• Sonuç bulunamadı

Yirmi Dördüncü Söz. Birinci Dal. Şu âyet-i celîlenin şecere-i nûrâniyesinin çok hakikatlerinden bir hakikatinin

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "Yirmi Dördüncü Söz. Birinci Dal. Şu âyet-i celîlenin şecere-i nûrâniyesinin çok hakikatlerinden bir hakikatinin"

Copied!
39
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Yirmi Dördüncü Söz

(Şu Söz “Beş Dal”dır. Dördüncü Dal’a dikkat et. Beşinci Dal’a yapış çık, meyvelerini kopar al.)

ِ ِ َّ ا ِ ٰ ْ َّ ا ِّٰ ا ِ ــــــ ْ ِ

1

ٰ ْ ُ ْ ا ُءא ْ َ ْ ا ُ َ َ ُ َّ ِإ َ ٰ ِإ ُ ّٰ َا

Şu âyet-i celîlenin şecere-i nûrâniyesinin çok hakikatlerinden bir hakika- tinin “Beş Dal”ına işaret ederiz.

Birinci Dal

Nasıl ki, bir sultanın kendi hükûmetinin dairelerinde ayrı ayrı unvanları ve raiyetinin tabakalarında başka başka nam ve vasıfları ve saltanatının mer- tebelerinde çeşit çeşit isim ve alâmetleri vardır... Meselâ; adliye dairesinde hâkim-i âdil ve mülkiyede sultan ve askeriyede kumandan-ı âzam ve ilmiye- de halîfe... Daha buna kıyasen sair isim ve unvanlarını bilsen anlarsın ki; bir tek padişah, saltanatının dairelerinde ve tabaka-yı hükûmet mertebelerinde bin isim ve unvana sahip olabilir. Güya o hâkim, her bir dairede şahsiyet-i mâneviye haysiyetiyle ve telefonuyla mevcut ve hâzırdır; bulunur ve bilir. Ve her tabakada kanunuyla, nizamıyla, mümessiliyle meşhud ve nâzırdır, görü- nür, görür. Ve her bir mertebede perde arkasında, hükmüyle, ilmiyle, kuvve- tiyle, mutasarrıf ve basîrdir; idare eder, bakar. Öyle de:

Ezel, Ebed Sultan’ı olan Rabbü’l-âlemîn için, rubûbiyetinin mertebelerin- de ayrı ayrı, fakat birbirine bakar şe’n ve namları ve ulûhiyetinin dairelerinde başka başka, fakat birbiri içinde görünür isim ve nişanları ve haşmet-nümâ ic- raatında ayrı ayrı, fakat birbirine benzer temessül ve cilveleri ve kudretinin ta- sarrufatında başka başka, fakat birbirini ihsas eder unvanları var. Ve sıfatlarının

1 “O’dur Allah. O’ndan başka yoktur İlâh. Hep O’nundur, en güzel isimler ve vasıflar.” (İsrâ sûresi, 17/110; Tâhâ sûresi, 20/8; Haşir sûresi, 59/24).

(2)

tecelliyâtında başka başka, fakat birbirini gösterir mukaddes zuhûratı var. Ve ef’âlinin cilvelerinde çeşit çeşit, fakat birbirini ikmâl eder hikmetli tasarrufatı var. Ve rengârenk sanatında ve mütenevvi’ masnuatında çeşit çeşit, fakat birbi- rini temaşa eder haşmetli rubûbiyyât’ı vardır. Bununla beraber kâinatın her bir âleminde, her bir tâifesinde, esmâ-yı hüsnâdan bir ismin unvanı tecelli eder. O isim o dairede hâkimdir. Başka isimler orada ona tâbidirler; belki onun zımnın- da bulunurlar. Hem mahlûkatın her bir tabakasında az ve çok, küçük ve büyük, has ve âmm her birisinde has bir tecelli, has bir rubûbiyet, has bir isimle cilvesi vardır. Yâni o isim her şeye muhît ve âmm olduğu hâlde öyle bir kasd ve ehem- miyetle bir şeye teveccüh eder.. güya o isim yalnız o şeye hastır. Hem bununla beraber Hâlık-ı Zülcelâl, her şeye yakın olduğu hâlde, yetmiş bine yakın nuranî perdeleri vardır.1 Meselâ; sana tecelli eden Hâlık isminin mahlûkıyetindeki cüz’î mertebesinden tut, tâ bütün kâinatın Hâlık’ı olan mertebe-i kübra ve unvan-ı âzama kadar ne kadar perdeler bulunduğunu kıyas edebilirsin.

Demek bütün kâinatı arkada bırakmak şartıyla mahlûkıyetin kapısından Hâlık isminin müntehasına yetişirsin, daire-i sıfâta yanaşırsın. Madem, perde- lerin birbirine temaşa eder pencereleri var ve isimler, birbiri içinde görünüyor ve şuunat, birbirine bakar ve temessülât, birbiri içine girer ve unvanlar, birbiri- ni ihsas eder ve zuhûrat, birbirine benzer ve tasarrufat, birbirine yardım edip it- mam eder ve rubûbiyetin mütenevvi terbiyeleri, birbirine imdat edip muavenet eder; elbette gerektir ki, Cenâb-ı Hakk’ı bir isim, bir unvan ile, bir rubûbiyetle ve hâkezâ.. tanısa, başka unvanları, rubûbiyetleri, şe’nleri, içinde inkâr etme- sin. Belki, her bir ismin cilvesinden sair esmâya intikal etmezse zarar eder.

Meselâ: Kadîr ve Hâlık isminin eserini görse, Alîm ismini görmezse gaflet ve tabiat dalâletine düşebilir. Belki lâzım gelir ki, onun nazarı, daima karşısında

2

ُ ّٰ ا َ ُ َ ُ

okusun, görsün. Onun kulağı her şeyden 3

ٌ َ َأ ُ ّٰ ا َ ُ ْ ُ

dinlesin, işitsin. Onun lisanı 4

ْ َ אَ ْ َ َ ِ ْ َاَ َ َ ُ َّ ِإ َ ِٰإ َ

desin, ilân etsin. İşte Kur’ân-ı Mübîn 5

ٰ ْ ُ ْا ُءא ْ َ ْ ا ُ َ َ ُ َّ ِإ َ ٰ ِإ ُ ّٰ َا

fermanıyla, zikrettiğimiz hakikatlere işaret eder.

1 Arada yetmiş bine yakın perde olduğuna dair bkz.: Ebû Ya’lâ, el-Müsned 13/520; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 6/278, 8/382. Ayrıca bu perdeler olmasa, azamet-i ilâhiyeden her şeyin mahv olacağına dair bkz.: Müslim, îmân 293; İbni Mâce, mukaddime 13.

2 O, O Allah’tır.

3 “De ki: O, Allah’tır, gerçek İlahtır ve Birdir.” (İhlâs sûresi, 112/1) 4 Âlem hep beraber “Lâ ilâhe illâ Hû” diyor.

5 “O’dur Allah. O’ndan başka yoktur İlâh. Hep O’nundur, en güzel isimler ve vasıflar.” (İsrâ sûresi, 17/110; Tâhâ sûresi, 20/8; Haşir sûresi, 59/24).

(3)

Eğer o yüksek hakikatleri yakından temaşa etmek istersen, git fırtınalı bir denizden, zelzeleli bir zeminden sor. “Ne diyorsunuz?” de. Elbette “Yâ Celîl!

Yâ Celîl! Yâ Azîz! Yâ Cebbâr!” dediklerini işiteceksin. Sonra deniz için- de ve zemin yüzünde merhamet ve şefkatle terbiye edilen küçük hayvanât- tan ve yavrulardan sor. “Ne diyorsunuz?” de. Elbette “Yâ Cemîl! Yâ Cemîl!

Yâ Rahîm! Yâ Rahîm!” diyecekler1(Hâşiye) Semâyı dinle. Nasıl “Yâ Celîl-i Zülcemâl” diyor. Ve arza kulak ver. Nasıl “Yâ Cemîl-i Zülcelâl” diyor. Ve hayvanlara dikkat et. Nasıl “Yâ Rahmân! Yâ Rezzâk!” diyorlar. Bahardan sor. Bak nasıl “Yâ Hannân! Yâ Rahmân! Yâ Rahîm! Yâ Kerîm! Yâ Latîf!

Yâ Atûf! Yâ Musavvir! Yâ Münevvir! Yâ Muhsin! Yâ Müzeyyin!” gibi çok esmâyı işiteceksin. Ve insan olan bir insandan sor. Bak nasıl bütün esmâ-yı hüsnâyı okuyor ve cephesinde yazılı. Sen de dikkat etsen okuyabilirsin. Güya kâinat, azîm bir musîka-yı zikriyedir. En küçük nağme, en gür nağamata ka- rışmakla, haşmetli bir letafet veriyor. Ve hâkezâ kıyas et.

Fakat, çendan insan bütün esmâya mazhardır; fakat kâinatın tenevvü- ünü ve melâikenin ihtilâf-ı ibâdâtını intac eden tenevvü-ü esmâ, insanların dahi bir derece tenevvüüne sebep olmuştur. Enbiyânın ayrı ayrı şeriatleri, evliyanın başka başka tarikatları, asfiyânın çeşit çeşit meşrebleri şu sırdan neşet etmiştir. Meselâ: Îsâ (aleyhisselâm), sair esmâ ile beraber Kadîr ismi on- da daha galiptir. Ehl-i aşkta Vedûd ismi ve ehl-i tefekkürde Hakîm ismi da- ha ziyade hâkimdir.

1(Hâşiye) Hattâ bir gün kedilere baktım. Yalnız yemeklerini yediler, oynadılar, yattılar. Hatırıma geldi: Nasıl bu vazifesiz canavarcıklara mübarek denilir? Sonra gece yatmak için uzandım.

Baktım, o kedilerden birisi geldi, yastığıma dayandı, ağzını kulağıma getirdi. Sarih bir sûret- te “Yâ Rahîm, Yâ Rahîm, Yâ Rahîm, Yâ Rahîm!” diyerek güya hatırıma gelen itirazı ve tahkiri, tâifesi namına reddedip yüzüme çarptı.

Aklıma geldi: Acaba şu zikir bu ferde mi mahsustur? Yoksa tâifesine mi âmmdır? Ve işit- mek yalnız benim gibi haksız bir mûterize mi münhasırdır? Yoksa herkes dikkat etse bir derece işitebilir mi? Sonra sabahleyin başka kedileri dinledim. Çendan onun gibi sarih değil, fakat mütefâvit derecede aynı zikri tekrar ediyorlar. Bidâyette hırhırları arkasında

Yâ Rahîm” fark edilir. Git gide hırhırları, mırmırları, aynı “Yâ Rahîm!” olur. Mahreçsiz, fasih bir zikr-i hazîn olur. Ağzını kapar, güzel “Yâ Rahîm!” çeker. Yanıma gelen ihvanlara hikâye ettim. Onlar dahi dikkat ettiler, “Bir derece işitiyoruz” dediler. Sonra kalbime geldi:

Acaba şu ismin vech-i tahsisi nedir? Ve ne için insan şivesiyle zikrederler, hayvan lisanıy- la etmiyorlar? Kalbime geldi: Şu hayvanlar çocuk gibi çok nazdar ve nazik ve insana karı- şık bir arkadaş olduğundan, çok şefkat ve merhamete muhtaçtırlar. Okşandığı vakit hoşla- rına giden taltifleri gördükleri zaman, o nimete bir hamd olarak, kelbin hilâfına olarak esbâ- bı bırakıp yalnız kendi Hâlık-ı Rahîm’inin rahmetini kendi âleminde ilân ile nevm-i gaflette olan insanları ikaz ve “Yâ Rahîm” nidasıyla; “Kimden medet gelir ve kimden rahmet bek- lenir” esbap-perestlere ihtar ediyorlar.

YİRMİ DÖRDÜNCÜ SÖZ / BİRİNCİ DAL --- 355

(4)

İşte, nasıl eğer bir adam hem hoca, hem zâbit, hem adliye kâtibi, hem mülkiye müfettişi olsa; onun her bir dairede birer nisbeti, birer vazifesi, birer hizmeti, birer maaşı, birer mesuliyeti, birer terakkiyâtı ve muvaffakiyetsizliği- ne sebeb birer düşman ve rakipleri oluyor. Ve padişaha karşı çok unvanlar- la görünüyor ve görür. Ve çok lisanlarla ondan medet ister. Ve âmirinin çok unvanlarına müracaat eder. Ve düşmanların şerrinden kurtulmak için, mua- venetini çok suretlerle talep eder. Öyle de: Çok esmâya mazhar ve çok vazi- felerle mükellef ve çok düşmanlara müptelâ olan insan; münâcâtında, istiâze- sinde çok isimleri zikreder. Nasıl ki, nev-i insanın medâr-ı fahri ve –elhak– en hakikî insan-ı kâmil olan Muhammed-i Arabî (aleyhissalâtü vesselâm), Cevşenü’l- Kebîr namındaki münâcâtında bin bir ismiyle dua ediyor, ateşten istiâze edi- yor. İşte şu sırdandır ki sûre-i

1

ِسאَّ َ ْا ِساَ ْ َ ْا ِّ َ ْ ِ ۝ ِسאَّ ا ِ ِٰإ ۝ ِسאَّ ا ِכِ َ ۝ ِسאَّ ا ِّبَ ِ ُذ ُ َأ ْ ُ

’de üç unvan ile istiâzeyi emrediyor ve

ِ ِ َّ ا ِ ٰ ْ َّ ا ِّٰ ا ِ ْ

’de üç ismiyle istiâneyi gösteriyor.

1 “De ki: İnsanların Rabbine, İnsanların yegane Hükümdarına, İnsanların İlâhına sığınırım, O sinsi şey- tanın şerrinden.” (Nâs sûresi, 114/1-4)

(5)

İkinci Dal

Çok esrarın anahtarlarını tazammun eden iki sırrı beyan eder.

Birinci Sır: “Evliya, ne için usûl-ü îmâniyede ittifak ettikleri hâlde, meş- hûdatlarında, keşfiyatlarında çok tehâlüf ediyorlar. Şuhud derecesinde olan keşifleri, bazen hilâf-ı vâki ve muhalif-i hak çıkıyor?

Hem niçin ehl-i fikir ve nazar, her biri kat’î bürhân ile hak telâkki ettikleri efkârlarında birbirine mütenakız bir surette hakikati görüyorlar ve gösteriyor- lar? Bir hakikat niçin çok renklere giriyor?”

İkinci Sır: “Enbiyâ-yı sâlife, niçin haşr-i cismânî gibi bir kısım erkân-ı îmâ- niyeyi, bir derece mücmel bırakmışlar; Kur’ân gibi tafsilât vermemişler? Sonra ümmetlerinden bir kısmı ileride o mücmel olan erkânı, inkâra kadar gitmişler?

Hem niçin hakikî ârif olan evliyânın bir kısmı yalnız tevhidde ileri gitmiş- ler? Hattâ derece-i hakkalyakîne kadar gittikleri hâlde, bir kısım erkân-ı îmâ- niye onların meşreblerinde pek az ve mücmel bir surette görünüyor. Hattâ onun içindir ki; onlara tebâiyet edenler, ileride o erkân-ı îmâniyeye lâzım olan ehemmiyeti vermemişler, hattâ bazıları sapmışlar. Madem bütün erkân-ı îmâ- niyenin inkişafıyla hakikî kemâl bulunur; niçin ehl-i hakikat bazısında çok ileri ve bir kısmında çok geri kalmışlar? Hâlbuki; bütün esmânın mertebe-i âzam- larının mazharı ve bütün enbiyânın serveri olan Resûl-i Ekrem (aleyhissalâtü ves- selâm) ve bütün kütüb-ü mukaddesenin reis-i enveri olan Kur’ân-ı Hakîm, bü- tün erkân-ı îmâniyeyi vâzıh bir surette, pek ciddî bir ifadede ve kasdî bir tarz- da tafsil etmişlerdir?”

Evet, çünkü; hakikatte hakikî kemâl-i etem öyledir. İşte şu esrarın hikmeti şudur ki: İnsan çendan bütün esmâya mazhar ve bütün kemâlâta müstaiddir.

Lâkin iktidarı cüz’î, ihtiyarı cüz’î, istidatı muhtelif, arzuları mütefâvit olduğu hâlde; binler perdeler, berzahlar içinde hakikati taharri eder. Onun için haki- katin keşfinde ve hakkın şuhudunda berzahlar ortaya düşüyor. Bazılar ber- zahtan geçemiyorlar. Kabiliyetler başka başka oluyor. Bazıların kabiliyeti, ba- zı erkân-ı îmâniyenin inkişafına menşe’ olamıyor. Hem esmânın cilvelerinin renkleri mazhara göre tenevvü ediyor, ayrı ayrı oluyor. Bazı mazhar olan zât, bir ismin tam cilvesine medâr olamıyor. Hem külliyet ve cüz’iyet ve zılliyet ve

(6)

asliyet itibarıyla cilve-i esmâ, başka başka suret alıyor. Bazı istidat, cüz’iyetten geçemiyor ve gölgeden çıkamıyor. Ve istidata göre bazen bir isim galip olu- yor. Yalnız kendi hükmünü icra ediyor. O istidatta onun hükmü hükümran oluyor. İşte şu derin sırra ve şu geniş hikmete esrarlı, geniş ve hakikat ile bir derece karışık bir temsil ile bazı işaretler ederiz.

Meselâ: Zühre namıyla nakışlı bir çiçek ve kamere âşık hayatlı bir katre ve güneşe bakan safvetli bir reşhayı farz ediyoruz ki; her birisinin bir şuuru, bir kemâli var ve o kemâle bir iştiyakı bulunuyor. Şu üç şeyde çok hakikatle- re işaret etmekle beraber nefis ve akıl ve kalbin sülûklerine işaret eder ve üç tabaka ehl-i hakikate misâldir.1(Hâşiye)

Birincisi: Ehl-i fikir, ehl-i velâyet, ehl-i nübüvvetin işârâtıdır.

İkincisi: Cismânî cihâzât ile kemâline sa’yedip hakikate gidenleri... Ve nefsin tezkiyesiyle ve aklın istimâliyle mücâhede etmekle hakikate gidenleri...

Ve kalbin tasfiyesiyle ve îmân ve teslimiyetle hakikate gidenlerin misâlleridir.

Üçüncüsü: Enâniyeti bırakmayan ve âsâra dalan ve yalnız istidlâliyle ha- kikate giden... Ve ilim ve hikmetle ve akıl ve mârifetle hakikati aramaya gi- den... Ve îmân ve Kur’ân ile, fakr ve ubûdiyetle hakikate çabuk giden ayrı ay- rı istidatta bulunan üç tâifenin hikmet-i ihtilâflarına işaret eden temsillerdir.

İşte şu üç tabakanın terakkiyâtındaki sırrı ve geniş hikmeti; “Zühre”, “Kat- re”, “Reşha” unvanları altında bir temsil ile bir derece göstereceğiz.

Meselâ: Güneşin kendi Hâlık’ının izniyle ve emriyle üç çeşit tecellisi ve in’ikâsı ve ifazâsı var; birisi çiçeklere, birisi kamere ve seyyarelere, birisi şişe ve su gibi parlaklara verdiği ayrı ayrı in’ikâslarıdır.

Birincisi; üç tarzdadır: Biri, küllî ve umumî bir tecelli ve in’ikâsdır ki; bü- tün çiçeklere birden ifâzâsıdır. Biri de has bir tecellidir ki, her bir nev’e göre bir hususî in’ikâsı vardır. Biri de cüz’î bir tecellidir ki, her bir çiçeğin şahsiye- tine göre bir ifâzasıdır. Şu temsilimiz, o kavle göredir ki; çiçeklerin süslü renk- leri güneşin ziyâsındaki yedi rengin istihale-i in’ikâsiyesinden neşet ediyor ve bu kavle göre çiçekler dahi güneşin bir çeşit aynalarıdır.

İkincisi: Güneşin kamere ve seyyarelere, Fâtır-ı Hakîm’in izniyle verdiği nur ve feyizdir. Şu küllî ve geniş feyiz ve nurdan sonra kamer, o ziyânın gölgesi

1(Hâşiye) Her tabakada dahi üç tâife var. Temsildeki üç misâl, her tabakadaki o üç tâifeye, bel- ki dokuz tâifeye bakar. Yoksa üç tabakaya değil.

(7)

hükmünde olan nuru, güneşten küllî bir surette istifade eder. Sonra hususî bir tarzda denizlere ve havaya ve parlak toprağa ve bir suret-i cüz’iyyede de- nizin kabarcıklarına ve toprağın şeffaflarına ve havanın zerrelerine ifâde ve ifâzâsıdır.

Üçüncüsü: Güneş’in emr-i ilâhî ile cevv-i havayı ve denizlerin yüzlerini birer ayna ederek sâfi ve küllî ve gölgesiz bir in’ikâsı var. Sonra o güneş, de- nizin kabarcıklarına ve suyun katrelerine ve havanın reşhalarına ve kar’ın şi- şeciklerine, her birine birer cüz’î aksi, birer küçük timsâlini veriyor.

İşte güneşin her bir çiçeğe ve kamere mukabil her bir katreye, her bir reş- haya mezkûr üç cihette ikişer tarîk ile teveccüh ve ifâzâsı var:

Birinci Tarîk: Bil-asâle doğrudan doğruya berzahsız, hicapsızdır. Şu yol, nübüvvetin tarîkını temsil eder.

İkinci Yol: Berzahlar tavassut eder. Ayna ve mazharların kabiliyetleri, şem- sin cilvelerine birer renk takıyor. Şu yol ise, velâyet mesleğini temsil eder.

İşte “Zühre”, “Katre”, “Reşha” her birisi evvelki yolda diyebilirler ki: “Ben umum âlem güneşinin bir aynasıyım.” Fakat ikinci yolda öyle diyemez. Belki,

“Ben kendi güneşimin aynasıyım, veyahut nev’ime tecelli eden güneşin ayna- sıyım.” der. Çünkü; güneşi öyle tanıyor. Bütün âleme bakar bir güneşi göremi- yor. Hâlbuki o şahsın veyahut nev’inin veya cinsinin güneşi, dar berzah için- de mahdut bir kayıt altında ona görünüyor. Hâlbuki kayıtsız, berzahsız, mutlak güneşin âsârını o mukayyed güneşe veremiyor. Çünkü: Bütün yeryüzünü ısıt- mak, tenvir etmek; umum nebâtat, hayvanâtın hayatlarını tahrik etmek ve sey- yaratı etrafında döndürmek gibi haşmet-nümâ eserleri, o dar kayıt ve mahdut berzah içinde gördüğü güneşe, şuhud-u kalbî ile veremiyor. Belki o âsâr-ı acî- beyi, eğer o şuurlu farz ettiğimiz üç şey, o kayıt altında gördüğü güneşe verse de, sırf aklî ve îmânî bir tarzda –ve o mukayyed, ayn-ı mutlak olduğunu– bir teslîmiyet ile verebilir. Fakat o, insan gibi akıllı farz ettiğimiz “Zühre”, “Katre”,

“Reşha” şu hükümleri, yâni pek büyük âsârı güneşlerine isnad etmeleri aklîdir, şuhûdî değil. Belki bazen hükm-ü îmânileri, şuhud-u kevniyelerine müsademe eder. Pek güçlükle inanabilirler.

İşte hakikate dar gelen ve bazı köşelerinde hakikatin âzaları görünen ve hakikatle karışık şu temsil içine üçümüz de girmeliyiz. Üçümüz de kendimizi

“Zühre”, “Katre”, “Reşha” farz edeceğiz. Zira onlarda farz ettiğimiz şuur kâfi gelmiyor. Biz aklımızı dahi onlara katmalıyız. Yâni onlar maddî güneşlerinden nasıl feyiz alıyorlar, biz de mânevî güneşimizden öyle alıyoruz, anlamalıyız.

YİRMİ DÖRDÜNCÜ SÖZ / İKİNCİ DAL--- 359

(8)

İşte sen, ey dünyayı unutmayan ve maddiyata tevağğul eden ve nefsi ke- safet peyda eden arkadaş! Sen “Zühre” ol. Nasıl ki o “Zühre çiçeği”, ziyâ-yı şemsten inhilâl etmiş bir renk alıyor. Ve o bir renk içinde şemsin timsâlini ka- rıştırıp kendine zînetli bir suret giydiriyor. Zira senin istidatın dahi ona benzer.

Hem şu esbaba dalmış Eski Said gibi mektepli feylesof ise, kamere âşık olan “Katre” olsun ki; kamer, güneşten aldığı ziyâ zıllini ona verir ve onun göz bebeğine bir nur verir. O da o nur ile parlar. Fakat o “Katre” o nur ile yal- nız kameri görür, güneşi göremez. Belki îmânıyla görebilir.

Hem, şu her şeyi doğrudan doğruya Cenâb-ı Hak’tan bilir, esbâbı bir perde telâkki eder fakir adam, o da “Reşha” olsun. Öyle bir “Reşha” ki; ken- di zâtında fakirdir. Hiçbir şeyi yok ki; ona dayanıp “Zühre” gibi kendine gü- vensin. Hiçbir rengi yok ki; onunla görünsün. Başka şeyleri de tanımıyor ki, ona teveccüh etsin. Hâlis bir safveti var ki; doğrudan doğruya güneşin timsâ- lini göz bebeğinde saklıyor. Şimdi madem biz bu üç şey yerine geçtik; kendi- mize bakmalıyız. Bizde ne var? Ne yapacağız?..

İşte bakıyoruz ki: Bir Zât-ı Kerîm, ihsanıyla bizi gayet derece tezyin ve ten- vir ve terbiye ediyor. İnsan ise, ihsan edene perestiş eder. perestişe lâyık ola- na, kurbiyyet ister ve görmek talep eder. Öyle ise, her birimiz istidatımıza göre, o muhabbet cazibesiyle sülûk edeceğiz. Ey Zühre-misâl! Sen gidiyorsun, fakat çiçek olarak git. İşte gittin. Terakki ede ede, tâ bir mertebe-i külliyeye geldin.

Güya bütün çiçeklerin hükmüne geçtin. Hâlbuki, “Zühre” kesif bir aynadır.

Onda ziyâdaki yedi renk inhilâl ve inkisar eder. şemsin aksini gizler. Sen, sev- diğin güneşin yüzünü görmekte muvaffak olamazsın. Çünkü; kayıtlı olan renk- ler, hususiyetler, dağıtıyor, perde çekiyor, gösteremiyor. Sen şu hâlde suretle- rin, berzahların ortaya girmesiyle neşet eden firâktan kurtulamazsın.

Lâkin bir şart ile kurtulabilirsin ki, sen kendi nefsinin muhabbetine dalmış olan başını kaldırasın ve nefsin mehâsini ile telezzüz ve iftihar eden nazarını çekesin, gökyüzündeki güneşin yüzüne atasın. Hem, başaşağı celb-i rızık için toprağa bakan yüzünü, yukarıdaki şemse çeviresin. Çünkü; sen, onun ayna- sısın. Vazifen, aynadarlıktır. Bilsen, bilmesen, hazine-i rahmet kapısı olan top- rak tarafından senin rızkın gelecektir.

Evet nasıl bir çiçek, güneşin küçücük bir aynasıdır. Şu koca güneş dahi gök denizinde Şems-i Ezelî’nin “Nur” isminden tecelli eden bir lem’anın kat- re-misâl bir aynasıdır.

Ey kalb-i insanî! Sen, nasıl bir güneşin aynası olduğunu bundan bil. Bu şartı yaptıktan sonra kemâlini bulursun. Fakat güneşi, nefsü’l-emirde nasıl ise

(9)

öyle göremezsin. O hakikati, çıplak anlamazsın. Belki, senin sıfatlarının renk- leri ona bir renk verir ve kesafetli dürbünün bir suret takar. Ve kayıtlı kabili- yetin bir kayıt altına alır.

Şimdi sen dahi ey katre içine giren hakîm feylesof! Senin katre-i fikrin dür- bünüyle, felsefenin merdiveniyle tâ kamere kadar terakki ettin, kamere gir- din. Bak, kamer kendi zâtında kesafetli, zulümâtlıdır. Ne ziyâsı var, ne hayatı.

Senin sa’yin beyhude, ilmin faydasız gitti. Sen yeisin zulümâtından ve kimse- sizliğin vahşetinden ve ervâh-ı habîsenin iz’acatından ve o vahşetin dehşetin- den şu şartlar ile kurtulabilirsin ki; tabiat gecesini terk edip hakikat güneşine teveccüh etsen ve yakînen inansan ki, şu gece nurları gündüz güneşinin ışık- larının gölgeleridir... Bu şartı yaptıktan sonra, sen kemâlini bulursun. Fakir ve karanlıklı kamer yerine, haşmetli güneşi bulursun. Fakat sen dahi öteki arka- daşın gibi, güneşi safi göremezsin. Belki senin aklın ve felsefen, ünsiyet ve ül- fet ettikleri perdeler arkasında ve ilim ve hikmetin nescettiği hicabların halfin- de ve kabiliyetin verdiği bir renk içinde görebilirsin.

İşte Reşha-misâl üçüncü arkadaşınız ki, hem fâkirdir, hem renksizdir.

Güneş’in hararetiyle çabuk tebahhur eder, enâniyetini bırakır, buhara biner, havaya çıkar. İçindeki madde-i kesife; nâr-ı aşk ile ateş alır, ziyâ ile nura dö- ner. O ziyânın cilvelerinden gelen bir şuaa yapışır, yanaşır. Ey Reşha-misâl!

Madem doğrudan doğruya güneşe aynadarlık ediyorsun, sen hangi merte- bede bulunsan bulun, ayn-ı şemse karşı aynelyakîn bir tarzda, sâfi bakılacak bir delik, bir pencere bulursun. Hem o şemsin âsâr-ı acîbesini ona vermekte müşkülat çekmeyeceksin. Ona lâyık haşmetli evsafını tereddütsüz verebilirsin.

Saltanat-ı zâtiyesinin dehşetli âsârını ona vermekte, hiçbir şey senin elinden tutup ondan vazgeçiremez. Seni ne berzahların darlığı, ne kabiliyetlerin kay- dı, ne aynaların küçüklüğü seni şaşırtmaz; hilâf-ı hakikate sevk etmez. Çünkü sen, sâfi, hâlis, doğrudan doğruya ona baktığın için anlamışsın ki, mazharlar- da görünen ve aynalarda müşâhede olunan güneş değil, belki bir nevi cilvele- ridir, bir çeşit renkli akisleridir. Çendan o akisler onun unvanlarıdır. Fakat bü- tün âsâr-ı haşmetini gösteremiyorlar. İşte şu hakikatle karışık temsilde, böyle başka başka üç tarîk ile kemâle gidilir. Ve o kemâlâtın mezâyâsında ve mer- tebe-i şuhudun tafsilâtında başka başkadırlar. Fakat neticede ve Hakk’a iz’- an ve hakikati tasdikte ittifak ederler. İşte, nasıl bir gece adamı ki, hiç güne- şi görmemiş. Yalnız kamer aynasında bir gölgesini görüyor. Güneşe mahsus haşmetli ziyâyı, dehşetli cazibeyi aklına sığıştıramıyor. Belki görenlere teslim olup taklid ediyor. Öyle de: Verâset-i Ahmediye (aleyhissalâtü vesselâm) ile Kadîr YİRMİ DÖRDÜNCÜ SÖZ / İKİNCİ DAL--- 361

(10)

ve Muhyî gibi isimlerin mertebe-i uzmasına yetişmeyen, haşr-i âzam’ı ve kıyâ- met-i kübrâyı taklidî olarak kabul eder, “Aklî bir mesele değildir” der. Çünkü;

hakikat-i Haşir ve Kıyâmet, ism-i âzam’ın ve bazı esmânın derece-i âzamının mazharıdır. Kimin nazarı oraya çıkmazsa taklide mecburdur. Kimin fikri ora- ya girse, Haşir ve Kıyâmet’i, gece-gündüz, kış ve bahar derecesinde kolay gö- rür, itmi’nân-ı kalb ile kabul eder.

İşte şu sırdandır ki: Haşir ve Kıyâmet’i en âzam mertebede, en ekmel taf- sîlâtla Kur’ân zikrediyor. Ve ism-i âzam’ın mazharı olan Peygamberimiz (aley- hissalâtü vesselâm) ders veriyor. Ve eski peygamberler ise, hikmet-i irşâdın iktiza- sıyla, bir derece basit ve ibtidâî bir hâlde olan ümmetlerine Haşr’i, en âzam bir derecede, en geniş bir tafsilâtla ders vermemişler. Hem şu sırdandır ki; bir kısım ehl-i velâyet, bazı erkân-ı îmâniyeyi mertebe-i uzmasında görmemiş- ler veya gösterememişler. Hem şu sırdandır ki, Mârifetullah’da derecât-ı âri- fîn çok tefavüt ediyor. Daha bunlar gibi çok esrar şu hakikatten inkişaf eder.

Şimdi şu temsil, hem bir derece hakikati ihsas ettiğinden, hem hakikat çok ge- niş ve çok derin olduğundan biz dahi temsil ile iktifa ediyoruz. Haddimizin ve tâkatimizin fevkınde olan esrârâ girişmeyeceğiz.

(11)

Üçüncü Dal

Kıyâmet alâmetlerinden ve âhir zaman vukuatından ve bazı a’mâlin fazi- let ve sevaplarından bahseden ehâdis-i şerife güzelce anlaşılmadığından, akıl- larına güvenen bir kısım ehl-i ilim onların bir kısmına “zayıf” veya “mevzu”

demişler. Îmânı zayıf ve enaniyeti kavî bir kısım da, inkâra kadar gitmişler.

Şimdi tafsile girişmeyeceğiz. Yalnız “On İki Asl”ı beyan ederiz.

Birinci Asıl

Yirminci Söz’ün âhirindeki suâl ve cevapta izah ettiğimiz meseledir. İcmali şudur ki: Din bir imtihandır, bir tecrübedir. Ervah-ı âliyeyi, ervâh-ı sâfileden tefrik eder. Öyle ise, ileride herkese göz ile görülecek vukuatı öyle bir tarzda bahsedecek ki; ne bütün bütün meçhul kalsın, ne de bedihî olup herkes ister istemez tasdike mecbur kalsın. Akla kapı açacak, ihtiyarı elinden almayacak.

Zira, eğer tamamen bedâhet derecesinde bir alâmet-i kıyâmet görülse, her- kes tasdike muztar olsa; o vakit kömür gibi bir istidat, elmas gibi bir istidat ile beraber kalır. Sırr-ı teklif ve netice-i imtihan zâyi olur. İşte bunun için Mehdî ve Süfyan meseleleri gibi çok meselelerde çok ihtilâf olmuş. Hem, rivâyat da- hi çok muhteliftir, birbirine zıd hükümler olmuş.

İkinci Asıl

Mesâil-i İslâmiye’nin tabakatı vardır. Biri, bürhân-ı kat’î istese; diğeri bir zann-ı galibî ile iktifa eder. Başkası yalnız bir kabul-ü teslimî ve reddetmemek ister. Öyle ise, esâsât-ı îmâniyeden olmayan mesâil-i fer’iye veya vukuat-ı zamaniyenin her birinde bir iz’an-ı yakîn ile bir bürhân-ı kat’î istenilmez.

Belki yalnız reddetmemek ve teslimiyetle ilişmemektir.

Üçüncü Asıl

Zaman-ı Sahabede Benî İsrâil ve Nasârâ ulemâlarından çoğu İslâmiyet’e girdiler. Eski mâlûmatları dahi onlarla beraber Müslüman oldu. Bazı hilâf-ı vâki mâlûmat-ı sâbıkaları, İslâmiyet’in malı olarak tevehhüm edildi.

(12)

Dördüncü Asıl

Ehâdis-i Şerife râvilerinin bazı kavilleri veyahut istinbat ettikleri mânâları, metn-i hadîsten telâkki ediliyordu. Hâlbuki insan hatâdan hâlî olmadığı için, hi- lâf-ı vâki bazı istinbatları veya kavilleri hadîs zannedilerek zaafına hükmedilmiş.

Beşinci Asıl

1

َ ِ َّ َ ُ ِ َّ ُأ ِ َّنِإ

yâni 2

َ ِ َ ْ ُ

sırrınca bazı ehl-i keşif ve ehl-i velâyet olan muhaddîsîn-i muhaddesûn ilhamlarıyla gelen bazı meâni, hadîs telâkki edilmiş. Hâlbuki ilham-ı evliya –bazı arızalarla– hatâ olabilir. İşte bu neviden bir kısım hilâf-ı hakikat çıkabilir.

Altıncı Asıl

Beyne’n-nâs iştihar bulmuş bazı hikâyeler bulunuyor ki; durûb-u emsâl hükmüne geçer. Hakikî mânâsına bakılmaz. Ne maksat için sevk edilir, ona bakılır. İşte bu neviden beyne’n-nâs teârüf etmiş bazı kıssa ve hikâyatı, Resûl-i Ekrem (aleyhissalâtü vesselâm) bir maksad-ı irşâdî için, temsil ve kinâye nev’inden zikredivermiş. Şu nevi meselelerin mânâ-yı hakikîsinde kusur varsa, örf ve âdât-ı nâsa aittir ve teârüf ve tesâmu-ü umûmiye racidir.

Yedinci Asıl

Pekçok teşbih ve temsiller bulunuyor ki, mürûr-u zamanla veya ilmin elinden cehlin eline geçmesiyle hakikat-i maddiye telâkki ediliyor. Hatâya dü- şer. Meselâ: “Sevr” ve “Hût” isminde ve âlem-i misâlde sevr ve hût timsâlinde berrî ve bahrî hayvanât nâzırlarından iki melâiketullah3, âdeta bir koca öküz ve cismânî bir balık zannedilerek hadîse ilişilmiş. Hem meselâ: Bir vakit huzur-u nebevî’de derin bir ses işitildi. Resûl-i Ekrem (aleyhissalâtü vesselâm) fer- man etti ki: “Bu gürültü, yetmiş senedir yuvarlanıp tâ ancak bu dakika ce- hennemin dibine düşen bir taşın gürültüsüdür.”4 İşte bu hadîsi işiten, hakika- te vâsıl olmayan inkâra sapar. Hâlbuki yirmi dakika o hadîsten sonra katiyen

1 “Ümmetim içerisinde ilhama mazhar kimseler vardır.” (el-Kurtubî, el-Câmi’ li ahkâmi’l-Kur’ân 13/174. Ayrıca bkz.: Buhârî, fezâilü ashâb 6; Müslim, fezâilü’s-sahâbe 23)

2 İlhama mazhar olanlar.

3 Bkz.: et-Taberî, Câmiu’l-beyân 1/153, 194, 21/72; el-Hâkim, el-Müstedrek 4/636; İbni Abdilberr, et- Temhîd 4/9; el-Heysemî, Mecmeu’z-zevâid 8/131 (Bezzar’dan naklen).

4 Müslim, cennet 31; Ahmed İbni Hanbel, el-Müsned 3/341, 346.

(13)

sabittir ki: Biri geldi, Resûl-i Ekrem’e (aleyhisselâm) dedi ki: “Meşhur münâfık, yirmi dakika evvel öldü.” Yetmiş yaşına giren o münâfık cehennemin bir taşı olarak bütün müddet-i ömrü, tedennîde esfel-i sâfilîne, küfre sukuttan ibaret olduğunu gayet belîğane bir surette Resûl-i Ekrem (aleyhisselâm) beyan etmiştir.

Cenâb-ı Hak, o vefat dakikasında o sesi işittirip ona alâmet etmiştir.

Sekizinci Asıl

Cenâb-ı Hakîm-i Mutlak, şu dâr-ı tecrübe ve meydan-ı imtihanda çok mü- him şeyleri, kesretli eşya içinde saklıyor. O saklamakla çok hikmetler, çok mas- lahatlar bağlıdır. Meselâ: Leyle-i Kadr’i, umum Ramazan’da;1 saat-i icâbe-i du- ayı, Cuma gününde;2 makbul velîsini, insanlar içinde; eceli, ömür içinde3 ve kıyâmetin vaktini, ömr-ü dünya içinde4 saklamış. Zira ecel-i insan muayyen ol- sa, yarı ömrüne kadar gaflet-i mutlaka, yarıdan sonra darağacına adım adım gitmek gibi bir dehşet verecek. Hâlbuki, âhiret ve dünya müvazenesini muhafa- za etmek ve her vakit havf u recâ ortasında bulunmak maslahatı iktiza eder ki;

her dakika hem ölmek, hem yaşamak mümkün olsun. Şu hâlde müphem tarz- daki yirmi sene müphem bir ömür, bin sene muayyen bir ömre müreccahtır.

İşte kıyâmet dahi, şu insan-ı ekber olan dünyanın ecelidir. Eğer vakti ta- ayyün etseydi, bütün kurûn-u ûlâ ve vustâ, gaflet-i mutlakaya dalacak idiler ve kurûn-u uhrâ, dehşette kalacaktı. İnsan nasıl hayat-ı şahsiyesiyle, hanesi- nin ve köyünün bekasıyla alâkadardır; öyle de, hayat-ı içtimaiye ve nev’iye- siyle, küre-i arzın ve dünyanın yaşamasıyla alâkadardır.

Kur’ân 5

ُ َ א َّ ا ِ َ َ َ ْ ِا

der. “Kıyâmet yakındır.” ferman ediyor.

Bin bu kadar sene geçtikten sonra gelmemesi, yakınlığına halel vermez.

Zira Kıyâmet, dünyanın ecelidir. Dünyanın ömrüne nisbeten bin veya iki bin sene, bir seneye nisbetle bir-iki gün veya bir-iki dakika gibidir. Saat-i kıyâmet yalnız insâniyetin eceli değil ki, onun ömrüne nisbet edilip baîd görülsün.

İşte bunun içindir ki, Hakîm-i Mutlak, kıyâmet’i; “muğayyebât-ı hamse”den6

1 Bkz.: Buhârî, îmân 36, fazlü leyleti’l-kadr 2, 3, ta’bîr 8; Müslim, sıyâm 205-213.

2 Bkz.: Buhârî, cum’a 37, talâk 24, deavât 61; Müslim, cum’a 13-15.

3 Bkz.: Lokman sûresi, 31/34; Buhârî, istiskâ 29, tefsîru sûre (6) 1, (13) 1, (31) 2, tevhîd 4; Ahmed İbni Hanbel, el-Müsned 2/24, 52, 58, 122.

4 Bkz.: A’râf sûresi, 7/187; Lokman sûresi, 31/34; Ahmed İbni Hanbel, el-Müsned 5/389.

5 Bkz.: Kamer sûresi, 54/1.

6 Bkz.: Lokman sûresi, 31/34; Buhârî, istiskâ 29, tefsîru sûre (6) 1, (13) 1, (31) 2, tevhîd 4; Ahmed İbni Hanbel, el-Müsned 2/24, 52, 58, 122.

YİRMİ DÖRDÜNCÜ SÖZ / ÜÇÜNCÜ DAL--- 365

(14)

olarak ilminde saklıyor. İşte bu ibham sırrındandır ki; her asır, hattâ asr-ı hakikat-bîn olan asr-ı saadet dahi daima Kıyâmet’ten korkmuşlar. Hattâ bazı- ları: “Şerâiti hemen hemen çıkmış.” demişler.

İşte bu hakikati bilmeyen

insafsız insanlar derler ki

: “Âhiretin tafsilâ- tını ders alan müteyakkız kalbli, keskin nazarlı olan sahabelerin fikir- leri, niçin bin sene hakikatten uzak olarak fikirleri düşmüş gibi, istik- bâl-i dünyevîde bin dört yüz sene sonra gelecek bir hakikati asırların- da karîb zannetmişler?”

Elcevap

Elcevap

: Çünkü: Sahabeler, feyz-i sohbet-i Nübüvvet’ten herkesten zi- yade dâr-ı âhireti düşünerek, dünyanın fenasını bilerek, kıyâmetin ibham-ı vaktindeki hikmet-i ilâhiyeyi anlayarak ecel-i şahsî gibi dünyanın eceline kar- şı dahi daima muntazır bir vaziyet alarak, âhiretlerine ciddî çalışmışlar. Resûl-i Ekrem (aleyhissalâtü vesselâm): “Kıyâmeti bekleyiniz, intizar ediniz.”1 tekrar et- mesi, şu hikmetten ileri gelmiş bir irşâd-ı nebevî’dir. Yoksa vuku-u muayyene dair bir vahyin hükmüyle değildir ki, hakikatten uzak olsun. İllet ayrıdır, hik- met ayrıdır. İşte Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm)’ın bu nevi sözleri hikmet-i ib- hamdan ileri geliyor.

Hem şu sırdandır ki; Mehdî, Süfyan gibi âhir zamanda gelecek eşhasları çok zaman evvel, hattâ, tâbiîn zamanında onları beklemişler, yetişmek emelinde bu- lunmuşlar. Hattâ bazı ehl-i velâyet “Onlar geçmiş.” demişler. İşte bu da Kıyâmet gibi, hikmet-i ilâhiye iktiza eder ki; vakitleri taayyün etmesin. Çünkü; her za- man, her asır, kuvve-i mâneviyyenin takviyesine medâr olacak ve yeisten kurta- racak “Mehdî” mânâsına muhtaçtır. Bu mânâda her asrın bir hissesi bulunmak lâzımdır. Hem gaflet içinde fenalara uymamak ve lâkaydlıkta nefsin dizginini bı- rakmamak için, nifakın başına geçecek müthiş şahıslardan her asır çekinmeli ve korkmalı. Eğer tâyin edilseydi, maslahat-ı irşâd-ı umumî zâyi olurdu.

Şimdi, Mehdî gibi eşhâsın hakkındaki rivâyâtın ihtilâfâtı ve sırrı şudur ki:

Ehâdîsi tefsir edenler, metn-i ehadîsi, tefsirlerine ve istinbatlarına tatbik etmiş- ler. Meselâ: Merkez-i saltanat o vakit Şam’da veya Medîne’de olduğundan, vukuat-ı Mehdiye veya Süfyâniye’yi merkez-i saltanat civarında olan Basra, Kûfe, Şam gibi yerlerde tasavvur ederek öyle tefsir etmişler. Hem de o eşha- sın şahs-ı mânevîsine veya temsil ettikleri cemaate âit âsâr-ı azîmeyi o eşha- sın zâtlarında tasavvur ederek öyle tefsir etmişler ki, o eşhas-ı hârika çıktıkla- rı vakit bütün halk onları tanıyacak gibi bir şekil vermişler. Hâlbuki demiştik:

Bu dünya tecrübe meydanıdır. Akla kapı açılır, fakat ihtiyarı elinden alınmaz.

1 Buhârî, ilim 2, rikak 35; Ahmed İbni Hanbel, el-Müsned 2/361

(15)

Öyle ise, o eşhas, hattâ o müthiş Deccal dahi çıktığı zaman çokları, hattâ ken- disi de bidayeten Deccal olduğunu bilmez. Belki nur-u îmânın dikkatiyle, o eşhas-ı âhir zaman tanınabilir.

Alâmet-i Kıyâmet’ten olan Deccal hakkında hadîs-i şerifte: “Birinci gü- nü bir sene, ikinci günü bir ay, üçüncü günü bir hafta, dördüncü günü eyyam-ı saire gibidir.1 Çıktığı zaman dünya işitir.2 Kırk günde dünyayı ge- zer.3” rivayet ediliyor. İnsafsız insanlar bu rivayete muhâl demişler. Hâşâ şu rivayetin inkâr ve iptaline gitmişler. Hâlbuki: –4

ِ ّٰ ا َ ْ ِ ُ ْ ِ ْاَو

– hakikati şu ol- mak gerektir ki: Âlem-i küfrün en kesafetlisi olan şimalde, tabiiyyûnun fikr-i küfrîsinden süzülen bir cereyan-ı azîmin başına geçecek ve ulûhiyeti inkâr edecek bir şahsın, Şimal tarafından çıkmasına işaret ve şu işaret içinde bir remz-i hikmet vardır ki, kutb-u Şimalî’ye yakın dairede bütün sene, bir gece bir gündüzdür. Altı ayı gece, altı ayı gündüzdür. “Deccal’ın bir günü bir sene- dir.” o daire yakınında zuhuruna işarettir. “İkinci günü bir aydır.” demekten murad, Şimal’den bu tarafa geldikçe bazen olur yazın bir ayında güneş gurub etmez. Şu dahi, Deccal Şimal’den çıkıp âlem-i medeniyet tarafına tecavüzü- ne işarettir. Günü Deccal’a isnad etmekle şu işarete işaret eder. Daha bu ta- rafa geldikçe bir haftada güneş gurub etmiyor. Daha gele gele tulû’ ve gurub ortasında üç saat devam ediyor. Ben Rusya’da esârette iken böyle bir yerde bulundum. Bize yakın, bir hafta güneş gurub etmeyen bir yer vardı. Seyir için oraya gidiyorlardı. “Deccal’ın çıktığı vakit, umum dünya işitecek.” olan kaydı, telgraf ve radyo halletmiştir. Kırk günde gezmesini de, merkebi olan şimendi- fer ve tayyare halletmiştir. Eskiden bu iki kaydı muhâl gören mülhidler, şim- di âdi görüyorlar!..

Alâmet-i Kıyâmet’ten olan Ye’cüc ve Me’cüc’e ve Sedd’e dair, bir risale- de bir derece tafsilen yazdığımdan ona havale edip şurada yalnız şunu deriz ki: Eskiden Mançur, Moğol unvanıyla içtimaat-ı beşeriyeyi zîr u zeber eden tâifeler ve Sedd-i Çinî’nin yapılmasına sebebiyet verenler, kıyâmete yakın yi- ne anarşistlik gibi bir fikirle medeniyet-i beşeriyeyi zîr u zeber edecekleri, ri- vayetlerde vardır.

1 Bkz.: Müslim, fiten 110; Tirmizî, fiten 59; Ebû Dâvûd, melâhim 14; İbni Mâce, fiten 33; Ahmed İbni Hanbel, el-Müsned 4/181.

2 Bkz.: el-Hâkim, el-Müstedrek 4/573.

3 Bkz.: İbni Ebî Şeybe, el-Musannef 7/496; et-Taberânî, el-Mu‘cemü’l-kebîr 11/313; ed-Deylemî, el- Müsned 2/237; Nuaym İbni Hammâd, el-Fiten 2/543.

4 Gerçek bilgi Allah katındadır.

YİRMİ DÖRDÜNCÜ SÖZ / ÜÇÜNCÜ DAL--- 367

(16)

Bazı mülhidler derler

: “Bu kadar acâibi yapan ve yapacak tâifeler nerede?”

Elcevap

Elcevap

: Çekirge gibi bir âfât, bir mevsimde pek çok kesretle bulunur.

Mevsim değiştikçe memleketi fesada veren kesretli o tâifelerin hakikatleri, mahdut bazı ferdlerde saklanıyor. Yine zamanı geldikçe emr-i ilâhî ile o mah- dut ferdlerden gayet kesretli aynı fesat yine başlar. Güya onların hakikat-i mil- liyetleri inceliyor, kopmuyor. Yine mevsimi geldikçe zuhur ediyor. Aynen öy- le de; bir zaman dünyayı herc ü merc eden o tâifeler, izn-i ilâhî ile mevsimi geldiği vakit aynı o tâife, medeniyet-i beşeriyeyi herc ü merc edecekler. Fakat onların muharrikleri başka bir surette tezâhür eder.

1

ُ ّٰ ا َّ ِإ َ ْ َ ْ ا ُ َ ْ َ َ

Dokuzuncu Asıl

Mesâil-i îmâniyeden bir kısmın netâici, şu mukayyed ve dar âleme bakar.

Diğer bir kısmı, geniş ve mutlak olan âlem-i âhirete bakar. Amellerin fazilet ve sevabına dair ehâdîs-i şerifenin bir kısmı terğib ve terhibe münasip bir tesir vermek için belâgatlı bir üslûpta geldiğinden, dikkatsiz insanlar onları müba- lağalı zannetmişler. Hâlbuki bütün onlar ayn-ı hak ve mahz-ı hakikat oldukla- rından mücazefe ve mübalağa, içlerinde yoktur. Ezcümle, en ziyade insafsız- ların zihnini kurcalayan şu hadîstir ki:

2

ٍءא َ َ ْ ُ אَ ْ ِ ُ ِ אَכْا َبِ َ אَ ٍ َ ُ َ َحאَ َ ِّٰ ا َ ْ ِ אَ ْ ُّ ا ِ َ ِزُو ْ َ

–ev kemâ kal– meâl-i şerîfi: “Dünyanın Cenâb-ı Hakk’ın yanında bir sinek kanadı kadar kıymeti olsa idi, kâfirler bir yudum suyu ondan içmeyecek idiler.” hakikati şudur ki:

ِ ّٰ ا َ ْ ِ

tâbiri, âlem-i bekadan demektir. Evet âlem-i bekadan bir sinek kanadı kadar bir nur madem ebedîdir; yeryüzünü doldura- cak muvakkat bir nurdan daha çoktur.3 Demek koca dünyayı bir sinek kana- dıyla müvazene değil, belki herkesin kısacık ömrüne yerleşen hususî dünyası- nı, âlem-i bekadan bir sinek kanadı kadar daimî bir feyz-i ilâhîye ve bir ihsan-ı ilâhîye müvazeneye gelmediği demektir.

1 Hiç kimse gaybı bilemez, gaybı yalnız Allah bilir.

2 Buhârî, tefsîru sûre (18) 6; Müslim, münafikûn 18, zühd 13.

3 Bkz.: Buhârî, cihâd 73, bed’ü’l-halk 8, rikak 2; Tirmizî, cihâd 17, 25, tefsîru sûre (3) 22, (56) 1; İbni Mâce, zühd 30; Ahmed İbni Hanbel, el-Müsned 2/310, 438, 3/142, 434, 5/330, 337, 339.

(17)

Hem, dünyanın iki yüzü var; belki üç yüzü var. Biri, Cenâb-ı Hakk’ın esmâsının aynalarıdır. Diğeri, âhirete bakar; âhiret tarlasıdır. Diğeri, fenâ- ya, ademe bakar. Bildiğimiz, marzî-yi ilâhî olmayan ehl-i dalâletin dünyası- dır. Demek esmâ-yı hüsnânın aynaları ve mektubat-ı Samedâniye ve âhiretin mezraası olan koca dünya1 değil; belki âhirete zıd ve bütün hatîâtın menşeî ve beliyyâtın menbaı olan dünya-perestlerin dünyasının âlem-i âhirette ehl-i îmâna verilen sermedî bir zerresine değmediğine işarettir.

İşte en doğru ve ciddî şu hakikat nerede ve insafsız ehl-i ilhâdın fehmet- tikleri mânâ nerede! O insafsız ehl-i ilhâdın en mübalağa, en mücazefe zan- nettikleri mânâ nerede!..

Hem meselâ: İnsafsız ehl-i ilhâdın mübalağa zannettikleri hattâ muhâl bir mübalağâ ve mücazefe tevehhüm ettikleri biri de, amellerin sevabına da- ir ve bazı sûrelerin faziletleri hakkında gelen rivâyetlerdir. Meselâ: “Fâtiha’nın Kur’ân kadar sevabı vardır.”2 “Sûre-i İhlas, sülüs-ü Kur’ân”3 “Sûre-i

4

﴾ ُضْرَ ْ ا ِ َ ِ ْ ُز اَذِإ﴿

, rub’u”5, “Sûre-i 6

﴾َنوُ ِ אَכْا אَ ُّ َأ א ْ ُ ﴿

, rub’u”7, “Sûre-i

Yâsîn, on defa Kur’ân kadar..”8 olduğuna rivayet vardır.

İşte

insafsız ve dikkatsiz insanlar demişler ki

: “Şu muhâldir. Çünkü;

Kur’ân içinde Yâsîn ve öteki faziletli olanlar da vardır. Onun için mâ- nâsız olur?”

Elcevap

Elcevap

: Hakikati şudur ki: Kur’ân-ı Hakîm’in her bir harfinin bir sevabı var, bir hasenedir9 Fazl-ı ilâhîden o harflerin sevabı sünbüllenir, bazen on tane verir, bazen yetmiş, bazen yedi yüz (Âyetü’l-Kürsî harfleri gibi), bazen bin beş yüz (Sûre-i İhlâs’ın harfleri gibi), bazen on bin (Leyle-i Berât’ta okunan âyetler ve makbûl vakitlere tesadüf edenler gibi) ve bazen otuz bin, meselâ haşhaş to- humunun kesreti misillü (Leyle-i Kadir’de okunan âyetler gibi). Ve “O gece bin aya mukabil”10 işaretiyle, bir harfinin o gecede otuz bin sevabı olur anlaşılır.

1 “Dünya, âhiretin tarlasıdır.” mânâsındaki hadis için bkz.: el-Gazâlî, İhyâu ulûmi’d-dîn 4/19; es- Sehâvî, el-Makâsıdü’l-hasene s.497; Aliyyülkârî, el-Esrâru’l-merfûa s.205.

2 Bkz.: Buhârî, tefsîru sûre (1) 1, (15) 3, fezâilü’l-Kur’ân 9; Tirmizî, sevâbü’l-Kur’ân 1; Ahmed İbni Hanbel, el-Müsned 4/211.

3 Buhârî, fezâilü’l-Kur’ân 13; Tirmizî, sevâbü’l-Kur’ân 10, 11; Ebû Dâvûd, vitr 18; Nesâî, iftitah 69;

İbni Mâce, edeb 52.

4 “Yer (o müthiş depremiyle) sarsıldığı zaman..” (Zilzâl sûresi, 99/1) 5 Tirmizî, sevâbü’l-Kur’ân 10; Ahmed İbni Hanbel, el-Müsned 3/147, 221.

6 “De ki: “Ey kâfirler!” (Kâfirûn sûresi, 109/1)

7 Tirmizî, sevâbü’l-Kur’ân 10; Ahmed İbni Hanbel, el-Müsned 3/147, 221.

8 Tirmizî, sevâbü’l-Kur’ân 7.

9 Tirmizî, fezâilü’l-Kur’ân 16; Dârimî, fezâilü’l-Kur’ân 1.

10 Kadir sûresi, 97/3

YİRMİ DÖRDÜNCÜ SÖZ / ÜÇÜNCÜ DAL--- 369

(18)

İşte Kur’ân-ı Hakîm, tezâuf-u sevabıyla beraber elbette müvazeneye gel- mez ve gelemiyor. Belki asıl sevab ile bazı sûrelerle müvazeneye gelebilir.

Meselâ: İçinde mısır ekilmiş bir tarla farz edelim ki, bin tane ekilmiş. Bazı hab- beleri yedi sünbül vermiş farz etsek, her bir sünbülde yüzer tane olmuş ise, o vakit tek bir habbe bütün tarlanın iki sülüsüne mukabil oluyor. Meselâ: Birisi de on sünbül vermiş, her birinde iki yüz tane vermiş, o vakit bir tek habbe asıl tarladaki habbelerin iki misli kadardır. Ve hâkezâ kıyas et.

Şimdi Kur’ân-ı Hakîm’i, nuranî, mukaddes bir mezraa-yı semaviye ta- savvur ediyoruz. İşte her bir harfi asıl sevabıyla birer habbe hükmünde- dir. Onların sünbülleri nazara alınmayacak. Sûre-i Yâsîn, İhlâs, Fâtiha,

1

﴾َنوُ ِ אَכْا אَ ُّ َأ א ْ ُ ﴿

, 2

﴾ ُضْرَ ْ ا ِ َ ِ ْ ُز اَذِإ﴿

gibi sair faziletlerine dair rivayet edilen sûre ve âyetlerle müvazene edilebilir. Meselâ: Kur’ân-ı Hakîm’in üç yüz bin altı yüz yirmi harfi olduğundan, Sûre-i İhlâs besmele ile beraber altmış do- kuzdur. Üç defa altmış dokuz, iki yüz yedi harftir. Demek Sûre-i İhlâs’ın her bir harfinin haseneleri, bin beş yüze yakındır. İşte Sûre-i Yâsîn’in hurufâtı he- sap edilse, Kur’ân-ı Hakîm’in mecmû-u hurufâtına nisbet edilse ve on defa muzaaf olması nazara alınsa şöyle bir netice çıkar ki: Yâsîn-i Şerif’in her bir harfi takriben beş yüze yakın sevabı vardır. Yâni o kadar hasene sayılabilir.

İşte buna kıyasen başkalarını dahi tatbik etsen, ne kadar latîf ve güzel ve doğ- ru ve mücazefesiz bir hakikat olduğunu anlarsın.

Onuncu Asıl

Ekser tâife-i mahlûkatta olduğu gibi ef’âl ve a’mâl-i beşeriyede bazı hârika fertler bulunur. O fertler eğer iyilikte ileri gitmişse o nevilerin medâr-ı fahr- leridir. Yoksa, medâr-ı şeametleridir. Hem gizleniyorlar. Âdeta birer şahs-ı mânevî, birer gaye-i hayâl hükmüne geçerler. Sair fertlerin her birisi o olmaya çalışır ve o olmak ihtimali var. Demek o mükemmel hârika fert, mutlak, müp- hem bulunup her yerde bulunması mümkün... Şu ibham îtibarıyla mantık- ça kaziyye-i mümkine suretinde külliyetine hükmedilebilir. Yâni her bir amel, şöyle bir netice verebilmesi mümkündür. Meselâ: “Kim iki rek’at namazı fi- lan vakitte kılsa, bir Hac kadardır.”3 İşte iki rek’at namaz bazı vakitte bir Hacca mukabil geldiği hakikattir. Her bir-iki rek’at namazda bu mânâ külliyet

1 “De ki: “Ey kâfirler!” (Kâfirûn sûresi, 109/1)

2 “Yer (o müthiş depremiyle) sarsıldığı zaman..” (Zilzâl sûresi, 99/1) 3 Tirmizî, cum’a 59.

(19)

ile mümkündür. Demek şu nevideki rivâyetler, vukuu bilfiil daimî ve küllî de- ğil. Zira kabulün madem şartları vardır; külliyet ve daimîlikten çıkar. Belki ya bilfiil muvakkattır, mutlaktır veyahut mümkinedir, külliyedir. Demek şu ne- vi ehâdîsteki külliyet ise, imkân itibarıyladır. Meselâ: “Gıybet, katl gibidir.”1 Demek gıybette öyle bir ferd bulunur ki, katl gibi bir zehr-i kâtilden daha muzırdır. Meselâ: “Bir güzel söz, bir abdi âzad etmek gibi bir sadaka-i azîmenin yerine geçer.”2 Şimdi terğib ve teşvik için o müphem ferd-i mü- kemmel, mutlak bir surette her yerde bulunmasının imkânını, vâki bir surette göstermekle hayra şevki ve şerden nefreti tahrik etmektir. Hem de şu âlemin mikyasıyla, âlem-i ebedînin şeyleri tartılmaz. Buranın en büyüğü, oranın en küçüğüne müvazi gelemez. Sevab-ı a’mâl o âleme baktığı için, dünyevî naza- rımız ona dar geliyor. Aklımıza sığıştıramıyoruz.

Meselâ:

3

َنوُ ٰ َو ٰ ُ ِباَ َ ُ ْ ِ ُ َ َ ِ ْ ُأ اَ ٰ َأَ َ ْ َ

Yâni:

ِضْرَ ْ اَو ِتاَ ٰ َّ ا ِ ُءא ِ ِْכْا ُ َ َو َ ِ َ אَ ْا ِّبَر ،َ ِ َرَ ْ ا ِّبَرَو ِتاَ ٰ َّ ا ِّبَر ِِّٰ ُ ْ َ َْا ُ َ َ َ ْا ُ َ َو َ ِ َ אَ ْا ِّبَر ،َ ِ َرَ ْ ا ِّبَرَو ِتاَ ٰ َّ ا ِّبَر ِِّٰ ُ ْ َ َْا .ُ ِכَ ْا ُ ِ َ ْا َ ُ َو

4

ُ ِכَ ْا ُ ِ َ ْا َ ُ َو ِتاَ ٰ َّ ا ُّبَر ُכْ ُ ْا ُ َ َو .ُ ِכَ ْا ُ ِ َ ْا َ ُ َو ِضْرَ ْاَو ِتاَ ٰ َّ ا ِ

İnsafsız ve dikkatsizlerin en ziyade nazar-ı dikkatini celbeden şu gibi riva- yetlerdir. Hakikati şudur ki: Dünyada dar nazarımızla, kısacık fikrimizle Mûsâ ve Hârun (aleyhimesselâm)’ın sevablarını ne derece tasavvur ediyoruz, biliyoruz.

Âlem-i ebediyette Rahîm-i Mutlak, saadet-i ebediyede nihayetsiz ihtiyaç içinde bir abdine bir tek virde mukabil vereceği hakikat-i sevab, o iki Zât’ın sevapla- rına –fakat daire-i ilmimize ve tahminimize giren sevaplarına– müsavi olabilir.

Meselâ: Bedevî, vahşi bir adam hiç padişahı görmemiş. Saltanat haşmetini bil- miyor. Bir köyde bir ağayı nasıl tasavvur eder, o mahdut fikriyle bir pâdişahı

1 ed-Deylemî, el-Müsned 3/116.

2 et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 7/230; el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 6/124.

3 Kim bu duayı okursa, ona Mûsâ ve Harun (aleyhimesselâm)’ın sevabı kadar sevab verilir. (el- Gümüşhânevî, Mecmûatü’l-ahzâb (Evrâd-ı Şâzelî) s.263)

4 Bütün hamdler, övgüler göklerin ve yerlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Göklerde ve yerde büyük- lük âlemlerin Rabbi olan O’na mahsustur. O, sonsuz izzet ve hikmet sahibidir. Bütün hamdler, övgüler göklerin ve yerlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Göklerde ve yerde azamet sadece âlemlerin Rabbi olan O’na aittir. O, sonsuz izzet ve hikmet sahibidir. Mülk sadece O’nundur. O göklerin Rabbidir ve sonsuz izzet ve hikmet sahibidir. (el-Gümüşhânevî, Mecmûatü’l-ahzâb (Evrâd-ı Şâzelî) s.262-263)

YİRMİ DÖRDÜNCÜ SÖZ / ÜÇÜNCÜ DAL--- 371

(20)

ondan büyükçe bir ağa kadar bilir. Hattâ bizde sâde-dil bir tâife var ki, eskiden diyorlardı ki: “Padişah, kendi ocağı yanında ve tenceresinin başında pişirdiği bulgur çorbası yanında ne yapıyor, bizim ağamız onu biliyor”. Demek onlar, padişahı o kadar dar bir vaziyette ve âdi bir surette tahayyül ediyorlar ki, ken- di bulgur çorbasını kendi pişiriyor, âdeta bir yüzbaşı haşmetinde farz ediyorlar.

Şimdi biri o adamlardan birisine dese: “Sen bugün benim için bu işi yapsan, se- nin bildiğin padişah haşmeti kadar sana bir haşmetlik vereceğim, yâni bir yüz- başı kadar bir rütbe vereceğim.” O söz hakikattir. Çünkü; haşmet-i padişahîden onun dar daire-i fikrine giren, ancak bir yüzbaşılık kadar bir şevkettir.

İşte dünya nazarıyla, dar fikrimizle âhirete müteveccih hakâik-i sevabi- yeyi o bedevî adam kadar da düşünemiyoruz. Hazreti Mûsâ (aleyhisselâm) ve Hârun’un (aleyhisselâm) meçhulümüz olan hakikî sevapları ile müvazene değil, –çünkü; teşbih kaidesi, meçhulü mâlûma kıyas eder– belki müvazene edilen ve mâlûmumuz olan ve tahminimize giren sevaplarıyla bir abd-i müminin bir virdine mukabil meçhulümüz olan hakikî sevabıdır.

Hem de, deniz yüzü ile katrenin göz bebeği güneşin tamam aksini tut- makta müsavidirler. Fark, keyfiyettedir. Hazreti Mûsâ (aleyhisselâm) ve Hârun’un (aleyhisselâm) deniz-misâl ayna-yı ruhlarına in’ikâs eden mahiyet-i sevab, bir katre hükmünde bir abd-i müminin bir âyetten aldığı aynı mahiyet-i sevap- tır. Mahiyetçe, kemiyetçe birdirler. Keyfiyet ise, kabiliyete tabidir. Hem bazen olur ki, bir tek kelime, bir tek tesbih, öyle bir saadet hazinesini açar ki; altmış sene hizmetle o açılmamış. Demek bazı hâlât oluyor ki, bir tek âyet Kur’ân ka- dar fayda verebilir. Hem ism-i âzam’a mazhar olan Resûl-i Ekrem’in (aleyhissa- lâtü vesselâm) bir âyette mazhar olduğu feyz-i ilâhî, belki bir peygamberin umum feyzi kadar olabilir. Verâset-i Ahmediye ile ism-i âzam zılline mazhar bir mü- min, kendi kabiliyeti itibarıyla kemiyetçe bir Nebî’nin feyzi kadar sevab alıyor denilse hilâf-ı hakikat olamaz.

Hem de, sevab ve fazilet, nur âlemindendir. O âlemden bir âlem, bir zer- reye sığışabilir. Nasıl ki bir zerrecik bir şişede, semâvât nücumuyla beraber görünebilir; öyle de, niyet-i hâlise ile şeffâfiyet peyda eden bir zikirde veya bir âyette, semâvât gibi nurânî sevab ve fazilet yerleşebilir.

Netice-i kelâm: Ey insafsız ve dikkatsiz ve îmânı zayıf, felsefesi kavî, hod- bin, münekkid adam! Şu “On Asıl”ı nazara al. Sonra sen hilâf-ı hakikat ve kat’î muhalif-i vâki gördüğün bir rivâyeti bahâne ederek ehadîs-i şerifeye ve dolayısıyla Resûl-i Ekrem’in (aleyhissalâtü vesselâm) mertebe-i ismetine halel ve- recek itiraz parmağını uzatma!.. Zira, evvelâ o “On Asıl”ın on dairesi, seni

(21)

inkârdan vazgeçirir. “Hakikî bir kusur varsa bize aittir” derler, Hadîse raci’

olamaz. “Eğer hakikî değilse, senin sû-i fehmine aittir” derler.

Elhâsıl: İnkâr ve redde gitmek için, şu “On Asıl”ı tekzip ve ibtal etmek lâzım gelir. Şimdi insafın varsa bu “On Usûl”ü kemâl-i dikkatle düşündükten sonra, o aklın hilâf-ı hakikat gördüğü bir hadîsin inkârına kalkışma! “Ya bir tefsiri, ya bir te’vili, ya bir tâbiri vardır.” de, ilişme.

On Birinci Asıl

Nasıl, Kur’ân-ı Hakîm’in müteşabihatı var; te’vile muhtaçtır veyahut mut- lak teslim istiyor. Ehâdîsin de Kur’ân’ın müteşâbihâtı gibi müşkilatı vardır. Ba- zen çok dikkatli tefsire ve tâbire muhtaçtır. Geçmiş misâllerle iktifâ edebilirsiniz.

Evet, nasıl ki hüşyar olan adam, yatmış olan adamın rüyasını tâbir eder;

öyle de, bazen uykuda olan bir adam, yanında uyanık olan konuşanların söz- lerini işitiyor. Fakat kendi âlem-i menâmına tatbik eder bir tarzda mânâ ve- riyor, tâbir ediyor. Öyle de: Ey gaflet ve felsefe uykusu içinde tenvîm edilen insafsız adam!..

Sırr-ı 1

ٰ َ אَ َو ُ َ َ ْا َغاَز אَ

ve 2

ِ ْ َ ُمאَ َ َ َو ِ ْ َ ُمאَ َ

hükmüne mazhar ve hakikî hüşyâr ve yakzân olan Zât’ın gördüğünü sen kendi rüyanda inkâr de- ğil, tâbir et. Evet uykuda bir adamı bir sinek ısırsa, müthiş bir harpte yaralar alır gibi bir hakikat-i nevmiye bazen telâkki eder. Ondan sorulsa, “Hakikaten ben yaralandım. Bana top, tüfek atıldı!” diyecek. Yanında oturanlar onun uy- kusundaki ızdırabına gülüyorlar. İşte bu nevm-âlûd nazar-ı gaflet ve fikr-i fel- sefe, elbette hakâik-i Nübüvvete mihenk olamazlar.

On İkinci Asıl

Nazar-ı Nübüvvet ve tevhid ve îmân; vahdete, âhirete, ulûhiyete baktığı için, hakâiki ona göre görür. Ehl-i felsefe ve hikmetin nazarı; kesrete, esbaba, tabiata bakar, ona göre görür. Nokta-yı nazar birbirinden çok uzaktır. Ehl-i felsefenin en büyük bir maksadı, ehl-i usûlü’d-dîn ve ulemâ-yı ilm-i kelâm’ın makasıdı içinde görünmeyecek bir derecede küçük ve ehemmiyetsizdir.

İşte onun içindir ki, mevcudatın tafsîl-i mahiyetinde ve ince ahvâllerinde ehl-i hikmet çok ileri gitmişler. Fakat hakikî hikmet olan ulûm-u âliye-i ilâhiye ve

1 “Peygamberin gözü kaymadı, şaşmadı, aşmadı da.” (Necm sûresi, 53/17) 2 Bkz.: Buhârî, teravîh 1, menâkıb 24, teheccüd 16; Müslim, müsafirîn 125.

YİRMİ DÖRDÜNCÜ SÖZ / ÜÇÜNCÜ DAL--- 373

(22)

Uhreviyede o kadar geridirler ki, en basit bir müminden daha geridirler. Bu sır- rı fehmetmeyenler, muhakkikîn-i İslâmiye’yi, hükemâlara nisbeten geri zannedi- yorlar. Hâlbuki akılları gözlerine inmiş, kesrette boğulmuş olanların ne haddi var ki, verâset-i Nübüvvet ile makasıd-ı âliye-i kudsiyeye yetişenlere yetişebilsinler!

Hem bir şey iki nazar ile bakıldığı vakit, iki muhtelif hakikati gösteriyor.

İkisi de hakikat olabilir. Fennin hiçbir hakikat-i kat’iyesi, Kur’ân’ın hakâik-i kudsiyesine ilişemez. Fennin kısa eli, onun münezzeh ve muallâ dâmenine erişemez. Nümûne olarak bir misâl zikrederiz: Meselâ: Küre-i arz, ehl-i hik- met nazarıyla bakılsa hakikati şudur ki: Güneş etrafında mutavassıt bir sey- yare gibi hadsiz yıldızlar içinde döner. Yıldızlara nisbeten küçük bir mahlûk.

Fakat ehl-i Kur’ân nazarıyla bakıldığı vakit –On Beşinci Söz’de izah edildiği gibi– hakikati şöyledir ki: Semere-i âlem olan insan; en câmi’, en bedi’ ve en âciz, en aziz, en zayıf, en latîf bir mucize-i kudret olduğundan, beşik ve mes- keni olan zemin, semâya nisbeten maddeten küçüklüğüyle ve hakaretiyle be- raber mânen ve sanaten bütün kâinatın kalbi, merkezi.. bütün mucizât-ı sa- natının meşheri, sergisi.. bütün tecelliyât-ı esmâsının mazharı, nokta-yı mih- rakıyesi.. nihayetsiz faaliyet-i rabbâniyenin mahşeri, ma’kesi.. hadsiz hallâkı- yet-i ilâhiyenin hususan nebatât ve hayvanâtın kesretli envâ-ı sagiresinden cevvâdâne îcadın medârı, çarşısı ve pek geniş âhiret âlemlerindeki masnûa- tın küçük mikyasta numûnegâhı ve mensucat-ı ebediyenin süratle işleyen tez- gâhı ve menazır-ı sermediyenin çabuk değişen taklidgâhı ve besâtîn-i daime- nin tohumcuklarına süratle sünbüllenen dar ve muvakkat mezraası ve terbi- yegâhı olmuştur.

İşte arzın bu azamet-i mâneviyesinden ve ehemmiyet-i san’aviyesindendir ki Kur’ân-ı Hakîm, semâvâta nisbeten büyük bir ağacın küçük bir meyvesi hükmünde olan arzı, bütün semâvâta karşı küçücük kalbi, büyük kalıba mu- kabil tutmak gibi denk tutuyor. Onu bir kefede, bütün semâvâtı bir kefede ko- yuyor, mükerreren 1

ِضْرَ ْاَو ِتاَ ٰ َّ ا ُّبَر

diyor.

İşte sair mesâili buna kıyas et ve anla ki: Felsefenin ruhsuz, sönük haki- katleri, Kur’ân’ın parlak, ruhlu hakikatleriyle müsâdeme edemez. Nokta-yı nazar ayrı ayrı olduğu için, ayrı ayrı görünür.

1 “Göklerin ve yerin Rabbi” (Ra’d sûresi, 13/16; İsrâ sûresi, 17/102; Kehf sûresi, 18/14; Meryem sûresi, 19/65; …)

(23)

Dördüncü Dal

ُ َ َ ْاَو ُ ْ َّ اَو ِضْرَ ْا ِ ْ َ َو ِتاَ ٰ َّ ا ِ ْ َ ُ َ ُ ُ ْ َ َّٰ ا َّنَأ َ َ ْ ََأ ِ ْ َ َ َّ َ ٌ ِ َכَو ِسאَّ ا َ ِ ٌ ِ َכَو ُّباَوَّ اَو ُ َ َّ اَو ُلאَ ِ ْاَو ُم ُ ُّ اَو

(secde âyeti)1

ُءא َ אَ ُ َ ْ َ َ ّٰ ا َّنِإ ٍمِ ْכُ ْ ِ ُ َ אَ َ ُ ّٰ ا ِ ِ ُ ْ َ َو ُباَ َ ْ ا

Şu büyük ve geniş âyetin hazinesinden yalnız bir tek cevherini göstere- ceğiz. Şöyle ki:

Kur’ân-ı Hakîm tasrih ediyor ki: Arştan ferşe, yıldızlardan sineklere, me- leklerden semeklere, seyyarattan zerrelere kadar her şey, Cenâb-ı Hakk’a sec- de ve ibadet ve hamd ve tesbih eder. Fakat ibadetleri, mazhar oldukları es- mâlara ve kabiliyetlerine göre ayrı ayrıdır, çeşit çeşittir. Biz onların ibadetleri- nin tenevvüünün bir nev’ini bir temsil ile beyan ederiz.

Meselâ: –2

ٰ ْ َ ْ ا ُ َ َ ْا ِ ِّٰ َو

– Azîm bir Mâlikü’l-mülk, büyük bir şehri veya muhteşem bir sarayı bina ettiği vakit, o Zât dört nevi ameleyi onun binasında istihdam ve istimâl eder:

Birinci nevi: O’nun memlûk ve köleleridir. Bu nev’in, ne maaşı var ve ne de ücreti var. Belki onlar seyyidlerinin emriyle işledikleri her amelde, onla- rın gayet latîf bir zevk ve hoş bir şevkleri vardır. Seyyidlerinin medhinden ve vasfından ne deseler, onların zevkini ve şevkini ziyade eder. Onlar O mukad- des seyyidlerine intisaplarını büyük bir şeref bilerek onunla iktifa ediyorlar.

Hem o Seyyidin nâmıyla, hesabıyla, nazarıyla işlere bakmalarından da mâ- nevî lezzet buluyorlar. Ücret ve rütbeye ve maaşa muhtaç olmuyorlar.

İkinci kısım ki: Bazı âmî hizmetkârlardır. Bilmiyorlar niçin işliyorlar.

Belki, o Mâlik-i Zîşan onları istimâl ediyor. Kendi fikriyle ve ilmiyle onları ça- lıştırıyor. Onlara lâyık bir cüz’î ücret dahi veriyor. O hizmetkârlar bilmiyorlar

1 “Bilmez misin ki göklerde ve yerde bulunan kimseler, hatta güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar bütün canlılar ve insanların da bir çoğu Allah’ın yüceliğine secde ediyorlar. İnsanların çoğu hakkında ise azap hükmü kesinleşmiştir. Allah’ın zelil kıldığını aziz edecek kuvvet yoktur. Şüphesiz ki Allah ne dilerse yapar.” (Hac sûresi, 22/18)

2 “En yüce sıfatlar Allah’ındır.” (Nahl sûresi, 16/60)

(24)

ki; amellerine ne çeşit küllî gayeler, âlî maslahatlar terettüp ediyor. Hattâ ba- zıları tevehhüm ediyorlar ki, onların amelleri yalnız kendilerine ait o ücret ve maaşından başka gayesi yoktur.

Üçüncü kısım: O Mâlikü’l-mülk’ün bir kısım hayvanâtı var. Onları o şeh rin, o sarayın binasında bazı işlerde istihdam ediyor, onlara yalnız bir yem veriyor. Onların da istidatlarına muvâfık işlerde çalışmaları onlara bir telezzüz veriyor. Çünkü; bilkuvve bir kabiliyet ve bir isti’dat, fiil ve amel suretine girse;

inbisat ile teneffüs eder, bir lezzet verir ve bütün faaliyetlerdeki lezzet bu sır dan- dır. Şu kısım hizmetkârların ücret ve maaşları, yalnız yem ve şu lezzet-i mâ ne- viyedir. Onunla iktifa ederler.

Dördüncü kısım: Öyle amelelerdir ki, biliyorlar ne işliyorlar ve ne için işliyorlar ve kimin için işliyorlar ve sair ameleler ne için işliyorlar ve o Mâlikü’l- mülk’ün maksadı nedir, ne için işlettiriyor. İşte bu nevi amelelerin sair amele- lere bir riyâset ve nezaretleri var. Onların derecât ve rütbelerine göre derece derece maaşları var.

Aynen bunun gibi, semâvât ve arzın Mâlik-i Zülcelâl’i ve dünya ve âhi- retin Bâni-i Zülcemâl’i olan Rabbü’l-âlemîn, değil ihtiyaç için –çünkü; her şe- yin Hâlık’ı O’dur– belki izzet ve azamet ve rubûbiyetin şuûnatı gibi bazı hik- metler için, şu kâinat sarayında şu dâire-i esbab içinde hem melâikeyi, hem hayvanâtı, hem cemadât ve nebâtâtı, hem insanları istihdam ediyor; onlara ibadet ettiriyor.

Şu dört nevi, ayrı ayrı vezaif-i ubûdiyetle mükellef etmiştir:

Birinci Kısım: Temsilde memlûklere misâl “Melâike”lerdir. Melâikeler ise, onlarda mücâhede ile terakkiyât yoktur. Belki her birinin sâbit bir ma- kamı, muayyen bir rütbesi vardır. Fakat onların nefs-i amellerinde bir zevk-i mahsusaları var. Nefs-i ibadetlerinde derecâtlarına göre tefeyyüzleri var.

Demek o hizmetkârlarının mükâfatı hizmetlerinin içindedir. Nasıl insan mâ, hava ve ziyâ ve gıda ile tegaddi edip telezzüz eder. Öyle de, melekler, zikir ve tesbih ve hamd ve ibadet ve mârifet ve muhabbetin envârıyla tegaddi edip telezzüz ediyorlar. Çünkü; onlar nurdan mahlûk oldukları için gıdalarına nur kâfidir. Hattâ nura yakın olan rayiha-yı tayyibe dahi onların bir nevi gıda- larıdır ki, ondan hoşlanıyorlar. Evet, ervâh-ı tayyibe, revayih-ı tayyibeyi se- ver. Hem melekler, Mâbud’larının emriyle işledikleri işlerde ve O’nun hesa- bıyla işledikleri amellerde ve O’nun namıyla ettikleri hizmette ve O’nun na- zarıyla yaptıkları nezarette ve O’nun intisabıyla kazandıkları şerefte ve O’nun mülk ve melekûtunun mütalaasıyla aldıkları tenezzühte ve O’nun tecelliyât-ı

(25)

cemâliye ve celâliyesinin müşâhedesiyle kazandıkları tenâ’umda öyle bir saadet-i azîme vardır ki; akl-ı beşer anlamaz, melek olmayan bilemez.

Meleklerin bir kısmı âbiddirler, diğer bir kısmının ubûdiyetleri ameldedir.

Melâike-i arziyenin amele kısmı, bir nevi insan gibidir. Tâbir caiz ise, bir nevi çobanlık ederler. Bir nevi de çiftçilik ederler. Yâni rûy-u zemin umumî bir mez- raadır. İçindeki bütün hayvanâtın tâifelerine Hâlık-ı Zülcelâl’in emriyle, izniyle, hesabıyla, havl ve kuvvetiyle bir melek-i müekkel nezaret eder. Ondan daha küçük her bir nevi hayvanâta mahsus bir nevi çobanlık edecek bir melâike-i müekkel var. Hem de rûy-u zemin bir tarladır; umum nebâtât onun içinde eki- lir. Umumuna Cenâb-ı Hakk’ın namıyla, kuvvetiyle nezâret edecek müekkel bir melek vardır. Ondan daha aşağı bir melek, bir tâife-i mahsusaya nezaret etmekle Cenâb-ı Hakk’a ibadet ve tesbih eden melekler var. Rezzâkıyet arşının hamelesinden olan Hazreti Mikâil (aleyhisselâm) şunların en büyük nâzırlarıdır.

Meleklerin çoban ve çiftçiler mesabesinde olanlarının insanlara müşabe- hetleri yoktur. Çünkü; onların nezaretleri sırf Cenâb-ı Hakk’ın hesabıyladır ve O’nun namıyla ve kuvvetiyle ve emriyledir. Belki nezaretleri, yalnız rubûbiye- tin tecelliyâtını, memur olduğu nevide müşâhede etmek ve kudret ve rahme- tin cilvelerini o nevide mütalaa etmek ve evâmir-i ilâhiyeyi o nev’e bir nevi il- ham etmek ve o nev’in ef’âl-i ihtiyâriyesini bir nevi tanzim etmekten ibarettir.

Ve bilhassa zeminin tarlasındaki nebâtata nezaretleri, onların tesbihât-ı mâne- viyelerini melek lisânıyla temsil etmek ve onların hayatlarıyla Fâtır-ı Zülcelâl’e karşı takdim ettiği tahiyyat-ı mâneviyelerini melek lisanıyla ilân etmek; hem onlara verilen cihâzâtı, hüsn-ü istimâl etmek ve bazı gayelere tevcih etmek ve bir nevi tanzim etmekten ibarettir. Melâikelerin şu hizmetleri, cüz-ü ihtiyârîle- riyle bir nevi kisptir. Belki, bir nevi ubûdiyet ve ibadettir. Tasarruf-u hakikîle- ri yoktur. Çünkü; her şeyde Hâlık-ı külli şey’e has bir sikke vardır. Başkaları parmağını îcada karıştıramaz. Demek, melâikelerin şu nevi amelleri ise, onla- rın ibadetidir. İnsan gibi, âdetleri değildir.

Ve bu saray-ı kâinatta ikinci kısım amele: “Hayvanât”tır. Hayvanât dahi iştiha sahibi bir nefis ve bir cüz-ü ihtiyârîleri olduğundan, amelleri “hâli- sen-livechillâh” olmuyor. Bir derece nefislerine de bir hisse çıkarıyorlar. Onun için Mâlikü’l-mülki Zülcelâli ve’l-İkram, Kerîm olduğundan onların nefisleri- ne bir hisse vermek için amellerinin zımnında onlara bir maaş ihsan ediyor.

Meselâ: Meşhur bülbül kuşu,1(Hâşiye) gülün aşkıyla mâruf o hayvancığı, Fâtır-ı Hakîm istihdam ediyor. Beş gaye için onu istimâl ediyor:

1(Hâşiye) Bülbül şâirane konuştuğu için, şu bahsimiz de bir parça şâirane düşüyor. Fakat hayâl değil, hakikattir.

YİRMİ DÖRDÜNCÜ SÖZ / DÖRDÜNCÜ DAL --- 377

Referanslar

Benzer Belgeler

Elli ikinci beyitte, “hil‘at” kelimesini kullanır ve EsǾad Paşa’dan bahsetmeye devam eder. Hil‘at, padişah ve vezirler tarafından birine mükâfat olarak giydirilen kumaş

Eğer kendini misafir bilse, misafir olduğu Zât-ı Kerîm’in izni daire- sinde sermaye-i ömrünü sarf etse, öyle geniş bir daire içinde uzun bir ha- yat-ı ebediye için

Muhammed’in isim ve sıfatları hakkında da manzum ve mensur olarak Esmâ-i Nebî adıyla kitaplar yazılmıştır.. Kur’an-ı

Buna göre eserde, öncelikle Allah’ın ismi ve anlamı verilmiş, daha sonra da halkın ve ulemanın bu isimden ne anlaması gerektiği üzerinde durulmuş, son olarak da söz konusu

lamalar düzeyinde istatistiksel düzenlilikler gösterir, istatistik, bir ekonomik birimin pazar içerisindeki yaşantısını düzenlemesinde olduğu gibi, daha büyük ölçekte,

Dobutamin çocuklarda da inotropik etki göstermektedir, ancak yetişkinlere kıyasla hemodinamik etkisi biraz daha farklıdır. Çocuklarda kardiyak debi artmasına

Aynen öyle de en basit bir ihtiyaca son derece itinalı bir şekilde cevap verip umulmayan bir tarzda yardım eden, lisan-ı hâl ve kâl ile istenilen her şeye icabet eden niha-

Kur’ân-ı Kerîm’de bütün peygamberlerin içinde bilhas- sa ‘Üstün azim sahibi (Ulü’l-Azim) peygamberlerin’ hayatla- rının ve onların insanlara örnek teşkil