• Sonuç bulunamadı

Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi"

Copied!
17
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

AHMET OKTAY’IN “ORPHEUS İLE EURYDİKE’DEN” 1

VE RAİNER M.RİLKE’NİN “ORPHEUS, EURYDİKE, HERMES”2

ADLI ŞİİRLERİNDE ÖLÜM SORUNSALI

The death problematic in the poems of Ahmet Oktays “Orpheus and Eurydike” and R.M.Rilkes “Orpheus, Eurydike, Hermes”

Dr. Funda KIZILER*

ÖZET

Bu çalışmanın ereği, Ahmet Oktay ile Rainer M. Rilke’nin, arka planı “Orpheus ve Eurydike” adlı mitsel öyküye dayanan iki farklı şiirini ölüm olgusu ekseninde karşılaştırarak açımlamaktır.

Anahtar Kelimeler: Ahmet Oktay, Rainer M. Rilke, Orpheus ve

Eurydike, ölüm.

ABSTRACT

The aim of this study is to compare and analyze the two different poems by A. Oktay and R. M. Rilke, both based on the mythic story called “Orpheus and Eurydike”, focusing on the fact of death.

Keywords: Ahmet Oktay, Rainer M. Rilke, Orpheus ve

Eurydike, death.

arşılaştırmaya çalışacağımız bu iki şiir, adlarıyla olduğu gibi, içerdikleri mitsel figürler, örgeler ve izlek bakımından da birbiriyle örtüşen unsurlar taşımaktadır. Bunların en başta olanı ölüm örgesidir.

K

Farklı zaman dilimlerinde ve farklı ekinlerde yaşamış bu iki şairi şiirlerinde birleştiren ölüm olgusu tarihsel, toplumsal, ekinsel, sosyo-ekonomik koşullara koşut biçimde değişen insan bilincinin bir izdüşümü olarak, yazında birbirinden oldukça farklı kılıklarda karşımıza çıkmıştır. Yazın dünyasında bir görüngü olarak ölüm,“ölmek, içsel saltık bilgi, ama aynı zamanda varoluşsal sınır

1 Oktay, Ahmet; Az Kaldı Kışa, Sel Yay., İstanbul, 1996, s. 50-69. 2 Rilke, Rainer Maria; Gedichte, Reclam Verlag, Stuttgart 1997, 126-129. * Atatürk Üniversitesi Fen Edebiyat Fak. Alman Dili ve Edebiyatı Böl. Öğrt. Üyesi.

(2)

deneyiminin değillenmesi, ölüm özlemi, varlıkta yeni yönelime davet ve yaşamın olumlanması”3 gibi çeşitli izlekler ekseninde ele alınmıştır.

Yazın dünyasına yansıması ve alımlanması değişkenlik gösteren ölüm olgusu; Reformasyon, Barok ve Romantik çağın yazınına geçici ve sahte bir dünyadan, sonsuz ve gerçek yaşama açılan bir kapı olarak yansırken, Rönesans’ta ve Fransız Klasisizm’inde soylu yeti ve düşüncelerini gerçekleştirmek isteyen insanı trajik bir şekilde yaşamdan çekip koparan yıkıcı bir olgu olarak sunulmuştur. 20. yüzyıl yazınında ölüm, “dinsel kökenli geleneksel kurtarıcı

rolünden kopmuş, insanlık dışı bir toplumda başka çıkış yolu bulamayan, umarsız

insanın kurtarıcısı rolüne soyunmuştur.” 4 Ancak aynı zamanda sanayi ve

teknoloji çağı olan 20. yüzyılda, kentsoylunun yücelttiği bireyselleşme ülküsü yerine anonimleşen, makineleşen bir özneye dönüşen, kendini gerçekleştiremediği gibi, özdeksel ve tinsel anlamda hızlı değişimlerin gerçekleştiği yeni yaşam biçimine de yabancılaşan insan, yaşlılık ve ölüm olgularını huzur evleri ile hastane odalarına taşıyarak –Rilke’nin Malte Laurids Brigge’nin Notları’nda güçlü imgelerle ortaya koyduğu gibi-; görmezden gelmeye, dışlamaya başlamış, kendi yaşamına olduğu kadar kendi ölümüne de yabancılaşmıştır. Ölüm olgusu, değişen insan bilincine ve çağın dünyaya bakış açısına koşut biçimde bu yüzyılın yazınına da başat olarak, ona yadsıma/dışlama/boyun eğmeme duygularıyla yaklaşan farklı figürlerin bakış açısından, insanın kendini ve yaşamının, varoluşunun anlamını sorgulaması, kendini gerçekleştirmesi izleğiyle yansımıştır.5

İki Şaire Dair Bir Arasöz:

1933’te Ankara’da doğan Ahmet Oktay, yazmaya ortaokul sıralarında başlamıştır. İlk şiirleri, 1949-50 yılları arasında “Gerçek” adlı bir dergide yayımlanmıştır. Kendi söylemiyle ilk şiirleri “Hece şairlerinden ilham alan,

onların melankolik biçemini benimseyen, yarısı taklit şiirlerdir.”6 14-15

yaşlarında yazın dünyasına adım atan Oktay, Suud K.Yetkin’in Yazınsal

Meslekler adlı kitabıyla tanıştığı günü bir dönüm noktası sayar: “Sürrealizm diye bir bölüm vardı. Gerçeküstücülerden bir takım şiir çevirileri… Ben hemen o gece, birdenbire Hece’yi terk ettim ve “Renkler Senfonisi” diye serbest nazım, gerçeküstücü imgeye, imgeciliğe uzanan uzun bir şiir yazdım.”7 1950’lerde,

3 Horst S., Ingrid G. Daemmrich, Themen und Motive in der Literatur, Francke Ver., Tübingen und Basel, 1995, s.347.

4 A.g.e., s. 349. 5 Bkz: age., s. 347-350.

6 “Ahmet Oktay ile Bir Söyleşi”, http://alsah.blogcu.com/845809, 29.11.2006, s.1. 7 Adı geçen yer, s.2.

(3)

imgelerle günlük dilin kalıplarını kırma çabasıyla ırasallaşan İkinci Yeni Hareketi’ne öncülük ettiği söylenebilecek olan Mavi Hareketi içinde yer almıştır. Aynı adlı dergide yayımlanan eleştiri yazıları ve şiirleriyle bu yazınsal harekette önemli bir rol oynayan Oktay, “düzyazının şiiri besleyici olduğunu” düşündüğünden, “yazıyla şiiri bir arada”8 yürütme eğiliminde olmuştur. Şimdiye

kadar yayımlanmış olan şiir kitapları şunlardır: Gölgeleri Kullanmak (1963),

Her Yüz Bir Öykü Yazar (1964, Yeditepe Şiir Ödülü), Dr. Kaligari’nin Dönüşü (1966), Sürgün (1979), Sürdürülen Bir Şarkının Tarihi (1981), Kara Bir Zamana Alınlık (1983), Yol Üstündeki Semender (1987, Behçet Necatigil

Şiir Ödülü), Ağıtlar ve Övgüler (1991, Türkiye Yazarlar Birliği Yılın Şairi Ödülü), Bir Sanrı İçin Gece Müziği (1993), Toplu Şiirler (1995), Söz Acıda

Sınandı (1996), Gözüm Seğirdi Vakitten (1996) ve “Orpheus ile Eurydike’den”

adlı şiirinin yer aldığı Az Kaldı Kışa (1996).

Prag doğumlu olan Rainer M. Rilke (1875-1926), simgecilik akımının en önemli temsilcilerinden biridir. Rilke, elli bir yıllık yaşamı boyunca yanına aldığı

“militan yalnızlığı”9 ile dünyanın birçok ülkesini gezmiş, bu sayede kazandığı “uluslar üstü bir kendine bakış yetisi”ni10 şiir başta olmak üzere roman, anı,

oyun, mektup gibi farklı yazın türlerinde kaleme aldığı yapıtlarına da yansıtmıştır. Rilke’nin Duino Ağıtları ve Orpheus’a Soneleri’yle taçlandırdığı yazın serüveni, Lou Salome∗ ile çıktığı Rusya ve daha önceki Paris gezisi izlenimlerini yansıttığı ilk önemli yapıtı sayılan Saatler Kitabı (Stundenbuch,1903) ile başlar. Dünyayı bitimsiz ve tanrısal olarak gören panteist öğretinin izlerini taşıyan bu yapıtta yalnızlık, ayrılık ve boşluk kavramlarının, insansal bir kardeşlik düşüncesinin dünyaya egemen kılınacağı umuduyla birlikte işlendiği görülür.

Sancaktar Christoph Rilke’nin Aşkı ve Ölümü (Weise von Liebe und Tod des Cornets Christoph Rilke, 1906) adlı yapıtı, Rilke’yi özellikle eğitimli genç

kentsoylu sınıfının ilgi odağı durumuna getirir. Ünlü Fransız heykeltıraş Rodin’in plastik sanatının etkisiyle nesneye farklı bir bakış açısı kazanan Rilke, iki citlik

Yeni Şiirler (Neue Gedichte, 1-1907/ 2-1908) adlı yapıtında ilk şiirlerindeki lirik

öznelliği bilinçli olarak sınırlandırmış, nesnel dünyayı yaratısının ölçütü kılmış ve dışsal olgusallığı sanat nesnesine (Kunst-Ding) dönüştürmeyi sanatçının ödevi olarak belirlemiştir.11

8 Adı geçen yer, s.2.

9 Rilke, Rainer M., Seçilmiş Şiirler-Duino Ağıtları, (çev: T. Oflazoğlu), İstanbul, 1997, s. 7. 10 Lamping, Dieter/Engel, Manfred, Rilke und die Weltliteratur, Düsseldorf/Zürich, 1999, s. 8. Lou Andreas Salome (1861-1937): Adeta büyülediği Nietzche’nin evlilik teklifini reddeden,

kendisinden 14 yaş küçük Rilke ile aşk yaşayan, Sigmund Freud’u da etkisi altına alan, sonradan onun öğrencisi olan bu kadın, Rilke’nin yaşamını ve sanatını büyük ölçüde etkilemiştir.

11 Bkz: Brauneck, Manfred (Hg.), Autoren Lexikon, Rowohlt, Hamburg, 1984, s.647-648/bkz: Fricke-Schreiber, Geschichte der deutschen Literatur, Schöningh Ver., Paderborn, 1974,

(4)

Rodin hakkında yaptığı monografi çalışmasında (1903) ve Salome’ye yazdığı mektuplarda sanat nesnesini her türlü belirsizliği, zaman ve uzamı aşmış, yaratıcı kişinin ediminin dışında, katışıksız bir kendilik hakikati içinde bulunan bir olgusallık şeklinde açımlayan Rilke, nesneyle ilişki içinde kazanılan deneyimleri nesnelerin dilsel açınımıyla bir tutarak, onlara salt şiirin dilsel bütünlüğü içinde anlaşılabilen simgesel bir boyut kazandırır.12 20. yüzyılın,

geleneksel romanın kalıplarını kıran ilk önemli modern yapıtlarından biri sayılan

Malte Laurids Brigge’nin Notları’nda (Die Aufzeichnungen des Malte Laurids Brigge,1910) genç bir yazar olan kahramanı aracılığıyla modern dünya

insanının temel yaşamsal deneyim ve kaygılarını anlatan Rilke, özyaşamöyküsel izler taşıyan bu günce-romanında dışsal nesneyi ve onu alımlayan öznenin içsel deneyimini bir sanat nesnesi olarak ortaya koymuştur.

Ölüm, yaşam, sevgi, nesne olguları ekseninde insansal varoluş sorunsalını izlekselleştirdiği Duino Ağıtları (Duineser Elegien, 1912-1922) ve Orpheus’a Soneler (Die Sonette an Orpheus, 1923) ile 20. yüzyıl şiirinin başyapıtlarını ortaya koyan Rilke, artık salt Alman yazınının değil, dünya yazınının en büyük ustaları arasına girmiştir.13

Çözümlemeye girişmeden önce, her iki şiirde de adları geçen mitsel figürlerin; Orpheus’un, Eurydike’in, Hermes ve Hades’in kim olduğunu ve iki şiirin de arka planında yer alan “Orpheus ve Eurydike” adlı mitolojik öyküyü tanımamız gerekir:

Orpheus: Trakyalı ünlü müzisyen-şair. Trakya kralı Oiagrus’un ya da Apollon ile Musalar’dan, peri kızı Calliope’nin oğlu. Liriyle çaldığı ezgilerle bitkileri, hayvanları, kayaları büyüleyen Orpheus’un ünü ilk çağda “orfizm” mistik akımını yaratmıştır. Çok sevdiği karısı Eurydike’i yeniden yaşama kavuşturmak için yeraltındaki cehenneme inip onu geri ister.

Eurydike: Orpheus’un karısı, Apollon’un kızı, ağaç perisi.

Hermes: Zeus ile Maia’nın oğlu. Yunanlıların kavgada adaleti sağlayan

tanrısı. Zeus’un ulağı olarak görev yapar, aynı zamanda Hades’e giden ölülerin ruhlarına eşlik eder.14

s.270-272/bkz: Martini, Fritz, Deutsche Literaturgeschichte, Kröner Ver., Stuttgart, 1958, s.465-469.

12 Bkz: Müller, Wolfgang, R.M.Rilkes ‘Neue Gedichte’, Anton Hain Ver., Meisenheim am Glan, 1971, s.15-32.

13 Bkz: Brauneck, Manfred (Hg.), Autoren Lexikon, s. 647-648.

14 Bkz: Erhat, Azra; Mitoloji Sözlüğü, Remzi Yay., İstanbul 1989, s. 118, 152, 251./ Bkz: Ovidius,

(5)

Hades: Ölüler dünyasının tanrısı ya da ölüler dünyası. Hades’in evi

anlamına gelen Yunanca “Hadoudomos” sözcüğünden “-domos”un düşmesiyle Hades, aynı adlı Tanrı’nın yönettiği ölüler ülkesinin de adı olmuştur.

Orpheus ve Eurydike: Eski Yunan mitolojisine yeni bir boyut kazandıran

Orpheus’la ilgili en ünlü mit, karısı Eurydike’in aşkı için cehenneme inişini anlatan öyküdür. Apollon’un kızı olan Eurydike, bir yılan tarafından sokulduktan sonra ölür. Orpheus, yeraltı tanrılarını müziğiyle etkileyip Eurydike’i aramak için cehenneme iner. Ölüler ülkesinin kralı Hades ile karısı Persephone’yi bulur ve Eurydike’i bırakmaları için onlara lir çalıp şarkı söyler. Orpheus’un lirinden yayılan acı ve yakarış dolu ezgiler sonsuza dek acı çekmeye mahkum olan ölülerin ruhlarını bile ağlatır. Bu acıklı ezgiler karşısında duygusallaşan Hades, Orpheus’un ölüler krallığını terk etmeden önce arkasına dönüp bakmaması koşuluyla Eurydike’i kendisine geri vermeyi kabul eder. Ancak tam gün ışığına çıkmak üzereyken, Eurydike’in kendisini izleyip izlemediği konusunda kuşkuya kapılan Orpheus, arkasına bakmak için geri dönünce karısının ikinci kez ölmesine neden olur. O günden sonra bir türlü avunamayan Orpheus, yedi ay boyunca bir mağarada kederinden ağlayarak derin bir yalnızlığa gömülür ve tek teselliyi genç insanlarda bulur. Orpheus’un ölümü hakkında ileri sürülen görüşler de farklıdır: Bir efsaneye göre Dionysos’a tapan Trakyalı kadınların aşkını önemsemeyince Mainaslar tarafından parçalanmış, müzik ve şiir tanrıçaları olan Musalar da onun bedenin parçalarını gömerek, lirini gökyüzüne yerleştirmiştir. Başka bir efsaneye göre ise, ölüler krallığındaki deneyimlerini açıkladığı için Zeus tarafından yıldırımla çarpılarak öldürülmüştür.15

İki Şiir:

Oktay’ın şiiri Orpheus’un canlı-cansız tüm varlıkları büyüleyen ezgilerinin

“yabanıl” ve “karanlık” kökeninin izsürümüyle açılırken, Rilke’nin şiiri, tanrısal

konumdaki lirik anlatıcının yeraltındaki ölüler ülkesi Hades’i “ruhların tuhaf

maden ocağı”na benzetmesiyle başlar ve ilk iki kıta “köklerin arasından kan(ın) fışkır(dığı) (…) Kırmızıdan başka bir şey”in olmadığı, “kayalıklar ve cisimsiz ormanlar”dan oluşan, “boşluğun üstünde uzanan köprüler”in bulunduğu ve “yağmur bulutları gibi enginlere asılmış o büyük, gri, donuk göl”ün göründüğü

Hades’in ürkütücü yerbetimini sunar. Karanlıkta kızıl renkli “bir kayaç gibi ağır” görünen kan, Hades’ten insanlığa akar. Yaşamın özü olan kan aracılığıyla yaşayanlar ve ölüler, bir başka söylemle yaşam ile ölüm arasında bir bağlantının kurulduğu bu dizeler, “yaşamın ve ölümün birliğini, korkunun ve mutluluğun

15 Bkz: Meydan Larouse C. 15, Sabah Yay., İstanbul, s. 191./ Bkz: Temel Britannica C. 13, Hürriyet Yay., İstanbul 1993, s. 216.

(6)

özdeşliğini göstermek, yapıtlarımın temel anlamı ve kavramıdır”16 diyen

Rilke’nin yaşam ve ölümü bütünsel bir olgu olarak görme eğilimini ortaya koyar. Ayrıca bu iki kıtada “sessiz (bir) gümüş madeni gibi”, “sakince ve sabırla” şeritleri solmuş bir yolda ilerleyen, çoğul 3. kişiyi imleyen belirsiz “onlar” zamiri dikkati çekmektedir.

Oktay, Orpheus ile Eurydike mitini Rilke’den çok daha kapalı bir biçemle geçirmiştir şiirine. Varlık, yaşam ve ölüm olgularına ilişkin olarak yarattığı güçlü imgelerin ardında, adeta kırılgan, ama bir o kadar güçlü bir ezgiye dönüştürmüştür miti. “Her ezgi yabanıldır. Karanlıktan doğar.” diyerek, bu karanlık ezginin uvertürüne başlar ve okuruna sesleneceği alanı belirler. Bu alan, insanın iç dünyasıdır. Ezgiler, tinimizin görünmez sesleridir. İkinci kıtada şair,

“Korkunçtur zamanın mayaladığı pusu;/örümceğin saati magmada işler,/çekülünü bozar günün buharlaşan su” şeklindeki dizelerinde insan-varlık’ın

zaman olgusuyla bağlantısını sorgular. Ölümlü olduğunu bilen insan-varlık için, ürkütücü bir belirsizlik içeren zaman olgusu karşısında, “oysa yetkinlik ister Tin,

kesinlik ister,/ cümlenin, düşüncenin bazaltsı biçimini” diyen yazarın, aynı

zamanda Eski ve Yeni Ahit’teki “Önce söz vardı” sözüne gönderme yaparcasına varlık ile söz arasında ilişki kurduğu gözlenir.

Yaşam olgusu içinde bedenlerimiz kendini sınayarak devingenliğini sürdürürken, tinlerimiz “yetkinlik” ve “kesinlik” ister. Tinini yetkinleştirmek isteyen; “ya Melek’le ya Şeytan’la sözle(şerek)” en iyiyi olduğu kadar en kötüyü de bizzat deneyimleyerek, varoluşun köklerini tümden kavramak isteyen,

“arayan” insandır ve “uçurumsudur”: “Yetinmez bulduğu ve olduğuyla.” Burada

şair yaşamın anlamını bir “sessiz tohum” varlığımızı, onda taşıdığımız gizillikleri,

“bulduğumuz” ve “olduğumuz”la yetinmeyerek açındırmaya yükler. Yine de

anlam arayışı içindeki insanın ölüme “Hermes”e ve “yeraltının mührü”ne dair bitip tükenmek bilmeyen sorularının “belki de gülen bir çocuğa

bağışla(nacağını)” söyleyen şair, bir “tomurcuk”a, “giz”e benzeyen yazgı –ve

tümcüleyin bir varoluş- karşısında ölümlü insanın konumunun traji-komik yönünü açığa çıkarır.

Rilke’nin şiirinde ise tanrısal konumdaki lirik anlatıcının bakışı üçüncü kıtada Hades’e inen Orpheus’a odaklanır tümüyle. Mitolojik öyküye koşut olarak duyuları parçalanmış, kendi egemenliğinden çıkmış gibi görünen, karısına kavuşmak için sabırsızlanan Orpheus, ardına bakmamak için kendini güçlükle zapt etmektedir. Burada şair, Orpheus’un ruh halini “adımı büyük lokmalar

halinde/ çiğnemeden yutuyordu yolu”, “duyuları paramparça olmuştu:/ bakışı bir köpeğin önden koşması gibi/ ona sonradan ulaşıyor”, “işitmesi bir koku gibi

(7)

ardında kalıyordu” şeklindeki son derece çarpıcı sinestezik betimlemelerle sunar.

Dördüncü ve beşinci kıtalarda, belirsiz “onlar” zamirinin kimleri imlediği de açıklık kazanır. Onlar, Orpheus’un ölen karısı Eurydike ile ona eşlik eden “Yol

Tanrısı” Hermes’tir ve “korkunç derecede yavaş” adımlarla Orpheus’u

izlemektedirler. Sürekli karısını ve ona duyduğu büyük aşkı düşünerek sabırsız ve huzursuz bir halde ölüler ülkesinden yaşama doğru çıktığı bu gerilimli yürüme ediminde algıları altüst olan Orpheus, karısının ayak seslerini işitmeye çalışır, ama “salt kendi adımlarının yankısını/ ve paltosunun savruluşunu işi(tir)

ardında” ve mitolojik öyküde olduğu gibi, artık daha fazla dayanamayarak

Eurydike’in gelip gelmediğini görmek için ardına bakar. Hermes’in koşuluna uymadığı için, zaten ölmüş olan Eurydike’i bir kez daha öldürmüş olur ve ölüler ülkesinden çok güçlü bir “yakarış” yükselir. Yedinci kıtadan onuncu kıtaya dek Eurydike’e yoğunlaşır şiir. Kocasının sabırsızlığına karşıt olarak, ölülere eşlik eden tanrı Hermes ile yürüyen Eurydike ise alabildiğine “sakin ve sabırlı”dır. O tümüyle kendine dönmüş, adeta kendine sarınmıştır. Ne sevdiği kocasını, ne de yaşama giden yolu düşünmektedir o, tek gerçekliği olan ölmüşlüğünü yaşamaktadır. Eurydike’in ruhsal portresi, insan var oldukça sorunsallığını koruyacak olan yaşamsal soruları sorgulayan Rilke’nin ölüm olgusuna bakışını ortaya koyması bakımından önemlidir. Rilke ölüm hakkındaki düşüncesini Hulewicz’e yazdığı bir mektupta şöyle dillendirir:

“... ölüm, bizden öteye dönük olan, bizim aydınlatmadığımız yüzüdür yaşamın…Gerçek yaşam biçimi her iki bölgeye uzanır, en büyük kan dolaşımı her ikisi boyunca... Yapılması gereken, burada bakılmış, dokunulmuş olanı ’daha geniş’ en geniş çemberin içine almak. Gölgesiyle yeryüzünü karartan bir öbür dünyaya değil, bir bütüne, bütünün kendisine...Evet, bizim ödevimiz bu gidici, dayanıksız yeryüzünü öyle derin bir acıyla, tutkuyla kavramak ki, onun özü görünmez olarak bizde yeniden dirilsin. Bizler, görünmezin arılarıyız. Nous butinons eperdument le miel du visible, pour I’accumuler dans la grande ruche d’or de I’invisible.*”17

* Çılgın gibi topluyoruz görünürün balını; görünmezin büyük altın kovanında biriktirip saklamak için.

17 Rilke, Rainer Maria, Duino Ağıtları, çev.: Can Alkor, İstanbul, 1993, s. 1 (Rilke’nin 13.11.1925 tarihinde Witold Hulewicz’e yazdığı mektuptan).

(8)

Yaşam ve ölümü bir bütünün parçaları olarak gören Rilke, Duino

Ağıtları’nda dillendirdiği gibi, aralarında bir “bengi akıntı”18 olan bu iki olgunun

birbirinden kesin çizgilerle ayrılmasını yanılgı sayar. Ona göre bir “meyvenin

çekirdeğini taşıması gibi”19 içimizde taşıdığımız ölüm, yaşamın soyut bir sonucu

değil, meyvesidir. Yaşam ancak ölüm olgusuyla anlam kazanır, bilinçlenir. Dirimsellikle dolu olmak, ona göre ölümle de dolu olmaktır. Ölüm yaşamın tersi değil, onu tamamlayandır. İnsan ancak bu bilinçle en hakiki varlığını gerçekleştirerek, kendi “öz yaşam”ını yaşayıp, kendi “öz ölüm”ünü ölebilir.

Duino Ağıtları’nda “yok oluş bile varlık yoludur (…) en sonuncu doğuştur.”20

diyen Rilke, tümcüleyin bir varoluş içinde insanın oluş’u gibi bir başka varlık durumu olan yokoluş’u da kendinin kılması gerektiğini, bunun en temel ödevimiz olduğunu savunur ve ölüm olgusunu, biri yaşamını kendi yaşamı kılamamış kişinin ölümü; “yabancı/küçük ölüm”, diğeri kendi varlığından yola çıkarak tümcüleyin bir varoluşa ulaşan, bir başka söylemle kendi varlığını tümcüleyin bir varoluşa tamamlamış kişinin ölümü; “öz/büyük ölüm” şeklinde iki ulama ayırır.21

Eurydike betiminde Rilke, ölümün, gölgesiyle yeryüzünü karartan bir öbür dünya olmadığını söyler. Ölüm belki de tıpkı Eurydike’de olduğu gibi, insanın en çok kendi olduğu bir durumdur: “Kendi içindeydi. Ve ölmüşlüğü doluluk gibi

kaplamıştı onu/ tatlı ve koyu bir meyve gibi kendi ölümüyle doluydu.” Yeniden bir

genç kız gibi olmuştur Eurydike. Orpheus’un şarkılarında seslendiği “o sarışın

kadın” değildir artık. Evlilik bağından, adeta “sütten kesilmiş” bir bebek gibi

kopan Eurydike, artık “o adamın mülkiyeti değildi(r)”. En derinlerdeki insansal özü olmuştur o ve hiç kimseye ait değildir artık. Varlığı çözülmüştür tüm görünür-görünmez bağlarından: “O, bağından açılan uzun saçlar gibi çözülmüş/

ve düşen bir yağmur damlası gibi bırakmıştı(r) kendini/ çoktan kök olmuştu(r).”

Ve ansızın Eurydike’i durdurur Hermes. Kocası tam “aydınlık çıkış”a yaklaştıkları anda, sözünü tutamayarak dönmüştür çünkü. Tümüyle ölmüşlüğüyle, bir başka söylemle yeni varlığıyla dolu olan Eurydike ise, bunu kendisine üzüntüyle bildiren tanrıya “Kim?” diye soracak kadar yabancılaşmıştır

18 Age., s. 8.

19 Rilke, Rainer Maria; Malte Laurids Brigge’nin Notları, çev.: B. Necatigil, İstanbul, 1996, s. 11.

20 Rilke, Duino Ağıtları, s. 6.

21 Bkz.: Bollnow, Otto F.; Varoluş Felsefesi, çev.: M. Beyaztaş, İstanbul, 2004, s. 85-95./Bkz.: Buddeberg, Else; “Rilke: Orpheus, Eurydike ve Hermes”, Die deutsche Lyrik Form und

Geschichte, Wiese, Benno von (Hg.), August Bagel Verlag, Düsseldorf, 1959, s. 318-335./Bkz.:

(9)

kocasına.“Sakin ve sabırlı” Eurydike geldiği “aynı yoldan çoktan geri

dönmüştü(r)” bile.

Oktay ise dördüncü kıtadan itibaren okuru adeta tümcüleyin bir varoluş düzlemine taşır. İnsanın “etinde”, “kaslarında (…) Uyum’un yokluğu

sızlar(ken)”, “Varlık” eskil dünyanın “eskil yağmur”larını anımsar. Beden/kalıp

içerisindeki insan-varlık, “kaktüs”ün “saksıdayken kavrulmuş çölü solu(yuşu)” gibi insan yaşamı “Parça” öncesi varlık durumunu, tümcüleyin bir varoluşu

-“Bütün”- soluyarak anımsar: “Bütün ve Parçadır zamanın akışında;/ pınarları, çeşmeleri özler Pegasus,/ kesik bir başın kanından doğmuş olsa da”. Doğanın

kendisine “zaman mayaladığı korkunç pusu” içinde sınırlı/bitimli/ölümlü olarak verdiği varlık konumunu, “sınamak, yanılmak, bilmek tutkusu” ile sorgulayarak, kendi varlığı/yazgısı kılabilmesi gerekir insanın. Varlığın hep sınadığı, işte budur:“Varlık hep sınar.” Bir varolmuşluk olgusundan (mikrokozmoz), tümcüleyin bir varoluşun uzayına (makrokozmoz) açılan “izleri sür(erek)” “bilge

kişi” olacaktır işte insan; “başlangıç ve son”u, “oluşu ve yokoluşu birlikte

duyumsama” bilgisine erene dek sürecektir varlık tarafından sınanışımız. (Bu tutkulu arayış edimi, insan bilgeliğe, varoluşun hakiki bilgisine ulaştığında traji-komik olmaktan da çıkacaktır o halde.)

Bu durumda, özellikle “Geri dön Eurydike! Sadece benim değil/ bu

çığlık!”söylemiyle Orpheus’un bilincini -neredeyse bir özdeşlik biçiminde- içeren

tanrısal bir konumdan konuştuğu belirginleşen lirik anlatıcının

“uçurumsu”,”arayan”, “bilge kişi” sıfatlarıyla, insanın bilmek tutkusunu

varlığında somutlaştırarak temsil eden Orpheus’u imlediği savlanabilir. Biricik aşkı uğruna yeraltındaki ölüler ülkesine inen Orpheus, sevdiğini geri alma arzusu kadar, ölümü bilmek arzusu da duymuştur: “Yollar hiç bitmez/oysa Arayan için.

Sonsuzluk kadar/ Bitimliyi de görmek ister siyah ruhlar.” Hatta onda -Oktay’ın

örtük yorumuyla-, ardına dönüp bakışıyla kendini açığa vuran ölümü tanımak/bilmek arzusu, sevdiğini geri almak arzusundan da baskın gelmiştir,

“kösnü güçsüzleş(miştir)”: “Arzudur kırılan zerdali çekirdeği,/ dudaklar ta yılların içinden inilder”. Sevdiğine kavuşamama acısına/yasına karşılık,

varoluşun hakiki bilgisine ulaşan “bilge kişi” olmuştur o: “Yastır Neşe’nin

kaynağı”.

“Bilge kişi” olmada ölüm bilincinin önemi iyice belirginlik kazanır artık.

Dirimli olmak, başı ve sonu olan bir süreçtir: “Başlangıç ve son anlatılmıştır

olguda”. Varolma durumunu ölüm bilinciyle (kendisinin ve sevdiklerinin ölümlü

olduğu bilinciyle: “Kalp bulduğunu sanır;/o andır oysa sevilen bedenin solduğu”) yaşayan, “oluşu ve yokoluşu birlikte duyumsa(yan)” kişi, yaşamın karmaşık ağları/iç içe geçmiş gölgeleri arasından -kim bilir belki Orpheus gibi bir şarkı ya

(10)

da bir şiir ile- kendi yazgısını, varoluşunun hakiki anlamını yaratan kişidir: Çünkü

“yüz gölgedir, içe sürgündür asıl suret.”

Orpheus’un karısı Eurydike, tam da bu söylemden sonra, zamanın aynasında karşımıza çıkar: “bir gelin gülümser silince de buğuyu”. Gelin Eurydike ile karşımıza çıkan ölüm olgusu; “gülümse(yen)” ölüm, yaşamı anlamlı kılan, ona itici gücünü veren olumlu bir nitelik taşır. Şairin söylemiyle, eğer

“katmerlenir (ise) gül, kar üstünü örter örtmez,” gülünün katmerlendiği andır işte

ölüm. Yine şairin söylemiyle, eğer “Bir şarkı için kalp ölüme çoktan razı;/ ama

zor olgunlaşır doğacağı gece” ise, ölüm de tıpkı yazgımız gibi doğacak, hatta

doğurulacak bir olgudur. Oktay’ın şiirinde, Rilke’nin ölümü insanın kendi ölümü, yaşamı kendi yaşamı kılması gerektiği şeklindeki düşüncesinin izleri görülür.

On ikinci kıtada tümüyle ben anlatım konumuna geçerek Orpheus’un bilincine bürünen lirik anlatıcı, Eurydike’i geri çağırır. Lirik ben’in Eurydike’e seslendiği şu dizelerde, Oktay’ın ölüm olgusuna bakışının, Rilke ile neredeyse birebir örtüştüğü gözlenir: “Salkımı olgunlaşan asmayla söyleşmeyi/ öğrendim

senden”, “Yankılanırdın ağacın doğum ve ölüm sesini”, “ve derdin ki: çiçek yeşerirken dal inilder”. Ölüm olgusu burada, tam da Rilke’nin ölümü yaşamın

meyvesi olarak değerlendirişine koşut düşen bir nitelik taşır. Dikkati çektiği gibi Oktay, ölüm olgusunu bitki-varlıklarla benzeti kurarak ele almıştır. “Salkımı

olgunlaşan asma”, “ağacın doğum ve ölüm sesi”, “çiçek yeşerirken dal(ın) inilde(mesi)” örgeleriyle Oktay, her bir dirimli varlık konumu için yaşam ile

ölümün iç içe geçmiş göbek bağını, dirimin eşzamanlı olarak ölümü içerdiğini ortaya koyar: “Bilgiye özgüdür oluşu ve yokoluşu/birlikte duyumsamak.” Ölüm bilinciyle yaşayan, her anını ölebilme -bir gün, bir an öleceği gerçeğinin- bilinciyle yaşayan kişi, kendi varlığını/yazgısını hakiki kılma kaygısı duyar. Yaşam bilinci işte, ölüm bilincidir. Ölüm bilinci olan kişi yaşamını anlamlı kılabilir. Bu bilinçle yaşayarak çiçeğimizi/hakikatimizi yeşertebiliriz ancak.

“Aydınlattı ölümün,/söylediğim şarkıyı” diye Eurydike’e seslenen

-Orpheus ile tam bir özdeşlik içerisindeki- lirik ben, “karanlık” ezgisini sevdiğinin ölümüyle aydınlatmıştır. Daha açık bir söylemle Orpheus’un yazgısı; Tanrı Hermes’in koşulunu çiğneyerek, ölümün hakikatini ‘görme’ edimiyle algılayıp öğrenmesine/ele geçirmesine karşılık, sevdiğini bir kez daha yitirme bedelini ödemek ve bu acıyla ‘aydınlanmak’, bilgeliğin sırrına ermektir:“Çözülen

düğüm/yeni bir düğüm örermiş meğer;/uçurum bebeğindeymiş gözümün.”

Sonuç olarak her iki şair de aynı mitsel öyküden yola çıkarak, özellikle varlığın/yazgının gerçekleştirilmesi ediminde yaşamı anlamlı kılan, ona itici gücünü veren, kişiye kendi varlığının, varoluşunun hakikatini kazandıran olumlu nitelikte temel bir izlek olarak sunuşları bağlamında birbiriyle örtüşen bir ölüm olgusundan söz eder. Ancak Oktay, söz konusu mitsel öyküden Orpheus’u, hem

(11)

kendi varlığının/yazgısının hem de tümcüleyin bir varoluşun sırrına ermiş bir bilge olarak ön plana taşırken, Eurydike’i arka plana çekmiştir. Oktay’a karşıt olarak Rilke’nin şiirinde ölümü yadsıyan, ondan kaçmaya çalışan bir kadın değildir Eurydike. Rilke’nin Eurydike’i, sevdiği kocasını bile anımsamayacak kadar ölmüşlüğüyle dopdoluyken, Oktay’ın şiirinde “Geri döneyim” diye haykıran, yazgısından kaçmaya çalışan, ölümünden, ölmüşlüğünden tekrar yaşama dönmek isteyen bir Eurydike’dir:

Yaşam da Doğa da tuzakla dolu, Yazgın orda! Kaç nereye kaçarsan! Arılardan kurtuldun ama buldu seni ve balını emdi bir yılan.

Oktay

Yüce bir umut gibiydi kendi içinde ve önden giden kocasını düşünmüyordu, Ve yaşama yükselen yolu da.

Kendi içindeydi. Ve ölmüşlüğü doluluk gibi kaplamıştı onu. Tatlı ve koyu bir meyve gibi kendi büyük ölümüyle doluydu,

(12)

KAYNAKLAR Birincil Kaynaklar:

Ahmet Oktay, Az Kaldı Kışa, Sel Yay., İstanbul, 1996.

Rainer Maria Rilke, Duino Ağıtları, (çev. Can Alkor), İstanbul,

1993.

_______________ Gedichte, Reclam Verlag, Stuttgart, 1997.

_______________ Malte Laurids Brigge’nin Notları, çev.: B.

Necatigil, İstanbul, 1996.

_______________ Seçilmiş Şiirler-Duino Ağıtları, (çev: T.

Oflazoğlu), İstanbul, 1997.

İkincil Kaynaklar:

Azra Erhat, Mitoloji Sözlüğü, Remzi Yay., İstanbul, 1989.

Bollnow, Otto F.; Varoluş Felsefesi, çev.: M. Beyaztaş, İstanbul,

2004.

Buddeberg, Else; “Rilke: Orpheus, Eurydike ve Hermes”, Die

deutsche Lyrik Form und Geschichte, Wiese,

Benno von (Hg.), August Bagel Verlag, Düsseldorf, 1959.

Buddeberg, Else; Denken und Dichten des Seins, Metzler Verlag,

Stuttgart, 1956.

Dieter Lamping/Engel Manfred, Rilke und die Weltliteratur, Düsseldorf/Zürich, 1999.

Fricke-Schreiber, Geschichte der deutschen Literatur,

Schöningh Ver., Paderborn, 1974.

Fritz Martini, Deutsche Literaturgeschichte, Kröner Ver.,

Stuttgart, 1958.

Ingrid S. Horst/G. Dämmrich, Themen und Motive in der Literatur, Francke Ver., Tübingen und Basel, 1995.

Manfred Brauneck (Hg) Autoren Lexikon, Rowohlt, Hamburg, 1984.

Ovidius, Dönüşümler, çev.: İ. Z. Eyyuboğlu, Payel Yay.,

İstanbul, 1994.

Wolfgang Müller, R. M. Rilkes ‘Neue Gedichte’, Anton Hain

Ver., Meisenheim am Glan, 1971.

“Ahmet Oktay ile Bir Söyleşi”, http://alsah.blogcu.com/845809, 29.11.2006.

Temel Britannica C. 13, Hürriyet Yay., İstanbul, 1993. Meydan Larouse C. 15, Sabah Yay., İstanbul.

(13)
(14)

ORPHEUS ile EURYDİKE’den Her ezgi yabanıldır. Karanlıktan doğar, ister sevinci övsün isterse kederi; Sessiz tohumda olgunlaşır yazlar, kışlar; remilde değildir falcının gördükleri, mahzensi sözcüktedir. Birini seçeriz ve ya Melek’le ya Şeytan’la sözleşiriz; hiç kimse bilemez sınamadan kalbini. Korkunçtur zamanın mayaladığı pusu; örümceğin saati mağmada işler, çekülünü bozar günün buharlaşan su; oysa yetkinlik ister Tin, kesinlik ister, cümlenin, düşüncenin bazaltsı biçimini; Devingendir bedense, sınar kendini Cehennem, Araf, Cennet: üç kapıda bekler. Uçurumsudur arayan insan. Yetinmez bulduğu ve olduğuyla. Öte çağırır cehennem sesiyle. Yazgıyı kimse bilmez, tomurcuk da giz de apansız yırtılır; sevinç ve keder beslenir aynı sabırla, Hermes’in ve yeraltının mührü sonunda belki de gülen bir çocuğa bağışlanır. Yastır Neşe’nin kaynağı. Varlık hep sınar, kurumuş kuyudur; anımsar eskil yağmuru; titreşir bir aynada ürkütülmüş yıllar, bir gelin gülümser silince de buğuyu. Yüz gölgedir, içe sürgündür asıl suret, kımıldar etinde örümceksi bir kasvet; kaslarında sızlar Uyum’un yokluğu. Simyacı küçümser altın’da Erk arayanı, sınamak, yanılmak, bilmektir tutkusu; pula dönüştürmeye çabalar altını, yadsır “çirkini güzel eden orospuyu;” uzgörüdedir erdem, iç durulukta perilerin hışırdadığı korulukta ararız güzün kokusu sinmiş uykuyu. Saksıdayken kavrulmuş çölü solur kaktüs, Bütün ve Parça’dır zamanın akışında; pınarları, çeşmeleri özler Pegasus, kesik bir başın kanından doğmuş olsa da. Bir oyuk açar gecede her keder sesi “izleri sürmeyi bilin” der bilge kişi başlangıç ve son anlatılmıştır olguda.

Arzudur kırılan zerdali çekirdeği, dudaklar ta yılların içinden inilder; anımsadıkça yıkılmış mermer çeşmeyi. Doruk ya da uçurum: Sessiz belirtiler! Kösnü güçsüzleşir, akrep ilerler kumda, mazlum zalimi tanır alevsi aynada; her yorum, bir öncekini iptal eder.

Taçlanmıştır doğuşundan, gamsızdır çocuk, ırmağın kıyısıdır, kurt olur tipide;

korkmaz öyle geçerken, alanıdır gömütlük, taşı ve kemiği adlandırır gönlünce. Denizin üstünde sonsuz bir gülüş kalır o kasvetsiz oyundan. Kalp bahçeleri dinler yıllar boyu; bir kez daha duyayım diye. Dağılgandır yaşlılıkta dünya. Her düş tümlüğü özler; gerçek ve mesel, fark etmez; görülsün yeter, sağlıkla, sona eren kış. Budur yanıltan teselli. Yollar hiç bitmez oysa Arayan için. Sonsuzluk kadar Bitimliyi de bilmek ister siyah ruhlar; katmerlenir gül, kar üstünü örter örtmez. Yıllardır birbirini arıyor Yin ve Tin, yazıtlarındaki iz konuşuyor kiminle? Yitik Gezgin! Hem herkes hem hiç kimsesin, Giz belki her gün duyduğun o gürültüde. Girdiğin mahzen açıklamaz, gördüğün saklı. Bir şarkı için kalp ölüme çoktan razı; Ama zor olgunlaşır doğacağı gece. Bin yıl dövülür acıların kristali, bulunduğunda görkemle parlasın diye; Kim nasıl, ne zaman fark eder Güzelliği? bilinmez; ürpertidir insanın derininde. Ona yargılıyız: Ondan beslenir Küşüm ve İnanç. Ozan’la çözülecek bu düğüm, vakt erip dilindeki mühür eriyince, Geri dön Eurydike! Sadece benim değil bu çığlık! Seni istiyor yeşermiş orman da. Sen baktığında güzel ve büyülü her ayna; Yoksan, kime göre anlatılacak o mesel. Salkımı olgunlaşan asmayla söyleşmeyi öğrendim senden. Akıyordu tanenin tamamı sözlerime, akmıyor sanılan dere gibi; Yitirdim birden bana gizi açıklayanı.

(15)

Kimdi, hiç unutmadım hiç; bozulmuş saatin yelkovanını çalıştırmak için uğraşan? Yataktaydı, eli de titriyordu dedemin,

“kurun” derken, yapraklar dökülüyordu daldan.

Yankılanırdın ağacın doğum ve ölüm sesini sabah, öğle ve akşam; değişirdi mevsimler; gözlerdik anlayalım diye değişmeyeni, ve derdin ki: “Çiçek yeşerirken dal inilder” Bilgiye özgüdür oluşu ve yokoluşu birlikte duyumsamak. Çünkü ayarsızdır içimizdeki çekül. Kalp bulduğunu sanır; o andır oysa sevilen bedenin solduğu. Yalnızdır Dünyalı, peri soyundan da olsa; kovalanır, acıtılır. Künyesi tekinsiz biridir hep. Kristalden bir feryat ağzında, kimin için atılmış? Ne yazık ki bilmeyiz. Her Yazgı tuhaftır. Düşen bir kaşık sesi, nasıl yankılanırsa yerde, öyledir: Anlaşılmaz, basit, karışık. Varız gibi yaşadığımız evlerde. İçimizdeyken o Tufan duygusu hangi imlerin aracılarıyız? Gidiyor muyduk, o mu geliyordu; belki kendimizin yabancısıyız. Biz üretsek de korkutucudur giz, yeşerir eskil karanlığımızdan; atalar hayvandır, bundan ürkeriz; bakın: Hepimizden sızıyor kan. Yaza girdik! Her yerde aşkın çağrısı; ıtır mı yasemin mi kokardın sen? Kimyanı süzmek için gövdenden Peşine düştü binlerce arı Yaşam da Doğa da tuzakla dolu, Yazgın orda! Kaç nereye kaçarsan! Arılardan kurtuldun ama buldu seni ve balını emdi bir yılan.

Eurydike! Aydınlattı ölümün, söylediğim şarkıyı. Çözülen düğüm yeni bir düğüm örermiş meğer; uçurum bebeğindeymiş gözümün. Karanlık ürkünç! Geri döneyim der her hayalet. Ardında kalan izler, yırtık bir kitap, sararmış perdeler sanki yitirdiği sevinci gizler. Ama mutluluk kaydedilmez zamana. Ahmet OKTAY

(16)

ORPHEUS. EURYDİKE. HERMES Das war der Seelen wunderliches Bergwerk.

Wie stille Silbererze gingen sie

als Adern durch sein Dunkel. Zwischen Wurzeln

entsprang das Blut, das fortgeht zu den Menschen,

und schwer wie Porphyr sah es aus im Dunkel.

Sonst war nichts Rotes. Felsen waren da

und wesenlose Wälder. Brücken über Leeres

und jener große graue blinde Teich, der über seinem fernen Grunde hing wie Regenhimmel über einer Landschaft. Und zwischen Wiesen, sanft und voller Langmut,

erschien des einen Weges blasser Streifen, wie eine lange Bleiche hingelegt. Und dieses einen Weges kamen sie. Voran der schlanke Mann im blauen Mantel,

der stumm und ungeduldig vor sich aussah. Ohne zu kauen fraß sein Schritt den Weg in großen Bissen; seine Hände hingen schwer und verschlossen aus dem Fall der Falter

und wußten nicht mehr von der leichten Leier.

die in die Linke eingewachsen war wie Rosenranken in den Ast des Ölbaums. Und seine Sinne waren wie entzweit: indes der Blick ihm wie ein Hund vorauslief,

umkehrte, kam und immer wieder weit und wartend an der nächsten Wendung stand. -

blieb sein Gehör wie ein Geruch zurück. Manchmal erschien es ihm als reichte es bis an das Gehen jener beiden andern, die folgen sollen diesen ganzen Aufstieg. Dann wieder wars nur seines Steigens Nachklang

und seines Mantels Wind was hinter ihm war. Er aber sagte sich, sie kamen doch;

sagte es laut und hörte sich verhallen. Sie kämen doch, nur wärens zwei die furchtbar leise gingen. Dürfte er sich einmal wenden (wäre das Zurückschaun nicht die Zersetzung dieses ganzen Werkes, das erst vollbracht wird), müßte er sie sehen, die beiden Leisen, die ihm schweigend nachgehn:

Den Gott des Ganges und der weiten Botschaft,

die Reisehaube über hellen Augen,

den schlanken Stab hertragend vor dem Leibe und flügelschlagend an den Fußgelenken; und seiner linken Hand gegeben: sie. Die So-geliebte, daß aus einer Leier mehr Klage kam als je aus Klagefrauen; daß eine Welt aus Klage ward, in der alles noch einmal da war: Wald und Tal und Weg und Ortschaft, Feld und Fluß und Tier;

und daß um diese Klage-Weh, ganz so wie um die andre Erde, eine Sonne und ein gestirnter stiller Himmel ging, ein Klage-Himmel mit entstellten Sternen - : Diese So-geliebte.

Sie aber ging an jenes Gottes Hand,

den Schritt beschränkt von langen Leichenbändern,

unsicher, sanft und ohne Ungeduld. Sie war in sich, wie Eine hoher Hoffnung, und dachte nicht des Mannes, der voranging, und nicht des Weges, der ins Leben aufstieg. Sie war in sich. Und ihr Gestorbensein erfüllte sie wie Fülle.

Wie eine Frucht von Süßigkeit und Dunkel, so war sie voll von ihrem großen Tode, der also neu war, daß sie nichts begriff. Sie war in einem neuen Mädchentum und unberührbar; ihr Geschlecht war zu wie eine junge Blume gegen Abend, und ihre Hande waren der Vermählung

so sehr entwöhnt, daß selbst des leichten Gottes

(17)

sie krankte wie zu sehr Vertraulichkeit. Sie war schon nicht mehr diese blonde Frau,

die in des Dichters Liedern manchmal anklang,

nicht mehr des breiten Bettes Duft und Eiland

und jenes Mannes Eigentum nicht mehr. Sie war schon aufgelöst wie langes Haar und hingegeben wie gefallner Regen und ausgeteilt wie hundertfacher Vorrat. Sie war schon Wurzel.

Und als plötzlich jäh

der Gott sie anhielt und mit Schmerz im Ausruf

die Worte sprach: Er hat sich umgewendet, Begriff sie nichts und sagte leise: Wer? Fern aber, dunkel vor dem klaren Ausgang, stand irgend jemand, dessen Angesicht nicht zu erkennen war. Er stand und sah, wie auf dem Streifen eines Wiesenpfades mit trauervollem Blick der Gott der Botschaft

sich schweigend wandte, der Gestalt zu folgen,

die schon zurückging dieses selben Weges, den Schritt beschränkt von langen Leichenbändern,

unsicher, sanft und ohne Ungeduld. Rainer Maria RILKE

Referanslar

Benzer Belgeler

Bu konfe- ranslarda tropikal mimarlık, bir dizi iklime duyarlı tasarım uygulaması olarak tanım- lanmış ve mimarlar tropik bölgelere uygun, basit, ekonomik, etkili ve yerel

Sp-a Sitting area port side width Ss- a Sitting area starboard side width Sp-b Sitting area port side Ss- b Sitting area starboard side Sp-c Sitting area port side Ss- c Sitting

Taşınabilir kültür varlıkları için ağırlıklı olarak, arkeolojik kazı ve araştırmalara dayanan arkeolojik eserlerin korunması ve müzecilik hareketi ile daha geç

Sakarya İli Geyve İlçesi Geleneksel Konut Mimarisi (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi) Sakarya Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sanat Tarihi Anabilim Dalı,

Tasarlanan mekân için ortalama günışığı faktörü bilgisi ile belirlenen yapay aydın- latma kapalılık oranı, o mekân için gerekli aydınlık düzeyinin değerine

Şekil 1’de görüldüğü gibi otomatik bina yönetmelik uygunluk kontrol sistemlerinin uygulanması için temel gereklilik, nesne tabanlı BIM modellerinin ACCC için gerekli

yüzyıl başlarının modernist ve ulusal idealleri doğrultusunda şekillenen mekân pratiklerinin doğal bir sonucu olarak kent- sel ölçekte tanımlı bir alan şeklinde ortaya

ağaç payanda, sonra ağaç poligon kilit, koruyucu dolgu tahkimat: içi taş doldurulmuş ağaç domuz damlan, deneme uzunluğu 26 m, tahkimat başan­ lı olmamıştır (Şekil 8).