• Sonuç bulunamadı

Günlük:Yarıda kalan eserler

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Günlük:Yarıda kalan eserler"

Copied!
7
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Yanda kalan eserler (2)

• • • »

GÜNLÜK

OĞUZ A T A Y

Milliyet bu kez Türk

edebiyatının çağdaş ve ilginç yazarlarından OĞUZ ATAY'ın yarıda kalan eserini gün ışığma çıkarıyor.

OĞUZ ATAY’ın el yazısı eseri “ GÜNLÜK"ü Ömer MADRA ile Enis BATUR yayına hazırladı

(2)

M illitfe fg

Yanda kalan eserler (2)

Sunan: Ömer Madra/Enis Batur

BASLARKEN...

, _ v ^___ __ c 0 (>7- v - ^ z A & r if r 0tf f rx*A^ r - t o & J h t <

<7''"MÎAgvİ /İ U 4a -^rvv v^A/vı ~ . $vv cvv^ ucİa a^ ^ Srınr<-CA-^<a/U_ ci s u j ^ ^ W -CoJ U ^m^ . -^w 0-v u x k «^-A/vom -^«J^w u^S A ^ o -^ ß o o t^ v t o

^ O A J L nChk^SK^ ~ ^6k/lA f>CV\ 4

Romancı, hikâyeci ve oyun yazarı Oğuz Atay’m, ölümüyle ya­

rım kalmış olan günlüğünden alındı bu satırlar. Kendisi de “ yarı

notlar-yarı edebiyat parçaları” niteliğinde olan bu elyazması me­

tin, “ sorunları daha derin incelemeyi seven biri” !erince, şaşırtıcı

rastlantılarla örülü uzunca bir “ serüven” sonucu -hem de Atay’m

altıncı ölüm yıldönümüne rastlayan günlerde- bulundu. Biraz ga­

rip hikâyelerde okunan türdeki bu olayın ardından, gerçek Ue oyu­

nun aynalarının karşılıklı konmasıyla elde edilen sonsuz

görüntülerden ufak bir bölümü bu yazı dizisinde size sunuyoruz.

★ ★ ★

Kahverengi plastik kaplı, alelâde görünüşlü kalınca bir deftere

okunaklı bir el yazısı ile, neredeyse hiç silinti ve karalama yapıl­

maksızın yazılan günlük, 25 Nisan 1970 tarihinde başlıyor. İlk ro­

manı “Tutunamay»nlar”m tabancayla intihar eden unutulmaz

kahramanı Selim Işık’a atıf yapan yazar, şöyle açıyor sözü:

“Selim gibi, günlük tutmaya başlayalım bakalım. Sonumuz

hayırlı değil herhalde onun gibi. Bu defteri bugün satın aldım.

[■..i kimseyle konuşmak istemediğirae göre, bu defter kaydetsin

beni; dert ortağım olsun. [...] Kimse dinlemiyorsa beni -ya da is­

tediğim gibi dinlemiyorsa- günlük tutmaktan başka çare kalmı­

yor. Canım insanlar! Sonunda, bana, bunu da yaptınız.”

Günlük, yedibuçuk yıl boyunca, yani yazarın beyin tümörün­

den öldüğü 13 Aralık 1977 tarihine iİci ay on gün kalana dek, şa­

şırtıcı zenginlikte bir içdünyasmı sergileyerek sürüyor. Sayfalan

çevirdikçe, yazarla — aynı şey olan— eserinin yaprak yaprak açıla­

rak oluştuğunu izlemek mümkün.

★ ★ ★

Günlük’ten yapılan alıntılarda zaman zaman görülen köşeli pa­

rantezler ([...)) alıntı aralannı ya da gerekli açıklamalan belirtmek-

için, tarafımızdan konmuştur.

Bu benzersiz defterin gün ışığına çıkarılmasında bize yardımcı

olanlara, Oğuz Atay’ın eserlerinin yayın hakkını elinde bulundu­

ran Sayın Özge Atay’a, fotoğrafları sağlayan Sayın îsa Çelik’e ve

Sayın Pakize Barışta’ya teşekkür ederiz.

"insanları güldürmek cok... kolaydır

oysa. Ben. bu asık suratımla bile, çok.

guldurnuışıım dür onları."

"Bizi kimse anlamadı, biz de kimseyi anlamıyoruz"

(Fotoğraf: Ua çelik)

Oğuz A t ay, derinlem esine b ir yalnızlığın, anlaşılm azlı­ ğın ördüğü buruk, bezgin ama gene de ışıl ış ıl içdünya- sını şöyle d ile g e tiriy o r:

26 N isan 1970 n o tların d an : "DAYANILM AZ ACI ÜMİTLER"

“ ...0 tatlı bakışın sahibi, sonra içi­ ne düştüğü ümitsiz pişmanlıktan kurta­ ramaz onu. Bu ağırlığı da kimse çekemez. |X] bile “ ağırlık” kelimesini kullandığım zaman yadırgamadı. Bilme­ di ki ben herşeyi hem görüyor, hem de ümitsizce öyle olmadığının söylenmesi­ ni bekliyordum. Şimdi yalnızlığımı ve çaresizliğimi daha iyi görüyorum. Lond­ ra’ya gitmeden önce, bana dayanılmaz gelen acı ümitler içindeydim. Bütün me­ sele bu imkânsızlığı görmekse, ben onu hiç yaşamadan da biliyordum. Bu im­ kânsızlığın ötesine geçip, onu zorlama­ dan bir şeyler çıkarabilecek miyim: Bilmiyorum. Bunu, bana zaman göste­ recek...”

6 AĞUSTOS 1970:

“ Bazıları da diyor ki;bize ne senin perşembe günlerini sevmemenden ve on­ dan sonraki tatsızlıklardan. Haklısınız. İnsanlar acıklı sözler dinlemek istemi­ yorlar. Onlan üzmek çok zor: Kitabı su­ ratın ıza kapatıv eriy o rlar; sıkışıp kalıyorsunuz sayfalar arasında. Birta­ kım aptal yazarlar, olur olmaz yerler­ de —duvarlara, helâ kapılarına yazan çocuklar gibi— “ İnsanları güldürmek çok zordur” gibi saçmalıklar karalayıp dururlar. Çok kolaydır oysa. Ben, bu asık suratımla bile, çok güldürmüşüm- dür onlan. Olur olmaz saçmalıklara gü­ lerler utanm adan. Bir zam anlar güldürücü bir yaratık olarak bilinirdim. Karşı kaldmmda görünce beni gülmeye başlarlardı; yoldan geçen arabalann üs- ‘ünden bağınrlardı benden duymuş ol- luklan gülünç sözleri. Siz hiç karşı aldınmdan insan ağlatan birini duydu- mz mu?.. Biliyorum, birtakım yazar- ar, ince bir güldürü, demek istiyorlar, lu çeşit bir incelik olsaydı bende, per- embe günleri sevmeyişimden de buruk ;ir tat almasını bilirdim.”

'BİZİ KİMSE ANLAM ADI" 21 Kasım 1970’te “ Tehlikeli lyunlar” adlı ikinci romanının kahra- lanı Hikmet’le özdeşleştirerek kendini,

utları yazıyor:

“ Hikmet’in olaylarla ilgili bir özel- i: Kendini bir süre için kaptırdığı ya- ntıların, hiçbir zaman sonunu üremiyor. Neden? Üstelik, olayların n bütün düğümleri çözülmek üzerey- ı, davayı terkediyor; üzerine bir bez- lik çöküyor; sanki bir daha anlayacakmış o şekilde gibi geliyor ı. Neden?((...]) Herkes, yan yolda bı­ ktığı herkes, o yolda bir yere varıyor. <met, herkes namına, hepsinin yaşan- nı öldüresiye sıkıcı buluyor. Onların amadığı sıkıntıyı, sanki onlar adına kmet duyuyor. Bu nedenle bitirend­ ir belki yaşantılarını; sonuna kadar ya­ nıyor. Belki de değil. Belki bir nüyı sonuna kadar sürekli izleme- bitirmenin, bir çeşit ölmek olduğu- hissediyor. Yarım yaşantıları rerek, bütün ölümlerden kaçıyor.” alık 1970: “ Bizi kimse anlamadı, ie kimseyi anlamıyoruz.”

ŞMAN BİLE YOK!"

lu çizgi altı yıl sonra, 30 Ocak ’da aynen sürüyor:

'...H iç olmazsa düşünebilseydim. 'ük sıkıntı ve öfkelerle geçiyor ha- Dtomobilin tamiri, para hesabı, ne- yazdıklarımı anlamıyorlar, neden ;de kimse yok v.s. Belki de anlaşı- x, önemsenecek bir şey yazmadım, madım. Sadece yazı hayatı denilen tura bulaştım, yeni öfkeler edin- o kadar. Beni akıl yazarı bulanlar öyle olsaydım hep yazacak birşey- 'tulurdum. Oyunlar seyrediyorum, ılara göz atıyorum —bizim yazar- ı kitapları. Böyle şeyler yapabilirim geliyor. Biraz düşün, bir konu — aklerlcr filân. Böylesi içimden gel­ ir. Sıradan biri olarak yazarlığı sür- nek mümkün. İstemiyorum. Şu arkiye’nin Ruhu" için yapacak ne dar çok işim var. Eski yazı öğrenmek le v a r...”

“ Sürekli gücüm yok. Eski yazdık- arımı okuyorum. Çok içten, nasıl bu .örekli duyarlığı becermişim, hayret edi­

Muhteşem

yalnızlık

"Tatsız bir mücadele. Düşman bile yok. Herke­

se de karşı olamazsın ya”

" . . . Hiç olmazsa düşünebilseydim. Günlük sıkıntı

ve öfkelerle geçiyor bayat. Otom obilin tam iri,

para hesabı, neden yazdıklarımı anlamıyorlar,ne­

den çevrede kimse yok v .s ..."

O ĞUZ A T A Y IN

K IS A Y A S A M

i m

il •

O

ĞUZ Atay, 12 Ekim 1934 yılında İnebolu’da doğdu. Ankara Maa­ rif Koleji’ni, 1957’de de İstanbul Teknik Üniversitesi İnşaat Fakül­ tesini bitirdi, üç yıl sonra İstanbul Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademisi’nin İnşaat Bölümü’ne öğretim üyesi oldu. Edebiyat dünyası­ na, TRT 1970 Sanat Ödülleri Yarışması’nda başarı ödülü kazanan “ TutunııfııyaBİar" adlı romanı üe giren Atay, kitabının 1971-72’de iki cilt halinde yayımlanmasından sonra, önemli bir tartışmanın odak noktası oldu. Başta Mehmet Şeyda, M urat Belge olmak üzere pek çok yazar ve eleştirmen “ Tutunam ayanlar” m üzerinde durdu. Bu ilk romam 1973’te yayımladığı “ Tehlikeli Oyunlar” başlıklı ikinci romanı izledi. Bazılan der­ gilerde yayımlanan öykülerini “ Korkuyu Beklerken” başlığı altında top­ layan Atay’ın çeşitli yayın organlarında makaleleri ve söyleşileri de yayımlandı. “ Topografya" başlıklı meslekî bir kitap da yayımlamış olan Oğuz Atay’m öldüğünde akademik unvanı “ Doç. D i.” idi. 1911-67 arası yaşamış Prof. Mustafa İnan’m hayatım konu edinen “ Bir Bilim Adamı­ nın Romanı” ile de ilgi toplayan Oğuz Atay beyninde çıkan tümör nede­ niyle bir süre Londra’da tedavi gördüyse de, 13 Aralık 1977’de, 43 yaşındayken aramızdan aynldı. Ölümünün ardından Devlet Tiyatrosu’nda sahneye koyulan "Oyunlarla Yaşayanlar” adlı oyunu henüz kitap halin­ de yayımlanmamıştır. Yazarın yarıda kalan uzun anlatısı “ Eylembilim” ile burada genişçe bölümler vermeye çalıştığımız “ Günlük” , yazarın “ Bütün Eserieri” nin son cüdinde toplanacak.

(Kaynak: Behçet Necaligil, Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü, Varlık Yayınlan, 10. Basım. 1980)

yorum, fakat acemice ve düzensiz bu­ luyorum. Şimdiki aklımla daha iyisini yazardım gibi geliyor... Ahmaklar her ülkede var —yani her ülkenin edebiya­ tını bilenler arasında var. Yabancı ki­ tapları kapışıyorlar. Benden haberleri biİe yok. Ben de sözüm ona, bu adam­ lardan kurulu bir okuyucu kalabalığı bekliyorum. Çok aptallık [—l Bütün bunları bildikten sonra ve anlatamadık­ tan sonra yazmanın ne önemi var? Tat­ sız bir mücadele. Düşman bile yok. Herkese de karşı olamazsın ya.”

6 Şubat 1976 notlarından: “ Sanıyorum burada ben kendimi dı­ şarıda bırakılmış hissediyorum ve “ humour” (mizah/alaycılık) ile bu atıl- mışlığunı örtmeye ve onun acısını çıkar­ maya çalışıyorum. Bir yere varmaz bu davranışım, biliyorum; gene de, belki başka çare —şimdilik— göremediğim için direniyorum. Korkarım sonunda ben de teslim olacağım; bu daha acıklı olacak.

"BU YÜZDEN BU ÜLKEDE HERKESE KAFA TUTUYORUM"

5 Eylül 1976:

“ Birçok şeyi sezdiğimi sanıyorum, hatta yazıyorum; sonra pek kimsenin okumadığı kitaplarımın köşelerinde sı­ kışıp kalıyor bunlar sanki. f...| Halit de mektubunda yazmıştı: Batılılar aydın­ ların sızlanıp durmasından bıkmış, dil özellikleri gösteren kitaplarım onlar için yeni bir şey değilmiş. Doğu’dan yeni bir ışık getirebilirsem... v.s. Bu sözler de beni dehşete düşürüyor; anlatmak iste­ diğimi tam —ya da hiç— veremiyorum

demek ki. Ya da öyle bir şey işte anlat­ tıklarım. Yaşarken unutulup gitmek... Bense neler düşündüğümü samyorum. Bu yüzden bu ülkede herkese kafa tu­ tuyorum. Neyse [...] herhalde bu endi­ şeleri bir yana bırakm alı. Tam yoğunlaşmadan başka çare yok anlaşı­ lan. (Vakit de yok.)”

"GELECEĞİNİ KAYBETM EK" Oğuz Atay, ölüme teslim olmadan önceki son notunda, (3 Ekim 1977) o büyük yalnızlığını, belki tüm Türkiye ay­ dınlarının durumunu gösterecek şekilde şöyle vurguluyor:

“ ..Artık kafamın bulanıklaştığını ve saçmaladığımı düşünsünler istemiyorum. “ O nlar” için bir şey yazmanın gerginli­ ği değil bu: ama gene de —düşünme zor­ luğunun d ışın d a— bir gerginlik duyuyorum bu nedenle... Tabiî bugü­ ne kadar neler kurdum, ne kadannı ger- çekleştirebildim ayrı mesele. Belki, bir iki kişinin dediği gibi ancak kendini ve aklına nasıl geliyorsa öyle yazan biriy­ dim; ben de son zamanlarda buna git­ tikçe daha fazla inanıyorum. Oysa, “ Mustafa İnan” da başladığım bazı de­ ğişik şeyler vardı sanki. Ya da bazı şey­ leri kendim e göre an latm ay ı deniyordum. Düşüncem geç gelişti, bi­ raz geç başladım; biraz da erken bırak­ mak durumunda kalıyorum. Geleceğini kaybetmek, yaşanan zamanı da boşlaş­ tırıyor. Ne yapalım, henüz biraz daha ayakta durma gücüm var; deneyelim, sonuç almaya çalışalım.”

YARIN: OYUNLAR

A ğ ır c e za Reisi v e C H P M ille tv e k ili o la n b a b a s ı, a n n e si ve

k ızk a rd e ş i İle. "Hürriyet mefhumunu ve bütün saf davranışlarını bildiğim halde'aklımı" senden aldım. Bazı duygularımı da, sen kızacaksın ama, annemden tevarüs ettim.”

O C U Z A T A Y

İÇİN N E

DEDİLER?

Ürün veren

düşünen

bir zekâ ,

“Kırk üç yaşında ölmek, bir umutlun ya n d a kopması gibidir. Ürün veren, düşünen, yazan, yaralan, kentti ken­ dini, çevresini, dünü, bugünü eleşti­ ren, yeren, didik didik eden bir zekâ, bir kafa, bir imge gücüne sahip insa­ nın en verimli çağında her şeyden kopması... İşle acı olan bu... Oğuz A ta y ’ı geniş okur yığınları p ek tanı­ maz. ISerden lamsın? İki roman, bir öykü kitabı yayımladı, bir de üniver­ site profesörü Mustafa İnan'ın yaşam

öyküsü. Kitaplara girmemiş yazdan. A ynca bilimsel yapıttan, çalışma- la n .. Kala kala bu kitaplar kalacak. Oğuz Atay adlı bir genç yazann bu yeryüzünden geçişinin elle tutulur ka­ nıtlan bu kadarcık...

Oktay A kb a i "Oğuz Alay için" (Cumhu­ riyet gazetesi)

küttür

sanat

küttür

s C f i v c y r

şair Oktay Rifat kişisel ilk resim sergisini açıyor

Şiirden resme uzanan çizgi

Zeynep Oral “San Marko meydanında dost olduğum güvercIn/BIr Alman mlsillemesinde/Kurşuna dizilmediyse eğer/Venediğe glder/Ben kuşumu bulurum/Ben kuşumu bilirim/Miiyon güvercin içinde.”

Oktay Rifat’ın “ Güvercin” adlı bu şiirini ne zaman geçirsem içimden bir resim gelir çakılır gözlerimin önüne. Bu resim ne güvercinin ne de Venedik'teki San Marco meydanının resmidir. Yalnızca şiirin resmidir. Şiirin yarattığı düşüncenin, duygunun, şiir tadının resmidir. Yalnız “ Güvercin” şiirinde değil, Oktay Rı­ fat’ın gerçeküstü öğelerle beslenen, imge yüklü, anlam yoğun­ luğu taşıyan tüm şiirlerinde bu resim duygusunu tatmak olası.

Şimdi Oktay Rifat ın bir resim sergisi bugün açılıyor (İstan­ bul, Valikonağı Caddesi’ndeki B-M Galerisi’nde 9 Şubat’a kadar sürecek). Birkaç yıl önce Metin Eloğiu’yla sergilediği resim ça­ lışmalarını saymazsak bu, ilk kişisel sergisi. Yaklaşık 25 yağlı­ boya tablo, izleyicisiyle karşı karşıya geliyor. “Çok eskiden beri çiziyorum, resim çalışıyorum. Ama sergilemek İçin, resim hali­ ne gelmelerini bekledim. Resim haline geldikleri için de şimdi sergiliyorum” diyor Oktay Rifat. Önceleri başkalarına öyküne­ rek resim yaptığını anımsamaktan da çekinmiyor. “Örneğin, 1955’lerde, Picasso’ya ne çok öykünürdüm” diyor. “ Perçemli Sokak” yılları. Soyutlamanın yoğun olduğu yıllar.

Oktay Rifat’ın resimlerine bakıyorum: Çizgiden, biçimden, renkten oluşan... Resmin gerçeği görsel bir gerçeklikse, işte o gerçekliğin peşindeki resimler. Şiire öykünmeyen resimler. Ama şiirden de uzak düşmeyen resimler. “ Resimlerimle şiirim ara­ sında bir bağ olduğu doğru” diyor Oktay Rifat. Oktay Rifat’ın şiirinden, resmine uzanan çizgide insan var. Düşsel, düşünsel gerçekliğin, görsel gerçekliğe geçişinde, sanatçı bir kez daha mizah duygusuyla, dış dünyayla kurduğu ilişkileriyle, yalnızlı- ğıyla, endişeleriyle, içine kapanıklığıyla insanı yoğuruyor.

Şair Oktay Rifat'ın yaptığı tablolardan biri...

Yeni Sovyet filminde çıplak kadın

sahneleri yer alıyor

Sovyetler’in ünlü şairi Yevgeni Yevtuşenko’nun çevirdiği yeni filmde Sovyetler için alışılmamış iki “ çıplak” sahne ile, bir hahama ilişkin uzunca bir bölümün yer alması yankı yarattı. Şairin Ii. Dünya Savaşı sırasında Moskova’yı “ (abliye” sini ve Sibirya’da geçen çocukluğunu anlatan “ Çocuk Yuvası” adlı filmde “ saunasından yeni çıkmış bir Rus kadınının bembeyaz karlar içinde çırılçıplak oynaşmasını” gös­ teren bir sahne yer alıyor. İkinci “ çıplak” sahnedeyse, bir “ savaş gelini” nin, yeni kocasını “belden yukarısı çıplak” olarak karşılaması ve yatağa çekmesi gösteriliyor. Filmin geniş tartışmalara yol açan bir başka bölümünde de Moskova'yı boşaltan in­ sanlara “ babaca öğütler” veren ve öğütleri “saygıyla dinlenen” bir hahama uzun uzadıya yer veriliyor.

Yevtuşenko, bu iki çıplak sahne Ue “ haham ” a ilişkin böiümün filmden çıkartıl­ ması yolunda “ tavsiyeler” aldığını, ama bunları dinlemediğini söyledi. Yevtuşenko: “ Filmden hiçbir şey kesmedim. Şimdi de değiştirecek değilim. Sansür makinesine bir parmağınızı verirseniz, kolunuzu da vücûdunuzu da kurtaramazsınız, sonra eti­ nizi kıyma yapıp dışarı alar ” diyor.

KISA KISA

• Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası Şefi Rengim Gökmen, Devlet Opera ve Balesi Genel Müzik Direktörlüğü görevine getirildi.

• Ünlü Yunanlı besteci ve buziki sanatçısı Vasilis Tsitsanis öldü. Besteci’nin Ati­ na’da yapılan cenaze törenine, aralarında Andreas Papandreu’nun da bulunduğu 20 bin müziksever katıldı.

• Rıfat İlgaz'ın “ Yıldız Karayel” adlı romanı, Bulgarcaya, Türkolog Romen Ko- vacev tarafından çevriliyor.

• Japonya’nın Yakosuka kenti ilkokul öğrencilerinin hazırladığı resimler, Taksim Sanat Galerisi’nde sergilenmeye başlandı. Sergi on gün açık kalacak.

H azırlayan: SADULLAH USUM

Bir ölüm olayı için 2

ayrı rapor verilmiş!

Hastanelerimizin durumu, uygarlık düzeyimizi en belirgin şekilde ortaya koyuyor. Vatan­ daşların karşılaştıkları muame­ leler, hastalarla birlikte hasta yakınlarını da umutsuzluk ve çaresizlik içine sürüklüyor. An­ cak bu düzey acaba hakettiği- miz bir düzey mi?

Kırıkkale SSK Hastanesl’ni anlattığı mektubunda, okuru­ muz GUNER SATILMIŞ,“ insan hayatına verilen değer bu mu?” diye soruyor. Güneı Satılmış, akut apandist tanısı ile ameli­ yat edilen hastasına yeterli il­ gi gösterilmediğini, nitekim,

Yetkililerin

anıtları

1

1 1 Hizmet birleşmesi yapıp emekli olabilirsiniz

H ANİFE SARAÇOĞLU (E skişehir)- 60 faşındayım. SSK'ye bağlı 144S prim ödeme sunum var. Aynca I962-I96Syılları arasın­ da Emekli Sandığı na bağlı olarak çalıştığım hizmet suresine ait keseneklerimi aldım Şim­ di. keseneklerimi geri verip, hizmel birleş­ tirmesi yaparak SSK'den emekli olabilir miyim?

YANIT— Aldığına kesenekleri Emekb San­ dığı 'na faizi He beraber geri verebilirsiniz. S5 yeşim geçliğiniZt göre hizmel birleştirmesi yapaktan sonra .SSK den emekli alıNürstniı

verilen iki ayrı ölüm raporunda farklı sebepler gösterildiğini id­ dia ediyor. Okurumuz, hastane­ de geçirdiği günleri şöyle anlatıyor:

“Bu hastanede tek hemşire nöbetçi kalıyor. Nöbetçi dokto­ ru ise gece bulmak mümkün değil. Hastalar âdeta ölüme ter- kedillyor. Hastanın sondası çı­ kıyor, bakacak adam yok. Sabaha kadar öyle yatıyor. Has­ talar dereceleri ellerinde kori­ dorlarda hemşire arıyor. Hasta için tutulan raporlarda bu ih­ mallerin hiçbiri kaydedilmiyor tabiî, ilaçları, refakatçiler, ken­ di anladıkları gibi, kirli poşetler içinde hastaya veriyorlar. Has­ tanenin bulaşıklarının yıkanma­ sı için refakatçılara baskı yapılıyor.”

Bazı doktorların hastalara son derece kaba davrandığını ifade eden Güner Satılmış, oda­ ların kirlenmemesi gerekçesiy­ le 10 kişinin aynı odada yattığını iddia ediyor ve şöyle

bitiriyor mektubunu:

“Apandisit gibi basit hasta­ lıklardan hastalar ölüyor, sigor­ talı hastalardan açıktan para alınıyor, hastalar koridor kori­ dor hemşire arıyor. Buraya has­ tane, burada çalışanlara sağlık personeli denilir mi?”

borçlanmak için

çok fazla

para ödüyoruz

BORA ARDAL (Sultanahmet- istanbul) 1977-1978 yılları arasında 13 ay sigortalı çalıştım. 1980 yılında as­ kerlik görevimi tamamladıktan son­ ra 1. basamağı seçerek Bağ-Kur iştirakçisi oldum. Fakat daha son­ ra, önceki sigortalı hizmetlerimi gözönüne alan Bağ-Kur Genel Mü­ dürlüğü, 12. basamağa resen tesci­ limi yaptı. Bu şekilde 25 yılda yükselebileceğim basamağa ilk günden yükselerek, emekli olaca­ ğım zaman, 12. basamaktan sadece bir yıl prim ödemiş bir diğer iştirak­ çi ile aynı emekli aylığına hak kaza­ nacağım.

Bu günkü miktarlar üzerinden 12. basamaktan prim ödediğim tak­ dirde, ödediğim fazla prim miktarı, 367.200 lira. Bu farkla beraber bu günkü yüzde 45 tasarruf mevduatı faizi üzerinden bileşik faiz kuralla­ rına göre uğrayacağım zarar, 82.746.618 lira olacak.

Benim durumumda olanların haklarının yenmemesi için Bağ- Kur’da birleştirilecek olan diğer sosyal güvenlik kurumlarında ge­ çen hizmetler, sanki Bağ-Kur’da geçmiş gibi basamak tayini yapıl­ masıdır.

Paralarımızı

alamıyoruz

A L İ T U N A L İ (B u rsa ) 8 a ya y a k ıt: b ir z a m a n d ır , iş ç i K re­ d i B a n k a sı 'n d a n , va d e si g elen a n a p a ­ ralarım ızı a la m ıy o ru z. N e vadeli h e sa p ­

lara n e d s g e c ik e n a n a p a ra la ra f a i z ö d e n m iy o r. B u n ca za m a n p a ra m ız d e v ­ let g ü ve n cesin d e d iy e sa b re ttik a m a ar­ tık d a y a n a c a k g ü c ü m ü z k a lm a d ı. B a ş­ k a b a n k a la ra d este k sa ğ la n d ığ ı g ib i İş­ ç i K r e d i B a n k a s ı'n a d a d e s te k s a ğ la n a ­ bilir.

Y A LA N C I ŞAH İTLİK SUÇTUR

12.10.1982 günü bir daire satın aldım. İçinde kiracı vardı. Bir ay içinde ken­ dilerine noterden ihtarname gönderdim, kendisi çıkmayacağım bildirince tahliye davası açtım. İlk celse avukattan mazeret bildirdi, ikinci celse ise fazla kira talep ettiğim için tahliye davası açtığımı söyledi ve dört tane şahit gösterdi. Bu şahitleri tanımam. Buniann yalan beyanda bulunacağı kesin. Bu kimseler benim aleyhim­ de şahitlik yapabilirler mi? Benim şahitlerimin önemi yok mu? Benimle yaptıklan bir kontrat olmadığı halde, benim dairemi işgal eden bu kirandan nasıl kurtula­ bilirim?

M.K.-İstanbul Sayın okuyucum son sorun-za önce yanıt vereyim. Siz kurtulmak istediği­ niz kiracınız için yapabileceğiniz tek şey otan dava yoluna başvurmuşsunuz. Bunun dışında size önereceğim bir başka yol yok. Davanızın yok yere uzaması konu­ sunda ise bütün adliye camiası olarak bir çözüm bulamamışız, ben size nasıl bir yol önerebilirim ki? Davalı taraf dört tanık göstermiş, hâkim bunları dinle­ mek zorunda. Bu tanıkların ikisinin, yargı çevresi dışında olduğunu söylüyor­ sunuz. Onlann dinlenmesi için ise ilgili adliyeye talimat yazılacaktır. Bu tanıklan dinlenmesi, ifade zabıtlannın ilgili mahkemeden, davanızın bakıldığı asıl mah­ kemeye gönderilmesi ise bir başka zaman kaybı. Düşününüz ki aynı şehir için­ de dahi tanıklar bu şekilde dinlenmekte, aylarca süren yazışma ve beklemelere neden olunmaktadır. Bu durum da kötü niyetli davalı için büyük bir fırsat ya­ ratmakladır. Yıllardır tözlerin de şikâyetine konu olan bu husus hakkında ge­ çenlerde Sayın Başbakan'ın bir açıklaması umut ışığı olmuştur. Anlaşılan adlî mekanizmanın aksak yanlarına el atılacaktır.

Şahitlerin yalan beyanda bulunup bulunmayacağını önceden kestirme im­ kânı yoktur. Belki de sizi bu kadar oyaladıktan sonra tanıklar mahkeme huzu­ runda bir şey bilmediklerini söyleyecektir. Tanıklar dinlendiklen sonra yalan beyanda bulunduklarını görür ve ispat edecek durumda olursanız, kendilerini savrıhğa şikâyet hakkınız mevcuttur.

Pek tabii ki sizin tanıklarınızın da önemi vardır. Hâkim hepsini dinlediklen sonra vardığı kanaate göre kararını verecektir.

A M P U L B U LU N M A D IĞ I İÇİN

S O K A K LA R IM IZ K A R A N LIK T A

İstanbul sokaklarında,caddelerinde zamanlı zamansız yanan elektrik direklerinin yanı sıra b ir d e ampulü bitliği için aylardır yanmayanlar var. Özellikle kış avlarında işlerinden evlerine dönen büyüklerle sabahın kör karanlığında okııla gi­ den küçükler her türlü güvenden ıızak, nereye baslıklarını bilmeden karanlık yollar­ dan geçmek zorunda kalıyorlar.

Bıı konuda servisimize başvuran A .Ş .. Kavışdağı Caddesi İlkvuva Sokak 3 numa­ ralı apartman karşısındaki. K EN AN OZBA YKAL da Kızılıoprak eski Karakol Soka­ ğı 'ııın en sonundaki aylardır yanmayan sokak lambaları için defalarca TEK'e başvurduklarını, h ır seferinde de “A m p u l v o k " yanıtını aldıklarını söylüyorlar:

“Bıı ampuller ne zaman bulunacak? Ya da yerine başka am pul lakılamaz m ı?”

1

(3)

M i l l i y e t g

Yanda kalan eserler (2)

Sunan: Ömer Madra/Enis Batur

A ta y ın dünyasında başköşeyi tutan noktalardan biri:

Oyunlar

"Oyunlarım ıza kim karışabilir? Herkesi istediğimiz gibi

yargılayabiliriz. Bütün yaşantıları, düşünceleri, her şeyi

dilediğimiz gibi yorumlayabiliriz. Acaba gerçekten öyle

mi? Oyunlarda bile hür olmak m üm kün m ü?"

Hiç kimsenin yaşantı­ sında ya da eserinde belli konuları ayırmak, bunları bir sistematik içine yerleş­ tirm ek mümkün değildir belki. Bu, Oğuz Atay gibi yaşantısı, yapıtları tek bir bütün oluşturan bir kişi için büsbütün olanaksızdır. Ne var ki, 7 günlük bir ‘ ’d izi"- 'nin çerçevesi de bizi böy­ le bir "elem e" yapmaya zorluyor. Dünkü bölümde yalnızlık ve anlaşılamama temalarını içeren notlar­ dan bölümler almıştık. Bu­ gün, A tay’ın dünyasında başköşeyi tutan noktalar­ dan "o yun ” kavramına ilişkin alıntılar yapacağız.

"Verilen Rolü Oynayıp Duruyorlar”

14 Kasım 1970:

“ Bu sabah radyoda uzun bir hikâ­ yenin son bölümü oynanıyordu. Müzik: Double Six. Heyecanlı kadın ve erkek sesleri. Çok büyük ve sonsuz bir oyu­ nun bölümleri gibi bu oyunlar. Yüzyıl­ larca önce başlamış ve bir türlü bitmek bilmeyen entrikalar, heyecanlar, ıstırap­ lar, kıskanmalar, yükseliş ve düşüşler. Hayâl gücü bir yerde beylikleşiyor. Ger­ çek hayattaki insanların çoğu da öyle. Verilen rolü oynayıp duruyorlar...”

24 Kasım 1970:

“ İnsan kendini Polonius’lara karşı çok hazırlıklı hissediyor, onlara öyle söz­ ler bulup söyleyeceğim ki şaşırıp öylece kalacaklar, diyor. Sonra, onlarla kar­ şılaşınca, aklınıza gelmeyen öyle bir tu­ tumla karşınıza çıkıyorlar ki, gene siz kaybediyorsunuz. | “ TehBkeü Oyunlar” ra başkişisij Hikmet, oyunlarında bu kayıplan, kazanca çeviriyor. Herkes, karşısında başım önüne eğip susuyor. Bir yandan, kafasında olmadık güç du­ rumlar yaratıp, boş yere ‘kaybederken’,

YENİ VE

ÖZGÜN BİR

"Oğuz Atay‘m zamansız ölü­ müne yanmamak elde değil. Bir romancı için en verimli sa­ yılacak çağda aramızdan ay­ rılıyor. Edebiyatımızda, özellikle romanımızda yeni bir ses, özgün bir sesti Oğuz Atay. ,.- Sürekli bir gelişme kay­ deden yazarın hiç kuşkusuz en büyük başarısı en son ya­ pıtı ‘Bir Bilim Adamının Roma­ nı'dır. Bizde örneğine hiç rastlanılmayan, ama Batı'da Stefan Zweig gibi ustaları bu­ lunan biyografik roman türü­ ne el atmış, çalışkanlığı ve titizliğiyle bu ağır için altından kolayca kalkmıştır. "

( Mehmet Şeyda, " Oğuz Alay İçin", Cumhuriyet gezetesi, 17 aralık 1977)

Oğuz Atay'ırı d ü n ya sı:

Beşbuçuk perdelik

bitmemiş bir

acıkh-güldürü

OMER MADRA

Sevgili okur-seyirciler:

Kastamonu eşrafından Ağır Ceza Reisi Cemil Atay oğlu, yüksek mü­ hendis, öğretim üyesi, yazar ve “ tutunamayan” Oğuz Atay, altı yıl ara­ dan sonra “ hususî arzu” üzerine tekrar, alkışlarla huzurlarınızda!

Biraz uzunca süren bu “ perde arası” , bilindiği üzre, yazann (ve başo­ yuncunun) ölümü gibi önemli bir sebepten doğmaktaydı. Ama, ikili bir başka sebep daha vardı gizlenen, Oğuz Atay’m, kendi deyişiyle “ yaşarken unutulup gitmiş” olması şundandı: Çeşitli romanlar öyküler ve bir (bir?)

oyundan oluşan tek yapıtı, “ destanını yazdığı” Türk aydınını fena hal­ de “ yere çarpmış” tı. Ve o aydınlar, bu sarsıntıyla “ titreyip” kendileriyle hesaplaşmaya başlayacakları yerde, onun edebiyatım, yapayalnız ve gene kendi deyişiyle “ yanm-yamalak” dünyasını kıskanıp, onu “ unutmayı” yeğlediler. Edebiyat ansiklopedilerinde Oğuz Atay ismine rastlanması bile insana sevinçli bir şaşkınlık veriyor bu yüzden.

Ne var kİ, böylesi unutmalar ne gerçek, ne de uzun süreli olabiliyor. Burada, olsa olsa, bir “ gecikme” söz konusu. Yaıii, gecikmeli bir ha­ tırlama.

Bu da, Oğuz Atay’ın dünyasına tıpatıp uyan bir durumdur aslında. Çünkü o, ömür boyunca hep “ acele etmiş” tir; bu yüzden de hep “ geç kalmış"tır. Sürekli bir panik vardır hayatında: Bir kitap okur, bir komedi seyreder, yorulur. Birileriyle birlikte olur, derdini anlatamaz, telâşlanır ve incinir. Küçük dertler, biryerlere ödenmesi gereken paralar, bazı şeylerin tamir masrafları hiç eksik olmaz ve bu panik duygusuna katkıda bulunur­ lar. Ve hep acele edilir.

Bu acele içinde ölümden mi kaçılıyordur, yoksa kovalanıyor mudur ölüm, orası pek belli değildir. Öyle bir kaçma-kovalamaca oyunu işte.

Ve işte böyle çılgınca koşuştururken Oğuz, sırtından hiç çıkartmadığı mizah zırhının tangırtısı da dünyayı tutar.

Nefes nefese koşarken bize hepimizin derdini anlatmak için üç roman, bir öykü kitabı, bir oyun, bir de şu “ kırık” günlüğü, yani beştyçuk yapıtı btrakan bir adamı unutmak birçok kişinin işine gelebilir belki, ama onu “ unutturmak” , işte o biraz zor olabilir. Ne yapılsa nafile bence; perde yeniden açılıyor işte.

Oğuz Atay, gerçeğin bağımdan filizlenen oyundan,oyunun uzandığı ölüm­ den, ölüm duyusundan doğan yaşantı damlasından, gözyaşında titreşen çılgın kahkahadan, delilikte tüneyen akıldan, akıldan türeyen gönülden örül­ müş o çok gülünçlü ve çok acıklı dünyası ile Türk aydınını ve her şeyi yeni­ den kapsayacaktır yakında.

“ Yarıda Kalmış Eserler” başlığı,hiç kimseye Oğuz Atay’a olduğu ka­ dar uygun düşemezdi. Evet, “ yanda kalmış” ve “ yanmyamalak” bir dün­ yadır onunki. Ama ne yanmyamalak!

--- «Ä-zx ck-C-1. iPc

h J L z - 3 -

t

TL

)

r ^ f A i U n ¡ü-jLuciJL f H P c U u z ı « *

C

u J d e -rtc lzsu . -frJd-TTtPY) <¿¿£. W 'U ÿ C h T . fié - ,

l-tCínJ-ru^r. fkutvU- imgele. <

yoh

k - k . > L b 'k jjk 2- h k U t C x H t X Y /l ^ 1 . 5 i ■7 — • i

o i

) >y\A Cí a' I C l

J

JU

a i — & r \c i A A

-T

c l a

Yazarın ölümünden sonra Devlet Tiyatrosu’nca sahnelenen “ Oyunlarla Yaşayanlar” oyununun ilk tasarımından bir bölüm.

öte yandan bu oyunlarla kapatıyor ‘za­ rarlarım ’. ”

"Oyunlarda Bile Hür Olmak Mümkün Mü?" 1 Aralık 1970: Gene Hikmet:

“ Hikmet’te gittikçe acılaşan bir ‘sense of hum or’ [mizah duygusu] var. Önce fantezilere tatlı bir şekilde başlı­ yor... Fantezilerde acılığa devamlı bu ‘hum or’ karışıyor işin içinden çıkama­ dığı zamanlarda. Sahte bir bilimsellik [le]... sıkıntılarını alaya almaya çalışı­ yor. Hiç kimseyi düşünmeden yaşama­ ya çalışıyor. O yunlarım ıza kim karışabilir? Herkesi islediğimiz gibi yar­ gılayabiliriz. Bütün yaşantıları, düşün­ celeri, her şeyi dilediğimiz gibi yorumlayabiliriz. Acaba gerçekten öy­ le mi? Oyunlarda bile hür olmak müm­ kün mü? Trajik çelişkiler her yanı sarmış mıdır? İşte sayın seyirciler, bu ve bunun g bi evrensel sorunların kar­ şılığını bulmak için oyunumuza buyrun. Hiçbir şey ehle edemezsiniz bizden. As­ lında ekmek kavgası için yazıyoruz oyunlarımızı. Bir gün daha kafamızı

besleyebilmek için, yannı ve sîzleri dü­ şünmeden insafsızca yalan söylüyoruz, her şeyi tahrif ediyoruz, bilimi küçüm- süyoruz, tarihi gülünç duruma düşü­ rüyoruz, sanatı ayaklarımızın altında eziyoruz, ölüsünün üzerinde tepiniyo­ ruz. Bize ne verdiniz ki ne bekliyorsu­ nuz? Karanlık, çarpık, taşta yolların kirli meyhanelerinde iyi yarınları tasavvur etmekten aciz, hamur-ekmek ve biberü fasulyeye yatıyoruz. İşte size gecekon­ du felsefesi. İnsana benzer bir tarafı­ mız var mı? Dıştan balonca kan-sefalet- hırs-cinayet. İçten bakınca can sıkın­ tısından boğuluyoruz... İçimize düşen­ lere ilgisiz bir düşmanlık gösteriyoruz.”

"Galiba Hep Acele Ettim " 10 Şubat 1974: “ Hayat Oyunu” :

“ Saatlerce hiçbir şey yapmadan ev­ de oturuyorum, sonra tam çıkarken, ev­ de kalsaydım bir şeyler yapabilirdim, gibi hissediyorum. Galiba hep acele et­ tim .”

6 Ocak 1975: “ Hayat Bir Oyun­ dur” , ya da “ Oyunlarla Yaşayanlar” oyununun taslağından:

“ EMEL: Oyun mu yazıyorsunuz gerçekten?”

COŞKUN (Utanarak gülümser): Yok canım, gerçek değil oyun.”

iniştir artık. Oyun yazarları artık korun­ malıdır, (Özlemli bir fantezi). Bu konuda gazeteye bir okuyucu mektubu yazmaya başlar kafasında. Mektubun kelimeleri soluklaşır, kaybolmaya baş­ lar. Kitap biter.”

"Oyunları çok Ciddiye Aldığı İçin Öldü"

9 Aralık 1974: “ Oyunlarla Yaşayanlar” oyununun sonu:

“ Oyun için ilk düşündüğüm son: Coşkun ¡oyunun başkişisi] kalpten ölü­ yor. O sırada tiyatro patronu giriyor. Ne oldu? Gerçekten öldü mü? Yok ca­ nım oyun. Peki şimdi ne yapacağız? Ne mi yapacağız. Oyun bittiğine göre se­ yirciyi selâmlayacağız. (Neden öldü? Kalpten öldü elbette. Yaa, kalbi mi var­ dı? Evet kalbi olduğu için öldü. Oyun­ ları çok ciddiye aldığı için öldü. Ciddi olmayan başka biri hiç olmazsa bir bay­ gınlıkla filân yetinebilirdi. Coşkun’un kötü huyu: Her olayı büyütürdü.

YARIN:

Korkunun Sonu: Yabancılaşma

Oğuz Atay ve kızkardeşi.

"ik i insanın ilişkisi açısından da bu çocukluk ve yarım yamalaklık ve ça­ mur atma söz konusu. Hikmet’in çocukluğu da aynı uyuşmazlıklar içinde geçmiş.”

K İT A P D Ü N YASI

Türk dili bu anlayışla mı

kurtulacak?

Enis Batur

O

ğ u z Atay’ın sağlığında bir dergiye gönderdiği son ürü­ nü, Türk Diil’nde yayımlanan “ Demiryolu Hikayecileri” adlı nefis öyküydü. Dergi yöneticileri, söz konusu öykü­ yü yayımlarken dilini bir hayli değiştirmişler, kendi anlayışları­ na göre “öztürkçeleşt!rmiş”ler, bu nedenle de pek çok yazarın tepkisini almışlardı. Türk Dili dergisinde yazanlar da vardı tepki verenler arasında, bunlardan biri de bendim.

Bu ayrıntı şundan önemli: Türk Dil Kurumu’nun ya da ya yın organının yöneticilerinin birden fazla davranışına, kimi ilke lerine köklü biçimde karşı olsak bile, bir gerçeği gözard edemezdik: Kurum, devreye girdiği günden başlayarak dil ve kül tür konularında büyük etkinlikler göstermiş, hayli geniş bir ay din kitlesini, üstelik çeşitli görüşlere sahip insanları ayn bünyede, dil sevgisinin bağrında toplamayı başarmıştı. Bize ay kırı gelen ilkeler üzerinde kıyasıya savaşsak da, son çözümle mede, Kurum’un kültür yaşamımıza getirdiği katkıların önemi Üzerinde anlaşan insanlardık.

Son üç yıl içinde olup-bitenler, varılan sonuç, bundan böy­ le ne olabileceği burada tartışılacak konular değil elbette. Ama değinmeden geçemeyeceğim bir “sonuç” var: Türk Dili dergi­ sinin, yeni “kadro” tarafından çıkarılan son sayısı dili dil ürü­ nünden soyutlayan hali, azalmış imza sayısı gibi faktörlerin eşliğinde asıl önemli düğümü getiriyor. Yıllar yılı, dil konusun­ da, Kurum’u eleştirmenin ötesinde bir çalışmasına rastlayama- dığımız Prof. Kaplan, bir cümleyle bu yılların acısını çıkartmaya çabalıyor: “Kafalarını Marksiztnin veya Batı kültürünün menge­ nelerine kaptırmış olan Türk aydınları, kendi milletlerinin asır­ lardan beri devam edegelen ve bugün de çok canlı bir kaynaşma halinde olan kültür ve medeniyetlerine sırt çevirmiş olarak ya­ şıyorlar ve tarihin gizli ellerle Türk milletinin kaderine yeni bir şekil vermekte olduğunu fark etmiyorlar.”

Yazının bütünü okunmalı bence. Sonra da şu soruya yanıt aranmalı: Türk dili bu kavgacı, hiçbir bilimsel temele dayanma­ yan bakış açısıyla mı “kurtulacak?”

Yunus Emre resim ye beste yarışması

düzenlendi

Büyük halk ozanı ve düşünür Yunus Emre’nin adına yağlı boya resim yarışması ve beste yarışması açıldı. Tüm sanatçılara açık olan yanşmada Yunus Emre’nin insan sevgisi, dayanışma, işbirliği ve duygularını ele alan konular işlenecek. Beste yarışmasına ise, Yunus Emre’nin şiirlerinden yapı­ lacak şarkı ve İlahî türü eserler katılacak. Resim yarışmasında birinciye 150 bin, İkinciye 125 bin, üçüncüye ise 75 bin lira, beste yarışmasında ise, birin­ ciye 100 bin, İkinciye 75 bin, üçüncüye 50 bin lira ödül verilecek.

Ayrıca her iki yanşmada 3’er mansiyon dağıtılacak. Yarışma Eskişehir Bankası, Türkiye Öğretmenler Bankası ve Eskişehir Kültür Müdürlüğü’nce düzenleniyor. Yanşmaya başvuru yerleri ve son katılma tarihi illere göre şöyle: İzmir 20 Nisan Resim ve Heykel Müzesi; İstanbul 23 Nisan Devlet Güzel Sanatlar Galerisi; Ankara 25 Nisan Ankara Devlet Güzel Sanatlar Galerisi; Eskişehir Güzel Sanatlar Galerisi. Yanşma sonuçlanmn değerlendirme tari­ hi ise 28 Nisan 1984.

Nâzım Hikmet’in “ Benerci Kendini Niçin

* Öldürdü?” kitabı Fransa’da yayımlanıyor

Nâzını Hikmet’in “ Benerci Kendini Niçin Öldürdü?” adlı şiir kitabı, “ Pourqu­ oi Benerdji S’est-U Suicidé?” adı altında Fransa’nın üçüncü büyük yayınevi olan Les éditions de Minuit tarafından 1984 yayım programına almdr. Nâzım Hikmet’in eser­ leri Fransa’da ilk kez 1970 yılında yayımlanmaya başlanmıştı. Fransa’da yayımlana­ cak bu kitabın çevirisi Münevver Andaç tarafından yapıldı.

“ Türk Dili” dergisi yeni yönetim altında

yayınlandı

ANKARA, AKAJANS Türk Dil Kurumu’nun Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu’na bağlanmasından sonra “ Türk DiB” dergisinin yeni yönetim altında ilk sayısı yayınlandı. Derginin son sayısında yaşayan Türkçe yönünde yeni düzenle­ melere yer verildi. A.D.T.Y.K. Başkam Suat Ilhan’ın konuşmasının yayımlandığı dergide yer alan “ sürdüriim koşullan” ibaresi de “ abone şartlan” şeklinde değiştirildi.

EMEL (İlgilenerek): Nasıl oyunlar yazıyorsunuz?

COŞKUN (İlgiden hoşlanır): Şimdi­ lik zararsız oyunlar yazıyoruz, yani teh­ likesiz şeyler.”

Ama, aslında, bu oyunla­ rın hiç de zararsız olmadığı besbellidir. Atay’ırı temel kav­ ramlarından "ö lü m "le içiçe geçmekte gecikmeyecektir bu "tehlikeli oyunlar."

Oyun- gerçek ilişkisini, meslekleri "o yu n " olan usta sanatçılara dahi anlatmak güç olabilmektedir bazen:

16 Nisan 1975:

“ Hayat Bir Oyundur’, Yıldız Ken- ter’den dün alındı. Dün akşam üzeri, Yıldız Hanım’ın öğrencisi genç bir oyun­ cu bize (Y.K., Şükran Güngör, ben, Pa­ kize) oyunu baştan sona sürekli okudu. Özellikle ilk perde ve ikinci perdenin baş­ lan okunurken herkes yer yer çok gül­ dü —ben bile güldüm. Sonra bir sessizlik oldu. Sonra Yıldız Hanım tip­

leri ve olanlan ve her şeyin nedenini pek anlayamadığım söyledi. Genellikle başka şeylerle— Şarlo (?)— benzerlikler bul­ du. İkinci perdenin daha tekrarlarla dolu ve sönük olduğunu söyledi. Şükran Güngör etkilendiğini belirtti, ama neyin gerçek neyin oyun olduğunu anlayama­ mış. Ben de bunu yapmak istediğimi söyledim.”

"Bütün Bu Oyunlar Bu Kadar Kötü Oynanmayaöilirdi" 24 Kasım 1970:

“ Hikmet hepsini kovar ve bütün olayları düzelten oyunlar oynar kafasın­ da. Sarhoş gibidir, eşyalara çarpar. Ar­ tık —okuyan için de— oyun ve gerçek karışmıştır. Hüsamettin Bey’in katma çı­ kar. Onu evde bulup bulmadığı belli de­ ğildir. Kalbi sıkışır, balkona hava almaya çıkar ve balkondan düşer, ya da atlar. Bu da belli olmaz. Hüsamettin Bey de bu olaya bir “ oyun” yazar. O da yan-delidir. Olayda orada mıdır? Belli değil. Hikmet nasıl ölür? Bunu an­ cak Hikmet’in ve Hüsamettin Bey’in oyunlarından öğrenebiliriz. Belli belir­ siz bir durumdur ve olayı görenler de —kimse tam görmemiştir— çok değişik anlatırlar. Tehlikeli oyunlar oynanmış­ tır. İnsanın içinde ifade edilmez bir ek­ siklik duygusu kalır. Her şey başka türlü olabilirdi sanki. Bütün bu oyunlar bu kadar kötü oynanmayabilirdi. Alt kat­ taki kadının, orta okula giden çocuğu... ağlayarak sokağa çıkar ve arkadaşlarıyla bilye oynamaya gider... Hüsamettin Bey onun tehlikesiz oyununu boş gözlerle seyreder. Kolunu Hikmet’in düştüğü balkona dayar. Çocukça, içinde melek­ lerin, perilerin olduğu, gökyüzünde ge­ çen aptalca bir oyun düşünür. Hükümetin bu işi ele alma zamanı

gel-Yazan-Çizen:

TURHAN SELÇUK

___!_____ i______ s n _______ ___i_____ Ï J L2 ______ ^ ' S ___is,___m i ! ' ¡ " i l l " 111 İl. Eil

---»

I

I

i

1

H azırlayan: SADULLAH USUM

Binlerce öğrenci bunalım içinde

YÖK'ÜN AKSAYAN

YÖNLERİ DÜZELIİLEMEDİ

Çıktığı günden beri üniver­ sitelilerin başlıca yakınma ko­ nusu haline gelen YÖK Yasası eleştirilerin hedefi olmaya de­ vam ediyor. Zaten binbir güçlük içinde öğrenim hayatını sürdür­ meye çalışan üniversite öğren­ cileri, yasa ile karşılarına büyük engellerin çıkarıldığını belirten mektuplar yazıyorlar servisimi­ ze. Sorunlar, daha önce basılı yayın organlarının sütunlarında yer alan aynı sorunlar. Ama bunca yakınmaya rağmen yasa­ nın aksayan yönlerinin ortadan kaldırılmamış olması bunları tekrar tekrar gündeme getiri­ yor.

Okurlarımızdan ERDAL AS­ LAN, AHMET ARAŞ, A. ENGİN KÖSE ve CENGİZ ERTEN, YÖK’ten yakınan hukuk fakül­ tesi öğrencileri. Gönderdikleri mektuplarında YÖK’le ilgili dü­ şüncelerini şöyle dile getiriyor­ lar:

“Geçtiğimiz yıl yürürlüğe giren ve hepimizi bunalımlara iten YÖK Yasası ve ardından onu tamamlayan fakülte yönet­ meliği hangi amaçla uygulama­ ya konuldu merak ediyoruz. Devam zorunluluğu, vize sınav- lan, şubat hakkımızın elimizden alınması gibi uygulamalar so­

nucu telâşlı, stress içinde kal­ mış idari hataların kurbanı onbinlerce genç ortaya çıktı. Devam yoklamaları bazı sınıf­ larda uygulanırken bazı sınıflar­ da hiç ciddiye alınmadı. Zaten binbir güçlükle girdiğimiz fa­ kültelerde, okuma hakkımızın elimizden alınması ile mağdur duruma düşürüldük. Çalışan ar­ kadaşlarımız, eski öğrenci ol­ dukları gerekçesi ile ekstern öğrenci kapsamına alınmadılar. Uygulamalara bu kadar kesin sınırların konulması yarar yeri­ ne zarar getirmiştir. Ayrıca bu sorunlar yetmiyormuş gibi ne tesisi ne de öğretim görevlisi bulunmayan bir ‘Beden Eğitimi’ dersi koydular. Bu tür kararlar öğrenciyi oyalamaktan başka sonuçlar doğurmayacak­ tır.”

İstanbul’dan yazan okuru­ muz ASİYE ALANKAYA ise bir öğrenci velisi. Onun YÖK hak- kındaki görüşleri de şöyle:

“Biz, öğrenci velileri olarak YÖK’ün kararları ile çaresizliğe itilmiş öğrencileri gördükçe üzülüyoruz. Öğrencilerin yakın­ maları bizi de ilgilendiriyor. Çünkü çocuklarımızı binbir güçlükle üniversitelere yerleş- tireblllyoruz. Ancak görüyoruz

kİ, öğreniminin sonuna gelmiş bir öğrenci, tek ders yüzünden dahi okuldan atılabiliyor. On­ dan sonra bu çocuklardan bir şey beklemek hayalcilik olmayacak mıdır? Yasanın da­ ha ılımlı hale getirilmesi ve olumsuz yönlerinin ortadan kal dırılması artık kaçınılmaz ol muştur.”

İsminin açıklanmamasın isteyen okurumuz H.İ., son sı nıfta okuldan ilişiği kesilmiş öğrencilere tanınan aftan yarar­ lanamayan üniversitelilerden Altı dersten başarısız olmas onu bu aftan mahrum etmiş H.i. affın kapsamının dar ol , masından yakındığı mektu

bunda şöyle diyor:

“ 2880 sayılı yasa ile 1977-1983 yılları arasında okul­ larından kaydı silinmiş son sı­ nıf öğrencilerine toplam derslerinin dörtte üçünü vermiş olmak kaydı ile her dersten iki sınav hakkı tanındı.

Bizim gibi geniş bir öğren­ ci kesimi ise 1-2 ders fazlalığı yüzünden bu aftan yararlandı­ rılmadı. Şimdiye dek hiçbir öğ­ renci affında ders sayısına sınırlama getirilmemişti. Af kapsamına giren öğrencilerle aynı olayları yaşayarak, aynı or­ tamda öğrenim görmeye çalış­ tık ama böyle bir kolaylıkta ayrıcalıklı davranışa maruz kal­ dık. Ortadaki bu haksızlığın gi­ derilmesi gerekir.”

Öğrencisi ile, öğretim gö­ revlisi ile hatta velisi ile YOK Yasası’ndan etkilenen tüm in sanların yeni hükümetten iste­ ği, uygulamada yakınmalara neden olan aksaklıkların bir an önce giderilmesi. Hele de YÖK’ün değiştirilmesini öngö­ ren yasa tasarısı ile ilgili haber­ lerin dolaştığı şu günlerde, bu istek ve heyecan daha da yo­ ğunlaşmış durumda.

I I 1 1 1 I 1 S S

A R S A P A Y I O R A N I ESAS

A LIN AC AK TIR

Binamızda enteresan bir durum var, ne yapacağımızı bilemiyoruz. Benim maliki olduğum dairenin altında bulunan daire benimkinden küçük, ancak radyatör di­ limi olarak benim dairemdekinden daha fazla radyatöre sahip. Bu dairenin daha fazla ısınmasına rağmen, ben alan olarak büyük olduğum için daha fazla yakıt parası ödüyorum. Acaba Kat Mülkiyeti Kanunu’nda yapdan değişiklikte yakıt hedefinin metrekare oranına göre ödeneceğine dair bir hüküm var mı? ~

R. Erkal - İstanbul Müteaddit defalar yakıt bedelinin ödenmesi konnsnnda lam, âıfil bir çözü­ mün bulunmadığın] yazmıştım. Özellikle yakıt bedellerinin çok arttığı günümüzde bn konu karşımıza büyük bir sorun olarak çıkmaktadır. Ne yazık ki binaların inşası sırasında yapdan inşaat hataları da soruna daha büyütmekte, içinden çıkılmaz bir hale sokmaktadır. Gerçekten de sizden daha küçük kullanma ata­ nma . sahip dairede daha fazla radyatör bulunması pek izah edilebilecek bir du­ rum değildir.

Sizin binanızda ya1')! giderinin bölüştürülmesi konnsnnda yönetim planının öncelikle incelenmesi gerekecektir. Orada bu konuda bir açıklık varsa bu uygu­ lanacaktır. Şayet yönetim planında bu konuda bir açıklık yoksa o zaman Kat Mülkiyeti Kauunu’nun 20. maddesi hükmü uygulanacaktır ki, buna göre kul­ lanma alanı değil, arsa payı oranı yakıt giderine katılmak için esas olacaktır. Ancak unutmayın ki pek çok binada arsa payı oranlan da âdil biçimde dağıtıl­ mamıştır. İşte bu nedenlerle çıkan ihtilaflaN çözüm bulmak güçleşiyor.

Hatırlatmak isterim, değişen Kat Mülkiyeti Kanunu’nda yakıt bedelinin met­ rekare oranına göre ödeneceğine dair bir büküm yoktur.

İLKÖĞRETİM M ÜFETTİŞLERİ

H A K S IZLIK TA N Y A K IN IY O R

Bazen günlerce haftalarca evlerinden uzak kalarak yurdun d ö n bir köşesin­ de, haksızlık yapmamaya özen göstererek yanlışı doğruyu ayırmaya çalışan ilk­ öğretim müfettişleri, ne yazık ki kendilerine yapılan haksızlıklardan yakımyorlar. Servisimize gönderdikleri mektupta şöyle diyorlar:

‘Bu yıla kadar müfettiş eşleri olan öğretmenler merkeze atanırlardı. Öğretim yılının başlamasından bu yana hâlâ böyle bir uygulama yapılmadığı gibi eşleri­ m iz en uzak köylere atanmakladırlar. Biz haftalarca evimizden kilometrelerce uzakta çalışır, eşlerimiz de uzak illerde görev yaparken çocuklarımız ne yapar, nasıl yaşar, diye hiç düşünülmüyor.

Bütün müfettişlerin aynı zor durumda olduğunu belirten okurumuz, çeşitti başvurularına rağmen bir yanıl alamadıklarından yakınarak soruna çözüm ge­ tirilmesini istiyor.

(4)

Yanda kalan eserler (2)

Sunan: Ömer Madra/Enis Batur

* * |

t

»

t

» » f ■

O

Oğuz A fay, dün sunduğu­

muz parçalarda görülen tarih­ sel perspektifin ışığında Türk insanını Doğu-Batı çerçevesi içinde şöyle değerlendiriyor:

"Biz Çocuk Kalmış Bir Milletiz" 7 K aan 1970: “ İnsanlarımızın, da­ ha doğrusu benim ilgilendiklerimin dün­ yaya n asıl b ak tık ların ı -benim bilebildiğini, görebildiğim kadar- bu ara­ da anlatmak istiyorum.

Batı dünyasından bütünüyle farklı bir görüşü anlatmayı bilmem nasıl becer­ meli? Bana öyle geliyor ki biz çocuk kal­ mış bir milletiz ve daha olayları ve dünyayı, mucizelere bağlı, ‘myth’lere {efsanelere) bağlı bir şekilde yorumlu- yoruz en ciddî bir biçimde. Aklı başın­ da bir Batılının gülerek karşılayacağı ve bize ölesiye ciddî gelen bir şekilde.

Bir başka nokta daha: Öyle bir ya­ rım yamalaklığımız var ki, bizim dra­ mımız, trajedimiz, akıl almaz bir biçimde gelişiyor. Aynca, bir trajedinin içinde olduğumuzun farkında bile deği­ liz. Çok güzel yaşayıp gittiğimizi sanı­ yoruz. İktidardaki adamlar da bu sarayı bütün millet adına dile getiriyorlar. Bir­ kaç aydın dışında bunu anlayan yok gi­ bi. O aydınlar da sosyal bir takım sözler ediyorlar. [....].

Bir taklit yapıyoruz ve Batı’ya bile kendimizi kabul ettirdiğimiz anlar olu­ yor, (Bir futbol maçında yeniveriyoruz onları). Ya çocuksu gururumuz! Beğe- niimezsek hemen alınıyoruz, Batılılara iftira ederek kendimizi temize çıkarmak için didiniyoruz. İyi aile çocukları ara­ sında, onlara çamur atan mahalle ço­ cuğu gibiyiz. Ben buna saflık diyorum ve genel anlamda bir sempati duyuyo­ rum. İçinde yaşarken de öfkeyle tepini­ yorum.”

"Türk Milleti Evrenseldir" 5 Ocak 1975: “ ...Türk milleti -ya da halkı- evrenseldir. Osmanlı İmpara- torluğu’nun anlamı bundadır. Türk ay­

dını ülkesine yabancılaşmıştır. Batıcılar da, Ortaçağ karanlığını yaşayanlar da gerçeği bir yönünden görmek istiyorlar, insanımız bütün boyutlarıyla kendisine sahip çıkacak aydınlan bekliyor. Türk halkı kimseye düşman değildir. Türk ay­ dını, bütün eksiklerine rağmen dünyayı tanımak istiyor. Biz geri kalmış bir ül­ ke değiliz, fakir düşmüş bir soyluya ben­ zetilebiliriz ancak. [...]. .Amerikalı, AvrupalI kendi dışındaki kültürleri sa­ dece inceler; bizim samimiyetimiz ve sı­ caklığımızla benimsemez [...]. İnsanla ilgisi, sadece kendi insanı bakımından­

"İnsanımız bütün boyutlarıyla kendisine

sahip çıkacak aydınları bekliyor"

"D o ğ u 'ya d a

Batı’ya da

sahip

çıkabiliriz"

"Halkın içinden gelen aydınlar bile hemen burjuvalaşı-

yor, burjuvalara kendini beğendirmek için romanların­

da hikâyelerinde yarım yamalak öğrendiği görülmemiş

Burjuva biçim inceliklerine özeniyor, ya da halkının şi­

vesini taklit ederek halkını burjuvaya turistik bir eşya

gibi satmaya kalkıyor..."

j88S88888888g888S888S88S8888888S8SS88888S88888888888888SSS88888888888S888^

Yadırgatan bir

anlatım

“Oğuz Alay nesir edebiyatı­ mızda çok değişik bir ses, yer yer yadırgatan çok değişik bir anla­ tım, çok değişik, biraz karmaşık da olsa çok değişik bir üslûp ge­ tirmişti. İnsan yaşamının olgula­ rım -daha çok da ruhsalhğmuzm olgularım- doğdukları anda sap­ tamaya çalışan, bu olguları ön­ ceden iyice düzenlenmiş, ilkeleri ve kuralları iyice belirlenmiş bir mimarlığın yasalarına göre değil de kendiliğinden savruk çarpıcı­ lığım göre ve bir çeşit çağrışım düzeninde, ama elbette tasarlan­ mış bir çağrışım düzeninde bir araya getiren bir anlatım tekniği ge­ liştirmişti Oğuz Alay... Eleştirme­ ciler Oğuz Atayin üzerinde durmalıydılar, gene de durmadı­ lar...”

t Afşar Timuçin, “Aydın insanın diifûn- sei bunalımlarım eleştiren yazar Oğuz Alay", Milliyet Sanat dergisi)

dır (... J.Her şeyi bir anatomi masası­ na yatırır, kusurları ortaya koyar, sahip olabileceklerini alır -mülkiyet duygu­ su-. Edebiyatta bile çıkarma bakar. [... ]. Biz Steinbeck’in pamuk ve şefta­ li toplayan işçileriyle birlikte acı çeke­ riz, Hamlet’in meselesine katılırız. Palto bizi derinden sarsar. Batılı değerlendi­ rir, biz severiz.”

"Doğu ya da Batı'ya da Sahip Çıkabiliriz’ ' “ Yalnız Batı’ya karşı olmak da bu evrenselliğimize uymuyor. Türk olarak başka türlü olduğumuzu, barbar ve ge­ ri kalmış olmadığımızı hissetmek için Batı’ya karşı çıkıyoruz sanki. Biz Do- ğu’ya da Batı’ya da sahip çıkabiliriz oy­ sa. Kültürümüzü zenginleştirecek bu evrensel özelliğimizi belki bilmeden bal­ talıyoruz. Çocukça samimiyetimizi giz­ lemeye kalkışarak Batılı çürümüş diplomatları taklit etmeye çalışıyoruz [ ...], Bayramlar, törenler anlamını kay­

betmiştir. Aydınımız ülkesinde kendini yabancı hissediyor. [....). Ülkemizi sev­ miyoruz, kaçıp gitmek istiyoruz. Kötü yöneticiler, aydınlar halkla ilişki kurma­ sını becerebildiği halde, biz halkı sev­ mediğimiz için kendimizi ülkemizde istenmeyen bir misafir gibi hissediyoruz. ı ...ı.

Bayramlar gibi sosyal sloganlar da aslında anlamını kaybetmiştir. Toplum­ cu aydınlar da halkı istatistiklerin ra­ kamları ya da kitaplardaki, teorilerin örnekleri olarak görüyorlar. Bazımız Ba- tı’dan korkuyoruz, bazımız Doğu’dan ve en çok halktan kopuyoruz. Halkın için­ den gelen aydınlar bile hemen burju- valaşıy o r, b u rju v a la ra kendini beğendirmek için romanlarında, hikâ­ yelerinde yarım yamalak öğrendiği gö­ rülmemiş burjuva biçim inceliklerine özeniyor ya da halkının şivesini taklit ederek halkını burjuvaya turistik bir eşya gibi satmaya kalkıyor.[...). Çarıklı er­

ce şehirli aydın gibi, köyden gelen aydın da köklerinden kopuyor, bir salon ser­ serisi, bir meyhane gezgini oluyor...”

"İlericilik - Gericilik Kavgası" “ Oysa halk artık kendini tarama, kendi bilincine varma, kendi ruhunu çö­ zümleme çabası içindedir, buna başla­ mıştır. Aydın halkın öncüsüdür gibi bir söz vardır; oysa artık aydın kendi hal­ kının yapmaya başladığı atılımlann ge­ risinde kalmaya başlamıştır. İlerici, gerici her türlü akımların tekelini elle­ rinde tutan bir küçük yan-aydın çetesi, yıllardır kendini yenileme gereğini duy­ madığı için bugün artık yerini kaybet­ memek için ancak bezirgan oyunlarıyla ayakta durmaya çalışmaktadır. [...). İle­ ricilik - Gericilik kavgası görünüşte bir çekişmedir. İlericiler, yerlerinde kalmak için değil, namuslu bir sosyalistin, sah­ tekâr bir bezirganın yapmayacağı oyun­ larla uğraşırlar, kendilerini övenlere pay verirler.

Ne yazık ki halkın değerlerine sahip çıkmaya çalışanlar da -kendilerine bir isim vermedikleri halde- gerici ya da sağ­ cı denilen ve orta çağın karanlığında ya­ şayan zavallılardır. ) ...) . İnsanın, kânıharplik yapıyor yani. |...|.

Böyle--- ^

“Biz niçin onlar

gibi olamıyoruz?”"

Ç a ğ l a r n e y d e » *

B

ENCE Oğuz Atay 1960’larm romancısıdır. Toplumun yüzyıllık “ Ba-

tılılaşma’ ’serüveninin nihayet kendini besleyecek nicelikte bir aydın tabakayı yarattığı dönemi anlatır. Bu tabakanın tek düze küçük bur­ juva yaşantıları, üç odalı evleri, taksitle alınmış otomobilleri ve“ daire” - lerde maaşlı işleri vardır, fakat bilinçleri de toplumun tarihinden kaynaklanan karmaşasını yansıtan bir hercümerç içindedir. Türk romanı­ nın Batılı tipleri irdelemesi, onların uyum sorunlarını çözümlemesi ve geleneksei-modem ikilemini gündeme getirmesi yeni değildi. Fakat Oğuz Atay’ın anlatmayı üstlendiği durum, olayın toplumsal görünümünden, ya­ şantı biçimindeki uyumsuzluklardan öteye, bilinçlerin oluşumu süreciydi. 1960’larda aydın tabakanın Doğu-Batı sorunsalına karşı aldığı belirgin bir tavır yoktur, tenine o zamana kadar teşhis edilen çelişkiler, bütün karşıt­ lıklarına rağmen, oldukları gibi özümsenmişler, yaşamın parçası olmuş­ lardır. Aydınlar kişisel farklılıklarını bir toplumsal tabaka olarak da yeniden üretebildiklerinden çelişkili düşünce sistemleri sosyal iletişim içinde somutluk kazanmıştır. Asıl çözümlenmesi gereken olay bu çelişkilerin bilinçlerde nasıl yansıdığı, daha doğrusu bilincin oluşumundaki katmanların tanımıdır. Bu amaca uygun olarak Oğuz Atay’ın iki önemli romanında da olay ve dekor arka planda kalırken asıl ışıklandırılan kişilerin düşünce süreçleridir. Ro­ manın seyir alanı kahramanların bilinçleridir. Romancı tüm bir kargaşa­ nın bilinçte ve dolayısıyla da söylemde yansımasını ayrıntıyla sergilerken daha klasik anlamda tarihî-sosyolojik öğeleri dışarda bırakır. Sanırım kendi çabasının güçlüğü daha cazip gelmişti. Bu çaba aydıran bilincinin ve söy­ leminin katmanlarım arkeolojik bir titizlikle ortaya çıkarmaktı. Birbirin­ den çok değişik kökenli (hem mekân hem zaman açısından) üslûplar tabakalar hâlinde, birbirlerine karışmadan, hiç olmazsa yeni bir bileşim meydana getirmeden, varlıklarını sürdürüyorlardı. Her tabakanın, her üs­ lûbun kendi koşullandıncılan, kendi tarihi vardı. Devletin ve özellikle res­ mî tarihin söylemi (Oğuz Atay belki.de tarih kitaplarındaki anlatımı en etkin hicveden romanadır), XIX. yy. Batıcılarının tercüme üslûbu, sonra­ ki aşk romanlarının ucuz hissiyatı hep bir aradaydı. “ Biz niçin onlar gibi olamıyoruz?” sorusunu bir yandan alaya alırken, bir yandan da çünkü onların İsa-Mesih’i ve Hamlet’i var diye cevap veriyordu. Nitekim T. Öz- ben ve H. Benol, yabancılaşmadan inzivaya doğru ilerlerken, bu ilrimitik karakterin hikâyelerini kendilerine temel alırlar. Yine de bu mecburî itha­ lât Doğu-Batı kargaşasından kurtulmaya yetmez. Yine söylemler karma­ şıktır, yine bilinçler bölük pürçüktür, tutarlılık arslanın ağzmdadır. Marx kitap rafından azarlayıcı nazarlarla bakar, Selim, Turgut ve Hikmet özür dileyip arayışlarını sürdürürler. Kahramanlar inzivaya ve giderek yokol- maya mahkûmdurlar çünkü onlann dışındaki gerçeklik zorla bir araya ge­ tirilmiş yapay bir halitadır. Sonunda romananın da dediği gibi, “ Çocuk ölüyor işte.” Olayı çerçeveleyen toplum Ikarus’un düşüşünü görmeyen çiftçi gibidir. Onlann tutunacak yerleri vardır.

Bunlan söylerken Oğuz Alay’m romanındaki üslûp ve zekâ zenginliği­ ni ve eşsiz mizahı unutmamak isterim. Zâten onlarsız tadına varılamazdı yukanda anılan temalann...

v___________________________ J

gerçek insanın farkında değillerdir. Ger­ çekten ‘korkak bir karanlık içinde’dir- ler. Y aşam aktan, eğlenm ekten korkarlar. İnsanı, özellikle kadını tara­ maktan korkarlar. Dünya nimetlerini çağdışı boş inançlar yüzünden teperler. Aslında bir ruh hastasının tepkisidir bu; daha doğrusu reddettikleri nimetlere ka­ pılmaktan korkan bozuk ruhların tep­ kisidir bu.”

"Aydının Kendisiyle Hesaplaşma vakti Gelmiştir” “ Bu insanlardan Türk halkı artık bir şey beklememeli. Üç kâğıtçılıkla ne devrim olur, ne de ümmeti İslâm kur­ tulur. Bunlar ‘çürüyen et, dökülen diş’ gibidirler. Bayrak yaptıkları inançları­ na rağmen, aslında inançsızdırlar. Ki­ mi hangi kapıdan ekmek yiyorsa, o kapının kulluğunu etmektedir.

Bunlar Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasının kötü bölümü olan kapıkulu kunımunun temsilcileridir. (...)

Kendini sosyalist sayan biri, suçu­ nu ortaya dökeni halk düşmanı olarak suçlayarak yavuz hırsızlık oynar. Ken­ dini kapitalist olarak ilân eden birinin serveti, fabrikası yoksa böyle birine her­ kes güler; ’haydi ordan çulsuz’ derler, ‘züğürt kapitalist olur mu?’Nedense ken­ disini sosyalist sayanlardan kimse ehli­ yet sormamaktadır. [...)

Sonra solda ve sağda hayli kalaba­ lık olan bu çıkarcı zümre, bütün gös­ terişine rağmen kim parayı basünrsa ona hizmet etmektedir. (...)

Artık her yerde, hangi kampın ada­ mı olurlarsa olsunlar bunlan teşhir et­ menin, önce halka örnek olabilmek için aydının kendisiyle hesaplaşma vakti^gel­ miştir. Yazarlar da romanında, hikâye­ sinde, şiirinde bu hesaplaşmaya girişmelidir. Kendinden korkanlara bir diyeceğimiz yok tabiî.”

YARIN: Türk romanı ve bazı yazarlar üzerine

Referanslar

Benzer Belgeler

Karadeniz İsyandadır Platformu' (KİP) üyeleri, Kale HES'in deneme üretimine geçmesinin ardında bölgede kuruyan ilk dere olan Rize'nin Güneysu İlçesi'ndeki Gürgen

Karadeniz İsyandadır Platformu' (KİP) üyeleri, Kale HES'in deneme üretimine geçmesinin ardında bölgede kuruyan ilk dere olan Rize'nin Güneysu İlçesi'ndeki Gürgen

Mustafa Kaya, küresel ısınmanın kuşların göç mevsiminin değişmesine neden olduğunu belirterek, ''Zamansız göç eden kuşlar, yavru besleme problemleri yaşıyor, telef

Bakanlar kurulu toplant ısından sonra Hükümet Sözcüsü, Cemil çiçek, 1 Mayıs'ın “Emek ve Dayanışma Günü” olarak kutlanmasına ilişkin kararın, Bakanlar Kurulunda

Taşocağına kadar yürüyüş yapan köylüler, köydeki yaşam koşullarının olumsuz etkilediğini söyledi.. Burada bir açıklama yapan Köy Azası Nedim Atçı, taşocağında 24

İsviçre Parlamentosu daha önce parlamentonun alt kanadında tartışılıp destek verilen, ülkedeki nükleer santrallerin 2034'e kadar kapat ılması yönündeki

Ankara'da yıllardır yürütülen altyapı çalışmalarında en büyük eksikli ğin projelerdeki plansızlık olduğunu vurgulayan Toptaş, belediyeler ve ASKİ tarafından yapılan

İzmir Tabip Odası ve Çevre Mühendisleri Odas ı yaptıkları ortak basın açıklamasında yetkilileri olayla ilgili bilgileri paylaşmamakla suçladı.. Basın toplant