• Sonuç bulunamadı

Olimpiyat hatıraları

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Olimpiyat hatıraları"

Copied!
3
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

OLİMPİYAT

HATIRALARI

B

U günlerde dünya spor âleminde konuşulan lâf, Moskova Olimpi- yatları'na gidilip gidilmemesidir. Bu satırların sahibi de, bu hususta bir fikir ve oy sahibidir. Ama bu yazılarda onu ifadeyi yersiz bulurum.

Rusların Afganistan’ı istilâ etmesi, dünya milletleri üzerinde öyle bir tesir yaptı ki, safi bir spor gösterisi olan olimpiyatları bu yolda baskı vasıtası olarak kullanmaya kadar gittiler. Kim gitti diye sorarsanız, cevabı basit. Hükümetler gitti. Bu yolda asıl söz sahibi olan olimpiyat millî ve beynel­ milel teşkilâtları henüz bu yolda menfi bir karar almış değillerdir.

Neyse, bunu bırakalım da, bizim hatıralarımıza gelelim. Türkiye, 1924 8. Paris Olimpiyatları’ndan başlayarak 1928 Amsterdam, 1936 Berlin, 1948 Londra, 1952 Helsinki, 1956 Melburn, 1960 Roma, 1964 Tokyo, 1968 Meksika, 1972 Münih, 1976 Montreal Olimpiyat­ larına katılmıştır. Bu tutumunu da, yani olimpiyatlara katılma geleneğim değiştirecek hiçbir şey olmamıştı... dedikten sonra, birinci olimpiyatlara katılışımızın hafızamda kalan anmaya değer noktalarını hikâye edeyim.

O tarihte (1924) Beden Terbiyesi Kanunu henüz çıkmadığından, sporun idaresi bütün Batı memleketlerinde olduğu gibi kulüplerin üzerinde değil, Spor Federasyonu ve Millî Olimpiyat Komitelerinin idaresi altındaydı. Aslına bakarsanız bütün Beden Terbiyesi Ka- nunu’nda ne kadar tüzük ve nizamname varsa, hepsinin temelini “ Türkiye İd ­ man Cemiyetleri İttifakı’ ’nm koyduğu esaslara dayanılarak çıkarılmıştır. Bu da o devirde, pek mükemmel olan Fransız Spor Teşkilâtı’nm üç parmak kalınlığındaki nizamnamelerdeki spor programları, spor rekor ve şampiyon , listelerini havi kitaptan alınmıştır. Bu teşkilâtın adı, “ Fransız Spor Atletik Dernekleri Birliği Nizamnamesi” idi. Bizimki de, “ Türkiye İdman Cemiyet­ leri İttifakı” nizamnamesi olmuştu.

Burada bu malûmatı keselim de, işin öteki tarafına geçelim. O devirde, bizim bu teşkilâtm reisi A li Sami merhumdu. Ali Sami’nin, benim spor çalışmalarıma çok güveni vardı. Ben, teşkilatta hem ikinci başkan, hem de Atletizm Fede­ rasyonu Başkam’ydım. O devirde üç federasyonumuz vardı. Futbol Federas­ yonu Başkanı Yusuf Ziya merhumdu, Güreş Federasyonu Başkanı Ahmet Fetkeri Bey merhum ve Atletizmin de bendim. Atletizmi kimse almak iste­ mezdi. Çünkü bizim memlekete göre, en başarısız ve rağbet ^görmeyen spor dalıydı. Benim elimde o devirde ger­ çekten amatör atlet olarak sporuna bağb 5-10 kişi vardı. Bunların başında Semih, Mehmet A li Aybar, Ömer Besim, yüksek atlayıcı Haydar gibi çocuklar gelirdi. Ben bunları kendi evlâdım gibi severdim, hâlâ da severim. En genci 65’i geçmiş olan bu beylere “ çocuklar” diye hitap ederim. Onlar da, bu hitabımı hiç yadırgamazlar.

1924 Olimpiyatlar’ı iki kısımda cere­ yan etmişti. Birinci kısım mayıs baş­ larındaki futbol turnuvasıydı. Daha ilk adımda, birinci kafile başkanmın seçi­ minde merhum Yusuf Ziya ve o zaman da Fenerbahçe kulübüne hâkim olan Ali Naci merhum ile, aramızda ihtilâf çıktı. A li Naci Bey, benim için, “ Lisan bilmez” diye yazdı. O, Nasuhî Bay- dar’m kafile başkam olmasını istiyordu. Halbuki, Nasuhi Bey, teşkilâtta bir vazife sahibi değildi. Seyahate ait tertibatı Yusuf Ziya merhum almıştı. Bizi İstanbul’dan Marsilya’ya kadar tam 10 günde götürecek Jak Freresme admda bir büyük şilebe bindirdi. Gemi Varna’dan canlı tavuk yüklemiş ve ta ­ vuk kafesleri baş güverteye konmuştu. Gemi yürürken tavuk pisliği ve kokusu bütün güverteyi kaplıyordu. Gemi büyük olduğu için Korent Kanalı’ndan geçemeyerek Mataban Burnu’dan do­ laştı ve tam 10 günde bizi Marsilya’ya ulaştırdıydı.

Hâlâ hatırımdadır. Fuat admda Hari- ciye’de iş sahibi bir arkadaşımız vardı. Onun bir de lâkabı vardı ama pek hatırlayamayacağım. Bizim vapur bil­ mem ne sebeple Cenova Limam’na uğrayınca, orada Kançılar olan Fuat, bizi ziyarete geldi. Biz de, mutemet Otomobil Nuri ile Kaleci Nedim’i karaya gönderip tereyağı, reçel, peynir, kakao gibi kahvaltılık yiyecek aldırdık. Çünkü günlerden beri yemekte çiğ baklavayla tuzlu mönü balığı haşlaması yemekten anamız ağlamıştı. Yusuf Ziya merhum, geminin 24 yatağı olan 12 kamarasını tutmuştu. Ama yemek bedelini üçüncü mevkiden ödediği için, biz eğer Bulgar tavuk sahiplerini kandırıp günde birkaç tavuğu yemeseydik açlıktan helâk ola­ caktık.

Uzatmayalım, Marsilya’ya sağ-salim vardık. Ha! Gemide idareci olarak kafile başkanı ben, Futbol Federasyonu Baş­ kanı Yusuf Ziya, İkinci Başkan Hamdi Emin, mutemet Altınordulu Otomobil Nuri ve bir de futbol antrenörü Billy Hunter adındaki Iskoçyalı mükemmel antrenör vardı. Bu adamı Yusuf Ziya, İsviçre'de tahsili sırasında oranın Ser­ vette adındaki bir kulübünde tanımış ve oradan Türkiye’ye almıştı. Gemide güvertede koşu ve kondisyon idmanları yapılıyordu. Bu sırada bir hususî vazi­ yete işaret edeceğim. Bindiğimiz Fran­ sız şilebi İstanbul'dan kalkarken liman idaresi, gemide doktor olmadığı için, limandan ayrılmasına izin vermedi. O sırada merhum Doktor İsmet, mektebi yeni bitirmişti. Kumpanya onu doktor olarak hizmete aldı ve biz o suretle hareket ettiydik. İsmet, hakikatte Millî Futbol Takımının yan haf beki idi. Bu yüzden gemi doktorluğu hizmetine çok ehemmiyet verdi. Bir gün bana, Doktor Sabih’in hastalık bahane ederek idmana çıkmadığını rapor etti. Ben Sabih’e gittim. Çocuğun biraz ateşi vardı. Başı ağrıyordu. Sordum. Üç gündür dışarı çıkmadığını öğrenince, kendisine bir müshil ilacı verdik düzeldi.

eçmiç) zaman

olur k*

Gemi Marsilya’ya varınca, Vaux Port denilen eski limanda bir yemek istedik. Çocukların hepsi birden:

— Domuz eti olmasın! diye bağı­ rıyorlardı.

Bilmiyorlardı ki, domuz eti Avrupa’ ­ da lüks bir ettir ve her lokantada bulunmaz. Neyse, hâlâ hatırımdadır, patlıcanlı bir yemek yedik, karnımız1 doydu. O devirde adı PLM (Paris-Liyon- Marsilya) olan trene akşam üzeri bindik. 14 saat tren yolculuğundan sonra Liyon garına vardık. Bizi orada ataşemiz Mösyö La Croix bekliyordu. Liyon Gar’ı kapalı bir gardır. İçinde, “ metro” denilen yeraltı trenine inen merdivenler vardı. Kafilemizle hemen metroya bindik ve “ Kolombe” stadına giden Porte Champeter Porte denilen Pa­ ris’in kapılarından birinden -bizde de E ğ ­ ri Kapı, Edirnekapı, Mevlânakapı var ya!- bizi ikamet edeceğimiz Olimpiyat Köyü’ne götürecek elektrikli trene bindik. Turnemiz bitmeden evvel çıktı­ ğımız kapı Paris'in eski istihkâmlarının enkazının yanındaydı. Kafilede yedek kaleci Hamit:

— Yahu! 10 gün deniz, 1 gün tren, gene gele gele Aksaray yangm yerine geldik! diye bir espiri yaptı.

Bu çocuğun bir mecliste bulunuşu, insanı ne kadar neşelendirirdi, tarif edemem.

Bindiğimiz eletrikli tren, bizi Kolomb köyüne götürdü. Oradan da, ilk defa Fransızların icat ettikleri Olimpiyat Köyü’ ne gittik. Galiba, tren pek yakı­ nında duruyordu. Biz odalarımızı tam köyün kapısına yakın yerde seçtik ve büyük direğe bayrağımızı çektik. Her biri dörde bölünmüş 4 odadan ibaret kare şeklinde ahşap kulübeler pek konforlu değildi. Hatta ondan sonraki memletlerin olimpiyat köyleri şöyle dursun, bizim İz m ir’ deki Akden iz Oyunları’nda atletleri yatırdığımız bina­ mızdaki konforun onda biri yoktu. Bir kere, ayakyolu ve banyolar evlerin dışında idi. Sabahleyin yüzümüzü yıka­ mak ve ihtiyaçlarımızı defetmek için yağmura ve çamura bakmadan açık havaya çıkacak ve kömür tozundan yapılmış çamurlu yollarda bir hayli gittikten sonra ayakyoluna ve lavaboya varıyorduk.

Yugoslavlar bizden bir gün sonra geldi, bir gece kaldılar, hemen hesabı kestiler ve Paris’te bir otele indiler. Biz kaldık. Zaten paramızı da yatırmıştık. Galiba o günlerde bütün masraf içinde adam başına 55 frang veriyorduk. Bir Türk lirası da 19 frang kadar tutuyor­ du. (O devirde bir altın 4 kâğıt lira ederdi.)

Bir gün odamda otururken çocuklar geldiler:

— Reis Bey! (O zaman başkan sözü icad olunmamıştı) yanımıza Yunanlılar geldiler biz buna dayanamayız, patırdı çıkar.

— Durun bakalım, nereden anladınız Yunanlıların geldiğini!

— Bayraklarından. Gelin bakın. Gittim baktım, Yunan bayrağına pek benzeyen ve Yunan bayrağındaki istav­ roz yerine, güneş bulunan bir bayrak. Sonradan anladık ki, Uruguay bayra­ ğıymış. Adamlar o turnuvada olimpiyat şampiyonu olmuşlardı.

(2)

OLİMPİYAT

HATIRALARI

O

L İM P İY A T Köyü’ndeki evleri­ miz bitişik olduğu halde en yakın komşumuz olan UruguaylIları biz tanımıyorduk. Brie bunu, Kolombe köyüne geldiğimizin ertesi gün ziyareti­ ne gittiğimiz modern olimpiyatların kurucusu meşhur Baron de Couberti haber verdi. Bu harikulâde temiz yürekli ve kibar bir adam olan ve bütün servetini şu olimpiyat davasma harca­ yarak son zamanlarda başkalarının yardımına muhtaç hale gelen Baron’u, o zaman Paris’in meşhur Konkord Mey- danı'na bakan bir köşe binadaki Olim­ piyat Komitesi Merkezi’nde tanıdık.

O gün Olimpiyat Köyü'nden Paris’e Baron’u ziyarete giderken elektrikli trende bir hadise oldu. Yanımızda ataşemiz Mösyö La Croix olduğu halde gidiyorduk. Henüz Türkiye’de şapka yayılmamıştı. Bizim çocukların kiminde bildiğimiz kırmızı püsküllü fes, kimisin­ de de İstiklâl Harbi’nin yadigâri astra­ gan kalpak vardı. Böylece bizim Müs­ lüman bir ülkenin çocukları olduğumuz anlaşılıyordu. Trende biz oturuyorduk. Ortadaki direğe dayanmış bir sarhoş işçi duruyordu. Üstü başı berbat, kirli bir tulum giymişti. Bize baktı baktı, başladı Fransızca söylenmeye:

— Ben Muhammed’i tanırım. Benim pek iyi dostumdur! dedi.

O sırada bizim çocuklar pirelendiler. Otomobil Nuri:

— Ben bu herifi döverim! dedi. Ben yatıştırdım. Herif Fransızca söylenip duruyordu:

— Zaten Paris'te yabancılardan başka kimse kalmadı!

Bu muhavereler cereyan ederken, bir Fransız yolcu:

— Bunlar olimpiyatlara gelmiş bizim misafirlerimizdir. Neden rahatsız ediyor­ sun? diye sarhoş işçiye çıkışınca, başka bir Fransız lafa karıştı:

— Siz ne karışıyorsunuz mösyö? dedi. — Bunlar bizim misafirimizdir. Bu adam onları rahatsız ediyor. '

— Onlar kendilerini müdafaa etsinler. Size ne?

— Ne demek, siz ne karışıyorsunuz bana? diye ayağa kalktı, öteki de ayağa kalktı, iki Fransız bizim hesabımıza dövüşecek. Derken, bir tünele girdik. Elektrikler söndü. Simsiyah oldu orta­ lık. Tünelden çıktığımız zaman ikisi de yerlerinde oturuyorlardı.

Baron de Coubertin ile sohbetimiz uzun sürmedi. Galiba yukarılarda bah­ setmiştim. Biz, yoldayken futbol turnu­ vasında kur’alar çekilmiş, bize o devrin en kuvvetli takımı olan Çekler çıkmıştı. Baron bizi teselli için:

— Ümitsizliğe düşmeyin. Bakınız, Uruguay diye bir memleketin takımı buraya gelirken her uğradığı yerde maçları kazanarak geldi. Biz bunların adını bile duymamıştık. Allah kerim! falan gibi sözlerle bizi teselli etti.

Oradan çıktık, gene tıpış tıpış Kofom- be köyüne döndük. Komşularımız Uru­ guaylIlar kara kuru insanlardı, içlerinde Habeş teninde olanlar da vardı.Her gün sabahtan Paris'e gider, gece dönerlerdi. Bizim çocuklara da Paris’te eğlendikleri­ ni söylerlerdi. Bizim zavallılar ise, maçtan evvel Paris’e gitmeyi akılların­ dan bile geçirmiyorlardı. Çeklerle olan maçı, Paris’in en berbat stadlarından biri olan Saint Quint Stadı’nda oynadık. Burası meşhur Sacré Coeur Kilisesi’nin bulunduğu Bute Montnade’de idi ve Paris’in en yüksek (120 metre) semtiydi.

1924 senesi mayıs başlarında oynan­ mış olan bu maçı,, oynamış veya görmüş olanlardan arkadaşlarımız vardır. Doğ­ rusunu isterseniz, o devrin en büyük ve kuvvetli takımlarından olan Çeklerin önünde biz ufalıyorduk. Adamların en kısası 1.80 boyundaydı. Bu maçta kaleci Nedim, bugünkü kalecilerin yaptığı gibi, gelen oyuncunun ayaklarına atılarak top kurtarmaları yaptı ve o devirde kalecile­ rin eldiven giymesi âdet olmadığından elleri kan içinde kaldı. Birinci haftayımı (3-0) kapadık. Antrenör Billy Hunter psikolog bir hocaydı. Haftayımda bize:

— Sizin ayakkapların kramponları bozuk. Stadın otları da bozulmuş onun için düşüyorsunuz! dedi ve güya, kramponları birkaç çivi ile takviye etti.

İkinci haftayımda takım kendini to­ parladı, biz Çeklere bir gol attık ve tam maçm biteceği dakikada Çekler bir penaltı yaptılar. Bilindiği gibi, penaltı ve kornerde maç bitse de, atış yapılır ve atılmasıyla biter. Penaltıyı Bekir attı, gol oldu. Böylece 1924’de ilk defa iştirak ettiğimiz olimpiyat oyunlarının futbol turnuvasını Çekler’e karşı 5-2 kaybettik. Çünkü, ikinci haftayımda Çekler de, bize iki gol daha atmışlardı. Yani, ikinci 'haftayımı biz 2-2 sonuçlandırmıştık. Bekir’in penaltı atışı, pek meşhur Çek kalecisini aldatmıştı. O devirde Türk futbolcuları içinde ayağının yüzüyle olduğu kadar dış yamyla da şut atanlar vardı. Avrupa’da böyle bir şey görme­ dim. Kaleci, sağ ayağı ile vurmaya hazırlanan oyuncunun ayağmın yüzüyle kepçeleyerek atacağı şutu, tabiî olarak kendisinin sağında karşılamaya hazırla­ nıyordu. Halbuki Bekir, sağ ayağının dış kenarıyla şut çekti ve top kalecinin solundan içeri girdiydi. Hiç unutmam, maçı beraberce seyrettiğimiz Hamdi Emin bana:

zaman

v

v

-c

alıır k*

göre, bu Jonson, o devirde futbol âleminin sözü geçen simalarındandı ve bir gözü de takmaydı. Çeklere karşı çıkardığımız takımın formasyonunu iyi hatırlamıyorum. Bunları bizim Halûk San arkadaşımız iyi bilir. Ama kalede Nedim vardı. Bekler A li ile Kadri idi. Haf beklerinin ikisini bilmiyorum. Or­ tada Aslan Nihat, sağda Yavuz ismet vardı. Söldakini hatırlayamıyorum. For­ vette soldan sağa Alaaddin, Zeki, Bekir, Leblebi Mehmet mi, bilmiyorum ama, Bedri vardı.

Maçtan sonra takım hemen şimal turnesine çıkacaktı. Yusuf Ziya merhum:

— Bana para lâzım, başka türlü turneye çıkamam! demez mi?

Ben, 20’den fazla adamı aylarca nasıl beslerim? Elimde 15 bin Fransız frangı para vardı. Hepsini almadan gitmedi.

Kafile gittikten sonra biz, yani Sait Çelebi, Nasuhi Baydar ve ben Paris’e döndük. Benim işim vardı. Asıl olim­ piyatların gelecek ikinci kafileyle olimpi- piyat geçit resmine iştirak için tekrar Paris’e dönecek,Futbol Millî Takımımızı hazırlayacaktık. Sait Çelebi’y le Nasuhi Baydar, kendi hesaplarına Paris’te kalı­ yorlardı. Ama, ara sıra konuşuyorduk. Paris Olimpiyatları’nm birinci kısmının hikâyesini bitirirken, başımızdan geçmiş bir 1 hadiseyi zikredeyim. Bunları o zaman da yazmıştım ama, genç nesiller

tabiî okumamışlardır.

Sait Çelebi meraklı bir çocuktu. Paris’i gezip görmek istiyordu. Bu gayreti sırasında Ahmet isminde bir Cezayirli Arap bulmuştu. Nasıl bulmuş, nerede bulmuş bilmem. Aslında bu Ahmet, Cezayirli Araplaşmış bir Fransız veya Fransızlaşmış bir Araptı. A dı da Ahmet değil, Armand’dı. Ama biz bunları sonra öğrendik. Arap dostumuz Ahmet, bizi o lokalden bu lokale gezdirip duruyor ve paralarımızı harca-, tıyordu. Bu arada bir gece bizi futbol oynadığımız semte, yani Sacré Coeur = Sakre Kör civarında bir yere götürdü. Kapıda, polis gelirse önlemek ve içeriye haber vermek için iki külhanbeyi bekli- yordu. Girdik. Karanlık denecek kadar loş bir yer. H afif bir piyano çalıyor. Arkalıksız basık kahve iskemlelerine oturduk, önümüze bir masa, bir de şampanya şişesi getirdiler. Tek konso­ masyon şampanya imiş. O zamanki parayla 150 frank. Gözümüz lokalin aydınlığına alıştıktan sonra, gördük ki, gittiğimiz yer homoseksüellerin gittiği bir yermiş. Köşede bucakta birbirleriyle sevişen kadın ve erkekler görünce, işi çaktık. Gerçi bir anormal ve her yerde her zaman görülebilen bir yer değildi. Ama nihayet bizim bu tarakta bezimiz ve böyle bir niyetimiz olmadığı için, bir müddet sonra canımız sıkıldı ve kendi­ mizi de pek emniyette hissetmez olduk. Bu sırada benim aklıma geldi. O gün İstanbul’dan posta havalesiyle bana ilerdeki hazırlıklar için 37 bin frank, gelmişti. Para akşam üstü geldi. Banka­ ya koymaya vakit bulamadım. Ucuz ve küçük otelimin kasasmı da o kadar emniyetli saymadım. Onun için parayı cebime koymuştum. Sait’in kulağına:

— Benim üstümde 37 bin frank, var! der demez, az kalsın küçük dilini yutu­ yordu.

— Aman kaçalım buradan! dedi ve bizi getiren Ahm et’e haber vermeden çıktık ve büyük caddelere kadar yüzlerce ayak merdiveni arkamıza bakmadan koşarak indik. Paris’in büyük ve kalaba­ lık bulvarlarma inince rahat bir nefes aldık.

Olimpiyat kafilesinin macerasını baş­ ka bir hatıramızda nakletmek üzere bunu burada kesiyorum.

— Arpa ektik, darı çıktı! diye, Bekir’in yanlışlıkla topu ters istikamete attığını sanmıştı.

Maçı, o civar halkından başka seyre- J ı \okt;u. Bunlar da, sanırım 6-7 bin kişi kadardı. Adamlar bizi değil, Çekleri seyre gelmişlerdi. Anlaşılan Fransız gazeteleri “ Türkler futbol oynayamaz­ lar” mealinde yazılar yazmış olmalı ki, maçtan sonra' dağılan halk arasında, 'Türkler pekâlâ futbol oynuyorlar. Kim 1 ■ mis .futbol bilmez diye? İşte ikinci .•'•«•re bitirdiler.” diye ,, konuşuyorlardı.

Maçtan sonra köye döndük. Futbol takımımız, evvelden kararlaştırılmış bir program mucibince, bir şimal turnesine çıkacaktı. Bu turneyi İsveç Futbol Federasyonu Reisi ve Yusuf Ziya merhumun şahsî dostu. Jonson adındaki 'Iştırım da kaldığına

(3)

r

BURHAN FELEK

OLİMPİYAT

HATIRALARI

B

U hatıralarımı okuyan idareciler isterlerse bundan çok ders alabi­ lirler. Çünkü, sporcu memleket dışına Çıktığı zaman büsbütün başka bir şahıs oluyor ve ona göre idaresi de zorlaşıyor. Bu sözlerimi muhtelif vesi­ lelerle memleket dışına kafile götürmüş idareciler şüphesiz tasdik ederler... dedikten sonra, gelelim Paris Olimpi­ yatlarımın ikinci ve asıl olimpik safha­ sına.

Paris’in güney kapısına yakın yerde kiraladığım yer bir kız pansiyonuydu. Yaz münasebetiyle boş olduğundan kiraya veriliyordu. Yatakları, döşemesi bizi memnun edecek .haldeydi. Ne var ki, yatak sayısı 25-30 kadardı. Onun için Otomobil Nuri Bey’in Paris’e getir­ mesini tellediğim futbol kafilemiz —ki, 20 kişi kadardı— Paris’te çok kala­ mayacaktı. Zaten işi bitmiş olan bu sporcular ikinci kısmıyla birlikte olimpi­ yat geçit resmine iştirak ettikten sonra,-, memlekete dönmeleri lâzımdı.

Hangisinin daha evvel geldiğini bil­ miyorum. Ama, A li Sami Bey merhu­ mun başkanlığındaki güreşçi, halterci, bisiklekçi ve atletlerden mürekkep ikin­ ci kafile de gelince, ikisi birlikte tut­ tuğumuz pansiyona sığmadılar, bazı odalara ilâve yataklar koyduk. Kafi­ lelerin Paris'te toplanmalarından bir veya iki gün sonra 8. Paris Olimpiyat Oyunları resmen Fransa Cumhurbaşka­ nı tarafından açılacak ve amatörlük yemini edilecekti.

Uzatmayayım, 8. Paris Olimpiyatları açılış gününde kafilemiz oldukça temiz ve muntazam bir şekilde bayrağımızı taşıyarak geçit resmine iştirak etti ve yemin esnasında and içme kürsüsünün etrafında dizildi. Birinci gün merasim­ den başka bir şey yapılmadı ve yerlerimize döndük.

Teşkilât başkanı Ali Sami Bey, futbol kafilesinin vapur beklemeksizin —çün­ kü bu vasıta her zaman bulunamı­ yordu— tren yoluyla İstanbul’a avdet etmesini emretti ve kafilenin pasaport­ larını galiba Nuri Bey'e vererek onları yolcu etti.

Fakat kafileden 3 kişi söz dinlemedi. Bunlar Futbol Millî Takımının gözbe- bekleri Aslan Nihat, Zeki ve Yavuz İsmet beylerdi. Üçü de bugün Allah’ın rahmetine kavuşmuş bu çocukların isyanları A li Sami Bey’i ve umumiyetle kafile disiplin ruhunu çok sarstı. Çocuk­ ları pansiyondan çıkardı ve pasaport-' larıyla yol paralarını Paris Başkonkoso- losumuza vererek bunların asker ol­ maları ve Paris’e kendi mesuliyeti altında gönderildikleri için, isyan etme­ lerine karşı işi hükümete bırakıyordu. Bu hareket şüphesiz çocukluktu. Müsa­ bakaları olmadığı için Paris’te bir müddet eğlenmek istiyorlardı.

Bu durumlarım ne kadar sürdürdük­ lerini bilmiyorum. Ama geceleri gizli gizli pansiyondaki arkadaşlarının odala­ rına gelip yattıklarını biliyorduk. Bu hadise böylece savuşturulduktan sonra ikinci olimpiyat kafilesinin meseleleri başgösterdi. O devirde bizim yegâne güvendiğimiz atlet Ömer Besim’di. Renginin koyuluğu, küçücük vücudu­ nun güzelliği ve koşu sisteminin şayan-ı dikkat ritmi (koşu temposu) seyircilerin hemen dikkatini celbediyordu. Pansi­ yon riıutfağı çocuklarımızın alıştığı yemekleri hazırlıyor ve her gün mutlaka bir ızgara et veriyordu. Ömer Besim, günün birinde:

— Ben yoğurt sterim! dedi.

O tarihlerde yoğurt , Fransa’da nadir bulunur bir gıdaydı. Hele bizim kaldı­ ğımız Porte d'Orlean semtinde adını bilen bile yoktu. Bulamadık yoğurdu. O da et yemedi, bir şeftali yedi, yarışı kazanamadı. Zaten kazanamayacaktı. Ama bunu sebep diye gösterdi. Bunları şimdiki idarecilere anlattığımın sebebi, en mazbut sporcuların bile, memleket dışında tamamen şahsiyet değiştirdik­ lerini göstermektir.

Müsabakalar devam ediyordu. Güreş ve halterde iddialıydık. Çoban Mehmet, henüz güreş kafilemize girmediğinden Paris’te yoktu. Hatırımda kaldığıma göre, bizim Üsküdarlı Fuat, Tayyar merhum, galiba Hilmi B ey’le Mazhar'ı getirmişlerdi. Haltere merhum Gülleci Cemal girmişti. Bilhassa bu çocuktan

çm§)

zaman

o lu r kî

çok ümidimiz vardı. Çünkü kendisi 52 kilo olduğu halde kendi ağırlığının hemen hemen iki mislini kaldırıyordu. Bir kusuru, halter sistemi eski sistemdi. Yani şimdiki gibi halterin altına girip bacaklarıyla yukarı kalkmıyor, halteri yerden ellerinin üstüne kadar kollarıyla kaldırıyordu. Zaten Paris'te muvaffak olamamasının sebeplerinden biri de buydu. Ama daha iyi netice alamama­ sının başka bir sebebi vardı. O da, fiyaka satmak. Bu, nasıl olmuştu? Paris'te Cemal'in sırtına kendine göre güzel ve siyah bir mayo almak istedim. Faubourg Montmartre'deki spor malze­ mesi satan bir mağazaya gittim. Adam bize mayo çıkarırken, Cemal duvarda asılı duran, vaktiyle kuvvet artırma ve gösterme âletlerinden biri olan tam 9 yaylı sandok dediğimiz iki elle açılan âleti eline aldı. Dükkân sahibi bunu görünce, Cemal’e Fransızca:

— O senin oynayacağın oyuncak değil, mösyö! dedi.

Cemal bana:

— Ne diyor Reis Bey? deyince, ben de boş bulundum.

— O senin oynayacağın oyuncak değil, diyor! dedim.

Bu söz üzerine Cemal, Extenseur = Sandok'u eline aldı ve dükkân sahibinin şaşalamış gözleri önünde 3 defa, hem de ağır ağır açtı ve kapadı. Adam:

— Formidable! deyip duruyordu. O günkü fiyakada kol adalelerini çok zorladığı için müsabakaya kolları ağrı­ yarak girdi ve ancak 8. olabildi. Bunu yapmamış olsaydı, madalya almasa bile, dördüncü veya beşinci olması muhakkaktı. Çünkü bu çocukta kuvvet vardı, metod yoktu. Metodu da, hemen orada rakiplerinden öğrenebilirdi.

Güreş sporu o devirlerde iki milletin hemen hemen inhisarı altındaydı, isveç­ liler ve Macarlar. Hatırladığıma göre, Paris O lim p iya tla rı’ nda Beynelm ilel Güreş Federasyonu Başkanı Smith adında bir İsveçli idi. Güreş ve halter müsabakaları Paris’in meşhur kış velod- romunda yapılıyordu. Muazzam bir kapalı salon olan burada birçok sporcu­ ları tanımak fırsatını buldum. Bir gece müsabakalar geç bitti. Bizim çocuklar ve diğer kafileler gittiler. Ben nedense sona kalmıştım. O tarihte A li Sami ve ben, bazı toplantılar dolayısıyla şehirde bulunmak mecburiyetindeydik. O se­ beple şehirde Paris-Nice adında bir otele taşınmıştık. Kış Velodromu’ndan çık­ tıktan sonra otele kadar beni götürecek vasıta aradım. Saat geceyansmı hayli geçtiği için metro dahil hiçbir vasıta yoktu. Ve ben bu mesafeyi tam 1.5 saatte yaya olarak yürüdüm. Otele geldiğim zaman bacaklarım tutmuyor­ du.

Nihayet işler bitti. Ben, A li Sami Bey'le kafilenin hesap-kitaplarını kapa­ mak için Paris'te kalmak üzere kafileyi yola koyacağımız gün bir haber aldık. "Türkiye İdman Cemiyetleri ittifakı" muhasebecisi, pek emin ve güvenilir, zengin bir adam sandığımız zat, teşkilât kasasından 15 bin lira çalıp, ortadan kaybolmuştu. Paris Olimpiyat hatıra­ larını, bu kötü haberle kapadık. Bu olimpiyatlarda Türkiye, sadece bir olimpiyat oyunlarının atmosferi, âdetle­ ri, zorluk ve kolaylıkları nedir? Bunun hakkında bir fikir edinmiş oldu. Bu tecrübe, 1928 Dokuzuncu Olimpiyat­ larda çok işimize yaradı.

Referanslar

Benzer Belgeler

Her ne kadar Anayasa’nın, Cumhurbaşkanının sorumluluğunu düzenleyen maddelerinin gerekçelerinde Cumhur- başkanının kişisel suçlarından sorumluluğu ve her hangi

Başvurucular, Türk Ordusu tarafından Kuzey Irak’ta Nisan 1995’te yürütülen bir askeri operasyon sırasında, akrabalarının yasa dışı olarak yakalanması,

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi gibi bir hukukî metnin Avrupa Kamu Hukuku’nun en temel düzenlemelerinden biri olarak ortaya konulmasından önce hâkim olan yapı, devletlerin

Giri ş deliğ i çevresinde, vurma halkas ına ek olarak mermi çekirdeğinin üzerinde bulanan kayd ırıcı madde, namlu içine sürülmü ş koruyucu yağ, merminin yap ıldığı

ing expanded toward embryology, developmental anatomy, and investigating the functions of organs, and seminal works that transformed the history and understanding of medi- cine

點入之後,就有有關於這篇咖啡杯的專利文,及咖啡杯設計的款式  學習心得:在使用

Division of Infectious Diseases and Clinical Microbiology, Health Ministry İstanbul Training and Research Hospital, İstanbul, Turkey 7 Department of Infectious Diseases and

感覺是個很新奇的東西因此將他節錄下來 (2)THOMSON Innovation 檢索心得