• Sonuç bulunamadı

Başlık: Duende’nin oyunu ve kuramı Federico Garcia LORCA Yazar(lar):Çev.: KARACA, CerenSayı: 38 Sayfa: 071-082 DOI: 10.1501/TAD_0000000316 Yayın Tarihi: 2014 PDF

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Başlık: Duende’nin oyunu ve kuramı Federico Garcia LORCA Yazar(lar):Çev.: KARACA, CerenSayı: 38 Sayfa: 071-082 DOI: 10.1501/TAD_0000000316 Yayın Tarihi: 2014 PDF"

Copied!
12
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Hanımefendiler, Beyefendiler;

Madrit’te bulunan Residencia de Estudiantes (Öğrenci Yur-duna) girdiğim 1918 yılından, Felsefe ve Edebiyat öğrenimimi bi-tirdiğim 1928 yılına kadar, kadim İspanyol aristokrasisinin Fransız plajlarındaki uçarılıklarının kefaretini ödemek için teşrif ettikleri bu zarif salonda takriben bin konferans dinlemişimdir.

Havaya ve günışığına kavuşma arzusuyla, öylesine sıkılır-dım ki burada, dışarıya çıktığımda toz karabibere dönüşmek üzere olan ince bir külle kaplandığımı hissederdim.

Hayır, bu salona, bütün başları yumuşak bir uyku ipinden geçiren ve dinleyicilerin gözlerine iğne ucundan demetler batıran o korkunç sıkıntı sineğinin girmesini istemem.

Doğrusu, şairane sesimde, ne ahşap parlaklığının, ne çam kıvrımlarının ne de ansızın ironi bıçaklarına dönüşüveren kuzula-rın bulunmadığının farkındayım, yine de bakalım sizlere kederli İspanya’nın saklı ruhu üzerine bir ders verebilecek miyim?

Júcar, Guadalfeo, Sil veya Pisuerga (1) (akıntıları, Plata’yı karıştıran aslan yelesi rengindeki dalgalarla birlikte anmak istemi-yorum) nehirleri arasına yayılmış boğa postunda (2) yaşayanların, ara sıra “Amma duendesi var” dedikleri duyulur. Endülüs halkının büyük sanatçısı Manuel Torre, şarkı söyleyen birine “Güzel sesin var, makamları da biliyorsun ama yine de başarılı olamazsın çünkü sen-de duensen-de yok.” sen-demiştir.

Duende’nin Oyunu ve Kuramı

Federıco Garcıa LORCA

çev. ceren karaca*

(2)

Endülüs’ün tamamında, Jaén’deki kayalardan tutun da Kadiz’deki deniz ka-buklarına varana kadar, halk sürekli ola-rak duendeden bahseder ve ani bir dür-tüyle ortaya çıktığı anda onu fark ederler. Debla’nın yaratıcısı, muazzam Flâmenko şarkıcısı El Lebrijano: “Duende ile söyledi-ğim günler, kimse benimle başa çıkamaz” demişti; meşhur Çingene dansçı La Malena Brilowsky’i Bach’tan bir kesit çalarken duy-duğunda: “Olé! Bunda duende var!” diye heyecanlanmış, Gluck, Brahms ve Darius Milhaud’da ise sıkılmıştı. Tanıdıklarım ara-sında kan kültürünün en önemli temsilcisi olan Manuel Torre (3) , Falla’nın kendisine ait “Nocturno del Genaralife” adlı parçası-nı çalarken şu mükemmel çıkarımı yapmış-tır: “Karanlık seslere sahip olan her şeyde duende vardır.” Bundan daha doğru bir laf olamaz.

Bu karanlık sesler birer muamma-dır, hepimizin bildiği ve görmezden geldiği ancak sanatın özünü bize ulaştıran kökleri balçıklara saplanmıştır. İspanya’nın gözde-si karanlık sesler demiştir ve Paganini’den bahsederken duende’nin tarifini yapan Goethe’yle hemfikirdir: “Herkesin hisset-tiği ama hiçbir filozofun açıklayamadığı gizemli güç.”

Demek ki, duende bir arzudur eylem değil (4), bir mücadeledir düşünce değil. Yaşlı bir gitar virtüözünün şöyle dediğini duymuştum: “Duende gırtlakta değildir; duende, içeriden, ayak tabanların-dan çıkar yukarıya.” Sözün kısası, duende bir yetenek meselesi değil, gerçek bir oluş

meselesidir; yani, bir kan; yani bir kadim kültür, eylem anında yaratma meselesidir.

“Herkesin hissettiği ama hiçbir filozofun açıklayamadığı bu gizemli güç”, özetle, toprağın ruhudur, Nietzsche’nin, Rialto köprüsü üzerindeki süslemelerde ya da Bizet’in müziğinde aradığı, izini sürdü-ğü ve bir türlü bulamadığı duendenin gi-zemli yunanlardan Kadizli dansçılara veya Silverio’nun gırtlağı kesilmiş diyonizyak çığlığına geçtiğini bilmediği halde yüreğine kor düşüren de aynı duendedir.

Ancak, kimsenin duende-yi, Luther’in Baküs’e has bir duyguyla Nürnberg’de bir mürekkep hokkası savur-duğu ilahi kuşku iblisiyle ya da manastır-lara girmek için kancık kılığına giren yı-kıcı ve kıt zekâlı Katolik şeytanıyla ya da Cervantes’in Ardenia Korusu ve Haset Evi eserindeki Malgesi’nin taşıdığı konuşan maymunuyla karıştırmasını istemem.

Hayır. Benim bahsettiğim duende, karanlık ve ürperticidir, baldıran içtiği gün onu öfkeyle tırmalayan Sokrates’in mer-merden ve tuzdan o neşeli iblisinin ve çem-berlerden ve çizgilerden usanarak, sarhoş denizcilerinin şarkılarını dinlemek için ka-nala giden Descartes’ın yeşil badem kadar küçük o hüzünlü iblisinin soyundan gelir.

Bütün insanlar, ister Cézanne ol-sun ister Nietzsche, bütün sanatçılar, mü-kemmellik kulesinde tırmandıkları her ba-samağı, daha önce belirtildiği gibi melekle ya da ilham perisiyle değil, kendi duende-leriyle verdikleri mücadele pahasına

çık-Fed erı c o Gar cıa L O R CA/ ceren k ar aca

(3)

73

mışlardır. Eserlerinin özü için esas olan bu ayrımı yapmak gerekir.

Melek, Aziz Rafael gibi yol gös-terir ve ödül ihsan eder, Aziz Mikael gibi savunur ve korur ve Aziz Gabriel gibi ikaz eder.

Melek, büyüler; insanın başının üzerinden uçar, yukarıdan, ihsanını bırakır ve insan, hiç çaba harcamaksızın, eserini, tılsımını ya da dansını gerçekleştirir. Şam yolundaki melek, Assisi’de küçük bir bal-konun aralıklarından giren ya da Heinrich Seuse’ün yolunu izleyen melekler emreder-ler ve onların ışığına karşı durmanın yolu yoktur çünkü çelik kanatlarını kaderinde yazılı olanın etrafında çırparlar.

İlham perisi yazdırır, kimi zaman ise fısıldar. Nispeten daha az şey yapar, zira zaten öyle mesafeli ve bitkindir ki (ben iki kere karşılaştım onunla) ona mermerden yarım bir kalp vermek zorunda kaldılar. İlham perisinin şairleri nereden geldiğini bilmedikleri sesler duyarlar, ancak onları yüreklendiren de kimi zaman onlarla bes-lenen de hep ilham perisidir. Tıpkı ilahi meleğe bağlı Rousseau’nun resmettiği kor-kunç ilham perisi tarafından yok edilen bü-yük şair Apollinaire’in durumu gibi. İlham perisi zekâyı açar, sütunlu manzaralar ve sahte defne tadı verir ve akıl çoğu kez şii-rin düşmanıdır, zira sınırlar çizer, şairi sivri uçları olan bir tahta çıkarır ve şaire, tek cam gözlüklerde ya da küçük salonların ılık cila-lı güllerinde yaşayan ilham perileri yardım edemeden, ansızın, karıncalar tarafından

yenilebileceğini ya da başına arsenikten bir ıstakoz düşebileceğini unutturur.

Melek ve ilham perisi dışarıdan gelirler; melek ışık, ilham perisi biçim ve-rir. (Hesiodos ilham perisinden öğrenmiş-tir.) İster altın varakları olsun ya da tunik kıvrımları, fark etmez, şair kuralları kendi defne koruluğunda alır. Oysa duendeyi da-marların en derin barınaklarından uyan-dırmak gerekir. Meleği geri çevirin, ilham perisine tekmeyi basın ve XVIII yüzyıl şi-irinin yaydığı menekşe tebessümlerine ve kısıtlanmaktan hasta düşmüş ilham perisi-nin merceğinde uyuduğu büyük teleskopa duyduğunuz korkuyu unutun.

Asıl mücadele duende iledir. Keşişlerin yabani üslubundan, mistiklerin zarif üslubuna kadar Tanrıya ulaşacak yollar bilinir: Aziz Teresa’nın ku-lesi ya da Aziz Juan de la Cruz’un üç yolu gibi. Yeşaya’nın sesiyle “Gerçekten sen ken-dini gizleyen bir Tanrı’sın” diye çağırmamız gerekse bile, Tanrı, er ya da geç, ilk ateş di-kenlerini onu arayanlara gönderir.

Duendeyi bulmak için ne bir hari-ta vardır ne de bir yöntem. Duendenin, kanı bir cam fırtınası gibi yaktığı, insanı tüketti-ği, öğrenilmiş bütün o tatlı geometriyi red-dettiği, üslupları bozduğu, tesellisi olmayan insani acılardan güç aldığı, İngiliz resim sanatının en güzel pembelerinin, kurşuni ve gri tonlarının ustası Goya’ya korkunç zift karasıyla avuçları ve dizleriyle resim yaptırdığı, Mossèn Cinto Verdaguer’i Pire-nelerin soğuklarında çırılçıplak bıraktığı,

Duen d e’n in O yunu ve Kur a mı

(4)

74

Jorge Manrique’yi Ocaña kurağında ölümü beklemeye gönderdiği, Rimbaud’nun zarif bedenine yeşil bir cambaz kıyafeti giydirdi-ği, Kont Lautréamont’a boulevard şafağın-da ölü balık gözleri verdiği bilinir sadece.

Güney İspanya’nın büyük sanatçı-ları, Çingeneler ya da Flamenko üstatsanatçı-ları, ister şarkı söylesinler, dans etsinler ya da enstrüman çalsınlar duende zuhur etme-den hiçbir duyguyu vermenin mümkün olmayacağını bilirler. Duendesi olmayan yazarlar, ressamlar ve edebiyatçılar her gün sizi kandırıp, duende gelmeden gelmiş hissi uyandırabilirler; lakin tuzaklarına düşme-mek ve yavan sanatlarıyla arkalarına bile bakmadan kaçmalarını sağlamak için onla-ra bionla-raz yakından bakmak ve kayıtsızlığın eline düşmemeye çalışmak yetecektir.

Bir keresinde, Endülüslü Flamen-ko sanatçısı, kasvetli İspanyol dehası, hayal-gücü Goya’nın ya da Rafael el Gallo’nunki-ne denk olan Pastora Pavón, La Niña de los Peines, Kadiz’de küçük bir tavernada şarkı söylüyormuş. Gölgeli sesiyle, dövülmüş te-neke sesiyle, yosun tutmuş sesiyle oyunlar oynuyor, sesini, saçlarının arasına doluyor ya da manzanilla (5) ile ıslatıyor ya da göz-den ırak karanlık çalılıkların arasında kay-bediyormuş. Ama hepsi boşuna, ne yapsa olmuyormuş. Dinleyenler sükunet içinde dinlemeyi sürdürüyorlarmış.

Bir Roma kaplumbağası(6) gibi göz alıcı, Ignacio Espeleta da oradaymış; bir keresinde ona “Nasıl olur da çalışmazsın?” diye sormuşlar; o da Argantonius ’a

(7)ya-raşır bir gülümsemeyle: “Nasıl olur da çalı-şırım, Kadizliyim ben.” diye cevap vermiş.

Sevilya’nın aristokrat fahişesi, So-ledad Vargas’ın soyundan gelen ve 1930 senesinde asalette kendine denk olmadığı için bir Rothschild ile evlenmeyi reddeden Ateşli Elvira da oradaymış. Florida’lar da oradaymış, halk kasap olduklarını düşünür ki aslında binlerce yıldır Geryoneus’a boğa kurban eden rahiplerdir kendileri. Bir kö-şede, bir Girit maskı takmış gibi görünen, tanınmış mandıracı Don Pablo Murube de oradaymış. Pastora Pavón şarkısını sessiz-lik içinde bitirmiş. Aguardiente (8) şişele-rinden ansızın çıkıveren oynak adamlara benzer kısa boylu bir adam, biraz nükte-dan, alçak bir sesle: “Varol Paris!” diyiver-miş, sanki “ne yeteneğin, ne tekniğin ne de ustalığın umurumuzda. Bizi başka şeyler ilgilendiriyor.” diyormuş.

İşte o zaman Ortaçağ ağıtçıları gibi bitkin La Niña de los Peines çıldır-mışçasına ayağa fırlamış, koca bir bardak dolusu ateş gibi cazallayı (9) bir defada kafasına dikmiş ve yerine oturmuş, sessiz, nefessiz ve perdesiz şarkısını söylemiş, yan-mış gırtlağıyla, fakat duendeyle. La Niña de los Peines, Aziz Barbara heykeli karşısında Antilli siyahların toplanıp üstlerini başları-nı yırttıkları lucumi ritüelindekine benzer bir ritimle, dinleyicilere giysilerini tırnak-latan, kum yüklü rüzgarların dostu, yakıcı ve kızgın bir duendeye boyun eğmek için şarkının bütün ezgilerinin canını almayı başarmış. Fed erı c o Gar cıa L O R CA/ ceren k ar aca

(5)

75

La Niña de los Peines sesini pa-ramparça etmek zorundaydı, zira biçimi değil, biçimin hasını, havada yüzebilecek kadar ince bir bedene sahip saf müziği iste-yen talepkar insanlar karşısında şarkı söyle-diğini biliyordu. Yeteneğini ve güvenini bir kenara bırakması; yani, ilham perisinden uzaklaşması ve duendesinin gelip onunla göğüs göğüse çarpışmaya lütfetmesi için savunmasız kalması gerekiyordu. Ama ne söyleyiş! Artık sesi oyunlar oynamıyormuş, sesi samimiyetinden ve yarasından fışkıran vakur kan damlalarıymış, Juan de Juni’nin bir İsa heykelinin fırtına yüklü çivilenmiş ayakları etrafında on parmaklı bir el gibi açılıyormuş.

Duende’nin gelişi bütün biçimler-de her zaman köklü bir biçimler-değişim gerektirir. Eski düzenler üzerinde yeni yaratılmış bir şeye benzer, mucizevi ve neredeyse ilahi bir heyecan yaratarak emsalsiz bir tazelik duy-gusu verir.

Her tür Arap müziğinde, dansın-da, şarkısında ya da ağıtında duendenin gelişi “Allah! Allah!” nidalarıyla selamlanır, bu Boğa güreşlerindeki “Olé!”ye o kadar yakındır ki hatta belki de aynısıdır kim bilebilir ki; İspanya’nın güneyinde söyle-nen tüm şarkılarda duendenin tezahürünü, içten “Viva Dios!” haykırışları, beş duyu aracılığıyla dansçının bedenini ve sesini titreten duende sayesinde Tanrı’yla kurulan iletişimin derin, insani ve dokunaklı haykı-rışları takip eder. XVII. yüzyılın garip şairi Pedro Soto de Rojas’ın yedi bahçesiyle ya da John Climacus’un titrek ağıt

merdive-niyle başardığı gibi bu dünyadan gerçek ve şiirsel saf bir kaçış.

Bu kaçış gerçekleştiğinde, şüphe-siz herkes onun etkilerini hisseder; acemi-ler, biçemin zayıf bir malzemeyi nasıl alt ettiğine, cahiller ise onda gerçek bir hissi-yatın bilmem nesine şahit olur. Yıllar önce, Jerez de la Frontera’da gerçekleşen bir dans yarışmasında göz alıcı kadınlar ve su gibi belli çocukların arasından, sadece kollarını kaldırıp, başını hafifçe geriye atarak aya-ğını yere vurmasıyla ödülü seksenlik yaşlı bir kadın almıştı; ancak güzel biçimleri ve güzel tebessümleriyle ilham perilerinin ve meleklerin toplandığı orada, paslı bıçaklar-dan oluşan kanatlarını yerde sürükleyen, o can çekişen duendenin kazanması gereki-yordu, kazanmıştı da.

Bütün sanatlar duendeye muk-tedirdir, lakin doğal olarak en çok, mü-zikte, dansta ve sözlü şiirde kendine yer bulur, zira bunlar yorumlanmak için etten bir bedene ihtiyaç duyarlar, zira sürekli bir şekilde doğan ve ölen ve hatlarını ke-sin bir şimdiki zamana yayan biçemlerdir bunlar. Pek çok kez müzisyenin duendesi yorumcunun duendesine geçer, ve kimi kez de eğer müzisyen ya da şair bunu ya-pamıyorsa, ki burası gariptir, yorumcunun duendesi görünüşte, ilkel bir biçeme sahip olan yeni bir harika yaratır. Yaratıcılığı sa-yesinde başarıya ulaştıracağı fiyaskoya uğ-ramış oyunlar arayan, kendisine duende musallat olmuş Eleonora Duse’nin durumu ya da, Goethe’nin açıkladığı gibi gerçek ba-yağılıkların içinden derin melodiler

duyu-Duen d e’n in O yunu ve Kur a mı

(6)

76

rabilen Paganini’nin durumu ya da Santa Maria rıhtımında, korkunç italyan cuplesi “O Marí”’yi öyle bir ritim, durak ve niyetle söyleyip dans ederken gördüğüm ve İtalyan süprüntüsünü şaha kalkan kuvvetli bir altın yılana çeviren o latif genç kızın durumu da böyledir.

Aslında, şüphesiz, bunlar daha öncekilerle hiç ilgisi olmayan, ifadeden yoksun bedenlere can ve anlam verdikleri yeni bir şey bulmuşlardı.

Her sanat, hatta her ülke, ilham perisine, meleklere ve duendeye mukte-dirdir; mesela Almanya, bır takım istisna-lar dışında, ilham perisine ve İtalya daimi bir meleğe sahiptir. Duendenin sabahın köründe limon sıktığı kadim bir müzik ve dans ülkesi, ölümün ülkesi, ölüme açık bir ülke olan İspanya ise, her daim, duende ta-rafından hırpalanmıştır.

Ölüm bütün ülkelerde bir son-dur. Gelir ve perdeler kapanır. İspanya’da ise böyle değildir. İspanya’da perdeler kal-kar. Bir çok kişi öldükleri güne kadar dört duvar arasında yaşar ve ancak o gün onları güneşe çıkarırlar. İspanya’da bir ölü, dün-yanın herhangi bir yerindekinden daha diridir: ölüm, bir berber usturasının ucu gibi yaralar çehresini. Ölümle ilgili şakalar yapmaya ya da sükunet içinde ölümü seyre dalmaya aşinadır İspanyollar. Quevedo’nun

El Sueño de las Calaveras’ından (10), Valdes

Leal’in Çürümüş Psikopos tablosuna kadar ve XVII. Yüzyıl’da Marbella’da yolun yarı-sında, çocuğunu doğururken ölen

kadın-dan:

Rahmimden akan kan, Kaplıyor atı.

Atının ayakları

saçıyor kara katran ateşleri…

...bir boğa tarafından öldürülen Sala-mancalı bir delikanlıya kadar:

Dostlar ölmekteyim, Dostlar çok fenayım, Üç mendil var içimde,

Dördüncüsünü koymaktayım… ...ölümü seyredalan bir halkın yaslan-dığı, en acımasız tarafında Yeremya’nın dizelerinin, en lirik tarafında ise servi ko-kuları yayan güherçile çiçeklerinin olduğu bir korkuluk vardır; lakin her şeyin nihai maddi değerine ölümde sahip olunan bir ülkedir burası.

İspanya’da, papaz cübbelerinde ve at arabalarının tekerlerinde, usturalarda ve çobanların dikenli sakallarında, çıplak ayda ve sineklerde, rutubetli dolaplarda ve yıkın-tılarda, üzerlerine dantel örtülmüş azizler-de ve kireçte, saçakların kesici köşelerinazizler-de ve balkonlarda, uyanık ruhlarca algılanan ve hafızamızı kendi geçiciliğimizin bayat kokusuyla dolduran sesler, imalar ve kısa ölüm otları vardır. Bütün İspanyol sana-tının, devedikenleri ve sert kayalarla dolu toprağımıza kök salmış olması tesadüf de-ğildir; Pleberio’nun feryadı ya da usta Josef

Fed erı c o Gar cıa L O R CA/ ceren k ar aca

(7)

77

María de Valdivielso’nun dansları münferit örnekler değildir, Bütün Avrupa’daki balad-lar içinden, şu İspanyol aşığınkinin dikkat çekmesi de şans eseri değildir:

-Eğer sen benim tatlı sevgilimsen, söyle, neden bana bakmazsın,. -Sana baktığım gözleri, gölgelere bıraktım ben.

-Eğer sen benim tatlı sevgilimsen, söyle, neden beni öpmezsin, -Seni öptüğüm dudakları, Toprağa bıraktım ben.

-Eğer sen benim tatlı sevgilimsen, söyle, neden beni sarmazsın, -Seni sardığım kolları Solucanlarla kapladım ben.

Ne de liriğimizin şafağında şu şarkının tınlaması gariptir: Bahçenin içinde Öleceğim ben, Gül ağaçları arasında Öldürdüler beni. Gidiyordum, anacığım, Gül toplamaya, Bulacağım ölümü Bahçenin içinde. Gidiyordum, anacığım, Gül budamaya Bulacağım ölümü, Gül ağaçları arasında. Bahçenin içinde Öleceğim ben, Gül ağaçları arasında Öldürdüler beni.

Zurbarán’ın resmettiği ayın don-durduğu o başlar, El Greco’nun yıldırım sarısıyla, tereyağı sarısı, Rahip Sigüenza’nın anlatıları, Goya’nın bütün eserleri, El Es-corial kilisesinin yarım kubbesi, polikrom heykel sanatı, Osuna Dukalık malikanesi-nin gömütü, Medina de Rioseco’daki Be-naventes şapelindeki “gitar çalan ölüm” figürü; hacıların ölülerin yerini aldıkları San Andrés de Teixido ayin törenlerinde-ki ibadete, Asturiaslı kadınların bir Kasım gecesinde meşalelerle yaktıkları ağıtlara, Mayorka ve Toledo katedrallerindeki Si-bila danslarına ve şarkılarına, Tortosa’nın “In Recort” ağıtının karanlığına ve tutkulu boğa güreşleriyle dolu sayısız Kutsal

cu-Duen d e’n in O yunu ve Kur a mı

(8)

78

martesilere denk düşer ve bunlar İspanyol usulü ölümde halkın zaferini ortaya çıka-rırlar. Ölüm söz konusu olduğunda, yer-kürede sadece Meksika benim ülkemle boy ölçüşebilir.

İlham perisi ölümün geldiğini görünce kapıları kapatır ya da bir kaide inşa eder ya da bir kül vazosu dolaştırır ve balmumundan yapılmış elleriyle bir kita-be kaleme alır, lakin, vakit kaykita-betmeden, iki meltem arasında salınan bir sessizlikle defneyapraklarını koparmaya geri döner. Kasidelerin kırık kemeri altında, XV. Yüzyıl İtalyan ressamlarının resmettiği o çiçekleri matem içinde toplar ve beklenmedik göl-geleri kaçırsın diye Lucretius’un güvenilir horozunu çağırır.

Melek, ölümün yaklaştığını gö-rünce, daireler halinde aheste aheste uçar ve Keats’in, Villasandino’nun, Herrera’nın, Bécquer’in ve Juan Ramón Jiménez’in el-lerinde titrediğini gördüğümüz buzdan gözyaşları ve nergislerle ağıtları nakşeder. Ancak pembe narin ayağında küçücük de olsa bir örümcek hissederse nasıl da çile-den çıkar.

Oysa duende, ölüm ihtimalini görmezse, ölümün evine musallat olama-yacağını bilmezse, hepimizin sahip olduğu tesellisi olmayan ve olamayacak o bağları sallayacağından emin olmazsa gelmez.

Duende yaratıcıyla zorlu mücade-lesinde gerek fikirle, sesle ya da mimikle, kuyuların kenarlarından zevk alır. Melekler ve ilham perisi keman tınıları ve ahenkle

kaçışıverirler, oysa duende yaralar ve asla kapanmayacak bu yaranın çaresi ise bir in-san eserinin tuhaflığı ve yaratıcılığıdır.

Şiir, büyülü gücünü, kendisine ba-kan herkesi kara sularla vaftiz edecek olan duendenin bulunmasından alır, çünkü du-endeyle sevmek, anlamak daha kolaydır, sevilmek ve anlaşılmak muhakkaktır. Ken-dini ifade etme ve bu ifadenin anlaşılması için verilen mücadele şiire kimi zaman ölümcül özellikler kazandırır.

Kusursuz bir flamenca (11) örne-ği ve duendeli Santa Teresa’yı anımsayın; kızgın bir boğayı bağladığı ve ona muazzam üç pase (12) yaptırdığı; ya da Rahip Juan de Miseria’nın karşısında güzelliği ile övündü-ğü; ya da Papanın elçisine tokat attığı için ona flamenca demiyorum; zamandan azat edilmiş aşkla, yaşayan bedende, yaşayan bulutta, yaşayan denizdeki özü beş duyuyla birleştiren o incecik köprüyü, o son sırrı-nı çaldığı için onu öldürmek maksadıyla duendesinin bir okla delip geçtiği (meleği değil zira melekler asla saldırmazlar) ender yaratıklardan olduğu için böyle diyorum.

Duendenin cesur galibidir San-ta Teresa ve onun San-tam karşıtı, Teolojide ve Astronomide ilham perisini ve meleği ararken, geometrinin düşlerle sınırlandı-ğı El Escorial sarayının soğuk ateşlerinde ona ebedi bir ceza vermek için ilham perisi maskesi takan duende tarafından kendini hapsolmuş bulan büyük hükümdar Felipe de Asturia’dır.

Duendenin yaraların kıyısını

sev-Fed erı c o Gar cıa L O R CA/ ceren k ar aca

(9)

79

diğini ve biçimin, görünür ifadelerinin öte-sinde bir hevesle eridiği yerlere yanaştığını söylemiştik.

İspanya’da (dansın ilahi bir ifade şekli olduğu Doğu kültüründe olduğu gibi) duendenin Martialis tarafından övülen Ka-dizli dansçıların bedenleri üzerinde, Juve-nal tarafından övülen şarkıcıların sineleri üzerinde ve tıpkı bir dini ayinde olduğu gibi, Tanrı’ya tapılan ve adına kurban ve-rilen tam bir dini ritüel olan boğa güreşleri üzerinde sınırsız bir alanı vardır.

Klasik dünyanın bütün duendesi, insanoğlunun azami öfkesini, hışmını ve yakarışını keşfeden bir halkın, kültürünün ve üstün duyarlığının örneği bu mükem-mel fiestada toplanmış gibidir. Ne İspanyol danslarında ne de boğa güreşlerinde kimse eğlenmez: duende canlı biçemler üzerin-den dram yoluyla acı çektirmeyi amaçlar ve etrafı saran gerçeklikten kaçmak için basa-makları hazırlar.

Duende dansçı kızın bedenini, rüzgârın kumu işlediği gibi işler. Büyülü gücüyle genç bir kızı ay çarpmışa çevirir veya meyhanelerde sadaka için dolaşan süklüm püklüm bir ihtiyarın delikanlı gibi yanaklarını ala boyar, sadece bir saç bukle-sinde günbatımında rıhtım kokusunu verir ve ezelden beri dansın anası olan ifadelerle, her an kolları çalıştırır.

Lakin, duende asla kendini tek-rarlamaz, bu üstünde durulacak kadar il-ginçtir. Kendini tekrarlamaz, tıpkı fırtınada denizin aldığı hallerinin kendisini

tekrarla-yamayacağı gibi.

Duende en can alıcı ifadelerini boğa güreşlerinde kazanır, çünkü bir taraf-tan onu yok edebilecek ölümle, bir taraftaraf-tan da, fiestanın asıl temeli olan geometrik he-saplarla ve ölçümlerle mücadele etmelidir. Boğanın kendi yörüngesi vardır; boğa güreşçisinin de kendi yörüngesi. Bir yörüngeyle diğeri arasındaysa bu korkunç oyunun doruğunda bulunan bir tehlike noktası vardır. Muleta (13) ya ilham peri-siyle, banderilla (14) ya ise melekle sahip olunup, iyi bir boğa güreşçisi havasına gi-rilebilir. Ancak son darbenin indirildiği faena de capa (15) bölümünde henüz yara almamış boğaya karşı, öldürme vakti gel-diğinde sanatsal gerçekliğin darbesini in-dirmek için duendenin yardımına ihtiyaç duyulacaktır.

Arenadaki halkı pervasızlığıyla korkutan bir boğa güreşçisi, güreşmekten ziyade, hayatıyla oynayan herhangi bir in-sanın düşebileceği gülünç bir durumda bulur kendini; lakin duendenin dişlerini geçirdiği güreşçi, Pisagor armonisi dersi veririken, yüreğini durmaksızın boynuzla-rın önüne attığını unutturur.

Lagartijo Romalı duendesiyle, Jo-selito yahudi duendesiyle, Belmonte barok duendesiyle, Cagancho ise çingene duen-desiyle, arenanın alacakaranlığından, şair-lere, ressamlara ve müzisyenlere İspanyol geleneğinin dört büyük yolunu gösterirler.

İspanya ölümün ulusal bir

gösteri-Duen d e’n in O yunu ve Kur a mı

(10)

80

ye dönüştüğü, baharlar geldiğinde ölümün uzun borular üflediği tek ülkedir. İspanyol sanatına, mütemadiyen, farklılık ve yaratı-cılık meziyeti veren mahir bir duende kıla-vuzluk etmiştir.

Heykel sanatı tarihinde ilk defa, üstad Mateo de Compostela’nın azizleri-nin yanaklarını kanla dolduran duendeyle, San Juan de la Cruz’u feryat ettiren ya da Lope’nin dini sonelerini kullanarak çıplak ninfaları yakan aynı duendedir.

Sahagun kulesini inşa eden, Ca-latayud ya da Teruel’deki sıcak tuğlaları işleyen duendeyle, El Greco’nun bulutları-nı dağıtan, Quevedo’nun muhafızlarıbulutları-nı ve Goya’nın düşlerini umarsızca sergileyen de aynı duendedir.

Duende, yağmur yağdığı zaman, kraliyet grilerinin arkasından, için için du-endelenmiş Velázquez’i çıkarır ortaya; kar yağdığı zaman, soğuk havanın öldürmedi-ğini göstemek için Herreya’yı çırılçıplak dı-şarı çıkarır; yandığı zaman alevleri arasına atar Berruguete’yi ve heykel yapmak için yeni bir alan bulmasını sağlar.

Góngora’nın ilham perisi ve Garcilaso’nun meleği, San Juan de la Cruz’un duendesi geçtiği zaman,

Yaralı geyik Tepelerde görünür

olduğu zaman, defneden yapılmış taç-larını atmak zorunda kalırlar.

Gonzalo de Berceo’nun ilham perisi ve Arcipreste de Hita’nın meleği, Jorge Manrique Belmonte kalesinin ka-pılarına ölümcül bir yarayla geldiğinde, geçmesi için geri çekilmek zorunda kalır-lar. Gregorio Hernández’in ilham perisi ve José de Mora’nın meleği, kanlı gözyaşları döken Mena’nın duendesiyle, Martínez Montañés’in asur boğası başlı duendesinin karşılaşması için uzaklaşmak zorunda ka-lırlar; tıpkı Katalunya’nın hüzünlü ilham perisinin ve Galisya’nın ıslak meleğinin, sı-cak ekmeklerden ve berrak gökyüzünde kı-raç tepelerin kurallarıyla otlayan tatlı inek-lerden uzak kalmış Kastilya’nın duendesine sevecen bir şaşkınlıkla bakmak zorunda kalmaları gibi.

Quevedo’nun duendesi ve Cervantes’in duendesi, biri yeşil fosforlu anemonlarıyla, diğeri Ruidera’nın alçıtaşın-dan çiçekleriyle İspanya’nın duendesinin sunağını taçlandırırlar.

Her sanatın, doğal olarak, kendine has biçimde ve tarzda bir duendesi vardır, lakin her biri Manuel Torres’in karanlık seslerinin döküldüğü noktada, ahşabın, ku-maşın, sesin ve sözün ürkek ve dizginlene-meyen ortak derinliğinde ve nihai şeklinde birleşirler.

O karanlık seslerin ardında zarif mahremiyetleriyle volkanlar, karıncalar, meltemler ve beline Samanyolunu dolamış ihtişamlı geceler uzanır.

Hanımefendiler, Beyefendiler; ben üç kemer inşa ettim ve onlara hoyratça

Fed erı c o Gar cıa L O R CA/ ceren k ar aca

(11)

81

ilham perisini, meleği ve duendeyi yerleş-tirdim.

İlham perisi sessiz sakin durur, ince pilili bir tuniğe ya da Pompei’yi seyre-dalan ineklerin gözlerine ya da yakın dostu Picasso’nun onu resmettiği gibi dört çehreli iri bir buruna sahip olabilir. Melek, An-tonello de Mesina’nın saçlarını, Lippi’nin tuniğini ve Massolino ya da Rousseau’nun kemanını dalgalandırabilir.

Duende’ye gelince... nerededir du-ende? Boş kemerden, yeni manzaralar ve yabancı sesler arayan, ölmüşlerin başları-nın üzerinde ısrarla esen hayali bir rüzgar giriyor; yeni yaratılmış şeylerin durmaksı-zın vaftizini ilan eden çocuk tükürüğünün, ezilmiş otların ve denizanalarının peçeleri-nin kokusunu taşıyan bir rüzgar.

Notlar

1. İber yarımadasında doğan ve denize dökülen nehirler. 2. İspanya haritası serilmiş bir boğa postuna

benzetilme-ktedir.

3 Manuel Torre(1878-1933) gerçek adı Manuel Soto Loreto olan ünlü İspanyol Flamenko sanatçısı.

4. Bu ifade “duende bir yetidir çaba değil” şeklinde de yorumlanabilir. Ç.N.

5. Endülüs Bölgesine has bir tür beyaz şarap. 6. Romalı askerlerin bir araya toplanarak etraflarını

kalkanlarıyla kapattıkları bir savunma hamlesi. 7. Son Tartasos kralı.

8. Bir tür sert içki. 9. Bir tür sert içki.

10. Francisco de Quevedo’nun Los Sueños(Düşler) eserinin sansürlenmiş son bölümü.

11. Lorca burada flamencayı küstah anlamında kullanıyor. 12. pase: Boğa güreşinde boğanın kırmızı pelerinden

geçişlerine verilen isim.

13. Boğa güreşçisinin kırmızı pelerinin ya da kumaşın arkasına gizlediği baston ya da sopa.

14. Boğa güreşinde ucunda zıpkın olan küçük etrafı kağıt kaplı sopalar.

15. Boğa güreşinde, boğanın öldürüldüğü son hamleler.

Duen d e’n in O yunu ve Kur a mı

(12)

Referanslar

Benzer Belgeler

Išuṷa memleketine geçen Gurtališša şehri askerleri, Araṷanna şehri askerleri, Zazziša memleketi, Tegarama memleketi, (21) Timana memleketi, Ḫaliṷa dağı,

Bunun için, bir klinikte hasta bakımının “24 saat içinde kaç hemşire tarafından verildiğinin” belirlenmesi için, günlük olarak klinikte gündüz ve gece çalışan

Stepanov Institute of Physics, National Academy of Sciences of Belarus, Minsk, Republic of Belarus 91 National Scientific and Educational Centre for Particle and High Energy

Comparison of the obtained results on the total widths in this work with the experimental value and taking into account the results of our previous mass prediction on the Ω(2012)

Bu tür mağduriyetlerin önlenmesi veya asgari düzeye çekilmesi için, belediye teşkilatının kuruluş kriterlerinin yeniden düzenlenmesi (yörenin nüfus

Political science scholar Cynthia Enloe defines militarization as “a step by step process by which a person or a thing gradually comes to be controlled by the military or comes

Evet, tiyatronun tarihini – henüz Avrupa’nın Doğusundaki bizler tiyatronun Doğusu için yeterli kaynak araştırması yapıp bunları uluslararası

Birbirine düşman halklar bir felaketle karşılaştıklarında birbirlerine ne kadar benzediklerin, aynı ruhu paylaşıp aynı çığlıkları attıklarını, aynı lanetleri ve