• Sonuç bulunamadı

ÜNİVERSİTE EĞİTİMİNİ YENİDEN DÜŞÜNMEK

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "ÜNİVERSİTE EĞİTİMİNİ YENİDEN DÜŞÜNMEK"

Copied!
5
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

ÖZET: “Üniversitelerde özerklik önemlidir. Bir bilim

adamı için en anormal şeylerden birisi; siyasi ya da başka

ge-rekçelerle bildiklerini söyleyememesidir. Yeni bir şey

söyle-mekten korkan bir bilim adamı, insan hayatını kolaylaştıran

buluşların altına nasıl imza atabilir? Dünyanın tartışmasız en

büyük gücü olan ABD, bilime bütçesinden en fazla pay ayıran

ülkedir. En iyi üniversiteler de, en iyi bilim adamları da bu

ülkededir. Japonya da öyledir. Avrupa Birliğinin ise bu

ko-nuda önemli çabaları vardır. Sovyetler Birliği dönemindeki

altyapı çalışmaları, bugünün Rusya’sını yeniden küresel bir

güç olmanın eşiğine getirmiştir. Çin’in bir dev olması yine

bu ülkedeki üniversitelerin sayısı ve kalitesi ile ilgilidir. Bu

ülkede tam 35 milyon öğrenci öğrenim görmektedir ve on

binlercesi Çin dışında özellikle de lisansüstü alanlarda

eği-tim almaktadır. OECD’nin bu konuda yaptığı bir araştırmada

Türkiye OECD ülkeleri arasında Meksika’dan daha iyi fakat

diğer OECD ülkelerinin tamamının altında yer almıştır. En

başarılı ülke ise eğitim sistemini yaşamın bir parçası gibi

de-ğerlendiren Finlandiya’dır.”

ANAHTAR KELİMELER: Üniversite, özerklik, bilim, siyaset,

kürsü.

ABSTRACT: “The autonomy of universities is

im-portant. One of the things that is most abnormal for a

scien-tist; for political or other reasons can not say they know. A

scientist who is afraid to say something new, how he could

sign the bottom of inventions that make life easier for

peop-le? Arguably the world’s greatest power is the US, which is

the maximum numerator that separates the science from the

budget of the country. The best universities, the best

scien-tists in this country. So is Japan. There are significant efforts

of the European Union in this regard. The infrastructure in

the period of the Soviet Union, today’s Russia is re-teeter on

the brink of becoming a global power. China is a giant and

still be related to the number and quality of universities in

this country. There are 35 million students in this country,

and tens of thousands of them outside China, especially in

the areas of graduate training. According to a report by the

OECD in this regard, Turkey among OECD countries, from

Mexico is better, but the other has been involved in all six of

the OECD countries. The country’s most successful consisted

of evaluating the education system as a part of life.”

(2)

B

ir ülke için olmazsa olmazlardan birisi de üniversite eğitimidir. Ka-naatimce bu fırsat herkese veril-melidir. Bir başka deyişle, isteyen herkes üniversite imkânından yararlana-bilmelidir. Zira yatırım insana, dolayısıyla ülkenin geleceğinedir. Maliye teorisinde zorunlu olmayan eğitim hizmetleri “yarı kamusal” olarak tanımlansa da (bunun an-lamı, aldığı eğitime bireyin de mali katkı-da bulunması zorunluluğudur) Türkiye’nin sosyal yapısı dikkate alındığında üniversi-te eğitiminin parasız ya da sembolik bir katkıyla yürütülmesi mümkündür. Zaten şu andaki yükseköğretimimiz de böyledir. Eğitime devletin katkısının oranı dikkate alındığında normal öğretimde sıfırlanan katkı paylarının ikinci öğretimde sem-bolik hale getirildiği söylenebilir. Türkiye önemli sayılabilecek bir süredir, bütçe giderlerinde en büyük payı eğitim harca-malarına ayırmaktadır. Bu pay uluslararası karşılaştırmalarda halen düşükse de, ken-di içerisinde anlamlıdır. 2016 bütçesi için de durum böyledir.

Türkiye’de üniversitelerle ilgili çok olumlu olan bir gelişme ise, özel üniversi-telerin önünün açılmış olmasıdır. Zira ilk özel üniversitenin 1984 yılında açıldığı ül-kemizde bu tekel 1990’lı yıllarda kırılmış, 2000’li yıllarda ise iyice kolaylaştırılmıştır. Halen var olan 193 üniversitenin 70’ten fazlası vakıf üniversitesidir. Bu şekilde hem daha fazla insan için imkan hem de kaliteli eğitim için alternatif oluşturulmuş-tur.

Elbette bunlar konunun kantitatif tarafıdır. Daha önemli olan tarafı ise “ka-litatif” olanıdır. Dünyanın en iyi laboratu-varları, altyapıları da olsa işletecek insan olmadıkça anlamlı olmaz. Ancak Türki-ye’de bu konuda da son yıllarda önemli gelişmeler olduğu göz ardı edilemez. Av-rupa Birliği çerçeve programlarına katılım, değişim programları, TÜBİTAK’ın imkânla-rının eskiyle kıyaslanmayacak derecede genişletilmiş olması ve teoriden pratiğe aktardığı faaliyetlerin somut yansımaları bunun göstergelerindendir. Örneğin ile-tişim ve savunma bakımından fevkalade önemli olan uyduların artık büyük oranda yerli imkânlarla yürütülmesi ya da savun-ma sanayiindeki üretime olan destek veya yerli otomobille ilgili yapılan çalışmalar böyledir. Kısaca Türkiye teorik, bilimsel altyapısını belli bir aşamaya getirmiştir ve pratiğe dökmeye başlamıştır. Sıra bunla-rın tanıtımı ve pazarlanması aşamasına gelmiştir. Ancak bu konuda yeterince ileri olduğumuz söylenemez.

Bilimsel çalışmalar uzun vadeli yatırımlardır ve geri dönüşü de öyledir. Bi-limsel çalışmaların yeri ise esasen üniver-sitelerdir. Kısa vadede maliyeti yüksek, ge-tirisi ise düşüktür ama bilimsel çalışmalar uzun vadede önce bölgesel, sonra küresel güç olmanız anlamına gelir. Bunun örnek-leri de yok değildir. Dünyanın tartışmasız en büyük gücü olan ABD, bilime bütçesin-den en fazla pay ayıran ülkedir. En iyi üni-versiteler de, en iyi bilim adamları da bu ülkededir. Japonya da öyledir. Avrupa Bir-liğinin ise bu konuda önemli çabaları var-dır. Sovyetler Birliği dönemindeki altyapı çalışmaları, bugünün Rusya’sını yeniden küresel bir güç olmanın eşiğine getirmiş-tir. Çin’in bir dev olması yine bu ülkedeki üniversitelerin sayısı ve kalitesi ile ilgilidir. Bu ülkede tam 35 milyon öğrenci öğrenim görmektedir ve on binlercesi Çin dışında özellikle de lisansüstü alanlarda eğitim al-maktadır.

İsrail nisbi olarak çok küçük olma-sına rağmen etrafındaki ülkeleri tehdit edebilme gücünü, önemli ölçüde bilimsel çalışmalardaki başarısına bağlıdır. Güney Kore bu sayede büyük dünya markaları-na sahip olmuştur.

Bilimsel çalış-malara İsrail’e benzer ne-denlerle önem veren diğer bir ülke de İran’dır. Bu sayede İran

bölgesel bir güç olarak etkinliğini artırmış ve kendisinde bölge ülkelerini tehdit ce-sareti bulmuştur. Bu ülkeyle hiç de barışık olmayan İsrail ve 1979’dan beri bölgede-ki çıkarlarını baltalamasına rağmen ABD şimdiye kadar İran’a saldırmaya cesaret edememiştir. Uzun görüşmelerden sonra Ocak 2016’da İran’a ambargo da kalktığı-na göre, İran önümüzdeki dönemde daha da güç kazanacaktır.

Türkiye’de de son 10-12 yıl içeri-sinde üniversite sayısının artmış olması başlı başına dikkate değer bir durumdur. YÖK Başkanının açıklamalarına göre halen 5.5 milyon öğrenci üniversitelere devam etmektedir. Bir zamanlar sadece bir üni-versite ve yine sadece iki bin küsur (1930-31 öğretim döneminde 2.167) öğrencinin eğitim gördüğü dikkate alınırsa rakam daha anlamlı hale gelir. Üniversite sayısı ve üniversitelerin kapasitesi henüz bütün potansiyele cevap veremese de, Avru-pa ülkelerinin ortalamasını yakalamıştır. Yine YÖK Başkanının açıklamalarına göre üniversitelerde okullaşma oranı % 45’lere yaklaşmıştır. Üstelik sadece birkaç büyük şehirde değil, neredeyse Anadolu’nun en ücra köşelerine kadar uzanmış ağı ile 193’e yükselen üniversite sayısı, aynı za-manda bir ekonomi demektir.

1990’lı yıllarda Anadolu’da yeni üniversitelerin açılması ve bu üniversiteler için yurt dışına gönderilen adaylar büyük şehirlerdeki tekeli de kırmıştır. Üniversite-lerin ekonomik yönü bir sebep olmaktan ziyade sonuçtur. Örneğin 40.000 civa-rındaki öğrenciye eğitim verilen Afyon Kocatepe Üniversitesi’nin varlığı, önemli sayıda kişinin bu şehirden göçünü önle-mektedir. Çok daha önce bunu keşfetmiş olan Eskişehir ise tam bir öğrenci şehridir. Ülkemizin öğrenci alt yapısı en güçlü ille-rinden birisi olan Eskişehir, akıllı bir strate-ji ile bunu başarmıştır.

Ülkemizde de üniversite ve öğ-renci sayısının artması yanında, özellikle Türk ve Akraba Topluluklardan, Eski Os-manlı coğrafyasından ülkemizde eğitim görmek için gelen öğrencilerin sayısı da sürekli artış

(3)

göstermektedir. Yine YÖK Başkanının açık-lamalarına göre ülkemizde 55.000 civarın-da yabancı öğrenci eğitim görmektedir. 1990’larda altyapı yoksunluğu nedeniyle başarılamayan şeyin, şimdilerde ivme ka-zanmış olması başlı başına önemlidir. Zira büyük devlet daha fazla kilometre kare toprağı olan ülke değil, geleceğini planla-yan ülkedir.

Üniversite şehri olmak bir tara-fa, ekonomisinde üniversite eğitiminin önemli yeri olan ülkeler de vardır. Örne-ğin dünyanın en büyük ekonomilerinden birisi olan İngiltere’nin yabancı öğrenlerden elde ettiği gelir 40 milyar dolar ci-varındadır. Bu sayede bir ekonomi değil, bir kültür de oluşturulmaktadır. Ülkelerine dönen bu kişiler eğitim gördükleri ülkele-rin adeta gönüllü elçiliğini yapmaktadır. Dönmeyenler ise kazanılan beyin olarak bu ülkeye hizmet vermektedir.

KÜRSÜ DOKUNULMAZLIĞI

Üniversiteler bilim merkezleri, akademisyenler de fikir üreten kişiler ol-malıdır. Zira akademisyenler toplumun “aydınlık yüzünü” temsil etmektedir. Bu-nun ön şartı da akademisyenlerin kendile-rini hiçbir baskıya maruz kalmadan ifade edebilecekleri bir ortamın oluşturulması-dır. Ancak doğal olarak bunun çerçevesi “bilimsel” olmalıdır. Akademisyenin ken-disini siyasal baskı altında hissetmesi ne kadar tehlikeli ise, görüşlerini siyasal bir taraftan açıklaması da o derece sakıncalı-dır. Örneğin akademisyenlerin altına imza attıkları terör bildirisi böyle bir yönü tem-sil eder.

En tehlikelisi ise akademik cami-anın susturulmuş olmasıdır. Bunun en yüksek düzeyden ifade edilmesi ise bir rasyonaliteye işaret eder. Nitekim eski YÖK başkanının bu yöndeki ifadeleri bir ezberi daha bozmuştur. Özellikle “farklı” düşünenler geçmişte mobbingi, yani psi-kolojik şiddeti kılcal damarlarıma kadar hissetmiştir. Bunun günümüzde

sıfırlandı-ğı da söylenemez. Akade-mik ifade özgürlüğünün

teminatı olan özerklik; uzun yıllar hiyerarşik yapılanma,

kadro-laşma ve grup-laşma için bir

istismar aracı olarak kullanılmıştır. Eğitimciler herkesin öğrenme ye-teneğine sahip olduğunu, ancak zekâ dü-zeyine göre öğrenme süresinin farklılaşa-cağını ifa etmektedirler. O halde herkesin zekâ düzeyi, ilgisi ve potansiyeli diğerin-den farklıdır. Dolayısıyla bunu harekete geçirecek ortamın oluşturulması, bir baş-ka deyişle fırsat eşitliğinin sağlanması ge-rekmektedir. Ancak ülkemizde uzun yıllar siyasi irade/idare vasıtasıyla buna engel-ler çıkarılmıştır. Süreç Osmanlı’nın son za-manlarına da götürülebilirse de, bugünkü durumun temeli esasen tevhid-i tedrisat-la atılmıştır. Zira bu kanuntedrisat-la devlet kendi verdiği eğitimin dışında hiç bir alternatife izin vermemiştir. Bu politika kişisel ve ku-rumsal potansiyelin açığa çıkmasını uzun yıllar engellemiştir. Farklı yeteneklere sa-hip kişilerin kendilerini ifade etmesi sta-tükoya aykırıdır ama mesele elbette bu statükonun aşılmasını gerektirir.

Bir fikir üretme merkezi olması gereken üniversitelerin sadece resmi düşüncenin tekrarlandığı yer olmaktan çıkarılması bir başka gerekliliktir. İnkılap tarihi dersleri-nin üniversitelerde halen zorunlu olarak okutuluyor olması bunun somut bir gös-tergesidir. O halde ezberleri bozmak, eski köyle yeni adetler getirmek gerekir.

Akademisyen olmanın en iyi ta-rafı; bu kürsünün arkasına geçtiğinizde doğal sınırlar içerisinde özgürce her şeyi söyleyebilmenizdir. Düşünen, düşünce üreten, olaylara şüp- heyle yakla-ş a n ,

sorgulayan, tartışan, tartışmaya açık olan veya olması gereken bu kürsüde akade-misyenler uzun yıllar kendilerine dikte ettirilen şeyleri tekrarlamak zorunda kal-dılar. Zira zihinlere kazınmış ideolojik sap-lantılar “dersin dışına” çıkılmasını yasak-lıyordu. Sosyal etkinliklerde bulunmak, sivil toplumlara üye olmak, bir “camia” içe-risinde bulunmak” ise sürekli olarak tehdit olarak algılandı.

Eski YÖK Başkanının isabetli tes-pitiyle; “yükseköğretim sistemindeki so-runlar yasalarla değil ancak ortak akıl ile çözülebilir. Akademik özgürlük ve etik ortam sağlanmadan, akademisyenlere mobbing uygulamak sorunları katmerleş-tirmeden ve ertelemeden daha başka bir işe yaramaz. Bunlar akademik kültür ve zihniyet meselesidir. Çuvaldızı kendimi-ze de batırmamız lazım. Ükendimi-zerimizde haklı olarak bir tedirginlik, çekingenlik var.”

Elbette akademisyenler de suç iş-leyebilir. Belki yüz kızartıcı suçlar bir tarafa bırakılırsa yasaların-yönetmeliklerin ifade özgürlüğünü genişletici şekilde yorum-lanması gereklidir. Bir başka deyişle yasa ve yönetmelikler akademisyenlerin tepe-sinde Demoklesin kılıcı gibi sallanarak yıl-dırma politikasına araç edilmemelidir. An-cak bir zihniyet dönüşümü yaşanmadıkça sorunların tam olarak üstesinden gelmek mümkün değil. Bu zihniyet dönüşümü bir taraftan resmi ideolojinin tabularını tartış-maya açmayı gerektirirken, diğer taraftan heterojenik yapının akademisyenlerce iç-selleştirilmesini kapsar.

GOVERNANCE-YÖNETİŞİM

Yönetmek ayrı, yönetişmek ayrı-dır. Yönetişim eski tarz yöneticilerin pek kavrayamadığı bir terimdir. Governance (gavırnıns) artık Türkçe literatüre girmiş ve yönetişim olarak doğru bir şekilde karşılık bulmuştur. Kabaca kurumsal yapının sa-dece belli bazı kişilerin iki dudağı arasın-dan çıkartılarak, yönetilenlerin de fikrini alıp katılımlarını sağlamayı amaçlayan bir yönetim tarzıdır. Diğer bir deyişle seçkinci değildir. Bu tarz yönetim, katılımcı,

şef-faf, hesap verebilir bir nitelik taşır. Bir başka deyişle zor olandır. Zira her kararın sizden çıkması, kimsenin de buna itiraz edememesi

ga-yet kolay bir yönetim tarzıdır. Yönetişim kamuya ait

bi-rimler arasında rekabeti de gerektirir. Toplam kalite

yönetimi gibi. Yönetim ve

yöne-a

a

a

b

c

c

c

c

d

d d d

d

e

e

e

g

k

g

k

m

t

m

m

p s 1

1

1

1

2

2

2

2

3

4

4

4

(4)

tişim kavramları arasındaki tarihsel sürece dayalı genel bir karşılaştırma yapılacak olursa; 21. yüzyılın yönetişim anlayışının; 20. yüzyılın yönetim anlayışını oldukça kapsamlı bir değişime uğrattığı, mer-keziyetçilik yerine, yerelliği, üniter yapı yerine federalizmi, katı bürokrasi yerine katılımı, kapalılık yerine açıklığı, hiyerarşi yerine hesap verebilirliği ve sorumluluğu getirerek, adeta “yönetsel bir devrimin altına imzasını” attığı söylenebilir. Yöneti-şim kavramı, dışarıdan bir baskı olmadan, aralarında etkileşimin olduğu aktörlerin etkilediği bir yapıyı ya da düzeni belirt-mektedir. Bu durum, toplumsal eylem için hem kısıtlayıcı hem de aynı zamanda ona yetenek kazandıran, ya da onu güçlendi-ren bir koşul olarak görülmektedir. Kısaca yönetişim değişik aktörlerin etkileşiminin ortaya çıkardığı bir süreçtir. Yönetişim, ik-tidar gücünün sınırlarına ve hükümet dışı örgütlerin rolüne ilişkin yeni bir bakış açı-sına yönelik talebi yansıtmaktadır.

Bugün yaygınlıkla uygulanan ve Churchill’in tanımlamasıyla, “berbat” bir yönetim biçimi olan demokrasi, sadece in-sanlığın keşfettiği arasında “en az berbat” olanı olduğu yönündeki tespit aynı şahsa aittir. Geçmişte % 51’in % 49’a tahakkümü anlamına gelen çoğunlukçu demokrasi, günümüzde katılımcı demokrasiyi ifade etmek üzere şeffaflaştırılmıştır. Çoğulcu demokrasi olarak bilinen bu yöntem, % 49’un görüşlerini de dikkate almayı ge-rektirir. İşte yönetişim de böyle bir şeydir. Çoğulcu değil, çoğunlukçudur.

Dünyada pek çok yönetim biçimi vardır, ama esasen iki çatı altında yer alın bun-ların tamamı: Üniter ve federal… Bu iki yapılanmanın ayırt edici özelliği, devlet

olmanın vazgeçilmezi olan “egemenliğin” paylaşılıp paylaşılmaması durumudur. Üniter devletlerde egemenlik merkezi yö-netimde iken, federal devletlerde, farklı seviyelerde de olsa, “yerinden yönetim” birimleri tarafından paylaşılmaktadır. Bun-lar kimi zaman federe devlet, kimi zaman eyalet kimi zaman kanton şeklinde ifade edilir. Ama her biri alt yönetim (sub-go-vernment) birimidir.

Çok bilinmez ama aslında üniver-siteler de birer “yerinden yönetim” biri-midir. Ancak belediyelerin aksine coğrafi açıdan değil, “hizmet” açısından yerel yö-netim biçimi olarak kabul edilir. Zira idari ve mali özerkliği vardır. Merkezden aldığı bütçesel imkânlar yanında öğrencilerin geçmişte “harç” daha sonra “katkı payı” olarak isimlendirilen parasal imkânlara sa-hiptir. “Yerinden yönetimin” üniversiteler-deki adı özerkliktir. Özerklik idari ve mali açıdan yetki ve imkân sahibi olmayı ge-rektirir. Türkiye’de üniter devlet yapısının merkeziyetçi yorumu üniversiteler dâhil yerinden yönetim birimlerinin yetkilerini daraltmıştır. Bu yüzden; belediyelerin ger-çek bir yerel yönetim, il özel idarelerinin gerçek bir mahalli idare, üniversitelerin de hakiki bir özerk yönetim olmasını sağlana-mamıştır. Oysa denetleyici ve düzenleyici birim olarak merkezi idare, işlerin aksayan taraflarını düzeltme noktasında yetki sa-hibi olduğu gibi, pek çok üniter devlette yerinden yönetim birimlerine geniş idari ve mali özerklik sağlanmıştır.

Üniversite eğitimi, toplumsal ge-tirisi olduğundan devlet finansmanını zorunlu kılmaktadır. Akademisyenler bi-limsel çerçeve içerisinde iktidarı da eleşti-rebilmelidir. Özerklik sadece idari ve mali

değil, aynı zamanda zihinsel de olma-lıdır. Bu zihinsel özerklik bir taraftan ülkeyi yönetenlerde, bir taraftan üni-versiteyi yönetenlerde, bir taraftan da akademisyenlerde olmalıdır. Üniversi-teler değişimin temsilcisi, ezber bozan kurumlar olmalıdır. Akademisyenlerin görüş ve düşüncelerin açıklanması açık ya da kapalı bir izne tabi olmamalıdır. Zira üniversiteler beyin fırtınası yapılan yerlerdir, düşünce ve bilgi üreten ku-rumlardır.

Eskiden ilim ehli özerkliğin de öte-sinde bağımsız bir statüye sahipti. Hiç bir ilim adamı devlet ricalinin ayağına gitmezdi. Bilakis padişahlar dâhil bü-rokrasi mensupları ilim ehlinin ayağına gider, onlardan emir ve talimat alırlardı. Fatih Sultan Mehmet kendi açtığı med-reseye bile sınavsız alınmamıştı. Hiçbir bilim adamı padişaha-sultana yaranma peşinde olmazdı. Tarihin en güçlü devlet adamlarından; bizim aksak, kendilerinin de emir dedikleri kudretli devlet adamı Timur’un en değer verdiği kişiler bilim adamları ve edebiyatçılardı. Önüne çıkan orduları darmadağın eden Timur başarısı-nı belki de biraz da buna borçludur. Toru-nu ve hanlığın emirlerinden Uluğ Bey ise en bilinen matematikçi ve gökbilimciler-den birisidir. Semerkant’ta çok ciddi bir medrese (üniversite) ve rasathane kurmuş ve dünyanın önde gelen bilim adamlarını burada toplamıştı.

Üniversitelerde özerklik o dönem-de dönem-de bu dönemdönem-de dönem-de önemlidir. Bir bilim adamı için en anormal şeylerden birisi; si-yasi ya da başka gerekçelerle bildiklerini söyleyememesidir. Yeni bir şey söylemek-ten korkan bir bilim adamı, insan hayatını kolaylaştıran buluşların altına nasıl imza atabilir? Bu durum üniversiteyi birikmiş bilgiyi, o da yarım yamalak aktarmaya ça-lışan bir meslek okulu haline dönüştürür. Yakın geçmişte o akademisyenler tek tip kıyafete bile zorlandı. Oysa işin içerisin-de olanlar bilir ki, akaiçerisin-demisyenin mesaisi olmaz. Akademisyen herhangi bir devlet memuru olmadığı gibi, üniversiteler de lise değildir. Tek tip kıyafete ve mesaiye zorlanamaz-zorlanmamalıdır.

Her şey insan merkezli olmalı-dır. Ancak toplumsal sorumluluğu olma-yan insan, kendisine verilmiş olan yetkiyi (üniversitelerde özerkliği) de bulduğu ilk fırsatta istismar etmektedir. Her ne kadar daha iyi ve mükemmel yasalar oluşturulsa da mutlaka zaman içerisinde eksik yön-leri ortaya çıkmaktadır. Nitekim bu

(5)

yasa-ları uygulayacak olan da insanın bizatihi kendisidir. Zira Eflatun’un deyimiyle; siz ne kadar mükemmel yasalar oluşturursa-nız oluşturun, topluma karşı sorumluluk duymayan insan yasayı dolanmanın bir yolunu bulacaktır. Yönetici bir koordina-tör olmalıdır. Ağzından çıkan her şey emir telakki edilemez. Yöneticilik insanların ha-yatlarını kolaylaştıran, onların ihtiyaçları-na çözüm üreten birimin adıdır. Bir başka deyişle yönetici bizatihi varlığı sorun olan, koltuğunu koruma odaklı, kendisinden ürkülen, personelin görmek istemediği kişi olmamalıdır.

DEĞİŞİM İHTİYACI

Üniversite eğitimi de dahil, eği-tim sistemimizin temel sorunlarından bi-risi analitik ve akademik düşünme yerine bilgi yükleme merkezli ve ezberciliğe da-yalı olmasıdır. Öğrenci alınma sistemi de buna dayalıdır. Daha fazla bilen (ya da ez-berlemiş olan) öne geçmektedir. İletişim imkânlarının bu denli geliştiği günümüz-de öğrencilere tek taraflı bilgi yüklemek yerine, onların bilgiye farklı kanallardan ulaşmalarını temin etmek üzere rehberlik etmek daha önemli bir vazife olmalıdır. Aslında dünya bu sistemi keşfetmiştir. PISA (Programme for International Stu-dent Assessment-Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı PISA) projesi, 15 yaş altı öğrenciler için yaptığı değer-lendirmede öğretim programlarında yer alan matematik, fen bilimleri ve okuma becerileri konu alanlarıyla ilgili bilgileri ne dereceye kadar öğrendikleri değil, sahip oldukları bu bilgi ve becerileri içinde ya-şadıkları toplumda karşılaştıkları gerçek ortamlarla ilişkilendirme ve olası sorunları çözümlemede kullanabilme yeteneğini ölçmeyi amaçlamaktadır. OECD’nin bu konuda yaptığı bir araştırmada Türkiye OECD ülkeleri arasında Meksika’dan daha iyi fakat diğer OECD ülkelerinin tamamı-nın altında yer almıştır. En başarılı ülke ise eğitim sistemini yaşamın bir parçası gibi değerlendiren Finlandiya’dır.

Özellikle üniversite eğitiminde öğrencilerin hayatı öğrenmesine yardımcı olacak programları önceliklemek gerek-mektedir. Öğrenci kulüpleri buna kısmen yardımcı olmaktadır. Ancak tamamen gönüllü katılım esasına dayanan pek çok öğrenci kulübünün faaliyetleri son derece sınırlıdır. Üniversiteler; öğrencilerin sosyal, sportif ve kültürel aktivitelere katılmaları-nı teşvik edici uygulamaları artırmalıdır. Bu konuya özel bir önem verilmeli, bir koordinasyon kurulu oluşturulmalı ve

bütçe ayrılmalıdır. Üniversiteler esasen akademik kurumlardır. Daha fazla büyü-me, daha fazla öğrenci alma, daha fazla bölüm açma yerine, daha fazla ulusal ve uluslararası bilimsel ve kültürel etkinlik düzenlenmelidir. Bunun sağlanabilmesi elbette öncelikle milli eğitim politikasının değişmesini gerektirir. Ancak konu zih-niyet değişimini de gerektirdiği için, bir anda olmasını beklemek mümkün olmaz.

Kısmi de olsa özerk olan üniversi-te yönetimlerinin mevcut şartlar altında yapabilecekleri şeyler vardır. Yukarıda da izah edildiği üzere Türkiye nicel olarak ka-bul edilebilir bir noktaya gelmiştir. Ancak gerek öğrenci gerekse de öğretim üyesi düzeyinde üniversitelerin niteliksel ihti-yaçları önemli bir sorun olarak bekleme-dedir. Üniversitelerde eğitim ve öğretim birinci sıradadır ama öğrencilerin hayatı öğrenmesini sağlayacak, onların kendi-lerine güvenini pekiştirecek, geleceğe güvenle bakmalarına yardımcı olacak et-kinliklerin artırılması üniversite eğitiminin bir parçası olmalıdır. Bir oranlama verecek olursak, % 51 faaliyet alanı öğrencilikse % 49 da diğer etkinler olmalıdır. Diğer etkinlikler arasında yer alan sosyal-kültü-rel-sportif ve bilimsel faaliyetlerin, öğren-cinin başarı notu ile ilişkilendirilmesi uy-gulamayı kurumsallaştıracaktır. Bu şekilde sadece çocuklarda değil, gençlerde de bir hastalık olan sosyal medya bağımlılığı azalacaktır. Örneğin izcilik faaliyetlerinin teşvik edilmesi ya da öğrencilerin doğa sporlarına yönlendirilmesi böyledir. “Ha-yatı, üniversitedeki başarıya veya karne notlarına indergeyen telkinlerin ve eğitim basamaklarının çocuklarımıza hiç bir

za-man çare olmadığını yıllardır ürettiğimiz gençlikten anlamamız hiçte zor olmasa gerek?”

Türkiye’de ve dünyada başarılı üniversiteler de vardır. Örneğin ODTÜ, Bil-kent, Koç ya da Sabancı gibi üniversiteler; daha fazla öğrenci almak, bölüm açmak ya da ikinci öğretime öğrenci almak gibi bir çaba içerisinde değildir. ODTÜ’nün kurumsal olarak övündüğü bir şey de öğ-rencilerin bir mühendis, bir işletmeci, bir sosyolog olmaları yanında, bir müzisyen, bir sporcu ya da akademik camianın harcı olmalarını sağlamak da vardır. Bunda et-kili olan şey; ODTÜ kültürü olarak da bili-nen, öğrencilerin özgürlüklerinin önünün sınırsız bir biçimde açılmış olmasıdır. Öyle ki; zaman zaman siyasileri bile protesto etmekten çekinmemektedirler. Bunun doğru olup olmadığı başka bir konudur ama özgüvenin aşılanması bakımından önemli bir örnektir.

Netice itibariyle herkese meslek yüksekokulu düzeyinde de olsa üniversi-te eğitimi imkânı vermek önemli olmakla birlikte, sürekli daha fazla öğrenci almak ve mezun etmek, daha fazla yapılaşmak vb. gibi şekle dönük hali hazırdaki ya-pının, daha işlevsel, kişinin iç dünyasıy-la barışık olduğu, hayatın akışkanlığı ile ilintili, yöneticilerin koordinatör olduğu, yükselmelerin idari ve iradi olmaktan çı-karıldığı, ulusal ya da uluslararası kişisel ve kurumsal akışkanlığın olağan olduğu bir anlayışa evrilmesi Türkiye’nin geleceğinin sağlam temellere dayandığını göstermek bakımından vazgeçilmezdir.

Referanslar

Benzer Belgeler

Not: Tüm programlardaki öğrenciler Meslek Yüksekokul Staj Komisyonunun kabul edeceği diğer kamu kurumları ve özel kuruluşlarda staj yapabilir.. Staj yerleri Program Staj

[r]

[r]

[r]

Kutup bölgeleri de (Antarktika ve Arktik) ildim değişikkğinin sebep olduğu etkilere maruz kalmaktadır. İldim değişikliği kutuplarda direkt olarak ekosisteme, deniz

Oryantasyon Eğitiminin Duyurulan Plana Göre Gerçekleştiğini İfade Edenlerin dağılımı Ankete katılan öğrencilerin yaklaşık %84’ü Oryantasyon Eğitiminin duyurulan

Emekli olmadan önce, varsa diğer hesaplarınızı birleştirmeyi istemeniz durumunda, birleştirilmesini tercih ettiğiniz sözleşmelere ilişkin hesaplarınızı