• Sonuç bulunamadı

Yeni bir dünya gerek insanlığa Olmaz deme, bensiz olmaz de Katılmazsan bekliyor barbarlık... Yeni Dünya İçin ÇAĞRI Özel Sayısı Şubat 2012

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "Yeni bir dünya gerek insanlığa Olmaz deme, bensiz olmaz de Katılmazsan bekliyor barbarlık... Yeni Dünya İçin ÇAĞRI Özel Sayısı Şubat 2012"

Copied!
24
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Yeni bir dünya gerek insanlığa…

Olmaz deme, bensiz olmaz de…

Katılmazsan bekliyor barbarlık...

Yeni Dünya İçin ÇAĞRI Özel Sayısı Şubat 2012

Bir Varmış Bir Yokmuş!!!

Katliamın Hesabı Devrimle Sorulacak

Emek İzleri

En Büyük Yalan “Bu İşyeri Hepimizin”

14 Şubat Sevgililerin Günü mü Gerçekten?

Bilim Dışı Eğitimin Sonuçlarından Kısa Bir Kesit

Roman Yazarken Siyasal Mücadele Yürütmek

Oğlan Çocuklarına “kadın İşleri” Öğretilmeli mi?

(2)

Merhaba, sevgili Yeni Dünya Gençliği okurları,

Bu ay da çok sıcak bir gündemle karşı karşıyayız. Hrant Dink davasından çıkan ka- rar hepimize “bu kadarı da olmasın artık”

dedirtti. Asıl katillerin, gerçek sorumluların yargılanmayacağını (kendi kendilerine ceza verecek değiller) zaten biliyorduk ama dev- letin hiç değilse tetikçilerine ağır cezalar vereceğini düşünüyorduk. Ama öyle olmadı.

Devlet kendini akladı ve katilciklerini kanat- ları altına aldı.

Ama 19 Ocak’ta ne olduğunu biz çok iyi biliyoruz. Unutmayacağız!!! Bu nedenle baş yazımızı bu sözde (!)yargılama haberine ayırdık.

Uludere katliamı ile ilgili çok fazla şey yazılıp çizildi. Çok şey söylendi. Başta olayı örtbas etmeye çalıştılar. Haberciler resmi makamlardan açıklama gelene dek bu katlia- mı haberleştirmediler bile. Sonraki süreçte ise yavuz hırsız misali katledilenleri “ne işleri vardı orada” diyerek suçlamaya kalkıştılar.

Son aşamada ise ölenlerin ailelerine kan parası niyetine 125’er bin lira ödenerek ko- nu kapatılmaya çalışılıyor. Bültenimizde Uludere katliamı ile ilgili yazımızı da okuyabi- lir siniz.

Gündemi oldukça fazla meşgul eden konulardan birisi de Fransa parlamentosun- dan geçen soykırımı inkar yasa tasarısı ile ilgiliydi. Büyük tepki çeken yasaya karşı Fransa’da büyük bir gösteri düzenlendi.

Ülkelerimizde de benzer gösteriler oldu.

Fransız mallarını boykot etme çağrısı yapıldı.

Fransa’nın kendi katliam defteri belgeleriyle sergilenerek “sen önce kendine bak” mesa- jı verildi. Bol bol atılıp tutuldu.

Siyasilerimiz bol bol tehditler savurdu- lar. Yasa geçerse Fransa’ya bir takım ciddi yaptırımlar uygulayacaklarını söylediler ör- neğin, ama bu yaptırımların neler olduğu açıklanmadı. Hoş kapitalist beylerimizin Fransa ile bir ton ekonomik anlaşmaları, ortaklıkları varken bu boykot ya da yaptırım vs. gibi sözlerin ne kadar kof olduğunu anla- mak zor değil. Siyasilerimiz yağmasalar da gürlediler anlayacağınız. Sonuç olarak bütün tehditlere rağmen yasa geçti.

Bir ülkede soykırım yapılmamıştır de- menin cezaya tabi tutulması elbette ki kabul edilir bir şey değildir, ifade özgürlüğünün önünün tıkanması anlamına gelir. Fakat soy- kırım yapılmıştır demenin de cezaya tabi tutulması aynı şekilde akla ziyan bir uygula- madır. Bu durumda Fransa’nın kabul ettiği yasa ile Türkiye siyasetinin 90 yıllık uygula- ması arasında özde bir farklılık yoktur. İkisi de andaki çıkarları neyi gerektiriyorsa onu yapmaktadırlar.

Bir sonraki sayımızda görüşmek üzere...

Oku, Okut, Dağıtımını yap Web sitesi: ydg.ydicagri.org E-Mail: ydgenc@gmail.com

Yeni Dünya İçin ÇAĞRI Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü:

Aziz Özer Yönetim yeri ve adresi: Fatih Mah. Bahçeyolu Cad.

Ülbeği İş Mer. No:9 Kat: 4 Esenyurt/İstanbul.

Tel/Fax: (0212) 620 67 57

e-mail:mail@ydicagri.org web:www.ydicagri.org YDİ Çağrı gençlik özel sayısı Şubat 2012 fiyatı: 1 TL

Yayın türü: Yerel süreli

Baskı: Berdan Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven San. Sit.

C Blok No: 215-216-239 Topkapı/İstanbul Tel: (0212) 613 11 12

(3)

B

ir varmış bir yokmuş. Hrant Dink isminde bir gazeteci var- mış. Sonra tek kurşunla yok olmuş. Bir varmış bir yokmuş Hrant Dink’i katleden bir örgüt varmış. Ne olmuş, nasıl olmuşsa Hrant Dink’i katleden örgüt birden bire yok olmuş. Ama bu hikaye böyle bitme- miş!!!

Evet, hikaye bir varmış bir yokmuş de- nilerek sonlandırılamadı. Aradan tam 5 yıl geçti. Bu cinayete ucundan kıyısından bir şekilde bulaşmış herkes bu süre içerisinde olayın unutulacağını, daha önceki benzer cinayetlerde olduğu gibi bu cinayetin de üstünün kolayca örtülebileceğini, insanların da biraz ah vah edip olayı unutacaklarını düşündüler; olmadı. Bu sefer beceremedi- ler.

Hrant’ın dostları sayesinde, birazcık vicdanı olan ve “Faşizme İnat Kardeşimsin Hrant” diyebilen herkesin sayesinde Hrant’ın katilleri üzerine örtülmeye çalışılan

“faili meçhul” perdesi ardına kadar açıldı.

Hepimiz biliyoruz katil kim! Hepimiz öğren- dik kimin kiminle bağlantısı var, bu cinayetin arka planında kimler var, kimlerin cinayet planından haberi vardı da engellemek için hiçbir şey yapmadı. Gözlerimizle gördük bir tetikçinin bir Türk bayrağı arkasında kahra- manlaştırıldığını!

Hrant Dink’in katledilişinin, bizim, tele- vizyonlarda üstüne gazete örtülmüş halde, altı delik ayakkabısıyla hafızalarımıza kazı- nan o görüntüleri kahrolarak izlediğimiz ilk günün 5. yılında, tam da bu tarihin iki gün

öncesinde Hrant’ın katillerinin karar duruş- ması vardı. Bütün ilişkiler, istihbaratlar, plan- lar, deliller yani her şey o kadar ortadaydı ki herkes Hrant’ın kaderinin öldürülen diğer gazetecilerle aynı olmayacağına neredeyse emindi. Silinen kamera kayıtlarına, bir türlü elde edilemeyen gsm bilgilerine, karartılma- ya çalışılan tüm delillere rağmen suçlular ortadaydı. Ancak duruşmadan öyle bir karar çıktı ki kararı veren hakim bile (sonradan kıvırmış olsa da) bu karardan tatmin olmadı- ğı açıklamasını yaptı.

Neydi bu karar? Hrant Dink’in öldürül- mesinin arkasında bir örgüt bağlantısı bulu- namadı. Evet, Hrant Dink’in katledilmesinin ardında örgüt bulunamadı. Yani bize şunu söylediler: Trabzon’da yaşayan bir “çocuk”

belki Hrant’ın tek bir makalesini dahi okuma- dan kendi kendine milliyetçi hislere kapıldı, kendi kendine bir plan yaptı, kendi kendine bir silah edindi, kendi kendine daha önce hiç gitmediği İstanbul’a gitme kararı verdi, gitti.

Eliyle koymuş gibi Hrant Dink’i buldu ve öl- dürdü. Bütün bunları da sadece milliyetçi duygularının tesiri altında yaptı. Bu cinayet planından başta Trabzon emniyeti olmak üzere gerekli bütün mercilerin haberi vardı.

Hrant Dink sürekli olarak telefonlarla tehdit- ler alıyor, valiliğe çağırılıp ayağını denk alma- sı için uyarılıyordu. Ama işte ne hikmetse ortada örgüt olduğunu gösterir bir delil yok.

Hatırlarsanız cinayetin ilk günlerinde, o dö- nem İstanbul Emniyet Müdürü olan Celalet- tin Cerrah’ta “Örgüt bağlantısı yok, tama- men milliyetçi duygularla işlenmiş bir cina-

(4)

yet bu.” demişti. Yani sonu başından yazıl- mış bir senaryo…

Ama ne gariptir ki bu ülkede puşi tak- mak örgüt delili sayılabiliyor. Bu ülkede marş söylemek örgüt delili sayılabiliyor. Bu ülkede gösteri yapmak, yürüyüş yapmak örgüt delili sayılabiliyor. Ama bu ülkede ale- nen örgütlü, planlanarak işlenen bir cinayet- te, bütün plan programlara, bütün ilişkilere, istihbarata vb. rağmen örgüt delili buluna- mıyor. Ne toplum, ne kararı veren hakim, ne milletvekilleri (milliyetçilikten gözü dönmüş olan Oktay Vural gibileri saymazsak), ne gazeteciler ne de sanık avukatları ortada örgüt olmadığına inanmıyor. Ama yok işte!

Örgütü şeytan aldı götürdü.

Örgüt bağlantısı yok diye karar çıkınca da cinayetin bir numaralı planlayıcılarından olan Erhan Tuncel bir anda salınıverdi. Üste- lik adı daha önce bir bombalama eylemine karışmış iken. Yasin Hayal müebbet hapisle cezalandırıldı. Cinayetin tetikçisi (bir kesimin kahramanı) cinayeti işlediği tarihte 18 yaşın- dan küçük olduğu için çocuk mahkemesinde

yargılanan Ogün Samast ise 22 yıl 10 ay hapis cezasına çarptırıldı. Üstelik tutuklu bulun- dukları süre 5 yılı bulduğu için tahliye dahi edilebilirler. Nitekim Ogün Samast’ın avukatı hiç vakit kaybetmeden tahliye talebinde bulundu fakat Yargıtay Samast’ın tutuklu yargılanma süresinin henüz 5 yılı bulmadığı gerekçesiyle bu talebi geri çevirdi. 5 yıl do- lunca ne olacağını tahmin etmek ise zor de- ğil kuşkusuz. Devlet baba hapishanelerinde dinlendirip, iyice besleyip semirttiği evlatları- nı, bu katilcikleri sırasıyla salacak dışarıya.

Bunlar buz dağının görünen yüzü el- bette. Asıl olan, arka planda bütün bu cina- yetler yelpazesinden sorumlu olan, bütün faili meçhullerden sorumlu olan, Diyarba- kır’da şimdilerde açığa çıkan, karakollardaki toplu mezarlarda bulunan insan kemiklerin- den sorumlu olan asıl katiller ortaya çıkarıl- madığı sürece biz daha çok cinayet görece- ğiz. Ve hiç birisinin örgüt bağlantısı olmaya- cak.

24 Ocak 2012

(5)

28 Aralıkta Kuzey Kürdistan’da T.C.

tarihine geçen bir katliam daha yaşandı.

Türk savaş uçakları 34 Kürt köylüsünü kat- letti.

U

ludere’ye bağlı Roboski (Ortasu) köylüleri 28 Aralıkta her zaman yaptıkları gibi 40- 50 kişilik bir grup olarak “kaçağa” gitmişler- di. Sınırın diğer ucundan katırlara mazot, sigara, gıda maddesi vb. eşyaları yükleyerek gelen köylüleri geri dönüş yolunda PKK’li oldukları iddiasıyla savaş uçakları bombala- dı. Bombalama sonrası 34 köylü ölmüş ve 1 köylü ise komaya girmişti.

Köylülerin yaptıkları açıklamalara göre her zaman kullandıkları yolu kullanıyorlardı ve sürekli asker gözetiminde sınır ticareti yapıyorlardı yani “kaçağa” gidiyorlardı. Ver- gilerini resmi yollardan değil askeriyeye vererek gidiyorlardı “kaçağa”…

İlk olarak insansız hava araçları heron- ların 18.37’de çektiği görüntüler Batman’da- ki askeri hava üssüne bildiriliyor ve ardından 20.30’da operasyon kararı alınıyor. Gurubun PKK’li “olduğu” ve grubun içinde Bahoz Erdal’ın olduğu düşünüldüğünden F-16 savaş uçakları 21.37’de gruba hava saldırısı gerçek- leştiriyor. Operasyon, 3 saat gibi kısa bir sürede, görüntüler analize tabi tutulmadan gerçekleştiriliyor ve çoğu aynı aileden olan ve yaşları 14-15-16 arasında değişen küçük bedenlerin üzerine koca bombalar yağdırılı- yor.

Bir başka dikkat çekici yan ise şuydu:

Taraf gazetesinin haberine göre operasyon bir gün önce yapılsaydı 150 kişi ölebilirdi.

Çünkü bir gün önce heronların kayıtlarına göre aynı noktadan 150 kişi geçmiş.

Dünya televizyonlarına katliamı ilk du- yuran ROJ TV oldu. Katliam yapıldığı sırada

burjuva basını ROJ TV’nin haberini yalanla- maya yemin etmiş gibi köylüleri PKK’li ola- rak duyurmaya çalıştı. Hükümetten- Genelkurmaydan açıklama gelmeyince ne yapacağını şaşıran medya olayı önce yalanla- maya çalıştılar sonra ise hiç haber yapılma- mış gibi sus pus olup kaldılar. Ne zamanki Hükümet ve Genelkurmay açıklama yapınca onlarda olayı medyaya taşımaya “çalıştılar.”

Hükümetin yapmış olduğu açıklama ise T.C.’nin gerçek yüzünü bir kez daha ortaya seriyordu. Neresinden tutarsanız tutun kat- liam olan olayı hala “Bir hata var ise gereği yapılacaktır”, “Olayda kasıt olup olmadığı araştırılacaktır” gibi trajikomik açıklamalar- da bulundular. “Bir hata var ise” ile demek istenilen biz zaten katliam yapacaktık belki farklı birilerini yanlışlıkla öldürdük gibi bir sonuca çıkıyor…

Yapılan açıktır ve ortadadır. T.C devleti- nin tarihi katliamlarla doludur. Ve bugün bu katliamlara bir yenisi daha eklenmiş ve 34 Kürt köylüsü Faşist T.C. devleti tarafından katledilmiştir. Devlet çıkıp resmi olarak

“özür” dileyeceğine, yetmiyormuş gibi ola- yın üzerini örtmeye çalışıyor. Köylülere taz- minat olarak sessiz sedasız 123 bin TL para ödenecek açıklamaları yapıldı.

Biz biliyoruz ki T.C. devleti kurulduğun- dan bu yana Kürtlere yönelik asimilasyon, baskı, imha ve katliamlar yaptı ve yapmaya da devam ediyor. Bunların hesabı er geç DEVRİMLE SORULACAKTIR. 34 Kürt köylü- sünün hesabını devrimle sorulacaktır.

Milli Zulme Son Kürt Ulusuna Özgürlük!

Katliamların Hesabı Devrimle Sorulacak!

Katliamcı Devlet Yıkacağız Elbet!

25 Ocak 2012

(6)

İ

nsanoğlu, beslenme ihtiyacından kaynaklı dört ayaklı durumundan, iki ayağı üzerine dikilerek, ön ellerini bu amaç için kullanmaya başlaması ile emeği ve onun ürünlerini de maddesel, tarihsel bir süreç içerisinde geliştirmeye başlamıştır.

Bugün insanoğlunun yaşam mücadelesi içe- risinde ön önemli etkinliği olarak emeği gör- mek hiç de yanlış olmaz sanırım.

İnsanın ilk atalarının, emek üretkenliği- ni yaygınlaştırması: avcılığı, tarımı buluşu ve gelişimi, hayvanların etinden, sütünden, yününden yararlanması, ateşin bulunması ile beraber demirin eritilmesi ve zanaatın gelişi- mi insanın yaşamına büyük bir katkıda bu- lunmasıyla beraber, ürünlerin değiş tokuş olarak ihtiyaca cevap verecek şekilde pazar mantığının gelişmesinde etken oluyordu.

Pazarın oluşması şehirlerin oluşmasına ve kent- kırın ayrılmasına etken oluyordu.

Bu süreçlerin oluşması insanlar arasın- da, ürettikleri ürünler ve üretim araçları üze- rinde farklılıklara yol açıyor, böylece insanın insan tarafından sömürülmesinin süreci de başlamış oluyordu. Köleci, feodal ve kapita- list toplum aynı format üzerinde işleyen iktisadi yapıların, özünde bir değişiklik gös- termeden biçimsel olarak değişen ve insan- lık tarihinin barbar bir yüzünün yaşanmasına imkan oluşturmuştur.

1917 Ekim devrimi ile oluşturulması yönünde ilk adımları atılan sosyalist sistem yukarıda sözünü ettiğimiz iktisadi yapılardan tamamen farklıdır. Her şeyden önce daha önceki sistemler, insan sömürüsünden ka-

zanç sağlayan asalakların oluşmasına zemin hazırlarken diğer yandan yine her zaman için azami kar için üretim gerçekleştirilmiştir.

Ekim devrimi ile, üretimin toplumsallaştırıl- masının yanında, toplumsal eşit bir dağıtım ve emekçileri esas alan bir mekanizmanın oluşmasının yolu da açılmıştır. Aynı paralel- likte devam edersek, sosyalist bir toplumda insan merkezli bir çalışma, çalışanların koşul- larını iyileştirici, düzenleyici bir etkiye sahip- tir.

Karl Marks'ın bilimsel çalışmaları ara- sında yabancılaşma kavramının incelenmesi, kapitalist pazar içinde üretici güçlerin, çalı- şanların, emekçilerin konumunu anlamak için önemlidir. Karl Marks, iki tür yabancılaş- madan söz eder.

İlki doğadan kopuş anlamındaki yaban- cılaşmadır. İkinci yabancılaşma ise kapitalist pazarın, kapitalist toplumsal sistemin yarat- tığı yabancılaşmadır. Bunun sonucu olarak insan kendi doğasına yabancılaşır. Böylece insan kendine, kendi emeğine, ilişkilerine, dünyaya ve yaşama yabancılaşır. İnsan ihti- yaçlarını, gereksinimlerini karşılamak için üretime girerken, insanın ürettiği meta pa- zar içinde para karşılığını bulur. Kendi işgücü karşılığında ücret olarak aldığı da paradır.

Dolayısıyla insanın yarattığı zenginlikler kar- şısına para şeklinde çıkar. Para döngüsü onu hâkimiyeti altına alır. Bu ekonomik yabancı- laşmadır.

Mevcut kapitalist sömürü sisteminde esnek çalışma ve taşeronlaştırma, çalışma hayatına bir tahribat olarak girmektedir.

(7)

Esnek çalışma: patronlar açısından bir es- neklik, bir rahatlama getirirken çalışanlar için, işçiler için daha fazla sömürü, kuralsızlık ve güvencesiz çalışma demektir. Taşeronlaş- tırma ise tam bir işçi kıyımıdır. İnsan emeği- nin karşılığı aldığı ücreti düşürüyor ve iş gü- vencesinin olmadığı bir ortam yaratıyor.

Taşeronlaştırma, sermaye birikiminin en kısa ve insanlık dışı yolu olarak yaşama girmekte- dir.

Çalışanların bazı sektörlerde iş saatleri 12-16 saate kadar çıkabiliyor. Hafta sonu tatili veya resmi tatiller konusunda düzensiz- likler yaşanmaktadır. Sömürü sisteminin yarattığı işsizlik nedeniyle, patronlar tarafın- dan işçilere, her an işini kaybetme korkusu, düşük ücret, kötü koşullarda çalışmayı daya- tılmaktadır. Çalışma hayatı zor ve kötü, insa- ni koşulların olmaması nedeniyle bir zorun- luluk haline gelmekte, çalışmaktan kaçma, çalışmadan köşeyi dönme eğilimine sebebi-

yet vermektedir. Kadınlar açısından bu du- rum daha da vahimdir. Çalışan kadınlar aynı işi yaptıkları halde erkek işçiye göre düşük ücret alırlar. Toplumsal alan içinde çalışan kadınların ev işlerinden kurtulamadığı için onları bu durum daha da güç duruma sokar.

Çalışanlar için haksızlığın gün be gün arttığı, kapitalist sömürü sisteminde haksız- lık gözlerden kaçacak bir şey değildir. Fakat burjuva sınıfının, sınıfsal çıkarları için gör- mezden gelinir. Nabza göre şerbet vermek gibi emekçilerin sınıfsal tepkisine göre ayar- lama yapılır. İşçi sınıfının, emekçilerin örgüt- lü hareketi bu dayatmaları ve saldırıları püs- kürtecek ve yok edecek tek faktördür. Tarih bunu doğrulacak sayısız örneklerle doludur.

Onun için güç olmaya, örgütlenmeye, müca- deleye!

19 Ocak 2012

(8)

H

ayatın her geçen gün zorlaştığı günümüzde yaşamak için dur durak bilmeden çalışmak zo- rundayız; tabi o da işten çıkarılmaktan tu- tun, maaşı alamama, geç alma vb. gibi ücret- li çalışanların çok iyi bildiği bir ton sorunla karşı karşıya kalarak.

Yoğun çalışma, sağlıksız iş koşulları, düzensiz ödenen ücretler, zorunlu mesailer nedeniyle bu kölece çalışma koşullarına mahkum edilmiş durumdayız. Birçoğumuz sosyal haklardan mahrum çalışıyoruz. İş gü-

venliği dersen görürsen bana da haber ver.

İşverenler işçileri istediklerinde işten çıkarıp istediklerinde işe alıp keyfi davranı- yorken dünyanın en büyük yalanını söyle- mekten çekinmiyorlar. “Arkadaşlar bu işyeri benim değil, arkadaşlar bu işyeri hepimizin işyerimiz için herkesin fedakarlık yapması, canı gönülden çalışması gerekiyor. Hepimiz buradan ekmek yiyoruz.” Bu cümle, işyerle- rindeki toplantıların vaz geçilmezidir. İşve- renler işçilere insanca yaşam sürebileceği bir maaştan uzak ücretler reva görüp ceplerini doldururken, güvencesiz çalışmayı bizlere reva görürken gözlerimizin içine bakarak bu iş yeri hepimizin diyebiliyorlar.

Çok merak ediyorum acaba bir işçi iş- ten çıkarılıp ta “ya patron hani burası bizim- di?” demiş midir? Sanırım dememiştir. Sanı- rım bu söylemden işçilerde etkilenmişlerdir.

Örneğin tekstil çalışanları aralarında konu-

şurken, çalıştıkları makineden bahsederken benim makine diye bahsederler.

Çalışanlar açısından baktığımızda işçile- rin daha dar bir çerçeveden baktığını söyle- yebiliriz. İşçiler açısından iş yerleri ekmek kapısı olarak görülürken patronlar ise ekme- ği verenler olarak görülür. Ve sık sık şunu duyarsınız “çok ekmeğini yedim” evet, bir anlamda doğru diyebiliriz orada çalışarak aldığımız ücret ile geçinmeye çalışıyor, ihti- yaçlarımızı oradan aldığımız ücret ile gideri- yoruz ancak sorun emeğin değersizleştiril-

mesini beraberinde getiriyor. O işyerinden ekmek yediğimizi düşünürüz ancak o işyeri- ne emek verdiğimizi görmez düşünmeyiz.

Konuyu bireyselliğin ötesinde düşünürsek bizler olmadan o işyeri, o makinalar sadece demir parçalarıdır. Patronlar bizlerin emeği üzerinden yaptıkları sömürü ile büyümekte zenginleşmekteler. Patronlar olmasa da insanlık yine üretecektir. Bizlerin patronlara değil patronların biz çalışanlara ihtiyacı oldu- ğu gözden kaçırılmayacak bir gerçektir.

Sömürü dediğimiz şey bugün işçiler açısından içselleşmiş durumda; işçiler açısın- dan kabul görmüş bir durumda. Devlet tarafından verilen asgari geçim indiriminin bile işçinin ücreti içinde gösterilmeye çalışı- lan günümüzde yeni asgari ücret hepimize hayırlı olsun. Harca harca bitmez.

21 Ocak 2012

Patronlar olmasa da insanlık yine üretecektir. Bizlerin pat- ronlara değil patronların biz çalışanlara ihtiyacı olduğu göz-

den kaçırılmayacak bir gerçektir.

(9)

S

evgilisi olanların heyecanla bek- lediği bir gündür 14 Şubat Sevgi- liler Günü. Sevgililer ve kapita- listler bu günü çok severler. Çarşıya çıkıp şöyle bir çevrenize bakın her yıl olduğu gibi bu yıl da yine bütün alışveriş mağazaları, sevgilileri alışveriş yapmaya davet eden vit- rinlerle dolu. Televizyonlar, radyolar marka- ürün reklamlarıyla dolu. Son dakikacılar için ise çiçekçiler normalde adedini 1 TL’ye sat- tıkları ama sevgililer günü şerefine bu tuta- rın en az 5 katına satacakları kırmızı gül sipa- rişlerini verdiler çoktan. Peki, kendimizi kit-

lesel bir şekilde alışveriş çılgınlığına kaptırdı- ğımız bu günün tarihçesini gerçekte kaçımız biliyoruz acaba?

Sevgililer Günü’nün tarihi eski Roma’ya kadar uzanır. Efsaneye göre 200’lü yıllarda Roma İmparatoru 2. Cladius savaşa götüre- cek yetişkin asker bulmakta sıkıntı çekmeye başlar. Bunun nedeninin erkeklerin ailelerini, sevgililerini bırakıp savaş meydanına gitmek istememeleri olduğunu düşünür. Bu yüzden ülkesinde nişanlanmayı ve evlenmeyi ya- saklar. Halk buna büyük bir tepki gösterir ve karşı çıkar. Bu uygulamaya karşı çıkanlar arasında bir de aziz vardır. Aziz Valentinus.

Halk içinde sözü geçen ve sevilen birisidir Aziz Valentinus. İşte bundan huzursuzlanan Cladius azizi yakalatıp zindana attırır ve idam edilmesi emrini verir. Fakat zindanda esir tutulurken, zindan gardiyanının kör kızı Julia ile tanışır ve aşık olur. Tabi Julia’da Va- lentinus’a aşık olur. 14 Şubat 270 tarihi, Va- lentinus’un idam edilme tarihidir ve aziz idam edilmeden önce sevgilisine

“Valentine’inden” diye imzaladığı bir mek- tup gönderir.

Daha sonra Hristiyan âleminde bu gün yani 14 Şubat günü Aziz Valentine Günü (St.

Valentine’s Day) olarak kabul edilir. Bir Hris- tiyan bayramı olarak kutlanmaya başlanır.

Bu bayramın sevgililer günü olarak kutlan- ması ise 1800 yılında başlar. 14 Şubat, 1800 tarihinde Esther Howland isimli bir Amerika- lının ilk sevgililer günü kartını atmasından günümüze yaygınlaşarak tüm dünyada sev- gililer günü olarak kutlanmaya başlandı.

Şimdi yazımızın başlı- ğında sorduğumuz so- ruyu tekrar soralım. 14 Şubat gerçekten sevgi- lilerin günü mü? Yukarı- da aktardığım rakamlar gösteriyor ki bu gün as-

lında kapitalistlerin gü- nü. Her şey gibi sevgiyi

de metalaştıran, hep daha fazla kar etmek uğruna alınır satılır bir kıvama getiren kapita-

listlerin günü.

(10)

Gerçek- ten çok dokunaklı ve roman- tik bir hikaye değil mi ve tabi aynı za- manda tanıdık…

Acımasız bir impa- ratorun çıkarları uğruna aldığı akıl- lara ziyan kararına karşı isyan eden bir halk, bu halka önderlik eden bir din adamı, halkı kontrol etmek için bu din adamını ortadan kaldırmayı kafasına koyan ve son halde kafasına koyduğunu da yapan bir imparator. Ve bu tanıdık hikayenin geldiği son aşama; sevgililer günü adına bir alışveriş çılgınlığı…

Sevgililer günü, anneler günü, babalar günü vb. tüm günler gibi kapitalizmin kutsa- dığı günlerden birisidir. Aslında kapitalizmin kutsadığı, bu günün manası değil tam olarak alışverişin kendisidir. Bir kriz döneminde televizyonlarda dönen ünlü reklam sloganını hatırlarsınız: “Al ver ekonomiye can ver.”

diyorlardı. Evet, işte şu günü, bu günü diye popülarize edilen günlerin temelinde de bu

“al ki canlanalım, kanlanalım” mantığı yatı- yor. Tabi bu alışverişlerle canlanacak olan kapitalist ekonomidir, kapitalizmdir. Kapita- listler bu vb. özel günlerde alışveriş yapma- ya şartlandırıyorlar bizleri.

Kapitalistler sevgililer gününü, anneler gününü, babalar gününü, bayramları, yeni yılları vb. çok çok seviyorlar. Neden sevme- sinler ki, öyle kitlesel harcamalar yapılıyor, kasaları öyle çok doluyor ki her halde sevgili- ler gününün kutlanmasında dolaylı da olsa payı olan imparator 2. Cladius’a yatıp kalkıp dua ediyorlardır.

Şimdi geçen yıl anneler günü ve sevgili- ler gününde yapılan harcama hacmini akta- rınca neden kapitalistlerin bu günleri bu kadar çok sevdiklerini daha iyi anlayacaksı- nız. 2011 verilerine göre ülkede sevgililer gününde yapılan harcama tutarı 713 milyon lirayı bulmuş. Yanlış okumuyorsunuz 713 milyon lira (eski para birimiyle düşünecek olursak 713 trilyon lira)! Anneler gününde ise bu tutar 790 milyon lira olmuş. Bir de dünya çapında harcamaları göz önüne alırsak kapi- talistlerin ne büyük karlar ettiklerini varın bir tahayyül etmeye çalışın.

Şimdi yazımızın başlığında sorduğumuz soruyu tekrar soralım. 14 Şubat gerçekten sevgililerin günü mü? Yukarıda aktardığım rakamlar gösteriyor ki bu gün aslında kapita- listlerin günü. Her şey gibi sevgiyi de meta- laştıran, hep daha fazla kar etmek uğruna alınır satılır bir kıvama getiren kapitalistlerin günü.

Sizi bilmem ama ben daha önceki yıllar- da da yaptığım gibi 14 Şubat’ta sevgilime hediye almayacağım. Canım ne zaman ister- se o gün alacağım ama 14 Şubat’ta değil.

Kapitalistlerin ağızlarından akan salyaların bulaştığı o mağaza vitrinlerinin çekiciliğine aldanıp avm avm dolaşmayacağım. Sevgiyi, aşkı bir satış nesnesine dönüştüren kapita- listlerin yaratıp, şartlı bir reflekse dönüştür- düğü kitlesel alışveriş çılgınlığına kendimi kaptırmayacağım.

24 Ocak 2012

(11)

Y

eni Dünya Gençliği aktivisti ola- rak son aylarda okul çıkışların- da dağıtmış olduğumuz bildiri- ler esnasında karşılaşmış olduğum bir kaç şeyden bahsetmek istiyorum. Söz konusu dikkat çekici olaylar öğrencilerin kavgaları ve birbirlerine tahammülsüzlükleridir.

Nedir bunlar kısaca bahsedeyim. Okul çıkışlarında dikkat ederseniz sürekli bir yığı- nak var. Bu yığınak okul önlerinde bekleyen öğrencilerdir. “Ee ne var bunda okul önün- de mafya duracak değil ya...” diyebilirsiniz.

İşte sorun tamda burada; okul önlerinde gereksiz yere bekleyen öğrenciler. Okul çı- kışlarında olması gereken basit durum. Öğ- renci, okuldan çıktıktan sonra gezmeye, eğlenmeye, dershaneye, ders çalışmaya ya da bir yerde çalışıyor ise işine gider.

Fakat durum böyle değil. Okul önlerin- de bekleyen öğrencilerin yanında bir de sivil giyimli kişiler var. Okula gidip gitmedikleri belli değil. Sürekli olarak okul etrafında dola- şıyorlar. Öğrenciler arasında da “Reis” diye tabir edilen bu kişiler öğrenciler arasında

sempati kazanmış durumdalar. Ne hikmet ise okulun büyük çoğunluğu bunları tanır durumdadır.

Okulda çıkan en ufak tartışmalar bu

“reis”, “abi” denen bilir kişilere tayin edili- yor ve okul çıkışlarında kavgalar çıkıyor. Bu kavgaların sebebi aslında iki insan arasında konuşup halledilebilecek konulardır. “Biri arkadaşının kalemini izinsiz almış”, “Diğeri öbürünün sırasına izinsiz oturmuş”, “Bir kişi falanca arkadaşın kız arkadaşıyla çok sami- miymiş”, “Diğeri de onun erkek arkadaşıyla samimiymiş” sizin anlayacağınız “mış, miş de miş mış...” İşte incir çekirdeğini doldur- mayacak olaylar.

İncir çekirdeğini doldurmayan bu olay- lar okul çıkışlarında bekleyen “abilere, reisle- re, ablalara” havale ediliyor ya da diğer tabi- riyle “arkası güçlü olanlar” tek başına olan- lara meydan dayağı çekiyor. Kimi zaman da bu olaylar bıçaklamalar ile son bulabiliyor.

Bir dönem televizyonlarda fazlaca okul önle- rinde olan kavgalar gösterildi ama ne hik- met ise bir anda da yok oldu. Sanki sorun

Sorunun asıl kaynağı ise sadece okul önlerinde bekleyen ne olduğu belli olmayan (aslında belli olan) kişilerdir. Bu kişilerin okul etraflarından uzaklaştırılması ve öğrencilerin güvenliğinin sağ-

lanması gerekmektedir.

(12)

çözülmüş gibi...

Olayların bu derece büyümesini engel- lemekle yükümlü olan okul yönetimleri ya da okul önlerinde bekleyen polisler müdaha- leyi iş işten geçtikten sonra yapıyorlar. Bu da düşündürücü bir konu... Polisin çözüm me- selesinde gözlerimle şahit olduğum bir olay aynen şöyleydi.

Okulda bir gün kavga çıkıyor bir gün sonra okul çıkış saatinde bekleyen öğrenci- lerin üzerine polis araçlarını sürüyorlar.

Amaçları ise okulda çıkabilecek kavgaları önlemekmiş. Fakat okul çıkışlarında bekle- yen bir çok öğrenci olduğunu da

unutmamak lazım. Sorunun kaynağı çözüleceğine sadece yüzeysel olarak herkes aynı ke- feye konularak sorun çözülme- ye çalışılıyor. Şunu da belirtmek- te fayda var. Bu devletten ve onun kolluk güçlerinden de kök- lü çözüm beklemek aptallık olur.

Sorunun asıl kaynağı ise sadece okul önlerinde bekleyen ne olduğu belli olmayan (aslında belli olan) kişilerdir. Bu kişilerin

okul etraflarından uzaklaştırıl- ması ve öğrencilerin güvenliği- nin sağlanması gerekmektedir.

Bu önemli bir sorundur. Ama bundan daha da önemli olan okullarda bilimsellikten uzak bir eğitimin verilmesidir. Okulları ticarethane gibi gören zihniyetin değişmesi ve yerine yeni bir eği- tim modelinin gelmesidir.

Şimdi öğrenciler özelikle birbir- leriyle uğraşmayı bir kenara bı- rakmalı, bu sistemin sivil savunu- cuları olan “abi-ablalardan, reis- lerden” uzak durmalıdır.

Unutmamalıdırlar ki bugün iyi bir eği- tim alamıyorsak, yarış atı gibi o sınavdan bu sınava koşturuluyorsak, sömürülmeye hazır bireyler yapılıyorsak bunun sebebi burjuva- zidir. Burjuvazi bu tür “abileri-ablaları- reisleri” bilinçli olarak yaratarak bizlerin sö- mürülmeye hazır bireylere hızlı bir biçimde dönüşmemizi istemektedir.

Yapılması gereken bellidir. Birbirimizle uğraşmayı bırakmak ve gerçek düşmanları- mızı görmektir.

18 Ocak 2012

(13)

Ç

ektiği ve oynadığı filmler ile dün- yaya adını duyuran Yılmaz Gü- ney’in bir de bu yoğun temposu- nun yanında “kıyıda köşede” kalmış roman- ları ve öyküleri vardır. Filmlerini yüz kişi izle- miş ise acaba kitaplarını bu yüz kişiden kaç kişi okumuştur diye bir araştırma yapılsa eminim ki sayı ellinin altında olacaktır.

Yılmaz Güney’in roman ve öyküleri neden önemlidir? Öncelikle Yılmaz Güney’in çok yönlü sanatçı kimliğidir. Güney’in bu özelliklerini bir kez daha sıralayalım yönet- men, oyuncu, senarist, romancı, öykücü ve şair... Bunlardan öne çıkanlar var. Öne çık- mayanlar ise edebi yanıdır. Yılmaz Güney’in roman ve öyküleri onun ne kadar üretken bir sanatçı olduğunu bir kez daha kanıtlıyor.

Güney’in sinemasını bana göre biraz daha anlamak ve anlamlandırmak için yaz- mış olduğu kitapları da okumak Güney hay- ranlarının eminim ki aynı benim gibi bir adım daha anlamasına yardımcı olacaktır.

Somut örnek verelim. Duvar filmi bana göre Güney’in sinemadaki baş eseridir. Yol ve Sürü’nün önünde diyebilirim. Kimilerine göre başka bir film olabilir. Fakat Soba, Pen- cere Camı ve İki Ekmek İstiyoruz kitabını okuduktan sonra Duvar daha bir anlamlı gelmeye başladı.

Duvar filmini izlediğimde filmin gerçek- çi yanı ve ülke gerçeğinin çarpıcı olarak an- latması ve bunu da çocuklar üzerinden yap- mış olması Güney’in sanatçı kişiliğinin salt bir entelektüel olmadığı, olaylarda kesinlikle taraf olduğu yönünde delil olarak Duvar ve Soba, Pencere Camı Ve İki Ekmek İstiyoruz’u kullanabiliriz.

Duvar filminde çocukların hapishane koşulları Dördüncü Koğuş üzerinden anlatılı- yor. Hani filmde şiir okuyan çocuk ne de güzel özetliyor Güney’in filmini ve romanını:

“bak, camları yoktur kırıktır ne bacası tüter ne de sobası her neyse benim abim ver bir cigara zuladan yanalım

burası "dördüncü koğuş"tur benim abim ikinci adresimiz.

Allahımızı sorarsan adı Gardiyan Cafer lakabı "Kel Onbaşı"

peygamberimiz dersen o da ekip başı her neyse benim abim

ver bir cigara zuladan yanalım

burası "dördüncü koğuş"tur benim abim kaderde ikinci adresimiz.

her neyse benim abim

ver bir cigara zuladan yanalım”

Hapishanenin tüm pisliğini temizler,

Soba, Pencere Camı ve İki Ekmek İstiyoruz

Yılmaz Güney

(14)

yükünü taşır fakat camları, sobaları olmayan ve ekmek- leri açlığına yetmeyen küçücük bedenler milyonlar- ca insanı temsil edi- yor.

Anlatılanla- rın gerçekçi yanları ve bu temada işlenmesi Güney’in sanatında doruk noktası diyebiliriz.

Filmi ölmeden önce çekiyor, romanını ise 1977 yılında basıyor. Olay ise 1976 senesinde yaşanıyor. Güney Yayınlarının 2004 yılı baskı- sında Ankara Cezaevinde tutsaklar tarafın- dan yayınlanmış bir bildiri var. Bildiri de olay nasıl geliştiği bir bir anlatılıyor.

Kitabın sonlarına doğru tecavüze uğra- yan çocuklar, aç kalan, üşüyen küçük beden- ler isyan edip bağırıyorlar: “Ekmek istiyoruz ulan, ekmek, açız, aç!”* Daha sonra şunu soruyor bir ses “Eşşekler gibi oldun, kömür, çöp taşıyan kim?”

Hep bir ağızdan:

“Odunsuz ve kömürsüz ve sobasız kalan kim?”

“Dördüncü Koğuş”

“Açlıktan kırılan, ekmeksiz kalan kim?”

“Dördüncü Koğuş”**

...

Dördüncü koğuşun sesi aslında tüm işçi ve emekçilerin isyanıdır. Onların duyguları- dır. Onları isyan safhasına kadar getiren bir çok şey olmuştur. Sürekli hapishaneye düş- meleri şiirde yazdığı gibi “burası" dördüncü

koğuş"tur benim abim/kaderde ikinci adre- simiz.” Kitap boyunca Ankara’nın

“varoşlarında” dolandıkça içinizdeki öfkeye bir kat daha ekliyorsunuz.

Duvar filmi ve Soba, Pencere Camı ve İki Ekmek İstiyoruz romanı karşılaştırması yapıldığında sıralamaya uygun şunu diyebili- riz. Roman yazılmasaydı Duvar filmi olmaya- bilirdi. Bu yüzden Yılmaz Güney’in yapmış olduğu şu özeleştiriye bir bakalım. “Bu ro- man, bir buçuk yıllık yoğun bir uğraşın ürü- nüdür. Günümüz koşullarında, özellikle benim konumumda bir insanın, daha önem- li sorunlar gündemde iken, daha acil konu- lar üzerinde araştırma ve inceleme yapması gerekirken, bir buçuk yıllık zamanı bir ro- man için ayırması tartışılması gereken bir gerçektir; kabul ediyorum. Bu uzun çalış- manın beni siyasal gerileyiş içine soktuğu- nu da ayrıca belirtmek isterim”*** Gü- ney’inde dediği gibi tartışmak gerekir ama şunu da unutmamak gerekir. Güney’in

“konumunda” biri kolay kolay gelmeyeceği için bu romana zaman ayırması yerinde bir şeydir. Yerindedir diyorum çünkü tarihsel somut gerçeklik yargımızı güçlendiriyor.

Roman olmasaydı film olmayabilirdi.

Her dönemde yeni Yılmaz Güney’lere ihtiyaç vardır. Sanatı Yılmaz Güney gibi silah niyetine kullanmayı öğrenmeliyiz. Bunun için gerekirse iki-üç yıl romanla uğraşmalıyız.

Ama aynı Güney gibi roman yazarken, film çekerken siyasal mücadeleyi de en az onlara ayırdığımız zaman kadar ayırmalı, bunu da işçi ve emekçiler için yapmalıyız.

*Soba, Pencere Camı ve İki Ekmek İstiyo- ruz. Sayfa 269

**Age s.273

***Age s.5

22 Ocak 2012

(15)

“St. Petersburg Halk Eğitim Komisyo- nu’nun 1908 Yılı Raporu”nda bir uzman elişi dersi hakkında verdiği raporunda şöyle di- yor:

“Elişi ile ilgili olarak büyük bir sevinçle şunu temin edebilirim ki, bütün karma okul- larda bu dersi yalnızca kızlar değil, aynı şekil- de oğlanlar da gördüler ve oğlanlar bu işler- le öyle severek ilgileniyorlar ki, bazı okullar- da hatta örneğin dikiş ve örgüde kızlardan daha fazla başarı göstermekteler.”

Yukarıda adı geçen rapordan aktarılan bu alıntı, “Vyetsnik Vespitaniya”nın Aralık sayısında, “Olaylar” köşesinde yer aldı; bu- rada “Olaylar” köşesinin yazarı, oğlan ço- cuklarına dikiş öğretmenin gerçekten ne derece yararlı olduğuna dair şüphelerini dile getiriyordu.

Bununla ilgili bir iki şey söylemek istiyo- rum.

Her şeyden önce soruyu genel bir bi- çimde ortaya koymak istiyorum: Oğlan ço- cuklarına, dikiş dikmek, yemek pişirmek, çamaşır yıkamak, küçük çocuklara bakmak vb. gibi şimdiye kadar salt kadın işi olarak görülen işler öğretilmeli mi?

Bugünkü toplumda aile yaşamı, herke-

sin ayrı bir ev idaresine bağlı olarak, bir dizi küçük sorunla doludur ve bu büyük ihtimalle daha uzun bir süre böyle kalacaktır. Gele- cekte üretimin yeniden biçimlendirilmesiyle ve toplumsal yaşamın değişen şartlarıyla birlikte bu alanda bir dönüşüm olacaktır ama şimdilik öğlen yemeğinin hazırlanması, odaların toplanması, giyeceklerin dikilmesi, yamanması, çocukların bakımı vb. aile yaşa- mına aittir. Ve bu işin tümü kadının sırtına yüklenmiştir.

Varlıklı ailelerde bu iş kadın emekçilere yüklenmiştir: aşçıya, temizlikçiye ve çocuk bakıcısına. Varlıklı kadın bu işlerden bunları bir başkasına, bunlardan kendini özgür kıl- ma imkanı olmayan bir başka kadına yükle- yerek kurtulmaktadır. Öyle veya böyle, ev işinin bütün yükü sadece ve sadece kadının sırtına binmektedir. İşçi çevrelerinde erkek- ler ev işlerinde bazen kadınlara yardım et- mekte. Orada bunu zor dayatmakta. İşten eve gelirken veya tatil günlerinde veya işsiz olduğunda, erkek işçi alışverişe gider, odayı süpürür veya çocuklara bakar. Bunu elbette her zaman yapmaz ve yine herkes de yap- maz, ir çok şeyi ise zaten beceremez ( dikiş dikmek, çamaşır yıkamak). Bazen bütün gün (*) Aşağıdaki makale Nadejda Krupskaya’nın 1910 yılında yayınlanan “Sosyalist Pe- dagoji” isimli kitabının ikinci cildinde yayınlanmış ve Gül Özgür’ün Dönüşüm yayınların- dan çıkan “Rusya’da 1917 Sosyalist Ekim Devrimi ve Kadınların Kurtuluşu” isimli kitabının 2. cildinde yer verilmiştir.

Makaleyi olduğu gibi yayınlamamız, makalenin içeriğinin, yazılmasındaki maksadın bugünde hala geçerliliğini korumasından kaynaklanmaktadır.

(16)

işe gitmek zorunda kalan kadın ise eve gelir gelmez çamaşır yıkamaya, yerleri silmeye başlar ve erkek çoktan uyurken, o gece yarı- larına dek dikiş başında oturur. İşçi çevrele- rinde erkeğin kadına yardım etmesine rağ- men, sözümona “tahsilli” ailelerde -geliri ne denli az olursa olsun- erkek ev işleriyle hiç ilgilenmez ve kadını “karı işlerinde” tama- men yalnız başına bırakır. “Tahsilli” bir ada- mın yerleri silmesi veya çamaşırları yıkaması bütün çevrenin alaylarını üzerine çeker.

Burjuva basında (özellikle batıda) bu konu üzerine çokça konuşuluyor ve ev idare- sinin, kadının tüm gücünün en iyi bir şekilde hizmete sunabileceği bir alan olduğu söyle- niyor. Yine bunlara göre, insan büyük işleri ancak kendi kişiliğine uygun iş alanında yara- tabilir, kadının kişiliği de öyle yapılanmıştır ki, ona uygun olan, her şeyden önce ev ida- resinin küçük sorunlarıdır. Kadın ancak bir ev kadını olmaya çalışmalı, aile yaşamı alanı-

nın dışına çıkmamalı ve erkekle zihinsel çalış- ma alanlarında rekabete girişmemelidir, çünkü bu işler herkesin değer vermesi gere- ken ve kesinlikle küçümsenmeyecek işlerdir.

Bu palavraların ne denli ikiyüzlülük olduğu şuradan bellidir li, ev işlerinin büyük saygınlığından dem vuran bu erkekler, hiçbir zaman bu işlere aktif olarak katılmaya giriş- mezler. Neden? Çünkü onlar ruhlarının de- rinlerinde bu işleri aşağılık ve ancak daha az gelişmiş, daha azla yetinmeye mahkum bir yaratığın işleri olarak görürler.

Kadın “doğuştan” ev işini yürütmeye mahkumdur lafları, tıpkı geçmişte köle sa- hiplerinin köleler “doğuştan” köle olmaya mahkumdur lafları gibi saçmadır.

Özünde ev işlerinde kadının kişiliğine erkeğe göre daha yatkın olan hiçbir şey yok- tur. Büyük fiziki güç isteyen belli işleri kadın yapamaz. Peki, ama erkek, hangi nedenle ev işlerini ortaklaşa yapmasın? Burada sorun,

(17)

ev işlerinin kadının doğal çalışma alanı olma- sı değil, bilakis erkeğin ekmek kazanmak için çoğunlukla ev dışında çalışmak zorunda kal- masıdır. Ve bu durum söz konusu olduğu ölçüde, ev işlerinin salt kadın tarafından yürütülmesinin bir haklılık payı vardır. Ama kadın da para kazanmak zorunda kaldığın- da, ev işleri onun sırtında bir yük olmaktadır ki, erkek ona yardım etmediğinde bu bir haksızlıktır. Erkek, kendine bol bol zaman bırakan bir meslek sahibiyse ve sadece onu- runa yediremediğinden kadına ev işlerinde yardım etmiyorsa, bu da haksızlıktır.

Hür okul, insanları yaşamda haksızlığa uğratan tüm böylesi önyargılara karşı müca- dele etmektedir. Ev işleriyle uğraşın yalnızca daha az gereksinimleri olan bir varlığa özgü olduğuna dair önyargı, kadın ile erkek ara- sındaki ilişkileri bozmaktadır, çünkü o bu ilişkinin içine eşitsizlik tohumu taşımaktadır.

Birden çok kadın yaşamı bu önyargıdan ileri yıkıntıya uğratılmış, birden fazla aile içine yabancılaşma ve karşılıklı anlaşmazlık taşın- mıştır. Hür okulun temsilcileri koedükasyo- nun (kız ve erkek çocuklarının bir arada eği- timi-ÇN) ateşli savunucularıdırlar. Çünkü onlar, ortaklaşa çalışmanın ve eşit gelişme şartlarının iki cinsten gençliğin birbirlerini anlamalarına ve manevi yakınlaşmalarına hizmet edeceği ve böylelikle kadın ile erkek arasındaki normal ilişkilerin garantisi olacağı görüşündedirler. Böyle bir pozisyonu savun- duklarından, elişi derslerinde de iki cinsten çocuklar arasında ayrım yapmazlar. Kız ve erkek çocukları, ev idaresinde gerekli olan tüm işleri yapmayı aynı şekilde öğrenmeli ve bu işleri kendilerine layık olmayan işler ola- rak görmemelidirler.

Çocukları izlemiş olan biri bilir ki, aynı

kızlar gibi oğlanlar da küçük yaşta anneye yemek pişirmede ve bulaşık yıkamada ve ev içindeki tüm işlerde yardım etmeye seve seve hazırdırlar. Bu işlerin hepsi onlar için o kadar ilgi çekicidir ki! Genelde ama, aile için- de çok küçük yaştan itibaren kız ile oğlan arasında ayrım yapılır. Kızlara bardakları yıkama ya da masayı hazırlama görevi verilir, oğlanlara ise: “ne mutfakta dolaşıp duruyor- sun, bu erkek içi mi?” denir. Kızlara bebek ve oyuncak mutfak eşyaları hediye edilir, oğlanlara ise lokomotif ve asker. Oğlan oku- la başladığında, o çoktan “kızlar”ı ve kızların uğraşılarını küçümseme yolunda eğitilmiştir.

Gerçi bu küçümseme henüz yüzeyseldir ve okulda başka bir hat izlendiğinde “kadın işleri”ne karşı bu küçümseme kısa zamanda ortadan kalkabilir. Bunun için oğlanlara da tıpkı kızlara olduğu gibi dikiş dikme, örgü örme ve çamaşır yamama işleri, yani yaşam- da mutlaka gerekli olan ve bunların bilinme- mesi insanı aciz ve başkalarına bağımlı kıla- cak olan tüm işler öğretilmelidir. Bu dersler doğru bir şekilde uygulandığında, oğlanlar da severek katılacaktır; temeli olan bu varsa- yımı Petersburg okullarının örneği doğrula- maktadır ( bu deneyimin karma okullarda yapılmış olması da anlamlıdır). ir işe yarama ve verilen görevi iyi bir şekilde yerine getir- me arzusu ve çalışma şevki, oğlan çocukları- na kısa zamanda “kadın işi”ni küçümsemeyi unutturacaktır.

Oğlan çocuklarına “kadın işleri”nin öğretilmesinden çok büyük sonuçlar bekle- mek elbette gülünç olur ama buna rağmen o, okulun tüm maneviyatını belirleyen bir dizi küçük şeylerden biridir ve bu nedenle ona önem verilmelidir.

(18)

S

evgili arkadaşlar iş yerinde birlik- te çalıştığım bir arkadaşımla aramızda geçen kısa bir diyalo- ğu sizinle paylaşmak istiyorum. Bahsettiğim arkadaş işe yeni başladı ve ben kendisine ne kadar maaş aldığını sordum. O da bana traji- komik bir cevap verdi. “ASGARİ ÜCRETE ANLAŞTIK” dedi.

Yahu anlaşmak bunun neresinde işve- ren gene yapmış yapacağını “ölümden öte köy var mı?” işin aslına bakarsak anlaşma değil tek taraflı alınmış bir karar çıkıyor kar- şımıza ve işe yeni başlayan bir işçiyle kısa sürede en yoğun sömürme yöntemleriyle istenilen verim elde ediliyor. Ancak iş hesa- ba gelince yani işçinin alacağı maaşa gelince yeni olmakla adeta suçlanır ve işçinin zihnin- de bir otokontrol sistemi yaratılır.

“AZ MAAŞ ALIYORUM ÇÜNKÜ YENİ- YİM.” Alacağı maaş sarf ettiği yoğun emekle değil, yeni işçi olmakla ölçülüyor. Eski işçinin

içler acısı durumunu da görmezden gelen işveren, sermayesine sermaye katarak sö- mürüyü daha da derinleştirmek istiyor ve çalışana kendi emeği üzerinde söz hakkı tanımıyor, asgari ücreti dayatıyor. Burada anlaşmadan söz edilemez. Anlaşma, iki tara- fın da isteği doğrultusunda gelinen son nok- tadır.

Ne zamanki bir işçi yarattığı değerlerin bilincinde olup ve o değerler üzerinde söz hakkını eline alırsa o zaman bir anlaşmaya gidilebilir ve kendi emeğini hak edilir bir üc- rete satar bu da bilinçlenmekle ve örgütlen- meyle mümkün olur.

Bireysel bir çıkışla sorunların üstesin- den gelinemeyeceğini artık öğrenelim, çalış- tığımız iş yerlerinde, karşılaştığımız sorunlar ortak sorunlardır ve ancak ortak paydada çözülür.

Yeni Dünya Gençliği Okuru

Bireysel bir çıkışla sorunların üstesinden gelinemeyeceğini

artık öğrenelim, çalıştığımız iş yerlerinde, karşılaştığımız

sorunlar ortak sorunlardır ve ancak ortak paydada çözülür.

(19)

B

u sayımızda İş Kanunu’nun iş sözleşmesi, türleri ve feshinin ele alındığı 2. bölümünün yeni iş arama izni, toplu işten çıkarma, çalışma belgesi, özürlü ve hükümlü çalıştırma zorun- luluğunun ele alındığı son maddelerini ince- lemeye çalışacağız. Gelecek sayımızdan iti- baren ise İş Kanunu’nun ücret düzenlemele- rinin kanunlaştırıldığı 3. bölüme giriş yapaca- ğız.

27. Madde, yeni iş arama izninin düzen- lendiği maddedir. Buna göre

“Bildirim sü- resi içinde işveren, işçiye yeni bir iş bul- ması için gerekli olan iş arama iznini iş saatleri içinde ücret kesintisi yapmadan vermeye mecburdur.”

Yeni bir iş bularak mevcut işinden ayrılmak isteyen işçi bu hak- kını kullanmak için günde 2 saat izin kullana- bilir veya günlük 2 saat izinlerini birleştirip toplu olarak kullanabilir. Fakat bunu önce- den işverenine bildirmek zorunluluğu vardır.

Maddede iş arama izin süresi için bildirim

süresi temel alınmış. Hatırlayacağınız üzere 17. maddede süreli fesih başlığı altında fesih süreleri belirtilmişti. İşte iş arama izinleri de bu sürelere bağlı olarak belirlenir. Ancak iznini toplu kullanmak isteyen işçinin, bu izni işten ayrılacağı tarihin hemen öncesinde kullanması gerekir.

İşveren, işçisine yeni iş araması için izin vermezse, işçiye yasal izin sürelerinin parası- nı ödemek zorundadır. Yani iş aramak için kullanılacak günlük 2 saat izin sırasında çalış- tırılan işçiye, işveren bu süre için geçerli üc- retini yüzde yüz zamlı olarak vermek zorun- dadır.

28. Madde, iş sözleşmesini feshetmesi durumunda işçiye, işveren tarafından veril- mesi gereken çalışma belgesini düzenler.

Buna göre çalışma belgesi işçinin

“işinin

çeşidinin ne olduğunu ve süresini gös-

teren bir belge”

dir. İşveren, bu belgeyi zamanında vermediği veya belgede doğru olmayan bilgilere yer verir, işçi veya işçinin

(20)

yeni işvereni bu durumdan zarar görürse işçi de yeni işveren de eski işverenden tazminat isteme hakkına sahip olurlar.

29. Madde, toplu işten çıkarmaları ko- nu alır. Maddeye göre bir aylık süre içerisin- de aynı tarihte veya farklı tarihlerde yapılan işten çıkarmalarda, işletmede çalışan işçi sayısı:

“a) 20 ile 100 işçi arasında ise, en az 10 işçinin,

b) 101 ile 300 arasında ise, en az yüzde on oranında işçinin,

c) 301 ve daha fazla ise, en az 30 işçinin”

işten çıkartılması toplu işten çıkarma olarak kabul edilir.

İşveren herhangi bir nedenle toplu işçi çıkarmak istediğinde bunu en az 30 gün ön- cesinde yazılı olarak, iş yeri sendika temsilci- lerine, ilgili bölge müdürlüğüne ve Türkiye İş Kurumuna bildirmek zorundadır.

“Bildirimden sonra işyeri sendika temsilcileri ile işveren arasında yapıla- cak görüşmelerde, toplu işten çıkarma- nın önlenmesi ya da çıkarılacak işçi sa- yısının azaltılması yahut çıkarmanın işçiler açısından olumsuz etkilerinin en aza indirilmesi konuları ele alınır. Gö- rüşmelerin sonunda, toplantının yapıl- dığını gösteren bir belge düzenlenir.”

Maddenin bu fıkrası işçilere, işten çıkarmalar konusunda tek hak olarak sendika temsilci- lerinin işverenlerle bir görüşme yapmasını getiriyor. Madde işverene ise hiçbir yaptırım öngörmüyor. İşçilerin toplu olarak işten çı- karılmalarının önündeki yegane engel olan kıdem tazminatı hakkı ise yeni bir yasa ile toplu bir fona devredilerek, gittikçe eritile- rek kaldırılması planlanıyor.

İşverenin işyerini tamamen kapatması durumunda ise,

“işveren toplu işten çı- karmanın kesinleşmesinden itibaren altı ay içinde aynı nitelikteki iş için yeni- den işçi almak istediği takdirde nitelik- leri uygun olanları tercihen işe çağırır.”

30. Madde, özürlü ve eski hükümlü çalıştırma zorunluluğunu ele alan bir madde- dir. Maddeye göre

“İşverenler, elli veya daha fazla işçi çalıştırdıkları özel sektör işyerlerinde yüzde üç özürlü, kamu iş- yerlerinde ise yüzde dört özürlü ve yüz- de iki eski hükümlü işçiyi meslek, be- den ve ruhi durumlarına uygun işlerde çalıştırmakla yükümlüdürler. Aynı il sınırları içinde birden fazla işyeri bulu- nan işverenin bu kapsamda çalıştırmak- la yükümlü olduğu işçi sayısı, toplam işçi sayısına göre hesaplanır.”

İşverenler, çalıştırmakla yükümlü ol- dukları eski hükümlü ve özürlü işçileri Türki- ye İş Kurumu aracılığı ile sağlarlar.

31. Madde, askerlik ve kanundan doğan çalışma koşullarını düzenler. Buna göre

“Herhangi bir askeri ve kanuni ödev

dolayısıyla işinden ayrılan işçiler bu

ödevin sona ermesinden başlayarak iki

ay içinde işe girmek istedikleri takdirde

işveren bunları eski işleri veya benzeri

işlerde boş yer varsa derhal, yoksa bo-

şalacak ilk işe başka isteklilere tercih

ederek, o andaki şartlarla işe almak zo-

rundadır. Aranan şartlar bulunduğu

halde işveren iş sözleşmesi yapma yü-

kümlülüğünü yerine getirmezse, işe

alınma isteğinde bulunan eski işçiye üç

aylık ücret tutarında tazminat öder.”

(21)

B

ir önceki sayımızda Marksist açıdan devletin tanımını yap- maya çalıştık. Bu sayımızda da Lenin’in ünlü eseri Devlet ve Devrim’de oportünistlerle girdiği polemiklerden yola çıkarak devlet kavramının, Marksist açıdan ortaya konulan devlet kavramının oportü- nistler tarafından nasıl çarpıtıldığını ortaya koymaya çalışacağız.

Marksist devlet anlayışını bir önceki sayımızda incelemeye çalışmıştık. Yeniden kısaca özetlemek gerekirse devlet, bir sınıfın diğer sınıflar üzerindeki egemenlik ve baskı erkidir. Marks bundan hareketle burjuvazi- nin, egemenliği şartlarında bir devlete ihti- yaç duyduğu gibi proletaryanın da, egemen- liği koşulundan belli bir dönem için olsa da bir devlet yapısına ihtiyaç duyacağını söylü- yor. Fakat birincisinde devlet aygıtı azınlığın çoğunluk üzerindeki baskısını ifade ederken ikincisinde ise çoğunluğun azınlık üzerindeki baskısını ifade eder. Marks’a göre kapita- lizmden komünizme geçişte bir ara aşama, geçiş aşaması olarak kabul edilen bir süre boyunca devletin varlığı zorunludur. Ancak bu devlet proletaryanın devleti yani prole-

tarya diktatörlüğü devletidir.

Lenin, ilk paragrafta bahsettiğimiz ese- rinde, Marks’ın son derece açık olarak orta- ya koyduğu devlet anlayışının nasıl tahrif edildiğine dair somut örnekler sunuyor.

Oportünistlerin, Marks’ın devlet ve devrim ilişkisi sorununda ortaya koyduğu görüşleri- ne çeşitli şekillerde saldırıları olmuştur. Bun- lardan örneğin Kautsky ve Plahanov gibileri Marksizm konusunda doğru ve tutarlı görüş- leri savunmalarına karşın, Marks’ın devlet ve devrim ilişkisi konusundaki görüşlerini gör- mezden gelerek, sorunun tartışıldığı en yakı- cı dönemlerde üzerine tek söz etmeyerek Marksizm’i her yönden tahrif etmeye çalışan oportünistlerin pozisyonlarına düşmüşler- dir. Örneğin Plehanov “Anarşizm ve Sosya- lizm” isimli broşüründe bu iki akımın karşı- laştırmalı bir değerlendirmesi yapmaktadır.

Fakat bu iki akım arasındaki en temel fark olan devlet teorisi konusundaki ayrıma hiç değinmemiştir. Marksistlerle anarşistler arasındaki temel farkları Lenin madde mad- de şu şekilde ortaya koyuyor:

“1) Devletin tamamen ortadan kaldırıl- masını hedefleyen Marksistler, bu hedefi

(22)

ancak sosyalist devrimle sınıfların ortadan kaldırılmasından sonra, devletin sönüp git- mesine yol açan sosyalizmin kurulmasının sonucu olarak gerçekleştirilebilir görürler;

anarşistler, devleti ortadan kaldırmanın ger- çekleştirilebilirliğinin koşullarını kavramaksı- zın devletin bugünden yarına ortadan kaldı- rılmasını isterler. 2) Marksistler, politik ikti- darı ele geçirdik-

ten sonra prole- taryanın eski dev- let mekanizmasını tamamen yıkma- sını ve yerine si- lahlı işçilerin ko- mün örneği üzere örgütlenmesine dayanan yeni bir devlet mekaniz- masını geçirmesi- ni zorunlu görür- ler; devlet meka-

nizmasının yıkılmasını savunan anarşistler ise, proletaryanın onun yerine ne koyacağı ve devrimci iktidarı nasıl kullanacağı konu- sunda tamamen muğlaktırlar; hatta anarşist- ler devrimci proletaryanın devlet erkinden yararlanmasını, onun devrimci diktatörlüğü- nü bile yadsırlar. 3) Marksistler, mevcut dev- letten yararlanarak proletaryanın devrime hazırlanmasını isterler; anarşistler bunu red- deder.”

Görüldüğü üzere Lenin, özellikle devlet teorisi konusunda anarşistlerle Marksistler arasındaki farkı son derece açık ve berrak bir şekilde ortaya koyuyor. Fakat Marksizm adına hareket eden kimi oportünistler bu ayrıma dikkat çekmeyerek iki akım arasında- ki ayrımı gözlerden gizlemeye, silikleştirme- ye çalışmışlardır.

Oportünistlerin bir diğer saldırı biçimi

ise Marks’ın görüşlerini revize ederek, değiş- tirerek çarpıtmaya çalışmak olmuştur. Lenin, Bernstein ile polemiğinde böylesi bir çarpıt- ma çabasını ortaya koyuyor. Marks’ın “işçi sınıfının hazır devlet mekanizmasını öylece ele geçirip kendi amaçları için harekete geçi- remeyeceği” sözünü Bernstein’in nasıl revi- ze etmeye çalıştığını şöyle ifade ediyor.

“Marks, gördüğü- müz gibi, işçi sını- fının tüm devlet mekanizmasını parçalamak, pa- ramparça etmek, havaya uçurmak (bu ifadeyi Engels kullanıyor.) zorun- da olduğunu söy- lemek istiyor. Bu- na karşılık Berns- tein, sanki Marks bu sözlerle işçi sınıfını, iktidarı ele geçirirken abartılı bir dev- rimciliğe düşmemesi için uyarmak istermiş gibi gösteriyor.

Marks’ın düşüncesinin daha kaba ve rezilce bir çarpıtılmasını düşünmek neredey- se imkansız.”

Marksizm’in oportünistler, revizyonist- ler vs. tarafından tahrif edilmesi çabası dün olduğu gibi bugün de çeşitli şekillerde orta- ya çıkıyor. Bu sayımızda Lenin’in verdiği ör- neklerden yola çıkarak Marksist devlet teori- sinin ne şekillerde çarpıtılmaya çalışıldığını göstermeye çalıştık. Lenin kendi döneminde Marksizm’i, özüne sadık kalarak savunmuş ve geliştirmiştir. Bu amaçla her türden opor- tünistlerle ideolojik anlamda kıyasıya bir mücadele yürütmüştür. Şimdi ise sıra bu eşsiz mirası, Marksizm’i sahiplenmiş, kendi- ne kılavuz edinmiş biz komünistlerdedir.

(23)

Taşın Günahı Ne? Yuh Artık!

Molotof kokteyli ateşli silah olarak kabul edildi. Hemen ardından bir önerge geldi “taş ta silah olarak sa-

yılsın”

“Cami Olsa Ambulans Verirdik”

Dersim’li genç, askerde kanser oldu- ğu anlaşılması üzere GATA’ya sevk edildi. Daha sonra hayatını kaybe- den genç memleketine götürülmek istendi. Fakat GATA’dan ambulans isteyen aileye şu denildi: “Cemevine

ambulans veremeyiz ama cami olsa verirdik.”

Tanrı’dan Gelen Son Dakika Haberi

Oda TV davası görüldüğü sırada ha- kimin kararı açıklamasından 20 Da-

kika önce Samanyolu Kanalı kararı hakimden önce açıkladı.

“Ben Hrant Değilim!”

Türkçe Meali Şudur: Ben İnsan Değilim!

AKP milletvekili yapmış olduğu ko- nuşmada “Hepimiz Ermeni’yiz Hepi-

miz Hrant’ız” sloganına gönderme yaparak şöyle dedi: “Ne Ermeni’yim

Ne Hrant’ım”

Biz buradan cevap verelim. Bu söz- lerle belli ki insan olmadığını ispatla-

maya çalışıyorsun. Ama merak etme biz bunu zaten biliyoruz.

RTÜK:

“Yaşasın Pornoyla Mücadelemiz”

Rtük, porno ve seksi çağrıştıran bazı klipler konusunda müzik kanallarını uyardı. Son olarak ise özel bir tele-

vizyon kanalında yayınlanan bir gençlik dizisi nedeniyle dizinin ya-

yınlandığı kanala 400 bin tl ceza kesti. Sebep oyuncuların sahneye şort, mayo, külotlu çorap, tayt vs.

ile çıkmaları.

(24)

SEVİNÇ SEVDADA

Sevince ortak olalım

sokak arası, dudak arası Her saat başlangıcı

Her dem olası meydan havası.

Çember daraldı Elektroşok

Hükmün gözyaşları içen Alın terinin kapkaççısı Eşitsizliği besleyen.

Sevinç sevdada!

Selam olsun.

Diyalektik hercai menekşesi, 12' den bekleşir gözleri düşlerimizin ülkesi.

Aldılar, bir gök kırmızılığında Şimşekleri çaktılar.

Sordular,

Sevince ortak kim Yangınlarda alevlenen yana döne

közlenen bağırmalar!

Ser verip sır saklayan Sevince ortak olanlar.

Bağırtıdan medet uman Ey ademoğlu!

Gözyaşları içen tarihte tarifli

insafa gelemezsin sen.

Yeni Dünya Gençliği Okuru

Referanslar

Benzer Belgeler

Kendine verimli ve kısmen verimli çeşitlerde tozlayıcı kullanıldığında meyve tutumu daha yüksek olur, verim artar, meyve daha iri ve gösterişli olur, çekirdek

Olayların den-geler metaforu ile değil süreç metaforu ile değerlendirilmesi; değişken uluslararası dinamikle-re uygun değişken çok boyutlu uluslararası politika

• Hem Kosta Rika hem de Perulu sincap maymunlarında, birçok lemur türünde olduğu gibi, yetişkin dişiler neredeyse tüm yıl boyunca erkeklerin üzerinde baskındır ve

Bu bize tehlike karşısında kendimizi ne kadar zayıf ve incinebilir hissetsek bile, yardımımıza gereksinim duyan daha savunmasız insanlarla çevrili olduğumuzu

Mini FLOWATCH ® 1 drenaj pompası, ISO 9001 sertifikalı fabrikalarında, 10 kw (36.000 Btu) soğutma kapasitesine kadar sahip klima cihazları için, kalite seviyesi her zaman

Bir önceki on yılda dünya ithalat ve ihracat hacmi içinde çok önemli paylara sahip olan bazı ülkeler önemlerini göreceli olarak yitrirken, yeni sanayileşen ülkelerin (NIC)

B ursa’daki toplu açılış törenin ardından Büyükşehir Beledi- yesi tarafından yaptırılan ve Bursa’nın göç tarihinin anla- tıldığı Göç Müzesi’nin açılış

Bu nitelikleri nedeniyle modern dönemde yapılan geleneksel tarih ve bu tarih aracılığıyla oluşturulmuş ideoloji yerini soykütüksel bir tarih anlayışına