HAlilDHANEDE RIR P.F7INTI
Deniz dalgaşı gibi
lodos olsa gerek...
Masa masa dolaşan çingene kızı - Müthiş bir
koro - Seyyahlar nasıl sızdırılıyor? » Hem
dolan, hem fabrika mahalli olan Haliç
Kâğıdhane deresinde bir sandal safası! Ayva gibbi saaaarardım
— Hiç insaf yok muittir sende vay!
i Elma gibbi knızardım
Hiç insaf yok muuu sende vay!
Ne tarafa gitseniz kulakları tırmalı - yan ayni ses, ve bu sese tempo tutan cırt lak bir kemanla tıngır tıngır bir tef... İş te karşıdan bir grup daha geliyor. S i - yah yeldirmeli esmer ve ihtiyarca bir çingene karısı. Elinde bir tef. Yenmda iki çingene kızı. Biri on dört, öteki yir mi yirmi iki yaşında, küçüğünün elinde boyaları çıkmış bir keman var. Büyüğü de oyuncu, çünkü kırmızı bir entari gi
yiyor. Galiba oyuncuların muhakkak
kırmızı giymesi lâzım. Bütün öbür çin - gene gruplarının oyuncuları da kırmızı ya bürünmüştü.
— H aydi bir siftah ettir bize. Bak Şe- rifem ne güzel gerdan kırar. Bunu ihtiyaı çingene söylüyor ve Şerife altın dişlerini gösteren yılışık bir tebessümle ellerini iki yana açıp parmaklarını şaklatarak şöyle bir omuz titretiyor.
— H aydi bir oynayım sana...
T ef elde hazır. Keman da küçük kı zın çenesine yerleşti. Gözlerimizde en u- fak bir muvafakat ışığı görseler hemen başlıyacaklar. Bizden yüz bulamayınca biraz ötemizdeki şişman bir bayanla za yıf bir bayın önüne gittiler. Büyük bii memnuniyetle karşılandılar:
Ayva gibbi saarardım
7İÇ VO!c mnuu sende vay’.
Şerife hem söylüyor, hem oynuyor.
Fakat şıkır şıkır değil, takır takır. Zan - Hedersiniz ki vücudünde bir tek mafsal yok. O kadar odun gibi. Anası Şerife - den daha coşkun. Yere bağdaş kurmuş, bir taraftan tefini tıngırdatıyor, bir ta - raftan da kızını canlandırmağa çalışı - yor:
— Oyna, kıvır, deniz dalgası gibi kı zım...
Deniz dalgası mı? Çok doğru. Y a l nız lodos olsa gerek, çünkü mide bulan dırıyor.
* ¥ *
Şişliden Kâğıdhaneye yürüyerek git mek, araba ve yahud otomobille gitmek ten çok daha zevkli. Yalnız, tabiî bacak
larınıza biraz güvenmek lâzım. Eğer
böyle bir yürüyüşe çıkar ve hem kestir - me, hem de fazla toz yutmadan gitmek isterseniz yolun solundaki kırlara sapın. Bu, Anadolu ovaları kadar çimensiz ve çiçeksiz kırlar, küçük iniş ve çıkışlarla sizi - A llah a bin şükür artık maziye ka rışan - çöp çukurlarının yanından geçi - rerek Kâğıdhaneye indirir.
Z avallı tarihî dere! Bir vakitler içinde binbir renkli sandal safaları yapılan su - ların ortasında şimdi çamurdan adacık lar var.
Belki bir yaz akşamı ta uzaklardan
gelen
birkaç kurbağa sesi insanın hoşuna gidebilir. Fakat böyle yüzlercesinin bir ağızdan gırtlaklarını yırtarcasma haykır maları enteresan oluyor amma pek ta - hammül edilir şey değil. Sesleri cüssele - rinden birkaç misli kuvvetli olan bu mu sikişinas hayvancıklar bereket versin in saflı şeyler. Bütün dere emirlerine amade iken onlar yalnız bir kısmını işgal etmiş ler. Halbuki cırtlak çingene seslerinin istilâsına uğramıyan hiçbir ağaç altı yok. Bu karışık konsere ilerideki bataklakta sabah banyolarını yapan otuz kırk man danın böğürtüsü de iştirak ediyor. M üt hiş bir koro heyeti!* # #
Dere kenarında paçasını sıvayıp suya giren çocuklar kaya kovuklarında bir - şeyler arayıp duruyorlar.
— Ne yapıyorsun orada? — K aya balığı tutuyoruz.
— Bulanık suda elle balık tutulur mu?
— Balıklar taşların arasına giriyor, biz de elimizle deliği kapıyoruz, sonra da tutuyoruz. Na bak, şu tenekenin içinde bir tane var.
— Peki ne yaparsınız bu balıkları? — Satanz.
— Nereden geliyorsunuz siz? — Feriköyünden.
— T a Feriköyden buraya hergün ba lık tutmağa mı gelirsiniz?
— O kadar uzak değil. Nah şu te - peyi aştın mı Fakirhanenin önüne çıkar. Oradan da aşağı inince işte Feriköyü.
Beş dakikalık bir yolmuş gibi bah settiği mesafeyi şöyle bir gözümde can - landırdım. En aşağı, bir veya bir buçuk saat. Zira Fakirhane dediği Darülâce - zenin önüne çıkmak için evvelâ dağ gibi bir tepe aşmak lâzım. Oradan Şişli ve Osmanbey arkasından Feriköyüne ka - dar uzanan mesafeyi de tahmili edebilir siniz.
Bu zahmetlerine mukabil günde kaç balık tuttuklarını sordum.
— Eh, beşer tane olur, dediler. Beş balık tutmak için Allahın günü bu tepeleri inip çıkan kahramanlara:
Kısmetiniz açık olsun, A llah kuvvet versin, demekten başka söyliyecek söz bu lamadım.
Ötede birkaç çocuk daha var. İçinde mandaların keyif sürdükleri bataklıktan süzüle süzüle dereye akan, ve biraz evvel bir iki mandanın etrafa sular sıçrata sıç- rata geçtiği bu yosunlu pis suyun kenarına yatmışlar bir pınardan su içer gibi kana kana hararetlerini söndürüyorlar.
¥ ¥ ¥
Kâğıdhaneye gelip te sandal gezintisi yapmamak olmaz. Hem buraya seyyah * lar da geliyormuş meğer. İşte önümüzdeki Srtjiualuan kadınlı erkekli bir grup çıktı, ve yeşil çimenleri papatya gibi süslîyen yumurta kabuklarını çıtırdatarak, buruş turulmuş yağlı gazete kâğıdlarını ayakla rının ucile iterek ve resim çekerek uzak laştılar.
Bizim sandalcı ötekine sordu: — Haşan, ne aldın?
Haşan memnun memnupn sırıttı: — B.ir buçuk.
Memnuniyetine bakılırsa, ancak elli
kuruşluk yer gezdirmiş. Fakat bizim ka yıkçı Murad A ğa onu da az buldu ve a- deta hiddetlenerek:
— Ulan aptal, diye bağırdı. Ü ç lira isteseydin y a ! Gâvurun parasına mı acı yorsun !
İçim sızladı ve yüzüm kızardı. Acaba turist ve seyyahlar her yerde böyle alda tılıyor mu?
Murad A ğa, sandalcısı olduğu derenin' tarihini de çok iyi biliyor maşallah. Biz j aramızda yüzlerce sene evvel burada sü- j rülen safalardan bahsederken:
— Ne söylüyorsunuz siz, dedi. O za manlar belki bu dere bile yoktu.
Yerler yemyeşil, ağaçlar yemyeşil. Ne tarafa baksanız gözlere canlı ve parlak bir yeşillik doluyor.
Beton bir köprünün altından geçerek Halice çıktık. Kâğıdhane deresinin bitti ği bu noktaya bir dere daha dökülüyor, j Alibey deresi. Vakit henüz erken olduğu için o tarafa saptık. Derenin tam ağzında Silâhtarağa elektrik fabrikası var. Daha iki dakika evveline kadar gözlerimizi ay dınlatan yeşilliklerin izini siyah kömür y ı ğınları sildi. Bereket versin bu karanlıktan çabuk kurtulduk. Sandalcımız bizi ikinci bir beton köprünün altından geçirerek a- ğaclıklı bir kazinoya yanaştırdı.
Burası da epey kalabalık. H ele yanı mızda küçüklü büyüklü, gelinli kaynanalı sekiz on kişilik bir aile var. Yere kilimler, hasırlar sermişler. Masalardan birinin ü- zerine konmuş kırmızı, bir gramofon kim senin dinlemediği birşeyler çalıyor, fakat plâğın değiştirilmesi hiç ihmal edilmiyor. İki ağaç arasına kurulan salıncaktan gra mofon sesini bastıran kundaklı bir çocuk yaygarası yükseliyor. Daha ilerideki ma sada Şerifeye siftah ettiren şişman ba - yanla zayıf bay fıstık yiyor.
Alacağımız cevabı bile bile garsona sorduk:
— Ne var?
V e o, bir solukta cevab verdi: — Ç ay, kahve, gazoz, limonata, lo - kum...
— Suyun ne suyu?
— Keçe suyu da var, Çeşme suyu da. — Getirdiğin suyun Keçe suyu oldu
-ğunu nerden bilelim?
— Yoo, ben sudan anlıyanı anlarım. Bakma bazısına çeşme suyunu Çırçır diye veririm. «Çırçıra bütün Rumlar gibi Cır cır diyor ) Amma siz anlarsınız. Bu halis
Keçe suyu. |
Böyle diyerek önümüze birkaç bardak la bir sürahi halis çeşme suyu koydu.
* * *
O ne? Bir tef sesi! Burada da mı çin- I geneler? Öyle ya, hem de, altın dişli, de niz dalgası Şerif enin ta kendisi. Ne za - man gelmişler buraya? Şerife bizi tanıdı ve ayni yılışkan sırıtış ve kırıtışla:
— Sabah siftah ettirmedin, dedi. Şim di de oynatmaz mısın?
Ve bermutad istemez, cevabını alarak
uzaklaştı. Biz inşallah burada müşteri
bulamazlar derken Şerifenin sabahtanbe- ri biraz daha çatallaşan sesi bahçeyi dol durdu. Sesin geldiği tarafa bakınca anla dık ki şişman bayanla zayıf bayın bulun duğu yerde çengeneler aç kalmaz.
Hava serin. Şimalden kopup gelen rüz gâr bahçede, ağaçların ve yaprakların a- rasında uçarak ve uçurtarak dansediyor. Fazla oturmağa imkân yok. Yanımızdaki kalabalık aile de gitmek için toplanmağa başladı. Salıncak çözüldü. Öğle yemeğin den artakalan birkaç köfte ile dolma mer hametli gelinin ısrarı üzerine geri götürül medi. Bir kenara yığılarak ortada dola şan sıska köpeğe ziyafet çekildi. Yumurta kabuklarile yağlı gazete kâğıdlan «sudur, alır götürür» denerek dereye atıldı. San dalda yenmek üzere kasketlerin ve men - dillerin içine leblebi ve kabakçekirdeği _ dolduruldu. Kırmızı gramofon, suyun sathına bir karış kalacak kadar gömülen sandalın arkasına kuruldu, ve içindekiler çalman plâktan tamamile ayrı bir şarkı tutturarak pürneşe ve kahkaha yanımız - dan süzüldüler.
¥ ¥ ¥
Elektrik fabrikasının karanlığından tek rar geçerek Halice çıktık ve Murad A - ğaya sorduk:
— H aliç doluyor, diyorlar, öyle mi? M urad A ğa küreklerini biraz dikleş -tirerek:
— Na bak, dedi, dibine değiyor. Y a kında buralardan sandal bile geçemiye - cek.
Burası adeta bir fabrika mahallesi ol muş. T apa fabrikası, lâstik fabrikası, tuğ la harmanları, deri ve barsak fabrikası, mezbaha, hepsi burada. Elli metro geri deki Kâğıdhane deresinin yeşil yapraklı ağaçları, bahar kokulu rüzgârlarile bu si yah dumanlı bacalar ve birbirine karışan pis kokular ne büyük bir tezad teşkil edi yor.
Z avallı sabık Unkapanı köprüsü de burada. Boynunu bükmüş, yavaş yavaş çamurlara gömülüyor... V e Kâğıdhane gezintisi burada ve böyle bitiyor...
Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi