da tanrı; insan olamaz.

Bu ise kişinin her zaman toplumun gereksinim ve beklentilerine göre bir yaşam sürmeye çalışmasının ah- laki bakımdan istenir bir yaşam bi- çimi olduğunu düşündürmektedir.

Kolayca görülebileceği gibi, böyle bir

bakış açısının kişi üzerine yükledi- ği sorumluluk, yaşamın hem fiziksel hem de ruhsal bakımdan daha zor olmasına yol açmaktadır. Başka de- yişle yorgunluk, kişinin “mutluluğa”

ulaşmasının kaçınılmaz bir bedelidir.

Benzer bir bakış açısı, önemli fark- lılıklara rağmen, örneğin, varoluş- çu felsefede de bulunabilir.5 Bu an- layışa göre insanlar dünya üzerine

“fırlatılıp atılmışlardır”. Kişi yaşamı boyunca sürekli olarak kendini yeni- den biçimlendirmektedir. Kişinin her yaptığı, onun varoluş biçimi, gide- rek onun insani niteliğini de belirler.

Dünyada böylesine yalnız bırakılmış olan, kendi yolunu bulmak zorunda olan kişinin taşıdığı, davranışlarının ahlaki sonuçlarını dikkate alan so- rumluluk duygusu ise onun özgür ol- masının bir bedelidir. Kişi istediği gibi davransa bile sonunda kendi yaşa- mını, ancak bu dünyada yapıp ettik- leriyle anlamlı kılabilir. Bu da, yine ki- şinin taşıdığı yükün ve sonuç olarak ortaya çıkması neredeyse kaçınıl- maz olan, yorgunluk ve tükenmişlik duygusunun yaşamın ayrılmaz bir parçası olduğunun bilincine varma- na yol açmaktadır.

Yine de, geleneksel düşünce bi- çimlerine göre eğer bu yük, kişinin taşıması gereken bir yük ise, yani bu yükü taşımak kişi için ahlaki bakım- dan anlamlı ise, onu taşımaktan yor- gunluk duymaması, aksine kendini hafiflemiş ve daha özgür hissetme- si beklenen bir durumdur. Bu yük, örneğin, kişinin dinsel ya da siyasal inançlarından, dünya görüşünden, içinde yaşadığı ve kendisini diğer in- sanlarla bağlantılı hissettiği, yaşa-

5-Varoluşçu felsefe için bkz.: Sartre (1993).

(8)

mını anlamlı kılması için gereksinim duyduğu toplumun kendisinden ge- liyorsa, bir yük sayılmamalı, aksine bir ödül olarak değerlendirilmelidir.

Bu durumda kişinin böyle “doğru” bir yaşam sürüyor olması, yaşamını an- lamlı kılacaktır. Tersine, “doğru” bir yaşama sahip olunmadığı düşüncesi, kişinin özellikle ruhsal açıdan önem- li olan yorgunluk, bıkkınlık ve tüken- mişlik duygusuna girmesi sonucunu verecektir. Burada önemli olan, ki- şinin hangi türden “yüklerin” onun için anlamlı olacağına karar verme- sidir. Bunun dışındaki, kişiye dışa- rıdan dayatılan yükler, doğal olarak onun yorgunluk ve bıkkınlığını artır- maktan başka bir işe yaramaz.

Felsefi bakımdan yorgunluk daha çok ahlaki bir sonuç olarak orta- ya çıkmasına karşın, piyasa siste- minden önceki geleneksel toplum- larda yorgunluk yaratacak türden, daha çok fiziksel etkinliklerin ah- laki bakımdan pek de istenir olma- dığı düşüncesinin yaygın olması, il- ginç bir durumdur. Bu bakış açısına göre çalışmak zorunluluğu duyma- mak, bilfiil emek harcayarak çalış- ma yükümlülüğünden azade olmak, daha çok toplumun üst katmanla- rına özgü bir ayrıcalıktır. Örneğin, eski Yunan toplumlarında çalışmak, daha çok kölelere ya da kent devle- tinin vatandaşı olmayanlara özgü bir etkinlik olarak görülmekteydi. Hat- ta Aristoteles bile, ellerin kullanıla- rak yapıldığı ve bedenin yorulmasına yol açan mesleklerin en kötü, ahlaki olarak da en aşağıda olan meslekler olduğunu düşünmektedir. Bedensel çalışmaya karşı duyulan horgörme, sanatlar için bile geçerlidir. Örneğin,

Aristoteles heykeltraşların, bilfiil be- densel çabaya dayanan işgörmeleri yüzünden, kent devleti vatandaşlığı- na alınmamaları gerektiğini düşün- mekte; buna karşılık ressamların va- tandaş olabileceğini öngörmektedir.

Yani, aylaklık hakkına sahip olmak, özgürlüğün ve vatandaşlığın bir gös- tergesidir (Arendt, 1959: 73). Yunan- ca “aylaklık” (skholē) sözcüğü emek harcamaktan ve zorunlu nitelikte- ki çalışmadan özgür olmayı ifade et- mektedir (Arendt, 1959: 303). Hat- ta batı dillerindeki “okul” (İngilizcede

“school”) ve araştırmacı (scholar) sözcüklerinin kökeninin de bu “ay- laklık” (skholē) sözcüğü olduğu za- man zaman ileri sürülmektedir. Esas olarak “bilgelik sevgisi” olan felse- fenin ve yönetim ile politika gibi zi- hinsel yönü ağır basan etkinliklerin de “aylakların” bir ayrıcalığı olma- sı, bu toplumlarda bedenen çalışma- nın ne kadar horgörüldüğünü ortaya koymaktadır. Çalışmak, ancak köle- ler, serfler vs. gibi toplumun aşağı ta- bakalarına özgü bir durumdur. Onla- rın da yorgun olup olmaması önemli değildir; çünkü bu durum hem doğa düzenine uygundur; hem de ahlaki bakımdan doğrudur. Bedensel çaba gerektirmeyen işler, yönetim, siya- set, sanat vs. hep ayrıcalıklı kesimin, soyluların hakkıdır. Bu faaliyetler ise yorgunluk yaratmamakta, aksine yaşamın anlamını ortaya çıkarmak- tadır.

Buna karşılık kapitalizm, eski top- lumlarda horgörülen çalışma, emek harcama etkinliğini öne çıkaran, hat- ta onu kutsayan bir bakış açısına sa- hiptir. Bu konuda akla gelebilecek en önemli örnek, Max Weber’in protes-

(9)

tan ahlakı ve kapitalizm arasında- ki ilişkileri dikkate alan ünlü eseridir (Weber, 1997). Weber’e göre protes- tan inancında, özellikle Kalvinizmde önemli bir yer tutan “meslek” (cal- ling) düşüncesi, kişinin tanrı tarafın- dan yapmaya “çağrıldığı” iştir (We- ber, 1997: 69). Bu anlayışa göre kişi, işinde ne kadar çok çalışır ve işinde ne kadar başarılı olursa, tanrının gö- zünde de o kadar muteber demektir.

Eski dönemlerde para kazanmanın ve emek harcamanın horgörülme- sine ve ahlaki bakımdan yanlış ol- duğunun düşünülmesine karşın, bu yeni bakışa göre çalışmak, sade- ce zenginlik gibi maddi ödülleri de- ğil, manevi ödülleri de beraberin- de getirmektedir. Böyle bir anlayış değişiminin de esas olarak serma- ye birikimine dayanan kapitalizmin gelişiminde ne kadar önemli bir rol oynayabileceği gözardı edilemez.

Bu yeni anlayışa göre, emek harca- ma sonucu ortaya çıkan yorgunluk, bir eziyetten çok bir ödül diye gö- rülmek gerekir. Bu durumda, siste- min kendini sürdürebilmesi insanla- rın çalışmalarına bağlı olduğundan, yorgunluk yakınmalarının artma- sı ile sistemin gelişmesi arasında iliş- ki kurmak çok da mantıksız görün- memektedir.

Piyasa sisteminin emeğe yöne- lik bu tutumu, aynı zamanda çalış- ma ile boş zaman arasındaki ayrımın da kurumlaşması sonucunu vermiş- tir. Eski toplumlarda aylaklık bir ay- rıcalık diye görülürken, şimdi artık toplumun her üyesi, hangi katman- dan gelirse gelsin çalışmak ve karşı- lığında yaşamını sürdürecek ödülleri,

yani kazancı elde etmek zorunda- dır. Bu bakımdan çalışma ile boş za- man arasındaki ayrım, bir anlamda aylaklık hakkının toplumun her ke- simi için geçerli olan bir hak ve esas olarak çalışmanın bir ödülü olduğu- nu göstermektedir. Bu ayrım, aslında çağdaş toplumun demokratik niteli- ğinin de bir göstergesidir. Çalışmak bir yükümlülük iken, aylaklık ya da çağdaş terminolojiyle “boş zaman”, bir ödüldür; herkesin bu ödüle eriş- me hakkı, hem ahlaki olarak hem de yasal olarak tanınmıştır. Bu bakım- dan piyasa sisteminde, boş zaman etkinliklerindeki gelişme, çalışma- nın ödüllerinin eski toplumlara göre daha fazla ve daha çeşitli olması so- nucunu vermektedir. Kişi ne kadar çok çalışırsa o kadar maddi (ve aynı zamanda bir işe yaradığı duygusuyla manevi) ödüle kavuşur. Bunun yanı- sıra, teknolojinin gelişimi ile çalışma zamanının kısalması, tatil olanak- ları ve eğlence sektörü gibi kişinin boş zamanını artıran ya da onu dol- duran etkinliklerin artışı da bu ödül- lerin değerini artırmaktadır. Bu et- kinliklerin miktarının ve kalitesinin artması, kişileri çalışmaya yönelten önemli bir güdü haline gelmektedir.

Bu durumda yorgunluk, bu ödüllerin bir bedeli diye görülmek gerekir. Za- ten çağdaş iktisat teorisinin gerisin- deki mantık da aslında budur.

İktisat teorisinin bakış açısından, yorgunluğun çalışmanın doğal bir sonucu olduğu, iş sonunda elde edi- len sosyal ve ekonomik ödüllerle te- lafi edildiği söylenebilir. İktisat te- orisine göre, insan çalışma ile boş zaman arasında bir tercihte bulun-

(10)

mak zorundadır; çalışmanın getire- ceği maliyet olan yorgunluk ve başka etkinliklere zaman ayıramamanın, çalışmadan elde edilecek kazançlar- la karşılanması gerekmektedir. Bu bakımdan kişinin ne kadar süre ça- lışacağını belirleyen, çalışmayla elde edilen kazançlar ile bunun getireceği maliyetlerin dengelenmesi olacaktır.

Başka deyişle, çalışmak ya da çalış- mamak, bütünüyle kişinin kendi ter- cihine bağlı olmaktadır. Boş zaman, esas olarak kişinin harcadığı emek gücünü yeniden üretmesi için gerek- li olan zamandır. Bu süre içerisinde kişinin işten kaynaklanan yorgun- luktan kurtulup yeniden işe döndü- ğünde aynı verimliliği sürdürmesini sağlayacak şekilde kendisini yenile- yebilmesi beklenir. Dolayısıyla, ikti- sat teorisine göre yorgunluk, aslında genel bir iktisadi ilkenin bir sonucu- dur: bir fayda elde edilmesi için mut- laka bir maliyete katlanılmak zorun- dadır. Eğer yorgunluk artık kişinin normal işini sürdürmesine engel ola- cak kadar artmışsa, yapılması ge- reken şey, çalışma saatlerini azaltıp boş zamanı artırmak (ya da daha az yorucu bir iş bulmak) ve yorgunlu- ğu giderecek önlemler (dinlenme za- manının artırılması, boş zaman et- kinlikleri vs.) benimsemektir. Yine de, çalışmanın kendi başına bir amaç haline getirilmiş olması, özellikle gü- nümüzde uzun sürelerle devam eden ve yalnızca boş zamanın artırılması yoluyla giderilemeyecek hale dönüş- müş olan kronik yorgunluk ve tü- kenmişlik olgularının yaygınlaşma- sına da yol açmıştır. Böyle bir durum ise, giderek kişinin çalışma yaşamını

da olumsuz etkiler hale gelmektedir.

Uzun süreli, kronik yorgunluğun çalışma yaşamı bakımından kimi olumsuz etkileri bulunmaktadır. Her- şeyden önce kronik yorgunluk, işgü- cünün verimliliğinde önemli kayıpla- rın ortaya çıkmasına yol açmaktadır.

Bu bakımdan, kişinin performansın- daki azalma ve yorgunluğun neden olduğu hastalık dolayısıyla alınan izinler sonucu ortaya çıkan üretim kayıpları, verimliliği olumsuz yön- de etkilemektedir. Bunun yanında, üretim miktarında bir değişme ol- masa bile, üretilen mal ve hizmet- lerin kalitesindeki olası düşmeler de bir başka olumsuz etkendir. Ayrıca, kişinin kendisini mesleki olarak ye- tersiz hissetmesi, depresyon eğili- minin artması, kendi özel ve sosyal yaşamında da sıkıntıların ortaya çık- ması, hatta kişinin normal bir yaşam sürdürmesinin giderek daha da zor- laşması gibi daha önemli sorunlar da, kronik yorgunluğun etkileri arasında yer almaktadır.

Yine de, çalışma ile yorgunluk ara- sındaki ilişkiye, sadece ekonomik açı- dan bakmak, özellikle zihinsel yor- gunluk ve tükenmişliği de kapsayacak biçimde tanımlanan yorgunluğun as- lında kişisel, ekonomik ve sosyal et- kilerin karşılıklı etkileşimi ile ortaya çıktığı gerçeğini gözardı etmektedir.

Dolayısıyla, konuya daha geniş bir ba- kış açısından, sosyal, ekonomik ve ku- rumsal özellikler arasındaki etkileşim- ler açısından yaklaşmak gereklidir.

Çalışma etkinliği, genel olarak in- san ihtiyaçlarını karşılayacak mal ve hizmetleri üretmek için harcanan fi- ziksel ve zihinsel çabaların topla-

(11)

mı olarak anlaşılabilir. Buna karşı- lık meslek, düzenli bir gelir (ücret ya da maaş) karşılığında yapılan iş ola- rak tanımlanabilir. Bu tanımıyla ça- lışma ve meslek piyasa ekonomile- rinde ekonomik yaşamın temelini oluşturmaktadır.6 Piyasa sisteminde bir işte çalışmak, herşeyden önce kişi- nin kendi tüketimini gerçekleştirme- si, yaşamını sürdürebilmesi için bir zo- runluluktur. Bunun yanında çalışmak, kişinin yaşamı boyunca edindiği de- neyim ve becerilerin hem önemli bir kaynağı hem de bu deneyim ve bece- rilerin değerlendirilebileceği bir alan niteliğindedir. Çalışmanın bir başka önemli tarafı, kişinin kimliğinin be- lirlenmesinde oynadığı vazgeçilmez rol ve bu kimlik ya da çalışma sonu- cu sahip olduğu sosyal konumun ona başka insanlarla girdiği sosyal ilişki- lerde sağladığı yararlardır.7 Özellikle kişinin kendisine bakışı ve özgüveni, yaptığı işte gösterdiği performansla da yakından ilişkilidir. Bu yüzden in- sanlar çalışırlarken zorunlu olmanın ötesinde kendi kimliklerini oluştur- mak için de çaba göstermektedirler.

Bu durumda çalışma yaşamının ör- gütlenme biçiminin, kişinin hem özel hem de sosyal yaşamını yakından etkilemesi doğaldır. Dolayısıyla ça- lışma yaşamında ortaya çıkan kro- nik yorgunluk, yapılan işin ötesin- de kişinin bütün yaşamını da etkiler hale gelmektedir.

Kapitalizm ve sanayileşme olgu- sunun çalışma yaşamı bakımından en önemli yönü, çalışma yaşamının artık ev ortamıyla sınırlı olmaktan

6-Anthony Giddens, Sociology, London: Polity Press, 1994, s. 376.

7- İbid, s. 375.

çıkarılıp, fabrika sistemi biçiminde fiziksel olarak ayrı ortamlara taşın- ması olmuştur. Böyle bir geçiş ise zamanın öneminin eskisine kıyasla çok daha fazla artmasına ve yapıla- cak işlerin düzenli hale getirilmesiyle çalışma zamanının kişinin yaşamı- nın geri kalanından ayrılarak, ken- di başına önem kazanmasına yol aç- mıştır. Aslında bu değişim, büyük ölçekli üretimin rasyonel ve düzen- li bir biçimde örgütlenmesini gerek- tiren piyasa sisteminin başlangıcın- dan beri kendisini duyuran bir olgu olmuştur. Örneğin, Ortaçağın sonla- rında, zamanın, güneşin doğuşu ve batışı gibi doğal olaylar tarafından belirlenen ritminin terkedilerek, ça- lışma yaşamının merkezinde bulun- duğu üretimin gerektirdiği ritm tara- fından belirlenen ve “vakit nakittir”

özdeyişiyle anlatılan bir olgu ola- rak yaşanmasına yol açmıştır.8 Hat- ta, artık uyanıkken gerçekleştirilen etkinliklerin günün yirmidört saati- ne yayılmasıyla, gece ile gündüz ara- sındaki ayrımın bile pratik olarak or- tadan kalktığı söylenebilir (Giddens, 1999: 173-74).

Bu gelişme, yukarıda belirtildi- ği gibi, çalışma zamanı ile boş zaman arasındaki ayrımın kurumlaşmasını nitelemektedir. Ancak böyle bir ay- rım, kişinin yaşamının odak noktası- nın, kendi başına bağımsız bir varlık kazanan çalışma zamanı haline gel- mesi demektir. Çünkü çalışma ya- şamında gösterilecek performans, kişinin özel yaşamından sosyal iliş-

8-Zaman kavrayışındaki değişmeye verilebilecek ilginç bir örnek, bir baraj inşaatında çalışan Hopi kızılderili- lerinin zaman anlayışı ile inşaatı yürüten yetkililerin zamanın ardışıklığına dayanan zaman yönetimi anlayışı arasındaki çatışmanın baraj inşaatını aksatmış olmasıdır. (Pala, 2003: 101).

(12)

kilerine kadar bütün bir yaşamını et- kilemekte ve giderek kendisi de bu yaşamdan etkilenmektedir. Bu ise uzun süreli yorgunluğun, etkileri ba- kımından kişinin bütün yaşamını et- kileyecek bir duruma gelmesi sonu- cunu vermektedir. Aslında böyle bir durumun, piyasa sisteminin teme- linde yer alan örgütlenme modeli ile teknoloji düzeyinin doğal bir sonucu olduğu da söylenebilir.

Fabrika sisteminde üretimin ör- gütlenmesi, özellikle de yirminci yüzyıl başından itibaren montaj hattı tipi üre- timin ağırlık kazanması, hem çalışma yaşamının hem de sosyal yaşamın daha da katı bir biçimde düzenlen- mesiyle, yaşamın genel ritminin daha da hızlanmasına yol açmış- tır. Montaj hattı tipi üretime dayanan

“Fordizm” ve “Taylorizm” uygulama- ları, sanayi üretim ve teknolojisinin işçi verimliliğini artırmak ve böyle- ce üretimi yükseltmek amacıyla uy- gulanmasını gerektirmekteydi. Bu örgütlenme biçiminde, işçilerin sıkı bir gözetim altında tutulması, yapı- lan işin küçük ve standartlaştırılmış parçalara bölünerek üretimdeki her bir aşamanın kontrolünün artırıl- ması ve işbölümünün, yapılacak iş- lerin niteliğinin açık bir biçimde ta- nımlanması yoluyla hızlandırılması sözkonusudur. Ne var ki, bu uygula- malar, işçilerin yaptıkları işlerin tek- düze hale gelmesine yol açarak, kişi- nin yaptığı iş üzerindeki kontrolünün ortadan kalkmasını, kişinin kendi- sini güçsüz ve yalıtılmış hissetme- sine yol açarak, hem yaptığı işe hem de kendisine yabancılaşmasını artı- ran bir unsur olmuştur. Böyle bir ör-

gütlenme biçiminin ise yorgunluğu ve özellikle tükenmişlik duygusunu artıran bir etken olması şaşırtıcı ol- mamalıdır. Bu tür bir sistemin yara- tacağı durumu, Adam Smith çok ön- cesinden görmüş; kişinin belirli bir işte uzmanlaşmasının, onun bir tür

“yaşayan otomat” haline, “genellik- le bir insanın olabileceği maksimum ölçüde aptal ve cahil hale gelmesine yol açacağını” belirtmişti.9

Bununla birlikte, böyle bir yaban- cılaşma durumunun, yalnızca fabri- ka sisteminin doğasından kaynak- lanmadığı, piyasa ekonomilerindeki sosyal yaşamın ayrılmaz bir parçası olduğu da ileri sürülebilir (Rittersber- ger-Tılıç, 2003: 67-71). Bu bakımdan, yabancılaşmanın kişinin yaratıcılı- ğının, yalnızca üretim bantlarındaki hareketlerine indirgenmesi biçimin- de anlaşılmasının ötesinde, böyle bir sürecin sonucunda insanların hem kendi kendilerine hem de toplumda- ki öteki insanlara yabancılaşmayı da içerdiğini söylemek mümkün görün- mektedir. Toplumun genelini etkile- yen bir olgu olarak yabancılaşmanın, hepsi de birbiriyle ilişkili olan dört bi- çimi olduğu söylenebilir (Hunt, 1979:

304). İlk olarak birey kendi üretti- ği ürüne karşı yabancılaşır; ikin- ci olarak, birey kendi üretken etkin- liğine yabancılaşır; üçüncü olarak, birey içinde kendi kimliğini oluştur- duğu, insani olanaklarını gerçekleş- tirmesini sağlayan kendi üretken et- kinliğine yabancılaşması sonucunda kendi insanlığına yabancılaşır; son olarak da birey, toplumdaki diğer in- sanlara yabancılaşır, yani onları ken-

9-Aktaran: Marx, Capital, cilt 1, Harmondsworth: Pen- guin, 1976, s. 482.

(13)

di çıkarı için kullanabileceği “araçlar”

olarak görmeye başlar. Dolayısıyla, yabancılaşma, yalnızca üretim tek- nolojisine bağlı olarak ortaya çık- mamakta; bütün bir piyasa ekono- misinin kurumsal yapısı ile onun öngördüğü düşünce biçimlerine da- yanmaktadır. Bu bakımdan, böyle bir genel yabancılaşma durumunun, pi- yasa sisteminin, kişinin geleneksel toplumda bir bütün olarak algılanan yaşamını, çalışma ile boş zaman ara- sındaki bölünmede olduğu gibi, farklı alanlara ayırarak bu yaşamın bütün- lüğünü parçalamasından ve kişi- nin giderek kendi yaşamı üzerindeki kontrolünü yitirmesinden kaynak- landığı da söylenebilir. Böyle bir du- rumda kişi artık bir sistemin “dişlisi”

haline gelmiş ya da “şeyleşmiştir”, yani onun temel görevi, “şeylerin”

üretimini sağlamak ve bu yaşamının bu “şeyler” tarafından kontrol edil- mesine göz yummaktır.

Yukarıda anlatıldığı gibi, insan- ların zamanının çalışma ve boş za- man biçiminde ayrılması esas olarak piyasa sistemine özgü bir durum- dur. Böyle bir ayrım ise aslında piya- sa sisteminin, toplumu iki temel ku- rumsal alan, yani “ekonomik” alan ile

“sosyal” (ya da “politik”) alanlar te- melinde organize etmesinden kay- naklanmaktadır. Kendi fiyatını be- lirleme özelliğine sahip olan her bir tekil piyasanın bir diğerine bağlana- rak oluşturduğu piyasa sistemi, bü- tün politik ya da ekonomi dışı etki- lerden bağımsız işlemek zorundadır.

Bu sistemden daha önce, insanların ekonomik etkinlikleri, sosyal ilişki- lerden ya da özünde ekonomik nite- likte olmayan unsurlardan bağımsız

olması anlamında, toplumun geri ka- lanından kurumsal olarak ayrılmış nitelikte değildir. Geleneksel toplum- larda piyasanın oluşturduğu ekono- mik alan, sosyal alanın kontrolü al- tında iken piyasa sisteminde piyasa kendi kendine işler nitelikte olma- lı, sosyal ya da politik alandan her- hangi bir müdahale ile karşılaşma- malıdır. Bu da giderek kendi kendini düzenleyen bir piyasa sisteminin or- taya çıkışının, toplumun kurumsal olarak başlıca iki alana, ekonomik ve “politik” alanlara ayrıştırılmasını, ya da çağdaş terminolojiyi kullanır- sak, sivil toplum ile “politik” toplum (devlet) arasındaki ayrımın kurum- laştırılmasını gerektirdiğini ortaya koymaktadır (Polanyi, 1944: 71).

Bu türden bir kurumsal yapının ortaya çıkardığı durum, kişinin artık

“ikili” bir yaşam sürmeye zorlanıyor olmasıdır. Piyasa alanında yalnız- ca bir “atom” olarak davranan, kendi çıkarı peşinde koşan birey, “sosyal”

alanda aynı zamanda diğer insan- larla ekonomik temellere dayanma- yan ilişkiler içinde yer alacak, diğer insanlarla sosyal bağlarını yaşama- ya ya da pekiştirmeye çalışacaktır.

Başka deyişle kişi, çalışma zamanı- nı piyasanın alanında geçirirken, “boş zaman” etkinliklerini, en temelin- de ailenin yer aldığı bu sosyal alanda gerçekleştirecektir. Üretim sürecinin ve örgütlenmesinin “akılcılaşması” ile el ele giden bu süreç, kişiyi bir “akılcı ekonomik insan”a, homo oeconomi- cus’a dönüştürmektedir. Kişi, iktisa- di birey olma vasfından ancak piyasa dışında, sosyal alanda kurtulabilir.

Dolayısıyla, piyasa toplumundaki insanın yaşamının birliği bir anlam-

(14)

da parçalanmış durumdadır. Böy- le bir kurumsal yapının ortaya çıkar- dığı ekonomik ya da “maddi” alan ile sosyal ya da “ideal” alanlar arasın- daki gerilim ve uyuşmazlıklar, piya- sa ekonomilerindeki sosyal yaşamın kurucu bir unsurudur. Bu toplumda- ki “ekonomik” davranışların tümü, yalnızca iki güdüye, açlık korkusu ya da kazanç umuduna dayanmakta, onur, gurur, dayanışma, ahlaki ödev ve yükümlülükler gibi ve diğer tüm güdüler, insanın gündelik yaşamı- nı etkileyen tipik güdüler bile olsa- lar, günlük ekonomik etkinlikte ge- reksiz ve anlaşılması güç bir nitelik kazanarak “ideal” terimine sıkıştırı- lırlar; çünkü bu güdüler üretim sü- recinin istikrarlı bir biçimde yürü- tülmesi için çok da gerekli değildirler (Polanyi, 1947: 100-101).

Bu durum, kişinin kendine ve ya- şadığı topluma karşı bakış açısını da etkilemektedir. Modern dönemin baş- langıcını niteleyen Aydınlanma anla- yışı genel olarak, her sorunun doğru olan tek bir yanıtının olduğu ve insa- nın sahip olduğu akıl yürütme yeti- si sonucu ulaştığı, “doğa yasalarının”

bilgisine sahip olarak, hem doğayı hem de toplumu değiştirebilme, is- tediği gibi biçimlendirebilme gücü- ne sahip olduğunu varsaymaktadır.

Bu kavrayışın doğal sonucu, çevre- mizdeki varlıkları bütün bu varlık- lar potansiyel olarak, bizlerin ken- di amaçlarımızı gerçekleştirmek için kullanabileceğimiz varlıklar haline gelir (Taylor, 1985-266). Piyasa top- lumlarında, özellikle sanayi ve iş- bölümündeki gelişmeler sonucun- da, insan kendi dönüştürücü gücüne büyük önem atfetmeye başlamış, bu

gücü, hem doğayı hem de toplumu istediği gibi biçimlendirmekte kul- lanacağını düşünür olmuştur. Bu da, kişiyi ikili bir yaşama sürüklemek- tedir. Kişi bir yandan iktisadi akılcı- lığın gerektirdiği türden, kendi çıka- rını düşünen, başka insanlara önem vermeyen, kendi kendine yeterli bir

“atom” gibi davranırken, öte yandan da, ekonomik alan dışında, başka in- sanlarla bağlarını sürdürmeye, onla- rı kendi amaçlarına ulaşmak için birer araç gibi görmemeye ve kendisini bir sosyal bir varlık olarak tanımlamaya çalışmaktadır. Çağdaş insan, sahip olmaya, nesneler üzerinde egemen- lik kurmaya ve dolayısıyla araç-a- maç türü bir akılcılığı benimsemeye yönelmiş görünmektedir. Ne var ki, insan yalnızca bir homo oeconomi- cus değil, aynı zamanda da sosyal bir varlık, kendisini bir toplum içerisinde tanımlayan, kendi kimliğini öteki in- sanlarla girdiği diyalog yoluyla oluş- turan, sahip olduğu potansiyelleri ancak bir toplum içerisinde gerçek- leştirebilecek olan bir varlıktır da. İn- san, piyasa alanı dışında, kapitalizm öncesi akılcılık biçimlerinin etkileri- nin halen sürdüğü sosyal (ya da “po- litik”) alanda iktisadi akılcılığın so- ğukkanlı, hesaplı yaklaşımından uzaklaşarak, kendisini “anlamlı” bir bütünün, ya da bir “cemaatin” parça- sı olarak görme yoluyla, öteki insan- larla ve genel olarak insanlıkla bağını yitirmemeye çalışır.

Dolayısıyla piyasa sistemi içinde- ki insan istemese de, kendisini “Dr.

Jekyll ve Mr. Hyde” tipi bir yaşam bi- çimi içerisine sıkışmış görecektir.

Her ne kadar bu çelişkinin insan va-

(15)

roluşunun ayrılmaz bir parçası ol- duğunu ileri sürmek mümkün ise de, bu çatışmanın giderek kes- kinleşmesinin, piyasa sisteminin kurumsal yapısı ve onun dayattı- ğı “akılcı” davranış biçimi sonucu ortaya çıktığını ileri sürmek man- tıklı görünmektedir. Böyle bir du- rumda kalan insan hem kendi çalışmasına hem de toplumda- ki diğer insanlara yabancılaşmayı ve giderek kronik bir amaçsızlık, anlamsızlık ve yorgunluk, bitkin- lik ve tükenmişlik duygusu yaşa- yabilir. Bunun temel nedeni, insa- nın kendisini giderek sistemin bir

“dişlisi” olarak görmesi ve kendi potansiyellerini gerçekleştirmek bir yana, yaşamının yönünü bile belirleme gücünden yoksun ol- duğu duygusunu yaşamasıdır. Bu bakımdan, piyasa sisteminin ge- lişiminin hızlanmasının, yabancı- laşma ve yorgunluk sorunlarında da artışı beraberinde getirdiğini düşünmek çok da yanıltıcı değil- dir. Çünkü böylesine parçalanmış bir yaşam süren kişinin yorgun- luk ile özellikle bıkkınlık ve tü- kenmişlikten kurtulabilmesi pek mümkün gözükmemektedir. Bu ise, kişinin verimliliğini ve yaşa- mının kalitesini giderek azalta- cağından, sonuçta sistemin iş- leyişinde de sorunlar yaratma potansiyeline sahiptir. Bu sorun- ların ağırlığını hissettirmeye baş- ladığı dönem de esas olarak “re- fah devleti” anlayışının geçerli olduğu dönemdir.

3. REFAH DEVLETİNİN ÇÖKÜŞÜ, KÜRESELLEŞME VE

YORGUNLUK

Gerek üretim teknolojisinin ge- rekse de piyasa sisteminin öngördü- ğü kurumsal yapının yarattığı, an- cak daha çok mavi yakalı işler için geçerli olduğu düşünülen yabancı- laşma ve tükenmişlik durumun, kişi yaşamı üzerindeki olumsuz etkile- rinin telafi edilebilmesi, dolayısıy- la da bunların sahip olduğu, sistemik sorunları ortaya çıkarma potansi- yellerinin ortadan kaldırılabilme- si, özellikle II. Dünya Savaşının ar- dından bütün dünyada uygulanan refah devleti yaklaşımı ile bir ölçü- ye kadar mümkün olabilmiştir. Re- fah devleti yaklaşımının özünü, tam istihdam politikası ile toplumdaki herkes için kapsamlı bir sosyal gü- venlik şemsiyesinin benimsenmesi oluşturmaktadır. Böyle bir kurumsal yapı bir yandan iş güvencesi garanti- si sunarken, işsizlik ya da düşük ge- lir durumunda devlet yardımlarıyla insanların yaşamlarındaki olumsuz etkileri ortadan kaldırma işlevini 1970’lere kadar sürdürebilmiştir. Bu ortamda işin getirdiği yorgunluk, en azından kişinin kendisini güven için- de hissetmesi yüzünden ruhsal ve sosyal sorunların ortaya çıkmasının engellenmesi yoluyla telafi edilebilir.

Ancak böyle bir kurumsal yapının da özellikle ruhsal yorgunluk bakımın- dan ortaya çıkardığı başka sorunlar da bulunmaktadır.

Herşeyden önce, refah devleti- nin temsil ettiği, toplumun üç önemli grubu ya da karar verici organı, yani iş alemi, işçi sendikaları ve devlet

(16)

arasındaki, yüksek ücret, kapsam- lı sosyal güvenlik ağı ve tam istihdam biçimini alan uzlaşma, bir anlamda, insanın yaşadığı yukarıda sözü edilen sosyal ve kültürel sorunların yalnız- ca ekonomik önlemlerle çözülmeye çalışıldığı bir kurumsal yapıyı nitele- mektedir. Bu tür önlem ve politikalar, kişinin ekonomik refahının artması- nı sağlayabilmişse de, onun yukarıda sözü edilen, bölünmüş, parçalanmış, yabancılaşmış bir yaşam sürmesi- ni engelleyememektedir. Tam tersi- ne, göreli refah kazançları, yabancı- laşmanın sürmesi ve hatta daha da artması pahasına elde edilmektedir.

Bunun anlamı, refah devleti modeli- nin ayrılmaz bir parçası olan ve kit- lesel üretimin sürmesini sağlayabi- lecek bir kitlesel tüketimin varlığına dayanan “Fordist”10 anlayışın kişinin giderek daha çok çalışması ve dola- yısıyla yorgunluğunun giderek art- ması sonucunu vermesidir. Fordist yaklaşımın dayandığı böyle bir bakış açısı, kişinin yaşam kalitesinin, esas olarak daha çok çalışma karşılığın- da elde edebileceği tüketim malları- nın miktarına bağlaması, yani kişinin mutluluğunun ölçüsü olarak sahip olunan malların dikkate alınması- nı öngörmektedir. Bir başka deyiş- le, hala ekonomik alan ile sosyal alan arasında sıkışmış durumda yaşayan bireyin bu yabancılaşmış, ikili yaşa- mı sürüyor olsa bile, sanal bir biçimde nesneler üzerinde egemenlik kurma çabalarının ve dolayasıyla patolojik bir durum olarak yorgunluğun artışı, bireyin mutluluğunun giderek arttığı biçiminde yorumlanmaktadır.

10-Fordizm ve Post-Fordizm için bkz.: Lipietz (1997) ve Kumar (1995).

Belki de bundan daha da kötü- sü, özellikle gelişmiş Batı ülkelerinde devletin, sosyal güvenlik uygulama- ları yoluyla kişinin özel yaşamına ve ailesine yaptığı ve dozu giderek ar- tan müdahalelerinin varlığıdır. Kimi zaman kişinin kendi çocuklarını on- dan ayırmaya varacak biçimler alan bu türden müdahaleler, sosyal ala- nın kişinin emeğini yeniden ürete- bilmesini sağlayacak bir “sığınak”

olma işlevini ortadan kaldırarak, ki- şinin yaşamının parçalanmışlığı- nı sürdürmesine neden olmaktadır (Lasch, 1977). Bunun yanında, sosyal refah artışının yoksulluğun “maliye- tini” de artırıyor olması, belirli bir ya- şam standardının sürdürülebilmesi için kişinin giderek daha fazla çalış- masını, dolayısıyla yaşadığı yorgun- luğun ve tükenmişliğin daha da ağır- laşmasına yol açmaktadır.

Refah devleti döneminde ortaya çı- kan bir başka gelişme de, işgücü pi- yasasının yapısında ortaya çıkan de- ğişmedir. Yirminci yüzyıl başlarında işgücü piyasasında mavi yakalı işlerin ağırlığı çok daha fazlayken, bu ağırlık gelişmiş ülkelerde II. Dünya Savaşının ardından daha çok hizmetler sektö- ründeki beyaz yakalı işlere doğru bir kayma göstermiştir. Bunun yanında ortaya çıkan bir başka eğilim, kadın- ların giderek artan oranlarda işgücü- ne katılmalarının gerçekleşmesidir.

Bu eğilimin temel nedenleri arasında, kadınların eğitim düzeyindeki yük- selme, teknolojinin ev işlerini kolay- laştırması, çocuk bakımı konusunda profesyonel örgütlenmelerin (bakı- mevi, kreş vs.) gelişmesi gibi etken- ler bulunmaktadır. Böyle bir gelişme, geleneksel olarak eve ekmek geti-

(17)

ren erkek imgesinin aşınmasına ne- den olmasının yanısıra, işgücü piya- sasının esnekliğini, işler arasındaki geçişkenlik oranını da daha fazla ar- tıran bir unsur olmuştur. Bugün Av- rupa ülkelerinde 16 ve 65 yaş arası kadınlar %35 ile %60 arasında deği- şen oranlarda evlerinin dışında üc- retli işlerde çalışmaktadır. Örneğin İngiltere’de 1945 yılında kadınlar iş- gücünün yalnızca %29’luk bölümü- nü oluştururken, bugünlerde bu oran

%45’lere çıkmıştır. 1997’de İngilte- re’deki 25 ile 44 yaş arası kadınların

%75’inin ekonomik bakımdan aktif olduğu tahmin edilmektedir (bu oran 1971’de %50’dir) (Giddens, 1994:390).

Kadınların ekonomik bağımsızlıkla- rını elde etmeleri ve boşanma oran- larının artma eğilimi göstermesi de, yalnızca kadın ve çocukların yer al- dığı ailelerin artmasına yol açmıştır.

Doğal olarak böyle bir gelişme, özel- likle kadın nüfus arasında gözlenen kronik yorgunluk yakınmalarını ar- tırma eğilimi göstermektedir. Çün- kü kadınların işlerinde yüklendikle- ri sorumluluk ve ödevlerin yanında, evlerinde belki de işteki sorumlu- luklarından daha fazla sorumluluğu olduğu görülmektedir. Özellikle ge- lişmiş ülkelerde bile ev işleri ve ço- cuk bakımının esas olarak kadının sorumluluğunda olduğu düşünce- si hala geçerliliğini korumaktadır. Bu durumda ekonomik yaşama katılan kadınların yorgunluktan yakınma- larından daha doğal hiçbir şey ola- maz. Bunun yanında, kadınların gi- derek daha fazla işgücü piyasasında yer almaları, özellikle gelişmiş ül- kelerde azaltılmış çalışma saatleri-

ne erkeklere kıyasla daha fazla de- ğer atfetmeleri, bu yöndeki taleplerin artması sonucunu doğurmuş ve ya- rı-zamanlı (part time) çalışmaya olan talebi de artırmıştır. Dolayısıy- la bu statüde çalışanların sayısında 1970’li yıllardan sonra büyük artışlar gözlenmektedir.11 Böyle bir gelişme, aşağıda ele alacağımız bilgi teknolo- jilerinin gelişmesiyle birlikte “esnek çalışma” ya da “esnek üretim” denen olgunun da hazırlayıcısı olmuştur.

1970’li yıllar aynı zamanda refah devleti uygulamalarının (işgücü pi- yasasındaki değişmeler de dikkate alındığında) kamu maliyesi üzerin- de getirdiği devasa yükler ve petrol krizinin de etkisiyle gelişmiş dünya- da ortaya çıkan derin bir ekonomik bunalım sonucunda, bütün dünya- da terkedilmeye başlandığı bir dö- nemdir. Bu yeni dönem, çalışanlar- la yapılan tam istihdam ve kapsamlı bir sosyal güvenlik biçimindeki “sos- yal sözleşme”nin bozulması anlamı- na gelmektedir (Kapstein, 1996: 16- 17). Bu dönemin bir diğer ayırdedici özelliği, küreselleşme olgusunun te- melini oluşturan ve etkileri bugün de devam eden “bilgi devriminin” başla- dığı dönem olmasıdır. Günümüz kü- resel dünyasının dayandığı bilgi tek- nolojilerindeki önemli gelişmenin sonucunda, artık bir “bilgi ekonomi- sinden” sözetmek de mümkün gö- zükmektedir. Bu bilgi (ya da “ma’lu- mat”) ekonomisi, şu özelliklerle tanımlanabilir (Üşür, 1998:293-320).

Öncelikle, “bilgisayar çağı”nı başla- tan “ma’lumat devrimi”nin bir so-

11-Bu gelişmeler konusunda bakınız: Burak Günalp,

“Dünyada ve Türkiye’de Esnek Çalışma”, Asomedya, Mart 1999, s. 25-40.

(18)

nucu olarak, bilim ve teknoloji, gide- rek artan biçimde üretim, tüketim ve ticaret süreçlerine uygulanmak- tadır. Bunun yanında, hem reel mil- li gelir hem de istihdam içerisindeki ağırlık, maddi üretimden bilgi işle- me etkinliklerine kaymaktadır. Bu- nun sonucunda da, üretim sürecin- de, kitle üretiminden esnek üretime bir kayma ortaya çıkmıştır; bu kay- ma da, yüksek teknolojiyle çalışan daha dinamik küçük ve orta ölçek- teki firmaların büyük ölçekli firma- ların yerini almaları eğilimini ortaya çıkarmıştır. Her ne kadar çok ulus- lu şirketlerin dünya ekonomisindeki ağırlığı sürse de, bu şirketler de kendi- lerini, daha esnek stratejiler benimse- yerek piyasaların değişen koşullarına uyarlama zorunluluğunu duymakta- dırlar. Bu global ortamda, emek ve ser- maye gibi üretim faktörleri, yönetim, piyasalar, bilgi ve teknoloji, ulusal sı- nırları aşmaktadır. Tüm bu eğilimler, üretim süreçlerindeki değişimleri uya- ran ve insanlık tarihindeki en önem- li teknolojik yeniliklerden birisi olan bir süreçle, yani bilgiye ilişkin teknolojiler- de (mikroelektronik, bilgi işleme, tele- kominikasyon vb.) yoğunlaşan dev- rimle elele gitmektedir.

Bugün artık yalnızca ekonomik yaşamda değil, yaşamın her alanın- da bilgi teknolojileri kullanımı son de- rece yaygınlaşmış durumdadır. Örne- ğin, A.B.D.’de 1995’te hane halklarının

%37’sinde kişisel bilgisayar bulunmak- tadır; fax makinelerinin oranı ise 1996’da %6’ya ulaşmıştır. 1995 yılın- da cep telefonlarının sayısı 1992’deki oranın yedi katına çıkmıştır (Newswe- ek, 1995). Bu devrimin iş yaşamında getirdiği en önemli değişikliklerden

birisi ise, tekdüzeleştirilmiş üretim aşamalarını gerektiren montaj hattı tipi üretimin yerini, bilgi teknolojile- rinin yoğun olarak kullanıldığı, grup- ların ve takım çalışmasının kişile- rin yaratıcılık ve inisiyatiflerini daha öne çıkaracak biçimde vurgulanma- sına dayanan bir üretim modeli olan esnek üretim modelinin benimsen- mesi olmuştur. Bu modelin gerek- sindiği çalışan tipi artık Taylorizm’de olduğu gibi yalnızca belirli işlerde uz- manlaşmış, yaratıcılıktan uzak bir çalışan değil, kendi çalışma saatleri- nin düzenlenmesinde bile söz sahibi olabilen ve bilgisayar kullanımı yo- luyla çoklu beceriler kazanabilen bir çalışan tipi olmuştur (Giddens, 1994:

385-86). Esnek üretim dolayısıyla esnek çalışmayı da beraberinde ge- tirmektedir (Günalp, 1999). Birçok gelişmiş ülkede özellikle 1950’lerden başlayarak, haftada 5 gün ve günde 8 saat olarak tanımlanan standart ça- lışma zamanında önemli değişiklik- ler ortaya çıkmıştır. Örneğin, çalışma saatlerinin gerek gün gerekse haf- ta içerisindeki dağılımında önem- li değişikliklere gidilmiş ve çalış- maya başlama ve çalışmayı bitirme zamanları konusunda işçilere tanı- nan esneklik arttırılmıştır. Böyle bir gelişme, aslında tek bir işte geçirilen çalışma süresinde azalmalarla el ele gitmektedir. Bunun sendikaların bas- kısı dışındaki nedenleri arasında, refah devleti uygulamaları sonucunda ge- lirleri artmış olan çalışanların çalışma zamanını indirmeleri ile özellikle bil- gi devrimi sonrasında işlerin gittikçe çok fonksiyonlu ve yüksek verimli- liğe sahip çalışan tipini gerektirme- si sonucunda toplam çalışma saati

(19)

talebinin azalması sayılabilir. Ancak esnek çalışma daha çok, işçilerin ça- lışma süresinde değişiklik yaratma- dan, mevcut çalışma süresini esnek hale getiren ve yeniden yapılandı- ran düzenlemeleri içermektedir. Bu uygulamalar arasında esnek çalış- ma saatlerinin kabul edilmesi (flexi- time) ve yoğunlaştırılmış çalışma haftası (compressed workweek) gö- rülmektedir. Örneğin işçiler, günde standart olarak 8 saat çalışmak üze- re, belli bir dönem için (12 ay gibi) işe başlama ve işi bitirme saatlerini ken- dileri seçebilmekte veya bu saatler günden güne de değişebilmektedir.

Diğer bir uygulamada, günlük çalış- ma saati, belirli dönemdeki çalışma süresi aynı kalmak koşuluyla (örne- ğin haftada 40 saat), çalışanlar tara- fından istedikleri gibi düzenlenebilir.

Yoğunlaştırılmış çalışma haftasında ise, 40 saatlik standart çalışma haf- tası 5 günden daha az gün içerisine sıkıştırılabilir (Günalp, 1999). Bu ko- nudaki bir başka gelişme de, yarım zamanlı çalışmanın yanı sıra, görev paylaşma, gönüllü olarak azaltılmış çalışma saatleri vb. uygulamaların da yaygınlaşmasıdır. Bu gelişmeler kişilerin kendi zamanlarını istedikle- ri gibi ayarlayabilmelerine, hatta bir- kaç işte birden çalışabilmelerine ya da işlerini evlerinde yapabilme es- nekliği kazandırdığından, genel ola- rak çalışanların da tercih ettiği geliş- meler olarak ortaya çıkmıştır. Kişiler, işe başlama ve bitirme saatlerinde, hafta içinde çalıştıkları günlerde ve işgücü piyasasına giriş ve çıkışların- da; aile koşullarına, kariyerlerine ve eskiye göre çok daha geniş olan sos- yal ilgi alanlarına uygun olacak şe-

kilde daha fazla esneklik ister hale gelmişler, çalışma sürelerindeki in- dirimlerin hangi şekillerde gerçek- leştiğine daha çok önem vermeye başlamışlardır. Esnek üretim ve ça- lışmanın benimsenmesi çalışanla- ra da büyük bir esneklik sağlamakta, insanların özel yaşamlarına ayırabi- leceği zamanı artırmasının yanısıra, onlara başka işleri yapabilme olanağı da vermektedir.

Ne var ki, böyle bir gelişme, tam da kronik yorgunluk yakınmaları- nın doruğa ulaştığı ve durumun bir hastalık olarak tanındığı bir döneme denk gelmektedir. Özellikle çalışma saatlerindeki esnekliğin artmasının bireylerin bu türden yakınmalarının azaltılmasını sağlaması beklenen bir durum olmasına karşın, tam tersi- nin geçerli olması bir çelişki gibi gö- rünmektedir. Üstelik bu sorun artık Fordist dönemde olduğu gibi yalnızca mavi yakalı işçiler için değil, daha çok işadamları ile beyaz yakalı, üst düzey profesyoneller ve yöneticiler için de yaygın hale gelmiştir; hatta özellikle tükenmişlik olgusunun çoğunlukla bir “Yuppie hastalığı” olduğu da be- lirtilmektedir (Haight, 2001 ve Han- cock, 1995).

Bu durumu açıklayabilmek için 1970’lerden bu yana yukarıda deği- nilen ve birbirine bağlı üç gelişmeyi, yani bilgi teknolojilerindeki gelişme, refah devletinin gerilemesi ve işgü- cü piyasasının yapısındaki değişme olgularını birlikte düşünmek gerek- mektedir. Öncelikle, yaşanan eko- nomik bunalımın ardından sosyal güvenlik şemsiyesinin kapsamının daraltılması ve kadınların işgücü- ne katılma oranlarındaki artış genel

(20)

olarak ailelerin gelirlerinde bir azal- maya yol açmış, bu da insanları, ge- rekirse birden fazla işte çalışmak ya da aynı işteki performanslarını daha da artırmak biçiminde gerçekleşen, daha fazla çalışmaya yönlendirmek- tedir. Bunun yanında 1980’lerde ya- şanan ekonomik zorluklara yanıt olarak şirketlerin giriştiği yeniden yapılanma çabaları ve küçülmeler (downsizing) de iş güvencesinin or- tadan kalkması ve geleceğe yönelik umutların kötüleşmesine yol açarak, insanları, çoğu kez özel yaşamların- dan özveride bulunarak, daha faz- la çaba göstermeye yöneltmektedir.

Bu dönemde Amerika’da iş alemi ça- lıştırdığı işgücünü neredeyse yarı ya- rıya azaltmıştır (Hancock, 1995).12 İş- gücü piyasasındaki arz fazlası, esnek çalışma uygulamalarıyla birlikte dü- şünüldüğünde, insanların artık hem fiziksel hem de zihinsel olarak daha fazla çalışmaları ve dolayısıyla yor- gunluklarının artışına yol açmakta- dır. Bunun yanında bilgi teknolojile- rine dayanan ekonominin gelişmesi ve milli gelirin daha büyük bölümü- nün hizmetler sektöründe yaratılıyor hale gelmesi de bu eğilimi güçlen- dirmektedir. Çünkü bilgi teknolojile- rindeki gelişme genellikle hizmetler sektöründe bilgi işlemeye yönelik iş- lerin önem kazanmasına yol açmış, bu da insanların daha çok zihinsel yorgunluk ve tükenmişlik yakınma- larının artmasına neden olmuştur (Dinges, 2001). Bu olgunun temel ne- deni, yüksek derecede standartlaş- tırılmış bilgi teknolojilerinin de in- sanların yaratıcılıklarına fazlaca yer bırakmaması ile yapılan işten duyu-

12-Hancock, “Breaking points”, op. cit.

lan tatminin azalmasıdır. Bunun ya- nında, ailede hem kadının hem de erkeğin kariyer peşinde koşmala- rı, daha uzun çalışma süreleri, daha fazla sorumluluk ve daha az kont- rol ile artık çalışma ile boş zaman arasındaki kurumsal ayrımın da aşınması, insanların yaşadığı uzun süreli yorgunlukların önemli bir kay- nağı haline gelmektedir. Öyle ki, artık

“pek çok insan günde 24 saat, hafta- da yedi gün çalışıyor; teknik olarak işte olmasalar da” (Hancock, 1995) Bu gelişmeler sonucunda, çalışma etiğinin ve işkolikliğin artık geçer akçe olması da iş yüzünden ortaya çıkan stres, yorgunluk ve tükenmiş- liğe katkıda bulunan önemli bir et- ken olarak ortaya çıkmaktadır (Gini, 1998:45).

İşkolikliğin de, tıpkı tütün, uyuş- turucu ya da içkide olduğu gibi, bir tür bağımlılık olduğunu söylemek mümkündür. Bu anlamda işkoliklik, kişinin kariyerinin erken dönemle- rinde ortaya çıkan ve iş yaşamında başarısı arttıkça işgücü arzını daha da artırmasına yol açan bir çalışma bağımlılığı olarak görülebilir. Böy- le bir durumda kişinin çalışma so- nucu katlandığını düşündüğü ma- liyet (disutility) kendisine giderek daha az görünecektir (Hamermesh ve Slemrod,2005:4). Ancak işkolik daha çok çalışıp dikkatini işine daha fazla yönelttikçe, kendi kişisel yaşa- mı giderek kötüleşmekte, bunun ya- rattığı rahatsızlık ise kişiyi daha da fazla çalışmaya yöneltmektedir (Ha- mermesh ve Slemrod,2005:1). Bu kı- sır döngü, kişinin yaşadığı rahatsız- lık duygusunu aşabilmek için daha çok çalışmayı ikame etmesine, gi-

Referanslar

Benzer Belgeler

spatül veya kaşıkla alınmalıdır. Aynı kaşık temizlenmeden başka bir madde içine sokulmamalıdır. Şişe kapakları hiçbir zaman alt tarafları ile masa üzerine

az sayıda ki futbolcu dıĢında (ki bunların da çalıĢma koĢullarının hafif olduğu söylenemez) profesyonel futbolcuların büyük bir kısmı bu yoğun çalıĢma

Masabaşı çalışanlarının Sergilenen Davranış alt boyutu üzerinde ise en etkili değişken olarak 0.80’lik katsayı yükü ile SERDAV 1 “Boş zaman aktivitelerine

Daha önce yapılan çalışmada (Ayasun ve Gelen, 2010) zaman gecikmeli jeneratör uyarma kontrol sisteminde klasik PI denetleyici kullanılarak sistemin farklı denetleyici kazanç

 Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara, Gazi Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü,..  Beden Eğitimi ve Spor Anabilim

 Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara, Gazi Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü,..  Beden Eğitimi ve Spor Anabilim

 Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara, Gazi Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü,..  Beden Eğitimi ve Spor Anabilim

 Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara, Gazi Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü,..  Beden Eğitimi ve Spor Anabilim