• Sonuç bulunamadı

Başlık: Kronik: İnadın ötesinde: Rusya’nın Suriye politikasıYazar(lar):Cilt: 68 Sayı: 4 Sayfa: 211-217 DOI: 10.1501/SBFder_0000002301 Yayın Tarihi: 2013 PDF

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Başlık: Kronik: İnadın ötesinde: Rusya’nın Suriye politikasıYazar(lar):Cilt: 68 Sayı: 4 Sayfa: 211-217 DOI: 10.1501/SBFder_0000002301 Yayın Tarihi: 2013 PDF"

Copied!
7
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

KRONİK

İnadın Ötesinde: Rusya’nın Suriye Politikası

Arş. Gör. Mühdan Sağlam, Ankara Üniversitesi

2010’un sonundan bu yana Ortadoğu ve Kuzey Afrika’yı etkisine alan halk ayaklanmalarının, bilinen adıyla “Arap Baharı”nın yeni durağı Şam Rejiminin adeta şeytan taşlanır gibi taşlandığı Suriye. Nitekim yaklaşık üç yıldır uluslararası kamuoyu da bu doğrultuda Suriye’de rejim ile muhalif güçler arasındaki güç mücadelesine odaklanmış durumda. Beklenenin aksine Esad Rejiminin mücadeleyi bırakmaması karşısında süreç yeni bir evreye girdi ve bir kısmı Afganistan ile Suudi Arabistan’dan ithal radikal gruplar muhaliflerin yanında saf tutarak mücadeledeki yerlerini aldı.

Suriye’de çatışmaların başladığı günden bu yana küresel politikada ikili bir kamplaşma mevcut. ABD öncülüğündeki, İngiltere, Suudi Arabistan, Katar, İsrail ve Türkiye’nin de içinde yer aldığı ilk grup, Suriye’ye barış ve istikrarın ne pahasına olursa olsun Beşar Esad’ın iktidardan düşmesiyle gelebileceğine inanıyor ve buna göre politik bir tavır alıyor. Hatta söz konusu ülkelerin Suriye’deki muhalif grupları silahlandırdığı, eğitim kamplarında militan grupları eğittiği ve merkez üssü Afganistan olan El-Kaide gibi, Suriye’deki çatışma süreci boyunca El-Nusra olarak bilinen, radikal İslami grupları Suriye’ye taşıdığı artık sır olma özelliği taşımıyor.

Öte yandan Beşar Esad’ın gidişinin Suriye için çözüm olmayacağına ve dışarıdan bir müdahaleyle hiçbir ülkeye demokrasi gelmeyeceğinde ısrar eden ikinci grubun Rusya önderliğinde tavır belirlediği görülüyor. Bu bağlamda Rusya, Çin ve İran sıklıkla Suriye’ye yönelik müdahaleye sıcak bakmadıklarını ifade ediyorlar. BM Güvenlik Konseyi’ne yakın zamana kadar Suriye’ye yönelik yeni bir karar tasarısının getirilememesi de ikinci grubun söz konusu duruşundan kaynaklanıyor. Şöyle ki, 28 Eylül 2013’te kabul edilen karar tasarısına kadar Güvenlik Konseyi’ne üç karar taslağı getirilmiş, ancak bunlar, Moskova ve Pekin’in veto etmesiyle taslak olarak kalmaya mahkûm olmuşlardı.

(2)

Buna karşın 21 Ağustos 2013’te Şam rejimi tarafından sivillerin kimyasal silahlarla katledildiği iddiasının peşi sıra, dışarıdan müdahale beklentisi yüksek perdeden zikredilmeye başlandı. Rusya’nın başını çektiği ikinci grubun başarısızlığı ve süreç içinde etkisiz kalacağı ise malumun ilanı olarak görüldü. Oysa aynı zaman dilimi içinde Rusya Dış İşleri Bakanı Sergey Lavrov ile ABD Dışişleri Bakanı John Kerry üç gün boyunca Suriye üzerine Cenevre’de görüşüyordu. Müzakerelerin ardından basınla paylaşılan eylem planı, Şam’a yönelik bir müdahale ihtimalini rafa kaldırırken, kimyasal silahların devri ve imhasında Moskova’ya garantörlük rolü verdi. Gerek görüşmelerin kendisi gerek eylem planı dikkate alındığında Rusya’nın Suriye politikasında tek başına başarı sağlamamışsa da başarısız ve etkisiz kabul edilemeyeceğini gösterdi.

Bununla beraber, Rusya’nın hanesine başarı olarak kaydedilebilecek gelişme, 28 Eylül 2013’te Güvenlik Konseyi’nin “Suriye Karar Tasarısı”nı kabul etmesiyle yaşandı. Güvenlik Konseyi kararı, dikkatli bir biçimde incelendiğinde iki açıdan Rusya’nın başarılı olduğu söylenebilir. Birincisi, 21 Ağustos 2013’teki saldırının Şam rejimine mâl edilmesinin önüne geçilerek, kararda sadece “kimyasal silah kullanılmıştır” ifadesiyle yetinilmesi. İkincisi, kimyasal silahların devrinde bir sıkıntı yaşandığında doğrudan askeri müdahalenin önüne geçilmesidir. Nitekim, söz konusu kararda müdahale yerine, “Güvenlik Konseyi’nin durumu görüşmek üzere yeniden toplanması konusunda mutabık kalınmıştır” ifadesine yer verildi.

Rusya’nın Suriye konusunda başta BM olmak üzere pek çok platformda bu kadar enerji sarf etmesi ayaklanmaların başladığı günden bu yana çeşitli sorular etrafında irdeleniyor. Ancak özellikle 2000’lerden bu yana Rusya dış politikasındaki dönüşüm incelendiğinde Rusya’nın Şam mesaisinin sistemsel, bölgesel ve ikili ilişkilerde etkili olan bazı faktörlerden kaynaklandığı söylenebilir.

21. Yüzyıl Dünya Düzeni ve Rusya

Rusya’nın Suriye’ye yönelik politik atılımlarını anlamlandırmak ve bunun genel olarak Rusya dış politikasındaki yerini tespit etmek için ilk olarak uluslararası sistemde yaşanan güç mücadelesine bakmak yerinde olacaktır. 21. yüzyıl dünya düzenine ilişkin söylenebilecek ilk özellik, 20. yüzyıl dünya düzeninden farklı dinamikler taşımasıdır. 20. yüzyıldaki gibi iki kutupluluk ekseninde konumlanmış bir yapının yokluğu sistemin en temel karakteristiğidir. Bununla birlikte iki kutupluluk yerine tek kutupluluğun baskın bir biçimde devam ettiğini iddia etmek artık güçtür. SSCB’nin dağılmasının ardından uluslararası düzene yön veren en önemli aktörün ABD olduğu söylenebilse de bu konumlanmanın en fazla 2008’e kadar sürdüğü iddia edilebilir. 2000’de

(3)

Bush yönetiminin iktidara gelmesinin ardından ABD’nin imparatorluğa öykünürcesine işgallere girişmesi, söz konusu işgallerde adeta batağa saplanması, 2002 ve 2006’daki Ulusal Güvenlik Stratejisi Belgeleri’yle dünyayı ABD’den yana olanlar ve olmayanlar şeklinde iki kampa ayırma çabası, küresel düzlemde ABD’ye olan tepkinin Washington kaynaklı sebepleri olarak ele alınabilir. 2008’de önce ABD ardından tüm dünyayı etkisine alan ekonomik kriz, ABD’nin orta vadede ekonomisinin hiç de iyi bir seyri olmayacağını gösterdi. Öte yandan Çin, Hindistan, Rusya, Brezilya gibi ülkelerin ekonomilerindeki kayda değer yükseliş ve küresel politikaya etki etmeye başlamaları, ABD’nin Soğuk Savaş’tan sonraki konumunu zayıflatan dış faktörler olarak ele alınabilir.

ABD’nin baskın statüsünün zayıfladığı bir dönemde yükselen güçlerin de içinde olduğu pek çok ülke yeni bir dünya düzeni talebinde bulunuyor. Bu talebin sistemsel ifadesi ise çok kutupluluk Söz konusu talebin en ateşli savunucularından biri de Rusya.

Rus dış politikasında özellikle 2000’lerden bu yana belirli ilkeler ön planda çıktı. Genel olarak çok kutupluluk, çok yönlülük, pragmatizm ve seçici küreselleşme başlıklarıyla özetlenen bu ilkelerden en önemlisi, Rusya’nın uluslararası sisteme bakış açısını yansıtan çok kutupluluktur. ABD hegemonyasını dengelemesi ve yeni bir düzenin temeli de bu ilkeden geçmektedir. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in 2007’deki 43. Güvenlik Konferansı’ndaki konuşmasında (Münih Konuşması) güçlü bir vurguyla ortaya koyduğu üzere, Rusya için uluslararası düzene tek bir devletin hâkim olması, kendi doğrularını kurduğu örgütlerle dayatması ve bu örgütler aracılığıyla herhangi bir ülkeye çeşitli saiklerle müdahale etmesi kabul edilemezdir1.

Moskova, ABD öncülüğündeki tek sesli bir dünya düzeni yerine; hiyerarşik olmayan ve farklı güç merkezlerinin çok taraflı işbirliği etrafında örgütlendiği, demokratik ve egemenliklere saygılı bir sistemi savunmaktadır. Ayrıca, Rusya’ya göre çok kutupluluğun kucaklayıcılığıyla bağlantılı olarak uluslararası sorunların çözüm adresi NATO ya da benzeri yapılar değil, BM, özellikle BM Güvenlik Konseyi’dir.

Çok kutupluluk ve tek kutupluluk yönelimlerinin karşı karşıya gelişlerinin en açık örnekleri ise dünya üzerinde farklı sebeplerle gerçekleşen müdahale, savaş ve işgallerle kendini göstermektedir. 2001’de söz konusu mücadelenin ilk durağı ABD ve NATO güdümündeki Afganistan işgaliyle kendini gösterdi. Afganistan’ın işgaliyle küresel mücadelenin ilk ayağı

1Vladimir Putin’in 2007’de Münih’te gerçekleştirilen 43. Güvenlik Konferansı’ndaki

konuşması için bkz: http://archive.kremlin.ru/eng/speeches/2007/02/10/0138_type 82912type82914type82917type84779_118123.shtml (20 Ekim 2013).

(4)

ABD’nin bölgede kalıcı olma ihtimaline karşı Rusya, Çin ve ABD arasında Orta Asya’da gerçekleşti. 2003 Irak işgaliyle ise küresel gerilim Irak, bölgesel olarak Ortadoğu’ya kaydı. Nitekim Putin’in 2007’deki Münih Konuşması büyük oranda Irak ve Afganistan işgallerine ilişkin eleştiriler taşıyordu. 2010’da Tunus’tan başlayıp tüm Ortadoğu’yu etkisi altına alan Arap Baharı bu bağlamda küresel güç mücadelesinin son adresi olması bakımından hem Rusya hem de ABD için kritik bir eşik. Nitekim 11 Eylül saldırısının yıl dönümünde Vladimir Putin’in ABD halkına seslendiği mektubu Suriye üzerinden çok kutupluluğa yaptığı vurguyla dikkat çekmişti2. Söz konusu mektubunda

BM’nin kuruluş sürecine ve yeni bir Milletler Cemiyeti hezimetine dönüşmemesi gerektiğinin üzerinde duran Putin, ABD güdümünde Suriye’ye yönelik bir müdahalenin başına buyrukluğu tetikleyeceğini, ABD’nin uluslararası kamuoyunda barış ve demokrasinin bekçisi değil, savaş ve istikrarsızlık sembolü olacağını ifade etmişti. Tek bir ülkenin belirleyiciliğinin yerine küresel politikaya yön veren farklı merkezlerin seslerine kulak verilmesi gerektiğini vurgulayan Putin, açık bir biçimde çok kutupluluğun gerekliliğini ifade etmişti. Sonuç olarak, Rusya ve yükselen güçlerin için çok kutupluluğun sınavı olan Suriye kolay kolay vazgeçilebilecek bir durak değil.

Küresel Mücadelenin Son Halkası Ortadoğu

19. ve 20. yüzyılda Ortadoğu’daki güç mücadelesi, burada gücünü perçinleyen devletlerin küresel sistemde daha etkin olmasının da formülü olmuştu. Benzer bir durumun 21.yüzyıl içinde geçerli olduğunu söylemek mümkün.

Rusya’nın Suriye politikasına bölgesel dinamikler ışığında bakıldığında belli başlı faktörlerin belirleyiciliği dikkat çeker. 1991’de SSCB’nin yıkılması ve ardılı olarak Rusya Federasyonu’nun doğması küresel sistemdeki dönüşümün sembolü oldu. Büyük bir yıkımın mirasçısı RF, dış politikasında Atlantikçilik ismiyle anılan bir dönüşümle önceliğini Batı’yla bütünleşmeye ayırdı. 1993’te Moskova, Eski Sovyetler Birliği Coğrafyasını yakın çevresi olarak ilan etmiş olmakla birlikte Ortadoğu’ya yönelik net bir duruş ortaya koymamıştı. Ancak 2000’lerle birlikte Rusya’nın hem ekonomik hem de politik olarak hızla toparlanması, dış politikada da karşılık buldu. Böylece Moskova, sınırlı da olsa doktrinlerinde dünyanın pek çok bölgesinde etkin olmaya başladı. Yönelim alanlarından birisi de hem sahip olduğu enerji kaynakları hem de

2Vladimir Putin’in 11 Eylül 2013’te ABD’ye hitaben yazdığı mektup için bkz:

http://www.nytimes.com/2013/09/12/opinion/putin-plea-for-caution-from-russia-on-syria.html?_r=0 (1 Kasım 2013).

(5)

konumu itibariyle küresel güç mücadelesinin en stratejik alanlarından Ortadoğu’dur.

Rusya’nın Ortadoğu’da etkinliğini arttırmak için ilk hamlesi, 2003’teki Irak İşgalinde kendisini gösterdi. ABD’nin Irak’a yönelik operasyonuna başından beri karşı çıkan Moskova, BM Güvenlik Konseyi’ne getirilen karar taslaklarını veto etmişti. Moskova için işgal planı, sadece ABD’nin Ortadoğu’da giderek güçlenmesini sağlamayacak aynı zamanda hem Rusya’nın Irak ile olan ilişkilerini zedeleyecek hem de Rusya’nın bölgede etkinliğinin önüne set çekecekti. Bu bağlamda Rusya’nın Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki varlığı İran, Suriye, Cezayir ve Libya ile gerçekleştirilen ikili ilişkiler etrafında şekillenmeye başladı. Söz konusu ülkelerle enerji, silah ticareti, teknoloji alanında anlaşmalar yapan Moskova, hali hazırda sınırlı olan etkisini bu ülkelerle ilişkilerini güçlendirme üzerine kurdu. Buna karşın, 2010’da başlayan “Arap Baharı” karşısında Rusya belli bir süre sessizliğini korumuşsa da sıra bölgedeki müttefiklerine geldiğinde durum farklı bir hal almıştı.

Bu durumun en açık örneği 2011’de NATO’nun hava operasyonu ve ardından Muammer Kaddafi’yi devirmesinde yaşandı. Libya’daki şiddetin durdurulması şiarıyla BM Güvenlik Konseyi’nin 1973 sayılı Libya kararını veto etmeyen Moskova, planda olmamasına karşın Muammer Kaddafi’nin devrilmesi sonrasında durumu üzüntüyle izlediğini ifade etmişti. Hatta o dönem Başbakan koltuğunda oturan Putin BM’nin Libya için yaptığı müdahale çağrısını haçlı seferine benzetmişti.

Libya’da özellikle enerji alanında hayati çıkarları olmasına karşın Moskova’nın müdahale sessiz kalması hem bölgesel hem de ekonomik olarak Rusya’nın kan kaybetmesine neden oldu. Şöyle ki, müdahale sonrasında Rusya’nın Libya ile enerji anlaşmaları son bulmakla kalmadı, Rusya Libya piyasasında da açıkça dışlandı. Benzer biçimde küresel anlamda ABD’nin Ortadoğu’da etki alanını sınırlandırma ve çok kutuplu bir dünya düzeni arayışı da Libya’da adeta bir fiyasko dönüştü. Peşi sıra Suriye’de yaşananlar karşısında öncekinden daha kararlı bir politika benimsemiş olmasında Libya’dan alınan derslerin etkili olduğu söylenebilir.

Libya’da kaçırdığı treni, Şam’da yakalamak isteyen Moskova için Suriye politikası bölgesel olarak iki ana faktöre dayanıyor. İlk olarak, Moskova’ya göre Şam rejiminin dışarıdan bir müdahaleyle devrilmesi, kısa vadede İran’ın daha da izole olmasına ve ABD ve İsrail’in İran’a müdahale etmesini kolaylaştıracaktı. İran müdahalesine kapı aralayacak bu durum, Rusya’nın güney sınırına ilişkin kaygılarını perçinlemekte ve adeta bir istikrarsızlık senaryosu sunmaktadır. Bu doğrultuda Suriye rejimini savunma, Ortadoğu’daki diğer önemli bir müttefikini korumayı sağlayacağı gibi, kendi sınırında yaşanabilecek bir istikrarsızlığın da önünü almak demektir. Nitekim, 22-24

(6)

Kasım 2013’te Cenevre’deki İran Görüşmelerinde olumlu sonuçlar alınmasında Rusya’nın Suriye’ye yönelik müdahaleyi önlemesinin etkili olduğu söylenebilir. Böylece Moskova, Suriye konusundaki kararlı tutumuyla hem Suriye hem de İran konusunda başarı elde etmiş görünüyor.

Rusya’nın Suriye konusunda bölgesel politikalarına yön veren ikinci faktör, Ortadoğu’daki dönüşümler ışığında özellikle Sünni rejimlerin desteklenmesi ve adeta model olarak sunulmasıdır. Bu strateji Rusya açısından hem iç dinamikler hem de bölgesel dinamikler sebebiyle kaygı verici bulunmaktadır. 1990’lar boyunca her iki Çeçen savaşında da Sünni İslam’ı tehdit olarak gören Rusya, iç savaş boyunca etnik çatışmanın dini boyutuyla yüz yüze kalmıştı. Öyle ki, Sünni militanları desteklediği gerekçesiyle Suudi Arabistan Rusya’nın eleştirilerine maruz kalmıştı. Hâlihazırda toprak bütünlüğünü sağlayan Rusya, 1990’lardakine benzer bir senaryoyla yüz yüze kalmak istemiyor. Bölgesel anlamdaysa yükselişe geçen İslami hareketler, hem Kafkasya hem de Orta Asya’da istikrarsızlık ve çatışmaları tetikleyebilir. Şöyle ki, SSCB’nin dağılmasından bu yana Orta Asya’da sayıları çok yüksek olmamakla birlikte radikal İslamcı grupların varlığı Rusya’nın bölgesel istikrar ve sınır güvenliği kaygılarını arttırmıştı. Bu bağlamda 1990’lardan bu yana Rusya Afganistan’daki El-Kaide varlığından rahatsızlığını ifade etmişti. Öyle ki, Moskova radikal gruplara ev sahipliği yapan Taliban rejimine karşı BM Güvenlik Konseyi kararlarıyla ABD yönetimiyle de işbirliği yapmıştı. Hatta 2001 Afganistan müdahalesi sırasında ABD ve NATO’nun eylemlerine ve Orta Asya’dan üs kiralamalarına da sessiz kalarak destek olmuştu. Bu faktörler ışığında Sünni rejimlerin Suriye’de yönetim değişikliği için El-Kaide başta olmak üzere radikal İslami gruplarla işbirliği içinde olması ve dahası söz konusu grupların sadece eylemlerine sessiz kalmayıp bu grupları silahlandırması, Moskova’nın gözünde yakınlaşan geniş ölçekli bölgesel bir istikrarsızlık tehdididir. Dolayısıyla Suriye’de rejimin söz konusu radikal gruplara karşı sağlam durması, Rusya için arka bahçesinde istikrarın korunması anlamına geliyor.

Ulusal düzeyde Rusya’nın Suriye özelinde stratejik çıkarlarıysa şu şekilde özetlenebilir. Rusya’nın Akdeniz’e açılan tek kapısı Tartus Deniz Üssü’dür. Askeri bir üs olmak birlikte Rusya’nın Irak ile olan enerji ilişkilerinin tek çıkışı da bu kapıdır. Ayrıca Doğu Akdeniz’in altındaki petrol ve doğal gaz rezervleri göz önüne alındığında, ekonomisini büyük oranda enerji üzerinden döndüren Rusya’nın Akdeniz’de varlık göstermesi, Tartus Deniz Üssü’ne bağlı görünüyor. Dahası, bu kadar değerli bir bölgede bir müttefike sahip olmak, yeni enerji denkleminde Rusya’nın dışlanmasını önleyebilir.

Silah ticareti, Rusya ile Suriye arasındaki ilişkilerin diğer önemli bir boyutudur. Hali hazırda Şam rejiminin Rusya’ya bu ticaretten kaynaklanan yaklaşık 3,5 milyon dolar borcu bulunuyor. Dahası, Suriye son döneme kadar

(7)

silah alımının % 78’ini Rusya’dan yaptı. İki ülke arasındaki savunma sistemleri ve ticaret yakın döneme kadar devam etti. Eğer rejim varlığını korursa, Rusya hem silah ticaretine devam edebilecek hem de borçlarını tahsil edebilecek. Bu bağlamda Esad’ın varlığı, Moskova’nın ekonomisi açısından önemli.

Son olarak iki ülkenin Soğuk Savaş’tan bu yana devam eden iyi ilişkilerinin istihbarat ayağına değinmek gerekir. Soğuk Savaş boyunca iki ülke arasında istihbarat alanında işbirliği yapılıyordu. Dahası, Suriye istihbarat örgütü El-Muhaberat’ın dönem içinde KGB tarafından eğitildiği de biliyor. Üstelik, SSCB dağıldıktan sonra da Moskova-Şam hattında istihbarat alanındaki işbirliği devam etti. Hatta, Irak’ın işgali sırasında FSB’nin Irak’taki gelişmeleri Suriye üzerinden takip etmiş ve Suriye neredeyse Rusya’nın Ortadoğu’daki gözü konumuna gelmişti.

Sonuç olarak denilebilir ki, 2000’lerden Rus dış politikası “çok kutuplu dünya düzeni” talebi çerçevesinde politika belirlemektedir. Küresel politikada sisteme yönelik beklentisi Rusya’nın, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da yaşanan gelişmeleri de okuma kılavuzudur. Buna bağlı olarak, ABD ve müttefiklerinin Ortadoğu’daki gelişmeleri nüfuz alanlarını arttırmak için fırsat olarak görmeleri, Rusya’nın talep ettiği çok kutuplu sistemin önündeki engellerden birisidir. Dolayısıyla, Suriye politikasında yakalanacak başarı çok kutupluluk için de aynı anlama gelmektedir. Bölgesel açıdansa ABD ve müttefiklerinin Ortadoğu’da nüfuz alanını genişletmek için Sünni rejimleri model olarak sunması ve radikal örgütlerle işbirliğine kadar vardırdıkları gözü karalık, Rusya için sadece Suriye ve İran gibi iki bölgesel müttefikinin kaybıyla sınırlı kalmayıp, yakın çevresinde radikal İslami örgütlerin varlığını güçlendirmesiyle sonuçlanabilir. Ayrıca, ABD’nin nüfuz alanını genişlettiği bir Ortadoğu senaryosu, Rusya’nın Libya’da olduğu gibi ekonomik ve siyasi olarak dışlanmasıyla noktalanabilir. Bu noktada kararlı bir Suriye politikası hem ABD’nin nüfuz alanını sınırlandırır, hem İran’a yönelik politikaların yönünü tayin eder hem de Rusya’nın bölgedeki varlığını kalıcılaştırabilir. İkili ilişkiler bağlamındaysa Akdeniz’deki varlılığının Şam rejimine bağlı olması, silah ticareti açısından Suriye’nin vazgeçilmez pozisyonu, son olarak Ortadoğu’daki gelişmeleri izlediği gözetleme kulesi niteliği Rusya’nın Suriye’yi kaybetmek istememesinin temel gerekçeleridir.

Referanslar

Benzer Belgeler

A — Baba, gayri meşru çocukların babalarına karşı nesebini red­ deden bir Devlet vatandaşı ise. Bu takdirde Türkiyede doğan ve ana­ sı belli olmıyan çocuğun

Böylece, çocuğa düşen mirası reddin mahkemenin tasdikine tâbi olup olmıyacağı sualine, miras statüsü (lex successionis) değil, ba­ banın millî kanunu cevap verir.

CEZAYI ARTTICI ŞAHSÎ SEBEPLER: Cezayı arttıran şah­ sî sebepler failin kötülük derecesini gösteren (Mükerrirlik gibi) fail ile mağdur arasındaki rabıta dolayısiyle

Beykent Üniversitesi, Adem Çelik-Beykent Eğitim Vakfı tarafından 1997 yılında 09.07.1997 tarih ve 4282 sayılı kanunla kurulmuş, kamu tüzel kişiliğine sahip bir vakıf

for prompt J/ψ mesons lies systematically above that of the ψ(2S) state, indicating different nuclear effects. in the production of the

GGeerreeçç vvee YYöönntteem mlleerr:: Çalışmamızda, İstanbul Üniversitesi Diş Hekim- liği Fakültesi Ağız Diş ve Çene Radyolojisi Ana Bilim Dalı’na 2011-2016

Department of Physics, Tsinghua University, Beijing, China 16 Institute of High Energy Physics, Beijing, China 17.. State Key Laboratory of Nuclear Physics and Technology,

The major sources of systematic uncertainty can be grouped into three different categories: normalization uncertainties that are assigned to each of the background processes