• Sonuç bulunamadı

Başlık: VVERNER'E GÖRE OSMANLI FEODALİTESİYazar(lar):PERİNÇEK, DoğuCilt: 25 Sayı: 3 DOI: 10.1501/Hukfak_0000001314 Yayın Tarihi: 1968 PDF

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Başlık: VVERNER'E GÖRE OSMANLI FEODALİTESİYazar(lar):PERİNÇEK, DoğuCilt: 25 Sayı: 3 DOI: 10.1501/Hukfak_0000001314 Yayın Tarihi: 1968 PDF"

Copied!
37
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

VVERNER'E GÖRE OSMANLI FEODALİTESİ

Dr. Doğu PERİNÇEK Kurtulan halkların önünde, millî bir ekonominin, millî, antiemperyalist bir devletin inşası görevi yanında, millî bir tarihin hazırlanması görevi de durmaktadır. Çünkü «Ta­ rih h&lkın seciyesidir. Nasıl kişi için hayatında başardığı büyük işler ve bu işler için harcadığı emek değerli ise, halklar da bütün tarihlerini hafızalarında tutarlar. Tarih halkın günlük çalışmasında, hürriyet ve adalet için müca^ delesindc edindiği kollektif tecrübeleri teccssüm ettirir» (*). Son zamanlarda Türkiye'de tarihimizin sistemli bir şekilde tah­ lili çabalarının bir hayli arttığını görüyoruz. Bu çalışmaların çok önemli bir özelliği, tarihi bir olaylar yığını olarak görmemesinde-dir. Bu yazıda Türk toplumunun gelişiminin bilimsel olarak tahlili ile ilgili çalışmalara ve tartışmalara katkısı olur düşüncesiyle Al­ man tarihçisi Ernst WERNER'in «Die Geburt einer Grossmacht-Die Osmanen» (Büyük bir devletin doğuşu - Osmanlılar) adlı eserinde­ ki XIV. ve XV. yüzyıllar Osmanlı toplumuyla ilgili tahlilini özetle meye çalışacağım. «Türk feodalizminin doğuşu üzerine çalışma» alt başlığını taşıyan kitap, 1966 yılında Berlin'de Akademie-Verlag adlı yayınevi tarafından basılmıştır, hacmi 358 sayfadır.

Özellikle ortaçağ üzerindeki çalışmalarıyla tanınan Prof. Ernst IVerner'in tahlilleri, Almanya dışında da yankı uyandırmış ve tar­ tışma konusu olmuştur. IVerner'in tezleri, 1967 - 68 öğretim yılında, Sorbonne Üniversitesine bağlı Ecole Pratique des Hautes Etudes'ün 6. Bölümündeki seminerlerde uzun süre tartışılmıştır. Fransa'da Werner'in araştırmalarının bir kısmı yayınlanmıştır. Eserlerinin tamamının Fransızca çevirisi ise, «Analyse et <Document Societe d'Etuds Socialistes» tarafından yakında yayınlanacaktır,

öğrendiği-(*) Iljitschow L. F., Methodologische Probleme der Naturwissenschaften und der Gesellschaftswissenschaften, Einheit, Sonderheft 19, Beri in; 1964'den naklen Werner, s. 9.

(2)

288

Dr. Doğu PERİNÇEK

mize göre, VJerner'in Fransız araştırmacılarını en çok ilgilendiren yönü, Asya üretim tarzı üzerindeki düşüncelerdir. Fransa'da VJer-ner'in düşüncelerini ilk defa ortaya çıkaran araştırmacı, Çin'de As­ ya üretim tarzı üzerinde çalışan Jacques Barbier olmuştur.

Werner, Osmanlı feodalitesini tahlil eden kitabını, Türk, Bal­ kan, Rus, Alman, Macar, Fransız, Romen kaynaklarına dayanarak hazırlamıştır. İleri sürülen tezlere dayanak olarak belirtilen vakıa­ ların doğruluğunu ve Osmanlı toplumu içindeki yaygınlığını araş­ tırmak tarihçilere düşer. VJerner'in tahlilindeki üstünlük, tarihe bakış açısından, bilimsel tutumundan ileri gelmektedir.

Werner, Osmanlı toplumunu tahlil edebilmek için kitabın ba­ şında Mâvera-ü Nehir'de yaşayan Türk kabilelerinin toplumsal ya­ pısını açıklamakta, Anadolu'ya göç, Selçuklular ve Anadolu beylik­ lerini anlattıktan sonra toplumun feodalleşmesi devresi olan I. Mu-rad ve I. Beyazid devrini tahlil etmektedir. Ankara meydan sava­ şında Yıldırım Beyazıd'ın Timur'a yenilgisi ve Anti-feodal reaksi­ yonların güçlendiği fetret devrini Anadolu'da birliğin yeniden sağ­ lanması ve feodal kurumların yeniden güçlenmesi izlemekte ve Os­ manlı feodalitesi II. Mehmet zamanında en olgun devresine ulaşmak' tadır: «Feodal despotluk». Kitabın sistematiğini de belirleyen bu tarihî gelişmeyi, VJerner'in tahliline göre özetlemeye çalışacağız-Bu özetde herkesin bildiği ve tekrarında fayda olmayan tarihî olay­ lardan çok, gelişimin tahlilinde marksist bir tarihçi olan VJerner'in ulaştığı düşünceler üzerinde duracağız.

ANADOLU ÖNCESİ TÜRK TOPLUMLARI

XI. yüzyılda Türklerin Ön Asya'ya girişi bir kavimler göçüy­ dü. Bu hareket, daha önceki devirlerdeki Cermen, Slav ve Arap göçlerini andırmaktadır.

VIII. yüzyılın sonlarından beri Türk göçebeleri Siri Derya neh­ ri civarında bir tribüler birliği meydana getirmekteydi: Oğuz Yab gularının barbar devleti.

Gordlevskij'nin tahminine göre, bunlar arasında daha önce­ den Orta Asya'da eski kan bağına dayanan örgütlenme (Sippen-verfassung) çözülmüştü. İbni Fadlan adlı Arap seyyahı 920 de Oğuz­ lar arasında 10 000 at ve 100 000 koyun sahibi kimselere rastlamış ti. Buna dayanan Tolstov, Siri Derya bölgesindeki şehirler arasın­ da hareketli bir mal değişimi olması gerektiğini belirtmektedir

(3)

WERNER'E GÖRE OSMANLI FEODALİTESİ 289 VIII. ve IX. yüzyılda stepler ve vaha arasındaki işbölümü gelişmiş­

tir. Step devletleri, askeri üstünlükleri sayesinde yerleşik toplu iukları kendine tabi kılmış ve haraca bağlamıştı. Bunun tabiî so nucu göçebeler içinde keskin bir sosyal farklılaşma doğmuştur. Tarımın bu farklılaşma üzerinde doğrudan doğruya etkisi yoktur. Bu topluluklarda hayvan mülkiyeti, toprağa nazaran özel mülki­ yete dönüşmeye daha elverişliydi. Hayvancılığın küçük üretim bi­ rimlerini gerektirmesi üzerine özel mülkiyet doğdu. Buna rağmen başlangıçta henüz sosyal farklılaşma görülmüyordu. Sosyal fark­ ların doğuşunu, Sellnow salgın hastalıklarına ve savaşa bağlamak tadır.

Tolybekow, bu göçmen gruplarının toplumsal durumunu «patriyarkal feodalizm» olarak adlandırmaktadır. Bu sistem, kö­ leleri ve çobanları istismar ederek üretim tarzında önemli değişik­ likler yapmaksızın sürü sahiplerinin hayvan sayısını devamlı ola­ rak çoğaltma çabalarıyla belirlenebilir. Bu durumu, yayılma ala­ nı önemli derecede büyüyen ve haraç kazanabilmek için gittikçe tarımla uğraşan topluluklara karşı girişilen savaşlar değiştirdi. Step aristokrasisinin bir toprak tekeli yoktu. Zenginlikleri sahip oldukları hayvan sürüleri ve emek gücünden geliyordu. Bunlar bu aşağı gelişme aşamasında kalıp tarıma geçemediler ve kısa veya uzun bir zaman içinde tarih sahnesinden kayboldular.

Kari Marx bu fenomeni aşağıdaki şekilde karakterize etmiştir: «Göçebe çoban kabileler arasında (...) toprak, doğanın öteki şart­ ları gibi, ilkel sınırsızlığı içinde görülmektedir (...) Bu halklar, toprağı kendi mülkiyeti sayar ama hiç bir zaman bu mülkiyetin sınırlarını tesbit etmez. (...) Burada mülk edinilen ve yeniden

üretilen toprak değil sürüdür, toprak her konaklamadığında ortak­ ça kullanılır.» (*)

Saf çoban ekonomisinin yapısı, otlak üzerinde aile mülkiyeti­ ne geçme ile çelişmektedir. Çünkü bu geçiş, sürülerin çoğalmasın­ dan vazgeçmeyi ve en önemli üretim araçlarının yeniden üretimi­ nin tehlikeye düşmesini ifade etmektedir. Kabile başkanları ve hanlar, otlakları tanzim etmektedir. Ancak bu tanzim, feodalleşen bir aristokrasinin toprağı kendi tekeline alması veya

temellükün-(*) Kari MARX, Formen, die der kapitalistischen Produktion vorhergehn,

. in : Grundrisse der Kritik der politischen Ökonomie, (Berlin: 1953, \ Die.tz: Verlag) s. 390. Yukarı aldığımız çeviri: Kapitalizm Öncesi Eko­

(4)

290 ' Dr. Doğu PERİNÇEK

den başka bir şeydi. XIX. yüzyılda bile kazaklarda otlak topluluğa aitti. Feodal beylerin tasarrufu, göçebeler için en önemli saha olan kışın yerleşilen, kuru ot ile insan ve hayvan barınaklarının bulun­ duğu kışlak üzerindeydi.

Feodalleşme toprak üzerinde gerçekleşmedi, sürüler üzerinde oldu. Sürülerin özel mülkiyete geçmesi, tribünün kollektif ekono­ misinin ailenin ferdî ekonomisine dönüşmesine yol açtı. Feodal aristokrasi, fakir tribü üyelerinin emek gücünü kendi ekonomileri için kullandılar. Ve ayni zamanda kabile demokrasisinin (Sippen-damokratie) organlarını ele geçirdiler.

Selçuklar, diğer Oğuz kabilelerinden farklı bir gelişme göster­ diler. Selçuk aristokrasisi, iktidarını dışa ve içe karşı kuvvetlen­ dirmek için yeni ©taklar ve ganimet aramaya koyuldu; bu suretle

1040 yılında Gaznevî Devletine egemen oldular. İçlerinden bazı

gruplar batıya aktılar. Askerî şefler zenginleşti. Ganimetteni aslan payı alan alpler, emir mertebesine ulaşıyorlardı. Alpler, ilerde sö­ zünü edeceğimiz gazilerdir.

Selçukların batıya yayılması yalnız savaşla değil, barış yoluyla da oldu. Bu devirde İran'lı tarihçiler Oğuzlardaki sınıflardan söz et­ mektedir. Bu sınıflar, yeni otlaklar arayan çobanlar ile hakimiyet, köle ve ganimet peşinde koşan savaşçılar olsa gerektir. Avrupa'da Sproemberg'in yaptığı iktidar sınıfı (ıhersohaftlich) - köylü (baeuer-lich) ayrımı Türkler için de geçerlidir. Bir farkla ki Türklerde ik­ tidar sınıfı yanında köylü yerine göçebe sınıfı (noımadiseh) söz ko­ nusudur. Avrupa'daki köylü Türklerde çobandır. Bu noktada Türk­ lerle Cermenler arasında benzerlik vardır. Her ikisinde de uygar ülkelere karşı savaşarak yayılma sonucunda akrabalık sistemi çö­ zülmüştür. I . i

Orta Asya Türklerinde klanların sosyal ve ekonomik birliği tri-büleri (kabile) meydana getiriyordu. Bu klanlar «exogam» dılar ve özel totemleriyle birbirlerinden ayrılıyorlardı. Klanlar onluk grup­ lardan meydana gelmişlerdi. Bu grupların başlarında şefler bulun­ maktaydı. Kabilenin belli bir toprağı yoktu; kaideten belirli büyük bir arazi üzerinde mer'a hakkı vardı. Bu arazinin sınırlarının kesin olarak tesbit edilmemesi kanlı savaşlara sebep oluyordu. X. yüzyıl­ da Moğollarda olduğu gibi Türkler arasında da bir hiyerararşi var­ dı. Ancak bu hiyerarşi fertler arasında değil, klanlar arasındaydı: Egemen klanlar ve köle klanlar. Batıya göç bu durumu değiştirmiş,

(5)

faERNER'E GÖRE OSMANLI FEODALİTESİ 29İ göçebe aristokrasisi doğmuştur. Dede Korkut kitabından da anlaşıl­

maktadır ki, X. yüzyılda zengin bir göçebe asilleri sınıfı vardı. Bun­ lar savaş ve avda Hana hizmet etmekteydiler.

SELÇUKLU FEODALİZMİ

Selçukların Bizans'ın doğu sınırını tehdit ettikleri sırada yu­ karda anlatılan tabakalaşma süreci, sınıf egemenliği şeklinde ta­ mamlanmıştı. Ermeni ve Gürcü kaynakları 1020 yıllarında Azer-beycan'ın göçebeleştirildiğini, tarım topraklarının otlaklara çevril­ diğini, şehirlerin yıkıldığını ve binlerce insanın öldürüldüğünü ya­ zıyorlar. Oğuzların şehir topluluklarına karşı gösterdikleri zulüm meşhurdur. Bu davranışın arkasında göçebelerin şehirlilere karşı duydukları kin ve aşağılama duyguları dışında askeri mülahazalai vardı; düşmanın direnişini korku salarak yoketme düşüncesi vardı. Oğuzları bu tutuma sevkeden göçebe değerleridir: Daima göçebe-leştirme, hiçbir zaman yerleşmemek, yerleşik hayat tarzı köleliktir, çobanlık ise hürriyet ve egemenlik.

Feodalleşen kabile asilleri bu tutumlarında devamlı olarak ıs­ rar etmediler. Bunlar egemenlik ilişkilerini tahkim etmeye uğraştı,

islam ruhaniliğini ve yerli İran, Suriye ve Irak bürokrasisini dev­ let mekanizmasının kuruluşuna kattılar ve bunlarla birleşerek ken­ di göçebe kabileleriyle zıtlaştılar.

Malazgirt zaferi (1071) sırasında Selçuk Devleti ve topluluğu­ nun özellikleri bunlardı. Malazgirt savaşından sonra Anadolu'nun kapıları Türklere açıldı. Alparslan'ın torunu Kutulmuş oğlu Süley­ man ve kardeşleri 1073 yılında İç Anadolu'ya girdiler. Burda Bi­ zans'ın yerleştirdiği Slav, Ulah (Eflâk'li) ve Suriye'li müttefikler buldular. Şehirleri hükümleri altına aldılar. Toprağı kendi göçebe­ lerine verdiler. Buna rağmen köylüde bir karşı koyma görülmedi. Basileios H'nin ölümünden beri gerek devletin gerekse feodal bey­ lerin köylüler üzerindeki baskıları ve vergi yükleri son derece art­ mıştı. Süleyman bu durumdan yararlanarak bütün köylü (paroik) ve köleleri imparatorluk arazisinden (miri arazi) kurtararak nak­ dî veya aynî olarak ödenen, yalnız bir vergi koydu. Kutulmuş Oğul­ larının bölgesinde iktisadî bir canlılık başladı. Doğudan gelen ker­ vanlar pazarlara şark mallan getirdiler, kısa zamanda Bizans tara­ fında kalan şehirlerle de bağ kurdular. Daha Selçuklar girmeden sönmeye başlayan şehirlerden başka yerlerde' yerleşme merkezleri

(6)

292 Dr. Doğu PERİNÇEK

dcğdu. Bunlar uzak ticaret yollarının uzağında, temiz hava ve kaynak suyunun bulunduğu yüksek yerlerdeydi. Bunlar uzak ticaret bağla­ rı olmayan yerlerdi ve yakın çevrenin pazarları olarak geliştiler, Uzak ticaretin yeniden canlanmasıyla ticarî üsler bu şehirler değil, kervansaraylar oldu.

Kurulmuş Oğullan, fethedilen toprakların step haline getiril­ mesine izin vermedi, Arap kültürü örneğine uygun şehirler kurmak istiyorlardı. Ayrıca din bakımından serbest bırakılan ve mahallî özerklik tanınan Hıristiyan halkın vergisine dayanmaları gerekiyor­ du. Süleyman'ın gelecekte kurulacak devlete merkez olarak Konya ve Kayseri arasındaki düzlükleri seçmiş olması tesadüf değildir. Bu­ ralar 1080 yılına kadar fethedilmiş bölgeler arasında ileri tarım kül­ türüne sahip ve sun'i sulama sistemi olan biricik bölgeydi.

Süleyman 1077 de sultan namını kullandı. Mesud 1116 da Kon­ ya'yı başkent yaptı. Ordu komutanları ve eşraf (Würdentraeger) şe­ hirlere yerleşti. Göçebeler, arazide yaşamaya devam ettiler. Büyük etnik karışıklıklar olmadı. Türkleştirme çekirdek bölgede yavaş ve kesintili bir şekilde oldu.

Gaziler

Werner'in tahlilinde önemli bir yeri olan gaziler, kaideten ne toprak ne de meslek sahibi idiler. Bunlar sınırlarda ve şehirlerdeki garnizonlarda bulunan ve hayatlarını savaşla kazanan gruplardı, Gaziler yer ve zamana göre maceracı, ücretli asker veya mücahitler di. Dinî - askerî bir zümre olan gaziler, şehirlerdeki zenaatkârlarta ilişki halindeydiler ve esasen bir kısım zenaatkârlar gazilerin şehir­ lerdeki kolunu meydana getiriyorlardı. Bunlar şehirlerdeki müca­ delelere katılırlar, devamlı huzursuz ve isyancı bir unsur olarak gö­ zükürlerdi.

Türkmenler (Göçebeler)

Türkmenler, Anadolu'ya yerleşme ve daha sonraki gelişmeler­ de göçebeleştirme ve türkleştirme akımını temsil ederek Osmanlı feodalitesinin doğuşu ve gelişmesine direnen kuvvetin en önemli kesimini meydana getirmişlerdir. Anadolu'ya yerleşme zamanında Sultanla Türkmenler arasında bir çatışma vardı. Sultan şehirlerin koruyucusu idi ye Anadolu'nun yerli halkını kendine tâbi kılarak haraca.bağlamak taraftarıydı, Türkmenler,ise resmî barış anlaşma­ larına karşı saygısız ojup, tâbi kılmak ,veya.haraç almak için değil

(7)

WERNER'E GÖRE OSMANLI FEODALİTESİ 293 yoketmek veya göçebeleşlirmek, toprak tarımı yerine hayvancılığı hakim kılmak amaçlarını güdüyorlardı.

Malazgirt zaferinden sonra Alparslan ve daha sonra Süleyman, Türkmen boylarını bölmek, birbirinden uzak bölgelere yerleştir­ mek, kuvvetlerini zayıflatmak ve askerî demokrasinin (*) gevşeyip çözülmesi için çalıştılar. Türkmen Beyleri uç beyleri olarak sınırla­ ra yerleştirildi ve devlet fonksiyonlarından uzak tutuldu. Senede boy başına 24 000 koyun gibi ağır vergiler kondu. 7 - 8 kişilik bir göçebe ailesinin asgarî yaşama şartının 40 - 50 koyun olduğunu ve aynî olarak alınan vergiden aile başına 5 koyun düştüğünü düşü­ nürsek verginin ağırlığı meydana çıkar.

Emek ve ürün rantına dayanan patriyarkal feodalizm

Sultanın aldığı aynî vergi dışında göçebeler kendi beyleri ta­ rafından da sömürülmekteydi. Her kabilede aristokrasi emek ve ürün rantına sahiplerdi. Kabile aristokrasisi her yıl belirli sayıda hayvan aldıkları gibi, göçebelerin beyler için çoban olarak çalış­ ma zorunluklan da vardı (emek rantı). Kabile asilleri 100 000 baş koyun ve ata kadar varan dev sürülere sahiplerdi. Bu sınıfsal yapı,

(*) Askerî demokrasi, «gentilice» örgütlenmenin zıddıdır. Kendi işlerini özgürce düzenleme olarak ifade edilebilecek bu örgütlenmenin terke-dilerek, komşu toplulukları soymak, yağma etmek ve kendi topluluğu üzerinde baskı rejimi kurulmasını ifade eder. Bu örgütlenme biçimi içinde, yağma savaşlarıyla askerî şefin iktidarı genişler ve şeflik vera­ setle geçen bir statü halini alır.

ENGELS, barbarlık aşamasında toplumların gelişimi içinde aske­ rî demokrasinin ortaya çıkışını aşağıdaki şekilde açıklamıştır :

İkinci büyük iş bölümünün gerçekleşmesi, yani küçük sanatların ta­ rımdan ayrılmasıyla beraber değişim için üretim (meta üretimi) doğ­ du. Değişim için üretim, sadece tribü içinde veya tribü sınırlarında ya­ pılan ticaretin geniş alanlara yayılmasına yol açmıştır. Ayrıca yeni iş bölümü, hür insanlar ve köleler ayrımının yanma, aile başkanlarının mülkiyet farkları dolayısıyla zengin, yoksul farklılaşmasını getirdi. Nü­ fusun yoğunlaşmasıyla daha sıkı bağlılığa duyulan ihtiyaç, akraba tri-bülerin konfederasyon halinde birleşmelerini gerektirdi. Topraklarını birleştiren tribülerin meydana getirdiği topluluğun askerî şefi, zaman­ la sürekli bir memur halini aldı. Askerî şef yanında konsey ve halk meclisi askerî demokrasinin organları idiler. Askerî demokraside sa­ vaş için örgütlenme topluluk hayatının düzenli bir görevi haline gel­ miştir. «Gentilice» örgütlenmede yalnız zorbalığa karşı öc almak ve­ ya toprağı genişletmek için yapılan savaş, artık yalnız yağma için ya pılmaktadır. (ENGELS, Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni,

(8)

294

Dr. Doğu PERİNÇEK

beyler ve kabile asillerini, merkezî iktidara, yani Sultana yaklaş­ tırmıştır. Kabile asilleri ile göçebeler arasındaki çatışma şiddet­ lendikçe kabile içindeki muhalefeti bastırma ihtiyacı kabile asille­ rini Sultana yaklaştırmıştır. Danişmend emirliğinin Sultana bağ­ lanması (1175-1178) ve uçlar üzerinde Sultanın egemenliğinin güç­ lenmesini bu şekilde açıklıyabiliriz. Bunun diğer bir ifadesi de yük­ sek İslam kültürünün (Sultan ve merkezî iktidar) göçebeliğe karşı galibiyetidir.

Konya Sultanlığında devlet ve toplum

Selçuklu hanedanı Anadolu'yu, Suriye ve Irak'taki İslam emir­ likleri ile' kültürel ve siyasal bakımlardan relkâbet edecek bir ülke haline getirmek istiyordu. Askerî ve sivil yönetim Büyük Selçuklu örneğine göre kurulmuştu. Devlet, Sultanın aile mülkü sayılıyordu. Ülke, Sultan ailesi içinde paylaşılmıştı. Bunun yanında vesayet al­ tında irili ufaklı devletler vardı. İslam bürokrasisi ve ulemasını temsil eden Nizam-ül-ımülk'ün «Siyasetname» sinde belirttiği kuv­ vetli hükümet ve köylüye yumuşak muamele esası benimsenmişti.

Gelişerek Osmanlı toprak sisteminin oluşumuna yol açacak olan ikta sisteminin yayılması konumuz bakımından önemlidir. Ni-zam-ühmülk'e kadar valiler ve ücretli askerler ücretleri ödenmedi­ ği zaman halife adına belli bölgelerde vergi toplamakta idiler. 10. yüzyılda bunlar vergilerden pay alır oldular. Nizam-ülnmülk bu ge­ lişmeye, yanlış uyıgulannaya meşruluk kazandırarak son verdi. Top­ lanan vergiden pay verilerek ücretlilerin ücret talepleri de kaldırıl­ dı. Bu uygulama ülkenin feodalleşmesinin devamı ve ikta sisteminin yaygınlaşmasını ifade etmektedir.

Daha Hz. Muhammed zamanında fethedilen yerlerdeki toprak­ lar savaşa katılmış olanlara pay ediliyordu. Muhmmed'in ölümün­ den sonra Arap yayılması başladığı zaman bu şekilde verilen top­ raklar hızla arttı. Bu iktalar yalnız İslamlara verilirdi. Ve ikta sa­ hiplerinden haraç değil, öşür alınırdı. Başlangıçta ikta sahibinin im­ tiyazlı veya tercihli bir durumu yoktu. Müteıvazi bir hayat sürü­ yordu ve küçük mülkiyetin takviyesine hizmet ediyordu. Abbasi İer zamanında asker ücretlerinin ödenmesi ve toprağın değerlen­ dirmesi ile meşgul olan Ordu Divanının ikta topraklan üzerinde denetimi vardı. Bu suretle Ordu Divanı, askerileşen toprak parçası üzerinde denetimi olan bir idarî merci görevi yapıyordu. Bağdat hükümetinin güçlü olduğu zamanlarda bu denetim sıkılaşıyordu.

(9)

WERNER'E GÖRE OSMANLI FEODALİTESİ 295 Bu yolla bir ademi merkeziyetçilik doğmadı. Köylü ile ikta sahibi

arasındaki ilişkilerde bir feodalleşme süreci görülmekteydi. Selçuk

ların İslâm devlet sistemine girişi bu tımar sisteminin gelişimine bir değişiklik getirdi. Arazinin, hükümdara yapılan hizmetler kar­ şılığında ikta olarak verilmesi kural oldu. Muktaî (iktâdar) yani

ikta sahibi egemen sınıfı temsil ediyordu. İkta topraklarına bağlı köylü ise baş üreticiydi. Ordu, devlet ımakanizması, merkezî ve ye­ rel yönetim, hepsi bu sisteme dayandı. İkta artık bir para meblağı ile değil, bir hizmetin görülmesiyle, özellikle hazır bulundurulan asker sayısıyla tarif ediliyordu. Sultan, şehzadeler, ordu komutan­ ları ve ikta sahipleri arasındaki ilişkiler feıodalleşti. Öyle bir hiye-rarşik sistem doğdu ki, bazı eyaletlerin ve iktidarların bağımsız­ laşmasına yol açtı. Kutulmuşoğullan Büyük Selçuklu Sultanına karşı bundan yararlanarak bağımsız devlet kurdular.

Sultanlar, yani merkezî otorite ile ikta sahipleri arasındaki çe­ lişmede, Sultanlar dizginleri sıkı tuttukça ikta toprakları küçülü­ yor ve iktidarların nüfuzu azalıyordu. 12. yüzyılda tımar terimi doğdu. Farsçada bağış ve lütuf ifadesi anlamına geliyor ve sözcük. Tımar sahipleri hür savaşçılardır ve tımar geliri bunların geçimine tahsis edilmiştir. Bu topraklar çok küçük olduğundan kaideten ay­ rıca ücret de veriliyordu. 12. yüzyıl sonlarından itibaren bu toprak­ ların fiilen miras yoluyla mirasçılara intikal ettiğini görüyoruz. Ala-attin Keykubad (1219-1236) bu durumu tanımıştı. Silah taşıyabilen oğullar tımara mirasçı olmaktaydılar. Sultanlık Avrupa ülkeleri ve doğu ülkelerindeki feodalleşme sürecinin kanunlarına tâbi idi. Anadolu'yu bu gelişmeden ayrı bir gelişme sürecine tâbi saymak için hiç bir sebep yoktur.

Feodal büyük toprak mülkiyetinin gelişimini de gözden ırak tutmamak gerekmektedir. Yüksek şeref pâyeliler, sarayın yakınları, başarılı komutan ve uç beylerine Sultan tarafından emlâk verilmek­ teydi. Bu ihsan, hizmet yüklemekte, tam, bir serbest tasarruf tanı­ maktaydı. Özel mülkiyetçi eğilimlerin güçlenmesi, emlâk' sayısını çoğaltmaktaydı. Taht kavgaları da bu feodal arazi kategorisini ço gaitan bir etkendir.

Bu konuyla ilgili olarak mâlikâne-divanî sisteminin de belir­ tilmesi gerekir. Bu sistem, mülk vö mirî arazi arasındadır. Mâlikâ­ ne-divanî sistemde gelirler mülk sahibi ve divan (devlet) arasında pay edilmektedir. Miras ve bağış haklan olan malikâne bölümü sa­ hibi degişmemelktedir. Oysa devlet toprağı üzerinıdeki tasarruf

(10)

296

Dr. Doğu PERİNÇEK

yetkisine sahip olanlar değişebilmekteydi: Bazen hazine, sipahi ya da vakıf yöneticisi. Malikâne - divanî sistemi, feodal büyük toprak mülkiyetinin gelişmesinin diğer bir işaretidir.

Eüyük arazi mülkiyetinin gelişmesi bu kurumla bitmiyor. Bu gelişmede diğer önemli bir etken de vakıflardır. Vakıfta gayrimen­ kul malların her türü söz konusu olabilmektedir. Vakıfın tek şar­ tı, vâkıfın (vakfeden) mülk sahibi olması veya bağışlamayı içeren bir tasarruf hakkının olmasıdır. Bir gayrimenkulun vakfedilmesi vergiden muaf olmasını sağlamakta ve kızların mirastan mahrum edilme imkânını vermektedir. Ayrıca vakıf, hayattaki değişen du­ rumlara karşı zengin aileler için bir nevi sigorta fonksiyonu gör­ mektedir.

Ordu

Ordu, köle muhafızlar olan Hassa, sipahiler ile ücretli yaya ve atlılardan oluşuyordu. Selçuklularda sipahilerin önemi ikinci de­ recede olup, Sultan daha çok hassa ve ücretli askere güveniyordu. Köleler ordunun çekirdeğini meydana getirmekteydi.

Tarım

Tarım teknolojisi hafif veya ağır sabana dayanmakta, öküz ve emek gücü kullanılmaktaydı. Ortalama arazi büyüklüğü 6 - 7 ha. kadardı. Türkçe çift adını alan bu tarım, birimi, Bizansların «zeu-garion» ve iranlıların «guft-i gâv» ına benzemektedir. İslam köylü­ ler sipahi veya mülk sahibine veya doğrudan doğruya devlete bel­ li bir vergi (tapu) ödüyor ve araziyi işleyeceğini taahüt ediyordu. Üründen de 1/5 - 1/3 miktarını beyine vermek zorundaydı. Ayrıca çift akçesi, kopcur ve savaş zamanı avariz gibi aynî vergiler vardı. Sistemi özetlersek, Türk köylülerinden, hayatları boyunca kiralan­ mış arazinin kullanılması bedeli isteniyordu. Novicev'e göre sistem ürün rantı ve kiralamaya dayanıyor. Bu noktada doğu feodalizmi­ nin önemli bir özelliği ile karşılaşıyoruz. Petrusevskiy, burda doğu tarım yapısının durgunluğunun ve geriliğinin en önemli sebeplerin­ den birini görüyor. Köylünün ve ailesinin iş gücünü temin için ge-ıekli ürün ve feodal beye verilecek artı ürünün paylaşımında köy­ lüye düşen o kadar azdı ki, köylü üretimi ilerletme imkânlarına sa­ hip değildi. Araziyi kiraya verenin (Paohtherr) menfaati, daha güç şartlan kabul ettirebilmek için toprağı işleyenin fakirleşmesinde idi. Bu durum, yarı göçebe ve göçebelerin tarıma geçtikleri

(11)

Anadolu'-VVERNER'E GÖRE OSMANLI FEODALİTESİ 297

da, bin yıllardır köylü sınıfı olan İran'dakinden farklı. İran'da köylüler sömürü ve baskının her çeşidini çekmişlerdi. Anadolu'da­ ki tımar sistemi de (Pachtsystem) köylüyü fakirleştirme eğilimin­ deydi.

Köylünün toprağa bağı ve yerleşme serbestisi konusunda maa­ lesef pek bilgimiz yok. Hıristiyan köylünün durumu ise, sınıfları­ nın müslüman üyelerinden daha kötüye gitmiştir. Bunlar devlete klâsik haraca benziyen yüksek bir toprak rantı ile ürüne göre tes-bit edilmiyen baş parası ödemekteydiler. Vergi yükümü 9 yaşında başlamaktaydı. Cizye vergisi İslam dininin kabulünde nadir görül­ meyen etkenlerdendi.

Merkezi iktidar 12. yüzyılın sonuna kadar, sosyal çatışmayı yumuşatacak ve köylünün sömürülmesinin Bizans devrindeki de­ receyi bulmasını önleyecek bir çaba göstermedi.

Fars kültürünün egemenliği bu devrin diğer bir özelliğiydi. Şe­ hirlerde ve feodal beylerin muhafazakar çevrelerinde Sünnîlik, köy­ lük yerlerde ise Şiîlik yayılmaktaydı. Özellikle göçebeler arasında Şiîliğin en aşırı şekilleri gelişti. Böylece sosyal ve kültürel ikileş­ me yanında dinî bir ikileşme (düaliznı) de doğdu. Bu ikileşmenin dinamiği, Moğolların baskısıyla Anadolu'ya gelen Türkmenler ve İran'dan gelen Sofi akımıyla hızlandı.

İÇ VE DIŞ KRİZLER

Türkmenler, Moğollar, Sufîler, Babaîler ve Ahiler

1185 ve 1187 seneleri arasında kuvvetli bir Türkmen akımı var. Göçebelerin çoğalması anti-feodal reaksiyonu güçlendirmesi ba­ kımından önemli.

Göçebelerin anti-feodal reaksiyonu karşısında aristokrasinin ideolojisini ifade eden tarikatlar var. Daima egemen aristokrat sı­ nıfla beraber olan ve ondan destek alan Mevlevîlik bunlardan bi­ riydi. Mevlana ve oğlu Veled, her dervişin bir zenaat öğrenmesi il­ kesini koyuyorlardı. Şeyhler, müridlerini tâbi kıldıkları iş mükel lefiyeti sayesinde zenginleşmekteydiler. Türkleri (göçebe) aşağı gören Mevlana, Rumlar üzerinde etkiliydi. Eflâki'nin Mevlana'dan naklettiği «Rumlar yapmak, Türkler yıkmak için» sözü o devrin smıf mücadelesini ifade etmesi bakımından., anlamlıdır. Bu söz

(12)

298

Dr. Doğu PERİNÇEK

göçebeleri yerleştirmek ve toprağa bağlamak isteyen feodal sınıfın ideolojisinin özünü veriyor.

Yüksek İslam geleneğini ifade eden, yani feodaliteyi temsil eden Mevlevîliğin karşısında göçebe ideolojisi, kökü Batınîliğe da yanan (Batınîliğin bir kolu olan) Babaîlikti. Bu ideolojinin erleri olan dervişler, yüksek İslama karşı ilkel dinî tasavvurlara dayanan halk dininin müritleriydi. Bir derviş hareketi olan Babaîlik ve Ba­ ba İshak isyanları Anadolu'daki anti-feıodal reaksiyonu ifade et­ mektedir.

Selçukluların feodalleşme süreci 13. yüzyılda zirve noktasına erişti. Bu yargıya, arazi hukukunun özelliklerinden, tımar ilişkile­ rine, mülk ve vakıf arazinin istikrara kavuşmasına, vergi sistemi­ nin yaygınlaşmasına bakarak varıyoruz. Bu gelişmeye karşı duran Türkmenler askerî demokrasiden vazgeçerek sınıf egemenliği al­ tına girmeye direniyorlardı. Feodalleşmeyi destekleyen merkezî iktidar yeni teşekkül eden aristokrasiyi kendine bağlamak istiyor­ du. Bu durum başka bir çatışmayı doğuruyordu: Merkezî iktidar ile feodalleşen göçebe aristokrasisi arasındaki çatışma. Feodalle­ şen göçebe aristokrasisi, kendi boyları mensuplarının feodalleş­ meye karşı hareketlerini, kendi sınıf emelleri için kullanma çaba­ sında idi. Göçebe hareketlerinin karakteri, otlağın ortaklaşa mül­ kiyeti ve sosyal eşitliğe yönelmesindeydi. Bu sebeple aslında göçe­ be hareketleri feodalleşmeye, dolayısıyla feodalleşen eski göçebe aristokrasisine de karşıydı. Feodalleşen eski göçebe aristokrasisi­ nin amacı ise, bu hareketleri merkezî iktidara karşı bir yön ver­ mekti. Beylerin menfaati, feodalleşme sürecinin sürükleyicisi olan merkezî iktidar karşısında mümkün olan azamî bağımsız durumu sağlamaktaydı. Bu çatışmaya, feodal ilişkiler içinde artı ürünün paylaşılması mücadelesi gözüyle bakabiliriz.

Antifeodal hareketler içinde en önemlisi Baba İshak isyanıdır. Hareket, barış ve adalete yönelmişti ve mevcut hükümet sistemi­ nin kalkması amacını taşıyordu. Engels'in belirttiği gibi, bu hare­ ketler dinî kıyafete bürünmüş, ekonomik sebepleri olan isyanlar­ dır. Bu hareketler egemen oldukları bögelerde eski ekonomik sis­ temi geri getirmekteydiler.

Ahilik

Ahilik zenaatkârların örgütlenmesi ve ideolojisidir. Ahiler, be­ raber yaşayan ve birlikte zenaatla uğraşan gençlerdir. Ortaklaşa

(13)

WERNER'E GÖRE OSMANLI FEODALİTESİ 299 evleri vardı ve bütün masrafları müşterek kasadan görülürdü. Ahi­

likte üçlü bir mertebe ile karşılaşıyoruz: Yiğit, Ahî ve Şeyh.

Feodal atmosfer içinde doğan Ahilik Anadolu'da şehirlerde gelişti. Bunlar arasında zenaat, fazilet mertebelerinin en değerli-lerindendi. Yiğit, Ahinin yanında bir köle durumundaydı ve en az 5 - 6 sene çalıştıktan sonra Ahî mertebesine ulaşıp dükkân açabi­ lirdi. Bu suretle, belli zenaatlarin kontrolsuz çoğalması önlendi ve rekabetten kaçınıldı. Ortak kasadan zaruret halinde faizsiz para alınabilirdi. Yalnız zenaatkârlar değil, tüccarlar da Ahiliğe bağla­ nabiliyorlardı. Ahiler arasında varlıklı olmaya itibar edilmektey­ di. Ahî anlayışında paraya* değer verilmesinin sebebi, paranın cö­ mertlik imkânı vermesindedir. Ahî Evren'e göre, «İnsanları büyük yapan cömertçe dağıtmaktır.»

Ahîler, bağımsız bir ekonomik ve siyasî örgüt olarak merkezî iktidarın zaafa uğraması ve anarşiye karşı idiler. Anadolu'da şe­ hirler, Ahîler sayesinde burjuva 'hayatının otonom merkezleri ol­ du. Ahîler siyasete de aktif olarak katılmaktaydı. Çatışma halinde­ ki feodal beyler Ahilerin yardımına başvururdu. Karışıklığa karşı olan Ahîler, şehirlerdeki alt tabakalara ve göçebelere de karşı idi­ ler. Çünkü 'karışıklıkları yaratan sınıflar bunlardı. Meselâ Baba İshak İsyanında Sivas'lı Ahîler Sultan yandaşı idiler ve şehri Baba İshak'a karşı savundular. Merkezî iktidar ile feodal beyler arasın­ daki çatışmada ise Ahîler merkezî iktidarın yanında yer almaktay­ dılar. Çünkü, feodal parçalanmanın anarşi yarattığını görmektey­ diler. Bu sebeple Hıristiyan zenaatkâr ve tüccar ile beraber Ahîleı aristokrasi ile de mücadele etmekteydiler. Bu çatışmaya yol açan diğer önemli sebep de feodal aristokrasinin gümrük ve vergi koy­ ması ve şehir faaliyetlerini kayıtlaması karşısında tüccar ve zana­ atkarın aristokrasiye karşı duyduğu düşmanlıktır. Ahilik ve Mev­ levilik arasındaki çatışmanın temeli de budur.

Beylikler

Moğolların Kösedağ zaferinden (1243) sonra Selçuklular Mo­ ğol vesayeti altına girdiler ve haraca bağlandılar. İlhanlı Hanı Ana­ dolu'da vergi tbplama işini dört kişiye verdi ve bunlara 3 600 000 dirhem toplamak mükellefiyetini yükledi. Toplanan vergilerin yu­ karda belirtilen miktarını aşan kısmı vergi toplayanlara kalmak­ taydı. Ağır vergi yükü Anadolu'da tarımın gerilemesine sebep ol­ du. Tahıl fiyatları arttı. Açlık ve sefalet aldı yürüdü. Aksaray'da

(14)

300

Dr. Doğu PERINÇEK

analar çocuklarını öldürüp pişirdiler. Türkmenler de köylüler ka­ dar sefalet içine düşmemekle beraber Moğol boyunduruğuna da­ yanamaz oldular, direnme hareketleri başladı. Bazı isyanlar Sul­ tan egemenliğinden, dolayısıyla Moğol Validen bağımsız bölgelerin doğmasına yol açtı.

Türkmen isyanlarının başında Karamanları görüyoruz. Men­ şeleri Baba îshak'ın memleketi Sivas olan Karaman hanedanının kurucusunun Baba İlyas'ın oğlu Muhlis olması büyük bir ihtimal. Karaman ailesi Babaî hareketinin bastırılmasından sonra Laren-de - Ermenak arasındaki dağlara kaçmış ve buradaki Türkmen boy­ larını kendisine bağlamıştır. Karamanlar merkezî iktidara ve Mo­ ğol egemenliğine karşı mücadele etmişler, Selçukları yenmişler, kendi adlarına hutbe okutup, para basmışlardır. Karaman Beyli ğinin diğer bir özelliği de resmî dil olarak Türkçeyi kabul etmele­ ridir.

Beylik eski bir Türk sistemidir. Beyliklerin belirli sınırlan vardır ve arazi, bey ailesinin mülkü olarak kabul edilmektedir. Ana­ dolu beyliklerinde vergi sistemi Hıristiyanlardan aynen alınmıştır.

13. yüzyılın sonunda Karaman beyliği dışında daha birçok beyliğin bağımsız bir hüviyet kazandığını görüyoruz. Beyliklerle birlikte dervişlik ve Şiilik de yeniden canlanmıştır. Bu durum, Ana­ dolu'da feodalleşme sürecinin Moğol istilasının etkisiyle krize uğ­ ramasının ve anti - feodal reaksiyonların güçlenmesinin belirtisi­ dir.

OSMANLI DEVLETİNİN DOĞUŞU

Osmanlıları, Anadolu'daki diğer Türklerden ayırarak Selçuk mirası ve Bizansla olan bağlarını tamamen inkar ederek tahlil et­ meğe imkân yoktur. Marksist tarih anlayışı, bir devletin gelişi­ mini tek yönlü izahlarla açıkhyamaz. Çevre ve özellikle coğrafî şartların da unutulmaması gerekir. Osmanlıların gelişimini bütün bu etkenleri hesaba katarak açıklamak gerekir.

Akdağ, Osmanlıların gelişmesini 1300 tarihlerindeki Osmanlı ekonomi krizi ile izah etmektedir. Bu fikre göre, Avrupa'daki eko nomik gelişme Doğu Akdeniz ekonomisine durgunluk getirdi. Mar­ mara Denizinin birliğini sarstı. Osmanlılar ise bu birliğe dayan maktaydılar. Bütün sınıflar, krizi müteakip harekete geçtiler ve

(15)

WERNER'E GÖRE OSMANLI FEODALİTESİ 301 Osmanlı yöneticilerine bu durumdan kurtulma imkânlarını açtı­

lar.

Şüphesiz, göçebeler ve zenaatkârlar, tek devlet olan Selçuklu­ ların yıkılması ve Moğol baskısı üzerine hareket halinde idiler. Fakat bu hareket birinci derecede güçlü beyliklerin işine yaradı. Marmara Denizinin birliği hiçbir zaman Akdağ'm anladığı şekilde varolmadı. Anadolu ve Balkanların siyasî ve sosyal gelişimi para­ lel gitmemiştir, tamamen ayrı basamaklar halinde cereyan etmiş­ tir. Bütün bunlara ilâveten Flipovic'in yazdığı gibi bir ekonomik veya sosyal kriz sırf örgütsel metod ve araçlarla çözülüp giderile­ bilir mi?

Osmanlıların savaşçı yeteneklerine ve kahramanlıklarına da­ yanarak yapılan izahlar da yetersizdir. Bütün Türkmen boyları kahraman olduğu halde niçin Osmanlılar gelişmiş ve devlet kur­ muşlardır?

Ö. L. Barkan, Osmanlı devletinin kuruluşunu kolonriasyon ha­ reketi olarak niteliyor (daha iyi bir deyişle: fetih) ve devletin ku­ rucu unsurunu göçebelerde görüyor ki, bu fikre katılmak gerekir.

Eski Osmanlı kronikleri, meselâ Aşıkpaşazade, Osman'dan «Gazi» diye söz etmektedirler. Ayni şekilde Osmanlı şefleri de ha­

reketlerini cihad olarak telâkki etmektedirler. VVittek, yeni beyli­ ğin tabiî klan bağlarına değil, «Gazi birliğine» dayandığını belirt­ mektedir. Barkan ise VVittek'i eleştirerek, devletin kurulmasında Türkmen beylerinin payının büyük olduğunu, Osmamn maiyetinin adlarının Türk adları olduğunu, tam bir gazi birliğinde ise İslam adlarının esas olacağını ileri sürüyor.

Diğer yandan Osmanlı yayılmasını, büyük, silâhlı göçebe dal­ gaları olarak da kabul edemeyiz. Başlangıç döneminde iyi örgüt­ lenmiş küçük öncü grupları, kolonicilerin izlediğini görüyoruz. Fa­ tihler, fethedilen topraklara sahip olmakta ve yerli kavmi kılıçtan geçirmektedir. Osmanlıları Türkmen geleneğinden ayıran nokta bu­ dur. Osmanlılar ilk zamanlar şehirleri kırdan ayırma taktiği güt­ tüler. Osman Gazi şehrin önündeki alanları yoketmekte, ahalisini boşaltmaktadır. Orhan 1337 de Nikomedia'yı fethettiği zaman bü­ tün bölgeyi boşalttırmış ve ıssızlaştırmıştır. Bursa'nın fethinde bir Rumun Orhan'a söylediği sözler şehri kırdan ayırma taktiğinin iktisadî temelini çok güzel açıklamaktadır: «Şehre egemen olmak, kıra bağlıdır. Bütün kir size tâbi idi ve bizim hakimiyetimizden çıkmıştı.» Bu sözler tabiatıyla feodal toplumlar için geçerlidir.

(16)

302

Dr. Doğu PERÎNÇEK

Osmanlıların gelişme döneminde iki düşüncenin çatıştığını gö­ rüyoruz. Biri, Hıristiyanlan köle etmek, Müslüman yapmak veya kı­ lıçtan geçirmek şeklinde özetliyebileceğimiz gazi ideoloj isidir. Diğer düşünce ise, Selçuk ulema geleneğinin, yani yüksek İslamın etki­ siyle ortaya çıkan ve Hıristiyan halkın islamlaştırılması ve köle-ieştirilmesine karşı çıkan düşüncedir. Bu görüş esas itibariyle hı-ristiyan köylünün, köylü olarak bırakılıp feodal ilişkiler içinde ya­ rattığı artı ürünün gaspedilmesi esasına dayanıyordu ve feodal­ leşmeyi temsil eden Osmanlı merkezî iktidarının görüşü olmuş­ tur. Kaynağında gazi karakteri olan Bektaşiliği ve gazilerin önde­ ri olarak gözüken Hacı Bektaş'ı Anadolu toplumunun gelişiminde bu çerçeve içinde anlıyabiliriz.

Osmanlı devletinin kuruluşu döneminde Ahilerin rolü de tar­ tışma konusudur. Giese, Ahilerin ilk Osmanlı hükümdarlarının em­ rine bir birlik verdiklerini ve Osman'ın bunlara dayandığını, bun­ lara «yoldaş» ve «yol atası» dendiğini, Ahilerle yeniçeriler arasın­ da kıyafetten ve evlenmeme yükümünden anlaşılacağı üzere bağ­ lar olduğunu ileri sürüyor. Wittek bu tezi reddetmektedir: Ahî ha­ reketi şehirlerdeydi ve barışçıydı. Gazi devleti şehirlilerle daha baş­ langıçta temasa geçti. Tüccarlar fatihleri izliyor, insan ve mal ha­ lindeki ganimetleri satın alıyordu.

İlk Osmanlıların Ahilerin siyasî fikirlerini benimsemesi düşü­ nülemez. Yerinden yönetim (Selbstverwaltung) Ahilerin yarari: naydı. Beylerin amacı ise merkezî devletin iktidarını güçlendir­ mekti. Bu sebeple Ahilerle Osmanlı beyleri arasında siyasî ve as­ kerî bağların kurulması için elverişli bir zemin yoktu. Dolayısıyla Osmanlılarla Ahiler arasında işbirliğinden çok düşmanlık söz ko­ nusu olabilir. Bu nokta gerçeğin bir yüzüdür. Ahîlere başka bir cepheden baktığımızda bunlarla Osmanlı beyleri arasında bazı bağ­ lar görebiliyoruz. Ahîler iki kanaattan oluşmaktaydı : Tatbikatçılar (Praktiker) ve teorisyenler (bunlar teologlardı, yani din âlimleriy­ di). Osmanlılar ikinci grup Ahilerden, yani Ahî düşünürlerinden ya rarlanmışlardır. Bunları korumuş ve bazı tesisler vermişlerdi. Os­ man Gazinin Kaynatası Ahî Şeyhi Edebâli bunlardan biridir.

Ahîler Hıristiyan zenaatkârlarla ittifak aramamakla beraber,' yüksek İslamın ılımlı temsilcileri olarak gözükmüşlerdir. Bu sebep­ le Ahîler, Hıristiyanlan Müslüman yapan ya da kılıçtan geçiren ga­ ziler ve onların en radikalleri Bektaşi dervişlerine karşı bir ağırlık teşkil etmişlerdir. Osmanlı beylerinin Ahilerle bu noktada da itti­ fakları vardır.

(17)

WERNER'E GÖRE OSMANLI FEODALİTESİ 303 Selçuk kültür geleneğinin sınır beyliklerinde çok zayıf temsij edilmesi sebebiyle buralara ilk' zamanlar gaziler, dervişler ve gö­ çebe şefleri egemen olmuştur. Gaziler yukarda belirttiğimiz gibi, fethedilen topraklarda İslama inantmıyanları yoketme hakları var­ dı. Bu anlayışın Osman zamanında değişmeye başladığına ve yok­ etme, yağma yerine yeni bir vergi sisteminin geliştirilmeye başlan­ dığına dair belirtiler var. Bu gelişime içinde Hıristiyanlar Türk bölgelerinde daha iyi şartlar elde etmiş ve çeşitli şekillerde Türk Devletinin hizmetine girmişlerdir.

Osman zamanında feodal bir toprak aristokrasisi kristalleş­ meye başlamıştır. Beyin akrabalarına, Türkmen beylerine ve aske-ri şeflere mirî arazi veaske-rilmekteydi. Ancak bu dönemde tımar sözü­ ne henüz rastlanmamaktadır, bu topraklara ikta denmektedir. Aşık-paşazade, toprakların miras yoluyla intikal ettiğini de belirtmekte­ dir ancak bu husus şüphelidir. Meşhur Türk destan kahramanı Bat­ tal Gazi'nin Arap amirinden bahasının tımarını talep ettiği vakit al­ dığı cevap bu konuyla ilgili İslam anlayışını aksettirmesi bakımın­ dan ilginçtir: «Baban yararlık gösterip bu görevi aldı, sen de gös­ ter ve öyle talep et» 1478 -1481 tarihli bir feriman, ölen sipahinin tımarının, oğlu, kardeşi veya başka yakınına ferman verilene ka­ dar müsadere edileceğini belirtmektedir.

Tımar sistemi 1368 de I. Murad tarafından kurumlaştırıldı. Da­

ha önce Orhan, fethedilen yerleri vilâyet ve sancaklara bölüyor, sı­ nır bölgelerind uç beylerine veriyor ve yargı görevi için mahallî kadılar tayin ediyordu. Memleketin askerileştirilmesi Selçuk örne­ ğine göre tımar sistemiyle gerçekleştiriliyordu.

14. yüzyıl ortalarına kadar Osmanlı beyliğini «askerî demok­ rasi» (*) olarak niteliyebiliriz. D. Angelovv daha Orhan zamanında feodalitenin varolduğundan söz etmektedir. İncelediğimiz kitabın yazarı VVerner, Osmanlı silâhlı kuvvetlerinin örgütlenmesine ba­ karak bu fikre katılmamaktadır. Alaaddin Paşa, Orhan Gaziye ci-ı had ve fetih için yaya askerî kurulmasci-ınci-ı salci-ık vermişti. Bunlar

savaş zamanı akçalı idiler. Barış zamanında ise öşür, diğer vergi­ ler ve yükümlerden muaf bir parça toprakla geçiniyorlardı. Yaya, müsellem (yüzbaşı) ve yaya bey (binbaşı) mertebelerinin bulun­ duğu bu yeni askerî birlikler, Mutafcieva tarafından genel savaş yükümünün kaldırmasına ilk adım olarak nitelenmektedir. Bu

(18)

304

Dr. Doğu PERİNÇEK

retle askerî demokrasilerdeki silâh' kullanabilen herkesin savaşa gitmesi sistemi çözülmekte ve savaş zamanında ücret uygulaması başlamaktadır. Bununla beraber bu yeni sistem henüz feodal iliş­ kilere değil, özgür göçebe savaşçılığına dayanmaktadır. Diğer yan­ dan uçlarda askerî demokrasiden feodalizmin aşağı aşamasına (Frühfeodalismus) geçiş belirtileri görülmektedir.

Yaya paşa ve müsellem, tımara (Lehen) sahip olup bu özelli­ ğiyle ilk Türk sipahisi olarak görülebilir. Bu sistem tamamen Sel­ çuklulardan miras olup Bizans etkisinden uzaktır. Yaya ve müsel­ lemler yalnız Türkler arasından tayin edilmektedir. Hıristiyanlar ve dönme köylülerden yaya ve müsellem yoktur. Özellikle müsel­ lemlerde soy temizliğine dikkat edilmektedir.

Ana hatlarıyla belirtilen bu sistem tımar sisteminin çekirde­ ğidir.

Devşirme usulü ve yeniçeriliğin daha Orhan zamanında sÖ2 konusu olduğu görüşünü kabul etmek güçtür. Bu konu devletin feodalleşmesi mücadelesi içinde incelenecektir.

Osmanlı beyliğinin kuruluş dönemini inceledikten sonra, onu diğer Anadolu beyliklerinden üstün kılan sebeplere topluca gÖ2 atalım :

1. Coğrafî durum

2. Bizansla komşuluğun, Bizansm direnmesini kırmak için Osmanlıları askerî ve idarî reformlara zorlaması bakımından olum­ lu etkisi.

3. Fanatik gazi ideolojisine karşı, ulema unsurların (yani yük sek Islamm) ağırlıklarını erken hissettirmeleri ve bu unsurların er ken gelişmesi, Selçuk kültürünün yaratıcı bir tarzda benimsenme­ si.

4. Komşu beyliklerin «gâvurlara» karşı genişleme imkânları­ nın hızla tükenmesi sonucunda bu beyliklerde meşgalesiz kalan ga­ zilerin hızla Osmanlı beyliğine akması, ve Osmanlı savaş potansiye­ lini olağanüstü yükseltmesi.

5. Batı sınırına Türkmen baskılarının hızlanması, Balkanla rın fethinde göçebelerin askerî yayılmaya katılarak en kirtik saf hada itici gücü teşkil etmeleri.

(19)

WERNER'E GÖRE OSMANLI FEODALİTESİ 305

6. Dervişlerin temsil ettiği halk dini ile fetihler arasında bağ kurulması, dervişlerin ve Türkmenlerin güvendiği kimselerin fetih lere-ve kolonileştirmeye katılmaları.

7. Rum dönmelerinin ordu içinde plânlı olarak organize edil­ mesi, asillerin ve köylülerin menfaatlerinin yeni iktidar yapısı için­ de uyandırılması.

DEVLETİN FEODALLEŞTİRİLMESİ MÜCADELESİ I. MURAD ve I. BEYAZID

I. Murad ve I. Beyazıd devirleri Osmanlı devletinin feodalleşme sürecinin hızlandığı devirlerdir. Bu safhada askerî örgütlenme ile feodalizm arasındaki çelişme, devletin bütün kurumlarında, hatta padişahların kişiliklerinde dahi görülmektedir. Amansız bir savaş­ çı olan I. Murad bu niteliği yanında kendine tâbi olan Hıristiyan beylere iyi muamele ilkesini de benimsemişti. I. Murad gazi olarak fetihlere devam etmiş, ancak fethedilen yerleri, Selçuk örneğine ve ulema anlayışına göre düzenlemiştir.

Bu devrede Kadıaskerlik, Beylerbeyliği ve Sancaklar ihdas edil­ miş ve devletin örgütlenmesi geliştirilmiştir. Ancak Osmanlılar he­ nüz tam anlamıyla yerleşik değillerdi. İspanyol seyyahı Pero Tafuı II. Murad zamanında bile Sultanın halkı gibi yaz kış çadırda otur­ duğunu, şehre elçi kabulü, yıkanmak vs. için gittiğini yazıyor.

1368 senesinde Osmanlı devletinin temel kurumlarından olan tımarlar hakkında kanun çıkarılmıştır. Bu kanuna göre, savaşta yararlık gösteren asker, Sultan veya Beylerbeyi tarafından tımarla taltif edilecektir. Tımar sahibinin atla sefere katılmak ve tımarın büyüklüğüne göre, beraberinde 1 - 2 silâhlı daha getirmek yükümü vardı.

Tımarlar mahallî bir birlik meydana getirmiyorlardı. Münfe rit ekonomik birimlere şamildi. II. Mehmed'e kadar da güvenli biı veraset sistemi yoktu. Tımarın diğer bir özelliği de sipahinin köylü üzerinde yargı hakkı olmamasıdır. Sipahi üretimden sabit bir rant almaktadır. Dar ekonomik imkânlar sipahiyi, kendisine ganimet yol'larını açan Sultana bağlamıştır. Savaşçı olmak yanında köylü­ den toplanan vergilerden hazineye karşı sorumlu olan sipahi, Mu-tafciev'in sözüyle küçük ve ebediyen aç bir hayduttur.

(20)

306 Dr. Doğu PERÎNÇEK Yeniçerilik

Yeniçeri sisteminin Selçuklulardaki iğdiş sisteminin geliştiril­ miş şekli mi olduğu konusunda kesin bir şey söylenemez. Yenice ri örgütü, Türkmen kabilelerinin milislerine karşı sipahiliğe na zaran daha radikal bir kurum niteliğindedir. Yeniçerilerde ne ak rabalık ne de toplum bağı 'bulunmaktadır. Bu vasıflarıyla ücretli asker olan yeniçeriler, merkezî iktidar emrinde yalnız dışa karşı değil, içteki kabile aristokrasisine, kabile savaşçılığına ve sipahile­ re karşı bir kuvvet teşkil etmektedir.

Yeniçerilerin Bektaşilikle ilgisi de önemli bir konudur. Yazara göre yeniçerilerin Hacı Bektaş'la bağları yoktur. Yeniçerilerin feo­ dalleşme sürecinin motoru olan Osmanlı merkezî iktidarının ücret­ li askeri olduğunu biliyoruz. Oysa Babaîler ve diğer Batınî mez­ hepler kabile savaşçılığını ve anti - feodal reaksiyonu temsil etmek­ tedirler. Yeniçerilerin rahip benzeri tutumları da, Sufî etkisinden değil, sert askerî disiplinden gelmektedir. Zorunlu evlenme yasağı da Ahiler ve Bektaşilerdeki gibi ideal bir karakterde değildi. Yeni­ çeriler devletin feodalleşmesi üzerinde etkili oldular, itaat ve di­ siplinin atlı ve ücretli ordularda az bulunduğu bir zamanda mer­ kezî iktidarların emrinde önemli rol oynadılar.

Osmanlı devletinin feodalleşmesi sürecinde merkezî iktidar (Sultan), yalnız feodal bir hizmet aristokrasisi (sipahileri kastedi­ yor) ve yeniçeriliği kurmak ve geliştirmekle yetinmedi; Küçük As-ya'daki kabile şeflerine ve ordu komutanı olan bazı dönme Hıris-tiyanlara da dayandı. Bunlar, alt tabakalardan bir reaksiyon doğ­ masına engel oldular. Ve Anadolu'daki mülk sahipleri ile birlikte

feodal aristokrasiyi meydana getirdiler. Hıristiyanlıktan dönme beylerden Evrenos'a 1386 da hediye edilen arazi fermanında «Al­ lah, resulü ve onun vekili adına sana bağışladım.» denmektedir.

Wittek bu devirdeki gelişmeler için «Orta sahanın ulemalaştı-nlması» tabirini kullanıyor. Sınırlara ise, gaziler, Türkmen beyle ri, müsellem ve akıncılar egemen durumda.

I. Beyazıd (Yıldırım), yüksek İslamı geliştirdi. Memjûkler-den, yani Halifeden sultan unvanını aldı. Unvanlar Osmanlı devle­ tinin gelişiminde çok şeyi açıklamaktadır. Murad'ın tuğrasında «Han» unvan vardı. Bu unvan Türk - Oğuz geleneğini hatırlatmak­ tadır ve Cengiz'den beri bütün Asya göçebeleri için en yüksek ik­ tidar ve şerefi temsil etmektedir. Feodalleşme ve bunun ideolojisi

(21)

VVERNER'E GÖRE OSMANLI FEODALİTESİ 307 olan yüksek İslaımm ağırlığının artması ile birlikte Sultan unvanı

alınmıştır.

Beyazıd devrinde mümkün olduğu kadar homojen bir teba ya­ ratılmasına çalışılmıştır. Askerî tabakaya dahil olmayanlar arasın­ da eşit vergi ilkesine ycneliniyordu. Egemen sınıf olarak da ifade edebileceğimiz bu askerî tabaka, yalnız savaşçılardan değil, tüm şeref sahipleri, bürokrasi ve ailelerinden oluşuyordu. Feodalleş­ me İslam ve Hıristiyan reayayı eşitleştirici bir rol oynadı. Murad I. koyun resmini her iki din mensupları için eşit tesbit etmişti. Be­ yazıd da buna riayet etti. Feodal ilişkiler içinde sınıf farkları, et­ nik grup ve din farklarının üstüne çıkmıştı. Beyazıd'dan arazi he­ diyeleri urnan Sırbistan'daki küçük aristokrasi, bu ülkede Türk taraftarı (türkofil) bir grup meydana getirmişlerdi. Bununla bera­ ber Yıldırim'ın Hıristiyanlara tımar verdiğine dair elimizde belge bulunmamaktadır.

Merkezî iktidarın güçlenmesine ve devletin feodalleşmesine bağlı olarak tımar sisteminin de geliştiğini görüyoruz. Bu devirde Osmanlı Devletinde 1) Hizmet aristokrasisi, 2) Mülk sahipleri, beyler, şefler, eşraf olmak üzere iki feodal sistem mevcuttu. Yıldı­ rım Beyazıd'ın amacı, bu her iki grubu da despotluğun hizmetine sokmak ve hizmetinde tutmakdı. Bu maksatla yeniçeriler dışında kul sisteminden de yararlanıldı.

Mâlî kaynaklan ve vergileri kontrolü altında bulunduran ule­ ma Sünnî ortodoksinin saflığını korumaya çalışıyordu. Dervişler bu gelişme içinde iktidar kaybına uğruyor ve geriliyordu. Saf Türk­ lerde (ki bunlar göçebe ya da toprağa bağlanan eski göçebelerdi.) memnuiyetsizlik ve gelişmeye direnme söz konusuydu. Bunlar dev­ leti eleştiriyor ve içine düşülen duruma (tabiî kendi açılarından düşme) sebep olarak sarayın İran'lı ve Karaman müşavirlerini, yani Yüksek İslam ve Selçuk geleneğinin egemenliğini gösteriyor­

lardı. Dervişler «Padişahlar eskiden devlet hazinesi falan bilmezler­ di.» yollu şikâyetlerde bulunmaktaydılar. Bütün bu olaylar, top­ lumsal gelişme ve devrimler karşısında toplum içindeki sınıfların ve ideolojilerin tutumlarını çok güzel açıklamaktadır. Osmanlı dev­ letinin İran - Selçuk mirasına konmasının ve Ulemanın yüksek İs-lamı egemen kılmalarının bir sonucu da Müslümanların vergilendi-rimesiydi. Özellikle kolonicilerin de vergilendirilmesi haksızlık ola­ rak karşılandı. Feodalizm öncesi, patriyarkal kahramanlık çağım ideal olarak kabul eden Türkmen kabileleri gelişmeleri iyi karşıla­ mıyordu.

(22)

308 Dr. Doğu PERINÇEK

Yıldırım, kafasındaki devlet fikrini gerçekleştirmek için Anado-lu beyliklerini bertaraf etmek, bu suretle arkasını sağlama almak ve etnik bir itici güç kazanmak yolunu tuttu. Bu devrede Osmanlı devletinin Avrupa eyaletlerindeki gelişmiş feodalizme karşılık, Kü­ çük Asya'da askerî demokrasi ve ilkel klan feodalizmi (Stammes-feudalismus) vardı. Anadolu ile Rumeli arasındaki bu çelişme, Ru­ meli'deki gelişmiş aşağı feodalizmin (frühfeudalismus) merkezi­ yetçiliğinin, beyliklerdeki boy ve akrabalık hukuku ilişkilerine nak­ li ile çözüldü.

Feodalleşme süreci Timur'un Anadolu'yu istilası ile yeniden krize uğradı. Timur, yoketme ve teröre dayanan göçebe örgütlen­ mesini ve ideolojisini canlandırdı. Baıbinger'e göre Sufîliğe münte-sip olan Timur'la Anadolu dervişleri arasında yakın ideolojik bağ­ lar vardı. Timur'la Yıldırım, arasındaki savaş, bu sebeple göçebelik­ le feodalite arasındaki mücadeledir.

ANTİFEODAL REAKSİYON : HALK AYAKLANMALARI DÖNEMİ

1402 -1421 tarihîleri arasında bütün antifeodal güçlerin feodali­ tenin sınıf egemenliğine karşı ayaklandıklarını görüyoruz. Akraba­ lık hukukuna bağlı Türkmenler yanında köylüler de bu isyanlara katılmışlardır.

Yıldırım Beyazıd'ın oğulları, Ankara yenilgisinden sonra Ti­ mur'dan bazı beylikler aldılar; ancak Timur Osmanlı tahtının vari­ sini tayin etmedi. Fetret devrinde kardeşler arasındaki taht müca­ delesi, Osmanlı toplumundaki zamanın sınıf ilişkilerini yansıtma­ sı bakımından da anlamlıdır. Beyazıt'ın oğullarından Süleyman, Ru­ meli ve Mehmet ile İsa Anadolu'ya hakim olmuşlardır. Bizansla dostluk ve Sırp aristokrasisi ile iyi geçinmeyi esas alan Süleyman'' in bu politikası, ganimet ve oihad arayan gazilerin memnuniyetsiz­ liğine yol açmış ve bu durumdan yararlanarak ortaya çıkan Musa, Türkmen ve gazilerin gücüne dayanarak Süleyman'ı haklamıştır Feodalleşmeyi temsil eden Süleyman'ın ortadan kalkması, Rume li'ye Musa'nın kişiliğinde antifeodal reaksiyonların, özellikle Türk­ men klan savaşçılığının hakim olması sonucunu doğurmuştur. Su-fî şeyhlerini die yanına katan Musa, Beyleri kırdırmış, Hıristiyanla-ra amansız davHıristiyanla-ranmış ve feodal Bizans'a da hücum etmiştir. Mu­ sa'nın İstanbul'u muhasarası üzerine feodal dayanışmanın bir ge­ reği olarak Mehmet Çelebi Bizans'a yardım etmiştir. Musa'nın

(23)

an-WERNER'E GÖRE OSMANLI FEODALİTESİ 3()9 tifeodal tutumu, kendi taraftarı sipahilerin ve müsellemlerin Meh­

met tarafına geçmesi sonucunu doğurmuştur. Mehmet ile Musa arasındaki mücadele tarihi ilerleten güçlertle hu gelişımeye direnen güçler arasındaki mücadele olmuştur. Ve bu mücadelede bütün sınıf ve zümreler tarihî rollerine uygun saflarda toplanmışlardır. 1413 yılında Musa (yani klan savaşçılığı ve buna bağlı şeyhler). Mehmet Çelebi ve Sırp Kralı Stefan'ın meydana getirdikleri feodal ittifaka yenilmiş ve hayatını da kaybetmiştir. Musa'nın yeniden dirilttiği Türkmen kabile savaşçılığı, II. Murad zamanında Düzme­ ce Mustafa isyanında bir kere daha ortaya çıkacaktır. Mehmet Çe-Jebi'nin bütün kardeşlerini altetmesiyle taht kavgası son bulmakla beraber, Timur'un ağır bir darbe indirdiği feodal güçlerin Osmanlı Devletine kesin olarak egemen olmaları için halk isyanlarının bas. tırılması gerekmiştir.

Şeyh Bedrettin ve Börklüce Mustafa

Şeyh Bedrettin, I. Murad'ın mirasla intikal eden arazi bağış­ ladığı Gazi İsrail'in oğludur. Aslında zaviye sahibi Ortodoks bir İslam teologu olan Bedrettin başlangıçta Sufîlerin dostu değildir. Mısır'da Şeyh Hüseyin Ahlatî'nin müridi olmuş daha sonra Teb­ riz'de Safevî şeyhi Hoca Ali'den müfrit Şi'a öğrenmiştir ve bu dü­ şüncedeki bazı unsurları kendi teorisine de almıştır. Taht kavga­ larında Musa'ya Kadıaskerlik yapmış, bütün arazisini fakir Türk­ lere dağıtmıştır. Kabile savaşçıları arasında büyük sempati kaza­ nan Bedrettin'e Çelebi Mehmet dokunamamış, onun efsanevî şöh­ retinden çekinmiştir. Bedrettin İznik'te inzivaya çekilmiştir. Dü­ şünce ve davranışına Sufizm ve Hıristiyan dostluğunun egemen ol­ duğunu görüyoruz.

Leningrad'lı türkolog Novicev, Bedrettin'in vücudiye felsefe­ sine inandığını, yani panteist olduğunu belirtiyor. Bu felsefeye gö­ re, Allah ve âlem birdir. Her varlık bir cevherden, yani Tanrıdan gelmektedir. Bu sebeple kişi Tanrıyı tabiatta bulabilir. Dünya, Sün-nîlerin iddia ettiği gibi zaman itibariyle sınırlı değildir, sonsuzdur, başı ve sonu yoktur. İnsan varlığı da sınırsızdır. Felsefenin özü, dün­ yanın Tanrı iradesinden bağımsız olarak varolduğudur. Bu düşünce­ ye göre, insanın kaderi Tanrıya bağlı değildir. Kısmet yoktur, hür

irade vardır. Bedrettin, düşünceleri dolayısıyla suçlamalara maruz

kalmıştır. Egemen sınıfları ve bu sınıfların Ortodoks rahanîliğini

Bedrettin karşısına almıştır. Bâr islam materyalisti ve hümanisti

(24)

310 Dr. Doğu PERÎNÇEK

olan Bedrettin, karı dışında ortaklaşa hayatı savunmuş ve Hıristi-yanlarla dostluk fikrini geliştirmiştir.

Bu devirdeki isyanların en önemli siması şüphe yok ki Börklü-ce Mustafa'dır. BörklüBörklü-ce Mustafa, tüketimde komünizmi ve Hıris-tiyanlarla beraberliği savunmuştur. Derviş külahını atarak hıristi-yan rahip kıyafeti giyen Börklüce, inanç aykırılıklarını gidermek için çalışmıştır. Börklüce müridleri, Allahı tanımakta, fakat pey­ gamberi reddetmektedir. Hıristiyanlar eşit hak sahibi olarak görül­ mektedir. Bir Yahudi dönmesi elan ve tanrıtanımazlığı savunan Bedrettin'in talebelerinden Torlak Kemal'in de katılmasıyla Börk­ lüce büyük güç kazanmış ve Aydıneli'ne egemen olarak bu havalide fikirlerini uygulamıştır. Göçebeleri, Hıristiyan köylüleri, bütün hal­ kı arkasına alan Börklüce en sonunda Beyazıd Paşa kumandasında­ ki Osmanlı ordusuna yenilmiş ve Efes'te çarmıha gerilmiştir. Börk-îüce'nin çarmıhta «Sultan dede eriş» diye bağırdığı söyleniyor. Çar­ mıha gerilmenin İslam cezaları arasında olmayışı, bu cezanın Börk-lüce'nin Hıristiyan dostu olmasını ima ettiği hususunu akla getir­ mektedir. Börklüce ortadan kaldırıldıktan sonra tabiatıyla egemen olduğu topraklar tekrar sipahilere dağıtılmıştır.

Bu arada Anadolu isyanlarından sorumlu tutulmaktan korkan Şeyh Bedrettin, Kastamonu'da İsfendiyaroğlu'na iltica etmiş, daha sonra Karadeniz'den Eflâk ve Deliorman'a geçmiştir. Şeyh Bedret-tin Börklüce'den farklı olarak yalnız gayrimemnun köylü ve kabi le savaşçılarını değil sipahileri de etrafında toplamıştır. Musa ola­ yı sipahilere dayanmadan iktidarı ele geçirmenin imkânsızlığım göstermiştir. Görüldüğü gibi Bedrettin'in sosyal tabanı mütecanis değildir. Bu sebeple Bedrettin hareketine Börklüce hareketinden başka bir anlam verenler vardır. Bu görüş, Bedrettin hareketini, halk yığınlarını kullanan ılımlı karakterde bir feodal hareket ola­ rak tahlil etmektedir. İncelediğimiz Kitabın yazarı Werner'e göre, Bedrettin yalnız iktidar değişikliği peşinde değildir. Dinî ve sosyal reformlara yönelmiştir. Ancak teslim etmek gerekir ki, Bedrettin hareketinde, Börklüce'deki kadar ileri bir eşitlik ideali kesinlikle yoktur. Bu fark, Bedrettin'in bir teolog, bir bilim adamı, Börklü-ce'nin ise yığınlara heyecan veren bir halk adamı olmasından gel mektedir. Bedrettin, yaşadığı toplumu tahlil etmiş, kuvvet ilişkile­ rini görmüştü. Bu sebeple zamanının tarihî gelişimine ters düşen sınıfsız bir toplum idealine yönelmemiş, din ayrımının kaldırılması yolunda çalışmıştır. Mustafa ise sınıfsız ve din eşitliğine dayanan bir toplum kurma çabasında olan radikal bir ütopist olarak

(25)

gözük-WERNER'E GÖRE OSMANLI FEODALİTESİ 3Ü m üş, köylü ve göçebelerin militan ideolojisini temsil etmiştir. Mü­

ritleri Mustafa'ya o kadar bağlanmışlardır ki, onda Tanrı vasfı gör­ müşler, öldüğüne inanmamışlardır. Mustafa ile Bedrettin'in ortak yanları din konusundaki toleranslarıdır. Börklüce, fikriyle ve uygu­ lamasıyla ideolojisinin sınıf muhtevasını ispat etmiştir. O kimin için ve ne için mücadele ettiğini tavizsiz tesbit etmiştir: Halka baş­ vurmuş ve halkı sosyal kurtuluş için harekete geçirmiştir. Ancak bu hareket, tarihî gelişimin amansız kanunlarına çarpmı:; ve dağılmış­ tır. Ancak Mustafa şunu ispat etmiştir: Gerçek tolerans yalnız hal­

kın katıldığı hareketlerde varolabilir.

Bedrettin'in ideolojisinde bir din dengesi var. Hakim ve tâbi din yerine hcşgören ve hcşgörülen din fikri var. Bedrettin'in dev­ let ideali, galiple mağlûbun birleşmesi ve aykırılıkların bu birleş­ me içinde ortadan kalkması şeklinde özetlenebilir. Kendinden son­ ra da uzun yıllar söylenen «Ben de halümce Bedreddinem» sözü onun hümanist tarafını da ortaya koyuyor.

Bedreddin de bilindiği üzere, Edirne'de sipahilerin kendisini

terketmesi üzerine yenilmiş, tekrar Deliorman'a dönüp bir hareket

düzenlerken ihanetle yakalanıp ortadan kaldırılmıştır.

t

RESTORASYONUN YAYILMASI: II. MURAD

II. Murad dedesi Sultan Yıldırım Beyazıd'ın temsil ettiği yük­ sek İslam geleneğine bağlı olmayıp, tımar sistemi ile eski Türk kültürü (göçebe kabile savaşçılığı) arasında denge kurmaya çalış­ tı. Murad'ın Oğuz düşüncesine dayanan bazı barbar adetleri vardı. Meselâ esir edilen 600 Peleponsz'liyi satın alıp babasının şerefine kurban etmesi bunlardan biridir. Bu davranış, Oğuzlarda çok gö­ rülen şamanist ölüye tapma inancından artakalmıştır. II. Murad, savaşçı dervişliği de yeniden itibara kavuşturmuştur. Bununla be­ raber II. Murad'ı, antifeodal güçlere dayanan amcası Musa Çelebi çizgisinde de göremeyiz. II. Murad herşeye rağmen, kabile savaş-çılığıyla, antifeodal güçlerle mücadele etmiştir (Cüneyd ve Düzmece Mustafa'ya karşı).

II. Murad devrinde Rumeli'nde fetihler devam etmiş, Rume­ li'ne Türkler yerleştirilmiştir. Rumeli'nde ticaretin korunması, dev­ letin «uleırnalaştınlması» nın karakteristiği olarak görülebilir. II. Murad, Rum halkını devlete organik olarak da bağlamaya çalışmış ve gaziliğin gerilemesinde etkisi olmuştur. Murad, Hıristiyanları,

(26)

312 Dr. Doğu PERİNÇEK

islamlaştırmak veya köle yapmak isteyen gazi ideolojisi ile müca­ dele etmiştir. Yunan tarihçilerinin Murad'ı övmesinin sebebi bu ol­ sa gerektir.

Murad devrinde Anadolu'da türkleşme ve islamlaşma devam, et­ miş, fakat Rumeli'nde Türkler azınlıkta kalmışlardır. Türklerin is­ tila ettikleri bölgelerde köylü ve zenaatkârların Türk egemenliğini coşkunlukla karşıladıkları söylenemez. Yalnız Eflak'liler ve Bos­ nalılar Osman egemenliğini kurtuluş olarak görmüşlerdir. Bosna' da Türkler köylüye hürriyet vadetmişlerdir.

Hıristiyan Sipahiler

Anadolu beyliklerinin ve antifeodal hareketlerin yenilmesinden sonra Çelebi Mehmet, tımar sistemini geliştirdi, tımarları merkezî otoritenin dayanağı yaptı. Bir Selçuk mirası olan tımar, Rumeli sa­ vaşlarında yeni biçimlerde gelişti. Rumeli'nde yüksek aristokrasinin Türklere karşı tutumu sebebiyle Sultan başından beri Balkanlar'da küçük feodal beyleri ve asil olmayan tabakaları kendine bağlamaya yöneldi.

Bulgaristan'da daha I. Mehmet zamanında Hıristiyan sipahile­ rin bulunduğuna dair izlere rastlanmaktadır. 1431/32 yılına ait bir defter Arnavutluk'taki 335 tımardan 56'smm (% 16) Hırisıtiyanlara ait olduğunu gösteriyor. Hıristiyan sipahilere verilen bu tımarlar­ dan 19'unun mirasla babadan oğula geçtiği de anlaşılmaktadır. Ar­ navutluk'ta toprak sahipleri arasından tayin edilen Hıristiyan si­ pahiler mülklerinin bir bölümünü tımar olarak almakla beraber hız­ la kendi sınıflarından Türkler gibi tımarlı asker durumuna düş­ tüler. Aristokratın feodal çiftliği ne kadar küçük idiyse kaybı o ka­ dar az oldu. Zira toprak askerileştirmekte ve tımarlara bölünmek­ teydi. Bu sebeple Arnavut büyük aristokrasisi Sultana en muhali! tabaka olarak gelişti. Arnavutluk'taki küçük toprak sahipleri ise Türk taraftarıydı. Bunlar Türkler geldikten sonra tımarla yetindiler

Sırbistan'a ait 1454 -1459 senelerini gösterir iki defterden öğ rendiğimize göre 182 tımardan 36 tanesi Hıristiyanlarındır. 1467 yılında Kuzey Sırbistan'da ise tımarların çoğunluğu Hıristiyanla­ rın elindedir. Meselâ 1467 tarihli bir defter 54 Hıristiyan ve1 32

Türkün tımar sahibi olduğunu göstermektedir. Bu az rastlanır du­ rum, bölgenin smır olmasından ve fetihten önce bu bölgede küçük aristokrasi içinde şiddetli Türk taraftan bir grubun bulunmasından ileri gelmektedir, 1469'da Bosna'da 135 tımarın l l l ' i

(27)

Hıristiyanla-WERNER'E GÖRE OSMANLI FEODALİTESİ

n n elindedir. Bosna'da da Arnavutluk'ta olduğu gibi Osmanlılar küçük aristokrasiyi desteklemişlerdir.

Gerek Türk, gerekse Hıristiyan sipahiler, Sultana hizmet ve sadakatle bağlanmışlarıdır. Aksi takdirde tımarın kaybedilerek reaya durumuna düşülmesi ihtimali her zaman vardır. VVerner'in kitabın 239. sayfasında verdiği misaller, Hıristiyanlara ait tımar­ ların genellikle küçük ve az gelirli olduğunu göstermektedir. Zayıf bir ekonomik duruma sahip olması, sipahiyi küçük ve soyguncu bir feodal bey yapmıştır. Sipahi ancak savaşta durumunu düzelt­ mek imkânına sahiptir. Ayni sosyal ve ekonomik durum, Türk-İs-lam ve Slav-Hıriıstiyan sipahilerde sınıf dayanışması yaratmış, İs­ lam olsun, Hıristiyan olsun bütün sipahiler reayaya karşı bir ol­ muşlardır. Daha geniş toprak sahibi olmak ümidiyle tımar sahibi Hıristiyanlardan İslamiyeti kabul edenler de nadir değildi.

Fatih Sultan Mehmet'e kadar Osmanlı Padişahları, Hıristiyan devletlerle vasallik münasebetlerine uzun zaman için razı olan pat-riyarkal bir feodalizm taraftan idiler. II. Mehmet (Fatih) ise, I. Beyazıd gibi feodal despotluğun tamamlanması hedefine yönelmiş­ ti, ve merkezî otoritenin yaranna bir feodalleşmenin mücadelesini yürüttü. II. Murad'ın göçebe Türk geleneklerinden tamamen kop-mamış olmasına, karşılık, Fatih ihtişama düşkündü, tam bir doğu despotu olmak istiyordu.

İstanbul'un fethinden sonra Yahudi tüccarlara yapılan mua­ mele de ilginçtir. Osmanh ülkesi Yahudiler için cennetti. Bunlar birçok vergiden muaftılar, yalnız «baş vergisi» ve «rav akçesi» ve­ riyorlardı. Mülkleri üzerinde serbest tasarruf haklan vardı, iste­ dikleri gibi giyiniyorlardı. Türkler, batıda Yahudilerin dostu ol­ madığını bildikleri için, onları güvenilir kişi olarak batıya elçi gönderiyorlardı.

II. Mehmet zamanında Osmanlı İmparatorluğunun sosyal ve ekonomik yapısının tabiri caizse bütün mesamatına Balkan feoda­ lizminin unsurları girdi. Bu devirde feodal yapının geliştirilmesi ve sağlamlaştırılması plânlı ve bilinçli olarak teşvik edildi. Bu ya. pı daha sonra II. Beyazıt ve Kanunî Süleyman zamanında bozul­ maya başladı.

Mülk sahipleri

II. Mehmet, merkezî devlete sıkı bir şekilde bağlamak için mülk sahipleriyle mücadele etti. Mülk sahiplerinin dökümünü

(28)

yap-314

Dr. Doğu PERÎNÇEK

mak, feodalitenin bir bölümünü tanımak bakımından yararlı ola­ caktır :

1. Hanedan üyeleri, kızlar, kocaları ve çocukları. 2. Vezirler. Bunların emlâkleri kaideten çok büyüktü. 3. Komutan ve idare memurları.

4. İlk fetih zamanlarındaki Türk subayların ahfadı.

5. Anadolu'da Osmanlı devletinden önceki aristokrasinin ka­ lıntıları.

6. Saray hizmetlileri,

7. Belirli görevler verilmiş olan şeyh ve dervişler.

Yukarda saydığımız feodallerin gelirleri tımarların çok üzerin­ deydi. Bunların toprak üzerinde kayıtsız hukukî tasarrufları vardı. Devletde özel bir feodal aristokrasiyi meydana getiren bu grup, I Beyazıt zamanından beri durumlarını güçlendirmek için mücadele etmekteydiler.

Bir özel mülk kategorisi olan vakıf, özel ekonomik kategori değildi; bir mülkün hukukî bir tasarrufla büründüğü şekildi. Vakıf­ larda sosyal ve ekonomik münasebetler ayni mülkteki karakterde­ dir. Vakıfın mirasla geçişi garanti altına alan bir özelliği de vardı. Gazilerle Rumeli'ne gelen dervişler, vafyf almışlar ve bu vakıfları kendi güçleri ile kolonileştirmişlerdi. Sultanlar, Rumeli'nin ıssız kalmaması ve yerleşmeyi sağlamak için bu bölgede devamlı emlâk dağıtmışlardı. Fatih bu tutumu devam ettirmsımiş, özelikle dokunul­ mazlıkları sınırlamak istemişti. Boş araziler 1459'dan sonra artık özel mülk olarak dağıtılmadı, vakıflarda sistemli olarak özellik!/ Anadolu'da tımara çevrildi. Tımar sistemi Fatih zamanında devlet sisteminin temel direği oldu ve sipahilerin sayısı müthiş yükseldi. 1520-35 tarihlerinde Anadolu'da kölesiyle birlikte 460539 sipahi vardı. Rumeli'nde ise 50 000 kölesiz sipahi bulunmaktaydı. Sipahi sayısının bu kadar yüksek olmasına karşılık Yeniçeri sayısı 10 000' in üzerine çıkmadı.

Tımar

Tımarların verasetle intikal ettiğini gösteren ferman yoksa da 15. yüzyılın ikinci yarısından sonra tımarlar, kaideten babadan oğu-la geçmekteydi. Eğer eli sioğu-lah tutan oğul yoksa tımar kardeşe

(29)

geç-VVERNER'E GÖRE OSMANLI FEODALİTESİ 315 inektedir. Kardeşin bulunmaması halinde tımar başka bir kimseye verilmektedir. Merkezî otoriteye bağlılık derecesine göre tımarlar, serbest ve serbest olmayan tımarlar şeklinde ikiye ayrılmaktadır. Her tımar iki bölümden meydana gelmekteydi: Kılıç yeri ve hisse yeri.

Kılıç yeri : Burası sipahinin özel ekonomisidir. Mülkten farkı

satılamaması ve bağışlanamamasıdır. Fatih kılıç yerini küçük tut­ ma eğilimindeydi. Arazinin büyüklüğüne göre 6-16 hektar toprak kılıç yeriydi.

Sipahi, Avrupa'daki angarya sistemi (Fronhofsystem) ile mu kayere edilebilecek bir ekonomi kuramamaktaydı. Senenin büyük kısmında seferde olması dolayısıyla bu bölümü köylülere kirala­ maktadır.

Has

Haslar tımarda olduğu gibi, kişiye değil, fonksiyona, belirli bir memuriyete verilmektedir. Haslar, Beylerbeyi, Sancakbeyi ve Vezir­ lik görevlerine bağlıdır. Haslar da mirî arazinin (devlet arazisi) feo­ dal mülkiyeti temsil ettiğini göstermektedir. Hukuken devletin aibi gözüken topraklarda bir azınlığın tekeli söz konusudur. Bu nokta önemlidir. Çünkü modern Türk tarihçileri, devlet arazisinde, top­ lumdan bağımsız, sınıflar üzeri bir kurum niteliği görmektedirler. Bu sebeple sipahilere ücretli gözüyle bakılmaktadır ki, bu yanlış­ tır. Gerçi bir ferman (1476 tarihli), köylüden haracı itinayla top-layamıyan, vergi tahsildarlarını harekete geçirmeyen sipahinin tı­ marının elinden alınacağını belirtmektedir. Ve bu durum klâsik Avrupa feodalizmi ile karşılaştırıldığında farklı bir özelliktir. Ancak hemen ilâve etmek gerekir ki, Avrupa'da olduğu gibi İslam ülke­ lerinde de bir azınlığın feodal arazi tekeli söz konusudur. Özellik­ leri görmezden gelemeyiz ama abartanlayız da.

Büyük toprak aristokrasisine karşı Fatih ile sipahiler arasın­ daki ittifak, feodalleşmeye karşı bir tedbir olarak • tahlil edilemez. Merkezî devlet, küçük aristokrasinin (Osmanlı şövalyeleri) yardı­ mı ile toprak tekeli üzerindeki tam tasarruf iktidarını garanti al­ tına almak, iç ve dış politikada daha geniş bir hareket serbestisi kazanmaya yönelmiştir.

Reaya

Reaya 18. yüzyılın ilk yarısına kadar bütün köylü için kullanıl­ mıştı. Din ve milliyet farkı gözetilmeksizin bütün köylü reaya idi.

Referanslar

Benzer Belgeler

Differents auteurs (1 â 9) ont deja utilise cette technique, mais ordinairement ils ne l'ont appliquee qu'â un nombre restreint de derives. Notre travail a porte sur 11

Mikroskobik muayene ile bir çok numunenin kar ışı k elyaftan yap ı ld ığı tesbit edilmi ş ve durumu kesinlikle saptamak için Tablo 4'de (9) bildirilen kimyasal

Şek. Streptomisin m ısı rda da kök oluşumunu tamamiyle önlemi ş- tir. doz ise biraz yükseltmi ş tir. Fark belirgin değildir. Kuru maddede büyük bir değiş iklik

1) Dergide, başka bir mecmuada aynı isimle ve aynı tarzda negredilmemiş orijinal alış malar yarnlamr. 2) Yazılar Komisyona verildi ği tarih sırasıyla yayınlamr. 3) Metin 15

Kuzey ve güney yanmkürenin bütün denizlerinde s ık sı k rast- lanan ve çimen benzer görünü şte olan bu bitki ilk bak ışta alglerle kanştınlırsada Spermatophyta