• Sonuç bulunamadı

Bir Servet-İ Fünûn Masalı: Yeni Zelanda Fikri ve Anadolu’ya Avdet

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Bir Servet-İ Fünûn Masalı: Yeni Zelanda Fikri ve Anadolu’ya Avdet"

Copied!
12
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

BİR SERVET-İ FÜNÛN MASALI: YENİ ZELANDA FİKRİ VE ANADOLU’YA AVDET*

Hatem TÜRK

ÖZET

Sultan II. Abdülhamit devrinin edebî oluşumlarından biri olan Servet-i Fünûn dönemi, pek çok özelliği ile Türk edebiyatında adından sıklıkla söz ettirmiştir. Sanatın ön planda tutulduğu bu devrin bazı şair ve yazarları, artan siyasi baskılar yüzünden memleket idaresinden şikâyet etmişlerdir. Bunun sonucunda yaşamak için yeni bir ortam, uzak ülke hayaline kapılmışlardır. Önce Yeni Zelanda daha sonra da Manisa’nın Sarıçam ilçesi, bu hayalin mekânı olarak düşünülmüştür. Sanatçılar, her iki yer ile ilgili planlamalar yapmışlar ve tasarlanan yeni yaşamın pek çok özelliğini edebi eserlerle ortaya koymuşlardır. Edebi eserlere etki etmiş olan bu tasarılarda yaşanacak yerin coğrafi özelliklerinden meskenlere; uğraşı alanlarından edebî anlayışlara kadar pek çok şeyi bulmak mümkündür. Değişik nedenlerle her iki hayal de gerçekleşmemiş, bu durum bir ütopya halini almış ve hakkında sanat eserleri oluşturulmuştur. Bu çalışmada dönem sanatçılarının kaçış fikri ve bu düşünce dâhilinde oluşturdukları sanat eserleri üzerinde durulmuş, oluşturulan ütopik mekanın özellikleri, sanat eserlerinden hareketle değerlendirilmiştir. “Yeşil Yurt” ya da “Hayat-ı Muhayyel” olarak bilinen bu eserlerin en önemlilerinden biri olan Hüseyin Câhit Yalçın’ın “Hayât-ı Muhayyel” adlı öyküsü, Arap alfabesinden yeni harflere aktarılmıştır. Dünya edebiyatlarında da zaman zaman karşılaşılan uzak ülkelere kaçış, ütopya olgusunun Türk edebiyatındaki önemli örneklerinden biri olarak kabul edilen bu hareketin değişik açılardan incelenmeye değer olduğu görüşüne varılmıştır.

Anahtar Kelimeler: Edebiyat, Servet-i Fünûn, Kaçış, Ütopya A TALE OF SERVET-İ FÜNÛN: NEW ZEALAND INTELLECTUAL

AND THE RETURN TO ANATOLIA ABSTRACT

One of the literal formations of the period of Sultan Abdulhamit II, Servet-i Fünûn period have made its name rather frequently mentioned in many aspects in Turkish literature. Some poets and writers of this period when art came into prominence complained about the regime

*Bu makale Crosscheck sistemi tarafından taranmış ve bu sistem sonuçlarına göre orijinal bir makale olduğu tespit edilmiştir.

(2)

because of the increasing political pressure. As a result of this, they dreamt about a new environment and far lands. Firstly, New Zealand then Sarıçam,a district of Manisa, were thought as the scene of that dream. The writers made plans about these two places and presented many features of new life through literal works. In these plans which affected the literal works, it is possible to find many things about from geographical features of places which would be lived to dwellings; from fields of occupation to literal perceptivities. Because of various reasons, these two dreams did not come true, became a utopia and artworks were constructed about it. In this study, escape thoughts of the period writers and their works based on this thought were emphasized, features of utopian dwelling were evaluated with reference to artworks. Known as “Yeşil Yurt” or “Hayat-ı Muhayyel”, one of the most important of these works Hüseyin Câhit Yalçın’s story “Hayât-ı Muhayyel” were rewritten in Arabic alphabet. In also world literature, escaping far lands was accepted as one of the important samples of utopia phenomenon and it was deduced that that movement was worth to be examined from different perspectives.

Key Words: Literature, Servet-i Fünûn, Escape, Utopia

Giriş

Tanzimat’ın ayağı yere basmaya çalışan edebiyat görüntüsünden sonra ondan daha güçlü bir sesle ortaya çıkan ve edebî kıymeti ön planda tutmaya uğraşan Servet-i Fünûn devrinin ilgi çekici özelliklerinden biri, önce Yeni Zelanda, olmayınca da Manisa’ya çevrilen, gerçekleşmemiş bir kaçış öyküsüdür.1

Servet-i Fünûn edebiyatı sanatçıları, özellikle Sultan II. Abdülhamit’in saltanat yıllarında büyük bir bunalım içine düşmüşler, yaşadıkları çevreden ve ülkeden şikâyet etmişler, bunun sonucunda da kendilerine yeni bir dünya kurgulamaya girişmişlerdir. Bu kaçış fikrinden hareketle, o zamanlarda İngiltere’nin sömürge ağını genişletmek adına yeni bir sömürgesi haline gelen Yeni Zelanda’da koloni halinde yaşama fikrini hayata geçirmeyi düşünmüşlerdir. Bir tasarı olarak düşünülen bu görüş, dönemin edebiyatçılarınca edebî metinlerle ifade edilmiş ve şekillenmiştir. Tasarının temelinde yatan düşünce, dönem aydınlarının yaşadıkları ülkenin geleceğinden ümidi kestikten sonra ömrünü geçirmek ve nesillerinin devamını görmek için yeni bir dünya planlamaktır. Servet-i Fünûn sanatçıları, Sultan II. Abdülhamit’in “Devr-i İstibdad”ından kurtuluşun mümkün olmadığına inanmaktadırlar. Ondan kurtuluşun tek yolu da Padişah’ın ve adamlarının olmadığı başka bir ülkeye, daha açık bir ifadeyle uzak bir ülkeye gitmektir. Bu ülke dönem sanatçılarının kendi ruhlarında idealize ettikleri bir ülke olmalıdır. Servet-i Fünûn sanatçıları, eserlerinde gitmek

1 Bu konu hakkında Mehmet Kaplan şunları söyler: “Bir ara Fikret arkadaşlarıyle beraber Yeni Zelanda adasına giderek orada hayal ettiği saadet ülkesini gerçekleştirmek ümidine kapılır. Bu mümkün olmayınca, Hüseyin Kâzım’ın Manisa’daki çiftliğine gitmeği düşünürler. Bu hayallerin yıkılışı üzerine Fikret, Bir Mersiye adlı şiirini yazar.” Bk. (Kaplan, 2009: 112). 11 dörtlükten oluşan Bir Mersiye adlı bu şiirde Fikret, kendisini bunca heyecanlandırmış uzak ülke hayalinin olumsuz sonuçlanması üzerine yazmıştır. Kararsızlıklarıyla, ürkekliğiyle geçen ömründe hep saf olanı, kirletilmemiş olanı arayan Türk edebiyatının bu hassas yürekli şairi, sık yaşadığı hayal kırıklıklarından birine de mersiye yazmıştır. “Âh sen, sen ki zîr-i bâlinde / bir yeşil köy hayâtı saklardın: / Şi’rimin nuhbe-i mealinde / Sen, bütün safvetinle sen vardın.” Bk. (Tevfik Fikret, 2007: 201). Şair’in Rübab-ı Şikeste’deki Berîd-i Ümmîd adlı ve benzer duyarlılıkla hayal kırıklığını anlattığı şiirinin de aynı nedenle yazıldığını Hüseyin Cahit Yalçın, hatıratında söylemektedir. Bunun dışında Fikret “Ne İsterim”, “Bir Ân-ı Huzur” ve “Yeşil Yurt” adlı şiirlerini de aynı duyarlılıkla kaleme almıştır. Bu şiirlerinde şair, “Mâi bir göl, yanında bir meşcer”, “Hâke revnak veren güzellikler”, böylesine bir doğada “Bir külbe-i mesud” içinde “Bir köylü hayatı”nı “Bahara benzetilir bir yeşil saadet” olarak görmekte ve yaşamak istediği doğa içindeki köyü anlatmaktadır.

(3)

Turkish Studies

istedikleri ve geleceğe önerecekleri ülkeyi sanat eserlerinde şekillendirmişlerdir. Sanatın, şiir, roman, öykü ve resim dalında bu konunun işlendiği görülür. Bunun bir etkisi olarak şiir ve resmin bu dönemde iç içe girdiği ve birbirini etkilediğine şahit olunur. Bu dönem sanatçıları, edebiyatımızda tablo altı şiir yazma geleneğini kurmuşlardır. Bunlar, genellikle idealize edilmiş dünyayı gösteren el değmemiş tabiat manzaraları, saflığı ifade eden çiçek ve çocuk resimleri, güzelliği ifade eden güzel kadın tablolarıdır. Bu tabloların altına aynı duyarlıktan hareketle şiirler de yazılmıştır.

Servet-i Fünûn ve Kaçış

Servet-i Fünûn’un en gözde eserlerini verdiği yılların, Sultan II. Abdülhamit’in padişahlığı zamanına denk gelmesi, bu edebiyatı meyus ettiği kadar da yeni arayışlara itmiştir. Bu arayışların en orijinallerinden biri, içinde şüphesiz ki yaşamak hatta koloni kurmak için uzak memleketler arama fikridir. Bu fikri ortaya çıkaran nedenin istibdat baskısı olduğu da bilinmektedir. Hüseyin Kâzım Kadri’nin aşağıdaki ifadeleri, yüzyıllardır Türk’ün hayallerini süsleyen, fetihlerin en büyüğüyle yurt edilmiş Altın Boynuz’a, devrin aydınlarının genel bakışını sergilemektedir:

Vatanın âfâk-ı siyâsiyesi karardıkça bizim de gözlerimiz dönüyor ve beynimizin içinde şiddetli fırtınalar esiyordu. Her şeyden nevmid idik. Abdülhamit de günden güne mezalimini artırıyordu. Fakat biz teşebbüslerimizi o nisbette tezyid edemiyorduk. Memlekette bir ihtilal hareketinin başına geçecek bir kimse yoktu. Zâhiren muhalif görünenler de bu yüzden bir külah yapmak emelinde idiler. Ortalık casuslarla dolmuş, bütün ümit kapıları kapanmış ve bu elîm vaziyette yaşamak imkânı kalmamıştı. Bedrus Edendi’nin mütevekkilâne sükûtu yerine Fikret’in ateşîn sözleri geçmişti. Yanıp tutuşuyorduk. Fakat ne yapacağımızı da bilemiyorduk. Nihayet, yine Fikret bir çare buldu: bu memleketten hicret etmek! (Kadri, 2000: 67).

Dönemin en önemli tanıklarından olan Halid Ziya Uşaklıgil de anılarında konuyu benzer bir şekilde Fikret merkezli olarak ele alır: “Gözünde onu inciten, kudurtan ne varsa sanki bir

büyüyle silinmiş göründü; İstanbul ve onun içinde, arkasında, ötesinde ne kadar kötülükler ve kirlilikler bulunuyorduysa bunlar hep bir unutma bulutunun altına saklanmış oldu. Artık onun görüş ufkunda bir yaşama alanı, bir mutluluk köşesi vardı ve orada muradına göre bir dünya yaratacaktı: Yeşil Yurt!..” (Uşaklıgil, 1987: 589). Hazırda bulunanların itiraz etmediği bu hülyanın

fikir babası Tevfik Fikret başta olmak üzere herkes, kurtuluşun ancak kaçmakta olduğu bu şehirden: “Örtün, evet, ey hâile… Örtün, evet ey şehr / Örtün ve müebbet uyu, ey fâcire-i dehr!...”2

(Fikret, 2007: 299) diyerek, dünyada istibdatla kirletilmemiş yeşil bir belde aramaya koyulurlar3.

Firdevs Canbaz Yumuşak da konuyla ilgili yaptığı bir çalışmada “Yeşil Yurt girişimi temelde bir

2 Tevfik Fikret’in “Sis” adlı şiiri, devir aydınlarının pek çoğunun ortak duygusuyla İstanbul’a karşı ağır ithamları olan

bir metindir. Onun için İstanbul, “Köhne Bizans, koca bunaktır. Bin kocadan arta kalan dul bakiredir. Şiirin anlatıcısı İstanbul’u ağır ithamlarla tahkir ederken onun güzelliğindeki taze büyüyü kaybetmediğini, ona bakanların hala üzerine titrediğini, onun hala cana yakın göründüğünü de itiraf etmektedir. İstanbul munistir, cana yakındır ona göre ama bu munislik düşkün kadınların cana yakınlığıdır. Zira o, içine dökülen gözyaşlarına kayıtsız kalmaktadır. Anlatıcı, İstanbul’un kuruluşunda lanet olduğuna inanmaktadır. Bu yüzden şehrin bütün zerrelerinde kirli riyakârlıklar bulunmaktadır. Temiz bir şey bulmak imkânsızdır bu şehirde. Şair, İstanbul’un şahsında bir cehennem tasviri yaparken orada temiz insanların bulunamayacağını da iddia etmektedir. Sinir buhranına kapılan şair, ses tonunu yükselterek ona, ey şehr, örtün ve sonsuza kadar uyu, ey dünyanın fahişesi, diye lanet okur. Ve buradan sonra da kızgınlığını seslendiği şehrin sıfatlarını sıralayarak devam ettirir”. (Türk, 2008: 97).

3 Servet-i Fünûn şiirinin genel karakteristiğini etkileyen bu durumla ilgili Ramazan Korkmaz, şunları söyler: “Servet-i

Fünûn kuşağında ‘öte yer’ imgelemi ile beliren mekan, dünyanın tekdüze gerçekliğinden sıkılan ‘yorgun ruhlar’ için ütopik bir sığınaktır; bu ütopik sığınak, yaşamak için değil, ama insani duyarlılıkları daha derin yaşamak için arzu edilir. Bu nedenle öte duygusu ve başka yer özlemi, Servet-i Fünûn kuşağının ana imgelerini üreten iki temel güç olarak karşımıza çıkar.” (Korkmaz, 2004: 129).

(4)

çeşit gerçeklerden kaçıştır.” (Canbaz. 2012: 56) demektedir.4 Bu noktada yapılan tartışmalar

arasında Avrupa’da kimi yerler de söz konusu edilirse de Fikretçe, kabul görmez. Uzun sohbetlerin ardından Yeni Zelanda adası5, hayalin en mücessem beldesi olarak kabul edilir6.

Konuyla ilgili Mehmet Rauf şunları söyler:

O zaman ben, Tarabya’da karakol gemisinde ikinci kaptandım. Geminin vazifesi yazın o sulara gelen sefaret gemileriyle teşrifat münasebetinde bulunmak olduğundan bu sayede Fransız, İngiliz, Alman, Rus, İtalyan zabitleriyle hararetli bir dostluğum vardı. Bilhassa İngiliz sefâret gemisi ‘İmojen’ süvarisi Kaptan Bain gayet samimi dostumdu. Ara sıra idare aleyhinde hissiyâtımı döktüğüm olmuştu. Bu tafsilâta vâkıf olan Fikret: -İmojen süvarisiyle sen de bir görüş de ondan belki bir fikir alırsın, dedi. Kaptan Bain bu teşebbüsümüzü alkışla karşıladı: -Azizim Rauf dedi, İngiltere’de muhâceret için bu günlerde herkes bilhassa Yenizelanda’ya gidiyorlar. Orası gayet münbit ve mahsuldâr, iklimi âb u havası pek latif bir yerdir. Eğer istersen sana muhâceret heyetleri için neşrolunan rehberlerden getireyim. Okur, tedkik eder ona göre karar verirsiniz. (Törenek, 1997: 67).

Mehmet Rauf’un tercümeleri, grubun beklentilerini karşılar niteliktedir.

Fikret, bunun üzerine içine düştüğü koyu kötümserlik ve can sıkıntısından biraz sıyrılır” (Akyüz, 1947: 53). Bu heyecanın ardından sanatçılar, yeni dünyanın planlarını yapmaya başlar. Para biriktirilir, bölgeyle ilgili kitaplar getirtilip okunur. Esat Paşa, Ankara dolaylarında ailesinden kalan bir çiftliği satıp ana parayı oluşturmaya söz verir. Hatta Fikret, birlikte yaşanacak hayatın mukavvadan bir şeklini de yaparak mimari sistemini de ortaya koyar. Yine Fikret’in koyduğu bir şart da oraya bekârların ancak evlendikten sonra katılabilecekleridir. (Kadri, 2000:134).

Konuyla ilgili müzakereler günlerce sürer gider. Hüseyin Cahit Yalçın, “Hayât-ı

Muhayyel”ini yazar7. Daha çok Fikret’in Rumelihisarı’ndaki yalısında devam eden bu sohbetlerin

birinde hassas şair, arkadaşlarından birine küçük bir vesileyle kızıp “Yeşil Yurt” özleminden kısmen vazgeçer.

İşte Yeşil Yurt, önce, dünyanın cenneti sayılan Seylan adasında kurulmak üzere

başlamışken adanın cennet ününe karşın yabancılara karşı pek acımasız olan havası ve suyu, geçim biçimi, böcekleri ve türlü berbat sinekleri ve bunlardan başka oraya kadar yapılacak yolculuğun ve orada yerleşmenin bizleri karşı karşıya bırakacağı türlü türlü zorluklar bu düş dünyasının kurulacağı yeri değiştirmek zorunluluğunu doğurdu. Bunun sonucunda Hüseyin Kâzım’ın Manisa çiftliği düşünüldü. (Uşaklıgil, 1987: 590).

4 Öte yandan konuyla ilgili yazısında Metin Kayahan Özgül de bu kaçışın nedenini bireysel bir nedenle, aşkla açıklar. (Özgül, 1988: 147).

5 Halid Ziya ise bu yerin Seylan adası olduğunu söylemektedir (Uşaklıgil, 1987: 590).

6 Hüseyin Cahit Yalçın hatıralarında konuyla ilgili şunları söylemektedir: “Yeni Zelanda adalarına göçmen göndermek

için Londra’da bir dernek varmış, herkesi yüreklendiren broşürler çıkarmış. Oraya gidenlere parasız toprak veriliyormuş. Bu broşürlerde Yeni Zelanda’nın iklimi, güzelliği son derece övülüyormuş. Mehmet Rauf, bunlardan birini ele geçirmişti. İngilizceden çevirerek bizlere anlatıyordu” (Yalçın, 1999: 134).

7 “Hikâyedeki: ‘Orada her şey, gökyüzü bile yeni idi’ gibisine cümle, İstanbul çevresinden doğallıkla hiç görmediğimiz

Güney Yarıküresi’nin gökyüzüne bir dokunumdu. Yeni Zelanda girişiminde yalnız bir noktada Tevfik Fikret’le aramda bir anlaşmazlık çıkıyordu. Fikret, sonuna kadar adada yerleşmek ve hiç ülkemize dönmemek düşüncesindeydi. Ben: - Hayır, diyordum, Abdülhamit ölür de ülkede meşrutiyet kurulursa Yeni Zelanda’da kalamam, ne olursa olsun buraya dönerim!”

(5)

Turkish Studies

Bundan sonra Fikret, rotayı Anadolu’ya çevirerek burada bir “Yeşil Yurt” aramaya koyulur.8 Manisa’nın Sarıçam ilçesi, yeni hayal ülkesi haline gelir. Fikret, bu yeni heyecana kurşun

kalemle köşk tasarımı yaparak katkı sağlar. “Ortada ortak ve düzayak büyük bir salon. Burası hem

oturma hem yemek odası ödevini görecekti. İki kenarda iki katlı birer kanat yatak odaları olacaktı. Fikret, salonumuzu nasıl döşeyeceğini bile kararlaştırmıştı” (Kadri, 2000: 136). Bunun için

Hüseyin Cahit Yalçın, buraya keşfe dahi gönderilir. Dönemin istibdat şartlarında zorla Sarıçam’a giden Yalçın, bir hafta sonra bölgeye hayran bir durumda buraların fotoğraflarıyla döner: “Fikret,

bu köyün yanında çam ağaçlarıyla muhat bir tepecik olduğunu gördü ve bir an için ‘Yeşil Yurd’u burada kurabileceğini düşündü. Üstada karşı müşkül bir mevkide idik: Onun hayâlâtına vücut vermek ve buna taraftar görünmek kabil değildi; çünkü tahayyül ettiği tarz-ı hayata biz mani olacaktık. Bir hayli günler düşündü ve neticede bu hülyadan da vaz geçti!” (Kadri, 2000: 69).

Servet-i Fünûn Ütopik Yaşantısının Özellikleri

Yeni Türk edebiyatında önemli bir hamle olarak ortaya çıkan bu ütopya9 uzak ülke

hayalinin, Servet-i Fünûn sanatçılarının genel anlamda bir “kaçış fikr-i sabiti”nden kaynaklandığı söylenebilir. Bununla birlikte onların gidilecek mekânın düzenlenmesine dair söyledikleri de ortaya önemli veriler sunmaktadır. Bu verileri Hüseyin Câhit’in Hayât-ı Muhayyel’inden hareketle şu şekilde özetlemek mümkündür: Bu mekânın her şeyden önce bir adada doğal ve yeşillikler içinde bulunan köy olduğu anlaşılır10. Köy, “sahilin en şirin, en sevimli bir noktasında” ormanın

içindedir. Köyün önünde büyük bir ağacın altında akşamları toplanılıp oturulur ve bu yeri geliştirmek için hayaller kurulur. Köy, tartışmalardan sonra imar edilir. Köşkler büyük ve süslü değil; yetecek kadar küçük, kışın fırtınalarına dayanacak kadar kuvvetli, fakat zarif, sevimli ve sadedir. Hepsinde birer büyük iş odası, birer küçük salon, çocuklar için birer küçük oda, birer yatak odası vardır. Köyün ortasında ortak bir bina vardır. Burası, herkesi alacak kadar geniş bir yemek salonundan, yine büyük bir salonla bir kütüphaneden oluşmaktadır. Sabah, akşam bütün aileler bu sofranın etrafında birleşir, samimiyet içinde neşeli yemekler yenir. Hizmetçi bulunmaz, herkes birbirine nöbetle hizmet eder. Yemekten sonra balkonda kahveler içilir, sohbete devam edilir, sonra biraz piyano çalınır, biraz şiir okunur. Burada herkes iş bölümüne katılır. Bilinmeyen işler öğrenilir. Çiftçilik, hayvancılık en sevilen işler olur. Para kazanma, ziynet ve gösteriş meraklılığı

8 Tanzimat’tan sonra Türk edebiyatında filizlenmeye başlayan bu anlayış, edebiyat için olduğu gibi siyasetin de pratiğe en kolay döktüğü bir yol olacaktır. Mustafa Kemal’in Osmanlı’nın işgal edilmesinden sonra kurtuluş reçetesi olarak hayata geçirdiği Anadolu’ya yöneliş, Mizancı Murad’ın Turfanda Yahut Turfasından sonra edebiyatta görülen aynı hassasiyetten etkilenmiş olmalıdır. Edebiyatımızda önemsenmesi gereken bu olgunun önemli isimleri arasında Paşabeyzade Ömer Âli Bey, Nabizade Nâzım, Mehmet Emin Yurdakul, Ebubekir Hâzım, Mehmet Râuf, Rıza Tevfik, Faruk Nafiz, Yakup Kadri, Halide Edip, Refik Halit saylabilir. Özellikle Faruk Nafiz’in “Sanat”, ve “Han Duvarları” şiiri, edebiyatımıza yeni bir yol olarak sunulmuştur, denilebilir. Ayrıca İkinci Meşrutiyet döneminde yazılan Ruhsan Nevvare ve Tahsin Nâhit’in “Jöntürk” adlı tiyatro eseri de bu bağlamda değerlendirilebilir. Konuyla ilgili bir değerlendirme yazısı için bk. (Delilbaşı, 1324: 143-152)

9 Dünya edebiyatlarında sıkça karşılaşılan uzak ülke hayali, Thomas More’un “Utopıa” adlı eseri ile genel olarak bu isimle anılır olmuştur. Utopıa sözcüğü, Eski Yunancadaki “Ou ve Topos” sözcüklerinden türetilmiştir ve “hiçbir yer” anlamına gelir. Ancak “iyi yer” anlamına gelen “eutopos” sözcüğü ile ilgili bir kelime oyunu da olabilir. More, zaman zaman kendi kitabından Latince karşılığı ile söz etmiştir. Kullandığı “Nusquama” terimi, “Nusquam” yani “hiçbir yer” anlamına gelir.”More, bu eserini “Bir Ulusun En İyi Yönetim Şekli ile Yeni Utopia Adasına Dair” alt başlığı ile gelecek nesillere, kendince, daha yaşanılabilir bir dünya sunmak amacıyla kaleme almıştır (Thomas, 2004). Ayrıca,

“Gerçekleşmesi mümkün olmayan hayal ve tasarımlar. Ütopya bir hayal ürünüdür. Yeryüzünde bulunmayan kusursuz bir hayat tarzını gaye edinir. Kişinin özlediği kusursuz bir dünyada yaşama isteği, ütopyaların tasarlanmasına sebep olmuştur” (Karataş, 2004: 501). Dünya edebiyatları için yapılan bir incelemede sayının ucu açık bırakılmakla birlikte

bizim tespitlerimize göre 1300 adet hayâli yer tespit edilmiştir. Bu yerlerin arasında bizim edebiyatımızda adı geçen Servet-i Fünûncuların “Yeşil Yurt”, Ahmet Haşim’in “O Belde”, Peyami Safa’nın “Simeranya”sı gibi herhangi bir hayali ülke adına rastlamadık (Manguel ve Gıanni, 2013).

(6)

olmaz, çocuklar parayı bilmezler. Mecbur olunduğu kadar bir miktarda para bulundurulur, onu da köyde bu işe memur kişi harcar. Bunun için insanlar, kendilerini harap edecek kadar çalışmaya gerek duymazlar. Tarlada çift sürerken bile öküzler bir ağacın gölgesinde dinlendirerek otların üzerine uzanır, felsefi bir tartışma, bir şiir mecmuası ya da bir roman okunur ya da bir çoban hayvanlarını otlatırken yağlı boya resim yapar. Böyle bir yaşam sürdürülürken kendi dışlarındaki hayatı da hepten ihmal etmezler, süreli yayınlarla dış dünyadaki haberleri takip ederler. Posta geceleri bir tatil gecesidir. O gece piyano çalınmaz, türkü söylenmez, oyun oynanmaz, hep kütüphane salonunda toplanılır. Kadınlar, iş sepetlerini yanlarına alarak çocukların çoraplarını, fanilalarını ördükleri, çamaşırlarını diktikleri, çocuklar resimli kitapların başında gürültüsüz oynaştıkları sırada kütüphaneyi dolduran o huzur içinde derin bir tartışma başlar; sessizlik ya gazetelerin, yeni kitapların hışırtısıyla ya da bir sözcükle biter; sonra yine tartışma devam ederdi. Haftada bir gün tatil kararlaştırılmıştı. Tatil zamanları genelde kır gezintilerine ayrılmıştı. Adanın her noktası çok güzeldir. Buraların hepsine birer isim konulmuştur. Sırayla her hafta bir yere gidilir, üç dört saat süren uzak mesire yerleri de vardı. O gün akşama kadar orada oyunlar oynanır, sürekli yeşil duran çimenler üzerinde sohbetler edilir. Köy, gittikçe güzelleşir, arazide yollar gittikçe açılır, her taraf düzeltilir. Köşklerin etrafında güzel birer çiçek bahçesi oluşturulur. Çocuklara küçükken birer ağaç verilmiştir. Onlar, bu ağaçlarla büyür.

Bu sevdalı hayatın son ödülü de güneşli bir sonbahar günü sevgililerin beraberce, güzel gençlik zamanlardaki gibi kucak kucağa ölümüdür. Sevgililer, yan yana aynı taşın altına genelde birlikte oturdukları yalnız kestanenin dibine gömülürler. Etraflarına mor menekşeler dikilir. Makber, köyün bütün âşıkları için uğurlu bir yerdir. Akşamları genç âşıklar bu mezarı ziyarete gelirler buradaki menekşelerden birbirlerine demetler hediye ederler…

Hayât-ı Muhayyel11

- Mehmed Câvid’e -

Bu şimdiki âlemlerden pek uzaklara gitmiştik; mâzi ile aramızda ebedi fırtınalarla cenkleşen büyük denizler vardı. Şimdi her şey yeniydi: Hattâ kalplerimiz, hattâ hislerimiz, hattâ ilk günlerde kubbe-i saf ve laciverdîsi altında misafir olduğumuz sema-yı mükevkeb bile yeniydi. Çimenlerini çiğnediğimiz topraklar, ufuk üzerinde teressüm ettiğini gördüğümüz ormanlar, reh-güzârımızı tatîr eden çiçekler bile yeni, bâkirdi. Ve bu saf ve mâsum tabiatın sîne-i müşfikinde bizim için yeni başlayan bu hayat,- ah, bu hakikate iktirân etmeyecek hayat-ı muhayyel!- Bilhassa bu hayat-ı mu’azzez hepsinden yeni, hepsinden saf ve tabii idi.

Köyümüzü sahilin en şirin, en sevimli bir noktasında intihâb etmiştik. Adamızı ihata eden bahr-i hurûşânın heybetli dalgaları bizim sahilimize gelinceye kadar ilerideki kayalara çarparak kırılırdı. Ve birer elmas gibi parlayan beyaz, temiz kumlarımızı hafif hışırtılarla tehziz ettiği zaman, zannederdik ki bu ummân-ı bî-payan şu ıssız sahilin hep bir hiss-i uhuvvetle birleşen garîbü’d-diyar mihmanlarına bir terâne-i tebrik ve teşci' ihda ediyor.

Zaten bütün tabiat bize bu hüsnü kabulü göstermişti. Cesîm ormanların nesîm-i müferrihe tevdi' ettikleri tûde-i revâyih, bir hiss-i iğtirab ile ihtilaç etmek isteyen sinelerimize kuvvet-bahş bir deva-yı tesliyet getirir, ileride çağlayan sular bize cesaretler verir, kuşlar bize birer neşide-i metanet okur, bütün tabiat-ı muhite pâk- i tâbi bir hayat ile zinde, faal görünen bu valide-i müşfike bizi aguşuna alır, bağrına basar; bu derin, bu umumi hayat içinde kederlerimizi unutturur, etraftaki ahenk-i hayata karışmak, yaşamak - ,oh, serbestçe, insanca yaşamak - arzularını bize verirdi.

(7)

Turkish Studies

Köyümüzün önünde ufk-ı mevvâcın beyaz köpükleriyle hasbihal eder gibi hal-i aşina duran rahîm ve sal-dîde, büyük bir ağacın altında ilk akşamlar toplandığımız zaman yanımızda oynaşan parlak saçlı sevgili çocuklarımız, mütehayyir gözlerle baktıkları cesîm vadilerimize, daha cesîm ormanlarımıza, semâmıza doğru kollarını bazen açarlar, bu na-mütenâhilikleri ruhlarını doldurmak isterlerdi. Ve bu tavırlarıyla da bize vazifemizi tecessüm ettirirlerdi: evet, bu aziz çocuklar büyütülecek, bu vadiler işlenecek çalışılacak, daima çalışılacak idi...

Biz bu çalışmaya iptida köyümüzü inşadan başlamıştık. Zaten planlar hazırdı; bunlar uzun uzun münakaşât-ı samîmiye neticesinde hep karargir olmuştu. Köşklerimiz öyle büyük, müzeyyen değildi. İhtiyâcâtımıza, ancak ihtiyâcâtımıza kifayet edecek kadar küçük, kışın fırtınalarına dayanacak kadar metin, fakat zarif, sevimli, sade bilhassa sadeydi. Hepsinde birer büyük iş odası, birer küçük salon, çocuklarımız için birer küçük oda, birer yatak odası vardı. İhtiyâcâtımızı da mümkün olduğu kadar azaltmıştık; zaten süslü salonlardan, gayr-i tabii, mülevves hayatlardan kaçıyorduk. Bizi sade, elzem, yalnız elzem olan eşyalar memnun edebilirdi. Biz bahtiyar olmak için yaldızlı döşemelere, ipekli halılara, antika masnû'âta müftekır değildik. Hissi aile, bu refakat-i muhibbâne, sa'y ve gayret bizi mesut ediyordu. Birbirimizin yanında yaşamaktan, zihinlerimizde insaniyet için layık gördüğümüz bir hayat ile yaşamaktan, birbirlerimizi sevmekten, çalışmaktan, çocuklarımızı büyütmekten, bu saf hayattan, bu sade hayattan , -ah bu hayat-ı muhayyel ü muazzezden;- mesud idik.

Köyümüzün ortasında müşterek bir bina vardı. Burası, hepimizi istî’âb edecek kadar geniş bir yemek salonundan, yine büyük bir salonla bir kütüphaneden terekküb ediyordu. Sabah, akşam bütün aileler bu sofranın etrafında birleşirdik. Çocuklarımız yanlarımıza oturur, bir velvele-i şetâret, bir hava-yı samimiyet içinde neşeli bir ta’âm başlardı. Hizmetçilerimiz yoktu. Hepimiz birbirimizin hizmetçisi, esiri idik. Her akşam bir aile mütenâviben îfâ-yı hizmet ederdi. Ve böyle sevdiklerimizin bir işini görmekte, onların tabaklarını kaldırmakta, yemeklerini vermekte ayrı bir lezzet, derin bir meserret duyardık. Sonra balkonda kahveler içilir, latifeler temâdî ederdi. Salona çekildiğimiz zaman şetâretli muhavereler arasında köyün hayatına müte’allik meseleler hallediliverirdi, her şeyden bahs olunur, sonra biraz piyano çalınır, biraz şiir okunur, saatlerin tayerânından bîhaber kalınırdı. Küçük meleklerin pâk nazarları mahmurlaşarak göz kapakları düşmeye başladığı zaman artık anlardık ki vakt-i müfârekât gelmiştir; adeta derin tehassürlerle veda eder ayrılırdık. Herkes çocuklarını elinden tutarak kendi yuvasına çift çift dönerdi.

Ve işte o vakit, sevgilim, biz de yapayalnız kalarak köyün en hücra kenarındaki kulübemize kadar gitmek için el ele verir, mesut ziyaları ayaklarımıza kadar dökülen semâ-yı nâmütenahinin kalplere bir hiss-i takarrüb veren büyüklükleri altında baygın kokulu çiçekler arasından geçerek yürürdük. Havalar o kadar saf, ahterân-ı sema o kadar beşûş ve câzip idi ki bunlardan ayrılmaya kıyamazdık. Bu serbest havaları bütün iştiyâkımızla teneffüs etmek için birbirimizin âgûşunda, birçok dolaşırdık.

Lakırdıya, temîn-i muhabbete hiç lüzum yoktu. Bütün cihana basan bu samt-ı beliğ içinde biz vücutlarımızın o sıcak temâs-ı gaşyâveriyle bu cihandan yükselerek gezerken ruhlarımız birbirini anlar, sever, mesut olurdu. Avuçlarımdaki elinin bir aralık soğumaya başladığını hisseder:

―Üşüyorsun, derdim, dönelim.

Ve döndüğümüz vakit gecenin nim-şafak zulmetini yırtmaya çalışan beyaz dalgalı cesîm deniz ikimizi birleştiren muhabbetin bir timsâl-i hurûşânı gibi nazarlarımıza çarpardı; birbirimize daha ziyade sokulurduk: Yüzümde saçlarının nevâziş-i muhîbini duyardım; dudaklarım sıcak gerdeninin bû-yı müskirini içerdi.

İşte hayatı böyle şiir ve latifeye mezc ediyor, en maddi mecburiyetleri bile bir eğlence, bir zevk haline getiriyorduk.

(8)

İşte en büyük muvaffakiyetimiz burada tecelli ediyordu. Hepimiz bir işe yarıyorduk. Taksim-i mesai adeta tabiatıyla, kendi kendiliğinden hâsıl oluyormuştu. Ufak birer eyyâm-ı tecrübeden sonra çift sürmeğe, ibtida en güç zannettiğimiz bu mecburiyete alışmıştık. Halim koyunlarımızı, afacan keçilerimizi sağmak, tavuklara bakmak, civciv çıkarmak… bu öyle eğlencelerdi ki kadınlarımız paylaşamazlardı. Pek zahmetli, yorucu işlere tahammül edemeyenler kuvvetleri derecesinde bir iş bulmuşlardı. Kimimiz inekleri otlatır, kimimiz balık tutmak için denize çıkar; kimimiz ekmek pişirir; kimimiz yoğurt; peynir tereyağı yapmağa uğraşırdı.

Hepimiz bir kül teşkil edince köyün ihtiyacı ma’ziyade ifâ ediliyordu. Para kazanmağa, ziynet ve debdebeye haris değildik. Çocuklarımız para bilmezlerdi. Harcdan tedarike mecbur olduğumuz bazı şeylerin mübadelesi için lüzum görünecek kadar bir paramız vardı; bununla da köyün muamelat hesabiyesine mamur olan kardeşimiz uğraşırdı; biz artık paranın; - arkada bıraktığımız âlemlerce “şems-pâre âmâl” ad edilen o meş’ûm madenin yüzünü görmekten, ihtiyacını duymaktan kurtulmuştuk. İşte bunun için; ifnâ-yı vücut edercesine çalışmağa mecbur değildik. Tarlada çift sürerken bile öküzlerimizi bir ağacın gölgesinde dinlendirerek otların üzerine uzanır, bir mecelle-i felsefiyeyi tetkike, bir mecmua-ı eş’ârı, bir romanı okumağa vakit bulurduk. İneklerimiz vakur ve batını revişleriyle sulak çayırların yeşillikleri içine gömüldüğü zaman bunların sığırtmacı müntehib bir mevkiye sehpasını yerleştirerek yağlı boya ile resimlerini yapar; avcılarımız muzlim ormanlar içinde tüfenklerini bir ağaca asarak şiir söyleyebilirdi.

Hayât-ı cismaniye bize hiçbir vakit hayât-ı dimâgıyyeyi ihmâl etdiremezdi bizim için çalışmakta intisâb-ı ilm ve kemâl etmekte en birinci mevk’î ihrâz ediyordu. Vâkıâ heycâ-yı medeniyetten pek uzaklara kaçmıştık; oralardaki mücâdelât-ı harîsânenin tarraka-i infiâlâtı bize kadar aks edemezdi; lakin medeniyetin ruhu besleyecek bütün lezâ’iz-i mâneviyesi keşfiyât-ı müfîdesi bize posta ile daimâ gelirdi, diri diri bir mezâr-ı nisyâne gömülmemiştik.

Posta geceleri bir leyl-i tatil idi. O gece piyano çalınmaz, türkü söylenmez, oyun oynanmazdı. Çay vaktinin geçtiğine de dikkat olunmazdı; hep kütüphane salonunda toplanırdık. Kadınlarımız iş sepetlerini yanlarına alarak çocukların çoraplarını, fanilalarını ördükleri, çamaşırlarını diktikleri, çocuklarımız resimli kitapların başında gürültüsüz oynaştıkları sırada kütüphaneyi dolduran o hevay-ı halisiyyet içinde derin bir mütalaa başlar; bu sükût ya gazetelerin, yeni kitapların hışırtısıyla yahut muhtasır bir lakırdı ile ihlal olunur; sonra yine o haris mütalaa devam ederdi. Gözlerimizi bir gaşve-i hırs ve menfaat bürümediği için bütün bütün bi taraf nazarlarla gördüğümüz bu şuûn-ı medniyye dudaklarımızda nasıl bir tebessüm-i muhakkar peyda ederdi? İşte o vakit köyümüzün hayat-ı asudesi daha ziyade takdir ve tafdis eder, birbirimizi daha ziyade sever, daha ziyade mesut olurduk.

Bu hayat-ı mesai için haftada bir gün tatil kararlaştırılmıştı. Tatil zamanları ekseriyetle tenezzühe hasr olunurdu. Adamızın her noktası o kadar latif, o kadar şayeste-i ziyaret idi ki ekseriya intihâbda güçlük çekerdik. Buraların hepsine birer isim konulmuştu. Hemen sırayla her hafta bir yere gidilirdi. Üç dört saat süren uzak mesirelerimiz de vardı. Buralarını ekseriya mehtapta tercih ederdik. ale’l-sihr küçük arabalarımızın tek atları yola düzülür; güzel manzaralı noktalarda tevakkuf olunarak muhibbâne latifeler edilir; bu umumi şevk ve şetaret içinde sonra yine kamçılar hafifçe şaklamağa başlar; arabalar tekrar yürürdü. Yolumuz bazen ormanların bir kenarına tesadüf ederdi. O vakit şu civanmert tabiatın feyz-i ihsanıyla neşv ü nema bulan nebâsât-ı cismâniyeye hayretlerle bakmaya doyamayarak bir taraftan kuşların ahenklerini dinlediğimiz sırada ferah verici bir serinlik içinde yol alırdık. Alelacele acayip yapraklardan, o ana kadar hiç görülmemiş çiçeklerden bir demet, iklîl yapılır, arabadan arabaya kahkahalarla beraber fırlatılırdı nihayet istediğimiz bir çağlayana, geniş manzara, bir tepeye, bir koruya varılınca arabalardan kemal-i tehâlükle atlanır, çocuklar cıvıldaşır, koşuşur, saf ve samimi, büyük bir aile hayatı bütün lezzet-i muhalesetini hissettirirdi. O gün akşama kadar orada oyunlar oynanır, daimi surette yeşil

(9)

Turkish Studies

duran çimenler üzerinde sohbetler edilir, gurûb-ı şemsin fevvâre-i rengîninden bulutlara saçılan şaşaa-i envâr içinde kamerin handân-ı çehresi parlamaya başladığı zaman avdet de başlardı. Oh, böyle geceleyin, yüz binlerce mahlûkun hevâ-yı mevcudiyeti, hayatı ile meşbu’ olan bu sâkit, bu haşyet-aver cesîm ormanlar içinde, nûr-ı kamerin donuk bir gâze-i şiir ve hayâl ile örttüğü bu eşcâr ve ezhâr arasından kendi kalplerimizi, kendi hislerimizi dinleyerek sâkitâne geçmek başkaları için ne anlaşılmaz bir saadetti bize nasîb ediyordu! Bu derin ihtisâslardan sonra bizdeki metânet, hep mahâsin, safvet daha ziyâde artardı ve bir lahn-ı muhteriz ihtisasat-ı kalbiyesini ağır ağır tercümeye başlar başlamaz, bu, umumi bir silsile-i nagamâtın ibtidâsına işaret olur, bir an evvelki sükûnet bir gulgûle-i tarâba inkilab ederdi.

Bir gün bütün köyün içinde birden bire bir mevce-i sürur kabardı: Küçük cemiyetimiz bir günü daha kazanıyordu, köyün bir çocuğu olacaktı. Artık bütün musahebeler bütün hulyalar bu mini mini refik-i mübeccele tevcih etti. Herkes onu erkek istiyordu. Oh bu köyün çocuğunu daha şimdiden herkes ne kadar seviyordu! Bütün kadınlar bir şefkat-i mâderane ile mini mininin çamaşırlarını hazırlamağa başladılar. Artık meydanda hep küçücük yavrunun küçücük elbise teferruatından başka bir şey görülmüyor. Köyün mebna-ı istikbaline ilk taşı vaz’ eden genç valide umumun ihtimâmât-ı nazikeseni kendisine müteveccih buluyordu, bütün köy kendisi için titriyordu. Bu beşeriyet-i cedidenin ilk mahsul-i ümidi “Âdem”den başka bir nam ile tesmiye edilemezdi. Bu karar verilince küçük “Âdem” kemal-i sürûr ile alkışlandı. Artık kudvemine intizar ile vakit geçiriliyordu. Nihayet bir gün bu tıfl-ı muazzez şu alicenab arzın gürbüz bir oğlu kainata hayat veren güneşle beraber dünyaya geldi. Namı köyün defter-i vakâyına kayd olundu. O gün bizim için bir yevm-i ıyd idi

Sonra “Âdem”ler, “Havva”lar, tevâli etmeye başladı. Köyün hayat-ı neş’edârı gittikçe artıyordu. Bir yandan büyüyen çocuklar kütüphane salonunda muntazaman derslerini aldıktan sonra babalarına yardıma gidiyorlar, kızlar vâlidelerinin işlerine iştirak ediyorlardı. Arazimizde görülen kuvve-i namiyye Çocuklarda da hayırlı tesirini gösteriyordu. Hepsi birer arslan yavrusu gibi iri, güzel, sâf idi. Bu küçük genç adamların birer bahadır gibi gezişlerine, melek gibi genç kızların hırâm-ı nâzikine bakıp da imrenmemek, mesûd ve müftehir olmamak kâbil değildir.

Köyümüz de güzelleşiyor, arazide yollar gittikçe açılıyor, her taraf düzeltiliyordu. Artık köşklerin etrafında güzel birer çiçek bahçesi vücûda gelmiş. Bütün köy serapa bir şükûfezârdan ibaret kalmıştı. Civardaki bostanlarımızda da yemiş ağaçları, sahipleri olan yavrumuzla beraber büyümüş idi. Çocuklara küçük iken birer ağaç verilmişti. Evvelce vâlidelerinin kucaklarında gelerek bunların gölgesinde oynarlardı. Hâlbuki şimdi bu ağaçların meyvesini koparıyorlar, vaktiyle beraber oynaştıkları kuzuların, oğlakların yetiştirdikleri yavruların yavrularını sağıyorlardı. Salon ictima’ları, taâmlar gittikçe daha ruhlu, daha şetâretli oluyordu. Bizim mahsul-i sâyimiz olan yeni şiirler yeni hikâyeler alenen okunduğu sırada bazen bunların arasında korularda çağlayan sular gibi tabii ahenkli, berrak, sahravî, acemi şiirler de mahcubâne okunur. O ana kadar birçoğumuzdan gizli tutularak ikmal edilmiş bir levha-ı mahcubâne teşhir edilir. Kemal-i şevk ve teşvik ile alkışlanırdı: Bunlar çocuklarımızın evsaf ü pâk-i ruhlarının mir’at-ı ihtisâsâtıydı.

Bu ihtisâsât içinde yavaş yavaş mavi bir gözün nazar-ı hârı siyah bir saçın bûy-ı refiki safiyyet-i kalbe delâlet edecek bir sâfiyet-i ifade ile bizi irşâda başladı. Kalplerinin bütün temayül-i mâsûmânesiyle birbirlerini seven bu gençleri bahtiyar etmek köyün en tatlı meşgalesi olmuştu. Köye yeni köşkler ilave olunuyor. Defter-i vekâyı yeni yeni hâtırât-ı saadet ile zenginleşiyordu.

Ve mesut u âsûde seneler kemâl-i sükûnetle tevâli ettikçe insan, hayvan, ağaç, çiçek bütün şu mahsulât-ı tabiat birbirlerine daha sıkı bir rabıta-ı teâvün ile bağlanıyor. Bu afif ve faal tabiatın sînesinde bütün âlâyiş-i medeniyetten âzâde guyûr bir beşeriyet yeni bir hayat-ı insaniyet buluyordu.

(10)

Evet, handân-ı baharları müteakip müsmir sayflar; sonra soluk hazanlar, fırtınalı kışlar gelip geçiyordu. Lakin biz seninle sevgilim kulübemizde yalnız bir mevsim biliyorduk: Ebedi bir bahar-ı nilgün-i garam bizi daimi bir şebâb-ı aşk içinde yaşatıyordu. Dışarıda ağaçların kuru yaprakları döküldüğü hırçın hadîd rüzgârlar ağaçları yerinden sökmek istediği zaman bizim âsumân-ı muhabbetimizden aşiyan-ı saadetimize hep pembe çiçekler dökülürdü.

Geceleri kulübemizin önündeki kanepeye, çocuklarımızla beraber büyüyen çiçeklerin arasına oturup da muhabbetimiz gibi daima genç duran ziya-ı nücûm altında el ele düşündüğümüz zaman maziye teveccüh eden hayalimiz bize bu köye geleliden beri saadetten, muhabbetten gittikçe artan bir saadet ve muhabbetten başka bir şey bulup gösteremezdi. Burada seninle bütün bütün muhabbetimizin olarak sırf muhabbetimiz için yaşamıştık. O evvelki, ta evvelki hani şu korkunç denizlerin, bir daha avdet edilmesi muhal olan mesafeleri arkasında bıraktığımız o mâzînin bütün o kıskançlıkları, bütün o azapları, gözyaşları bitmişti. Buranın o sükûnetli gecelerinde bütün o tabiatı ezen o sükût-ı hâb pençesinde asla doyamadığımız bir leyl-i muhabbet imrar ederken birbirimizi der-aguş ettiğimiz zaman bizi hiçbir kuvvetin ayıramayacağına emindik; münhasıran birbirimizin, ebediyen birbirimizin olduğumuzu bize bu derin sükûnetler içinde inleyen meshûf-ı garâm emellerimiz temin ederdi. İşte bu emniyetten mesut olmuştuk, işte bu itimat ile yaşamıştık.

Fakat, eski maziden bizi tathîr eden bu hayât-ı muazzez şu ağarmış saçlarımızla, görmüyor musun sevgilim, bize bu saadet-i hayatı artık sofraya sığışamayan genç ailelere terk etmek zamanı geldiğini ihtar ediyor? Bu hayât-ı garâmın son bir mükâfatı olmak üzre güneşli bir sonbahar günü ikimiz beraber, o güzel gençlik zamanlarımızdaki gibi kucak kucağa iken ölüyor idik. İkimizi yan yana aynı taşın altına ekseriye birlikte oturduğumuz şu yalnız kestanenin dibine gömüyorlardı. Etrafımıza tekmil mor menekşe dikmişlerdi. Makberimiz köyün bütün âşıkları için bir ziyâretgâh-ı müteyyemmen idi; akşam vakitlerinin sakin, rûh-ı istinâs-ı tenhâyî-i hazîni arasında genç âşık ve âşıkalar çift çift bizim mezarımıza kadar gelirlerdi. Menekşelerimizden birbirlerine demetler hediye ettikleri sırada bizi göstererek:

Şunları görüyor musun, derlerdi, bunlar çocukluktan beri birbirlerini severek yaşadılar, severek terk-i hayat ettiler, işte biz de bunlar gibi olalım.

Ve işte bizi mukaddes, ebedî bir muhabbet-i mütekâbilenin timsali gibi birbirlerine göstererek ebedî bir sebâta, ebedî bir vefa ve muhabbete en büyük bir delil, en büyük bir ahd olmak üzere, orada, kabrimizin beyaz taşı üzerinde, mormenekşelerimizin baygın nazarlarına karşı kemâl-i sâfkemâl-iyetle uyuşarak bkemâl-izkemâl-im rûhumuza yemkemâl-in ederlerdkemâl-i…

(11)

Turkish Studies Sonuç

Daha çok Servet-i Fünûn döneminin hassas şairi Tevfik Fikret’in şekillendirdiği ve kendisine saygısı olan pek çok dönem arkadaşının da iştirak ettiği, yeni bir dünya kurma fikri, önce güney yarım kürede ifadesini bulsa da sonrasında rotayı Anadolu’ya çevirir. Birtakım olumsuzluklar sonrasında bu tasarı da düşünce aşamasından fiiliyata geçemez. Sonuçta bu hayal, birtakım edebi eserin ortaya çıkmasına hizmet etmiştir.

Bunun yanında hayalin edebi eserlere yansıması, aslında insanoğlunun sıklıkla yaptığı şeylerden biridir. Bu yönüyle sanatçılar, toplumlara ön ayak olmuşlar onların hayatlarını kolaylaştırmışlardır. Sanatın hayatla ilişkisi bağlamında değerlendirildiğinde bu durum önemsenmesi gereken veriler sunar. Sanatçının, hayalî olanları bir edebi metinde tecessüm ettirmesi topluma bütünüyle olumlu sonuçlar sunmasa da ufuk açıcı niteliği yadsınmaz bir gerçektir.

KAYNAKÇA

AKYÜZ, Kenan, (1947), Tevfik Fikret, Ankara: Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Yayımları.

[DELİLBAŞI], Ali Süha, “Temaşa Tenkidâtı - Jöntürk” Aşiyan, nr. 5(25 Ey.1324), s. 143-152. KADRİ, Hüseyin Kâzım, (2000), Meşrutiyetten Cumhuriyete Hatıralarım, (2. Baskı), (Haz.

İsmail Kara), İstanbul: Dergâh Yayınları.

KANTER, Fatih, (2011) “Tevfik Fikret ve Ahmet Haşim’in Şiirlerinde Ütopya” Turkish Studies, Volume 6 / 3 Summer Sayfa: 963 – 972.

KAPLAN, Mehmet, (2009), Tevfik Fikret, Devir, Şahsiyet, Eser, (12.Baskı), İstanbul: Dergâh Yayınları.

KARATAŞ, Turan, (2004), Edebiyat Terimleri Sözlüğü, (2. Baskı), Ankara: Akçağ Yayınları. KORKMAZ, Ramazan, (2004), Yeni Türk Edebiyatı El Kitabı, Ankara: Grafiker Yayınları. MANGUEL, Alberto ve GUADALUPİ, Gıanni, (2013), Hayali Yerler Sözlüğü, (3. Baskı),

(Çevirenler: S. Okyay, K. Kutlu), İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.

ÖZGÜL, M. Kayahan, (1988), “Bir Ütopya Taslağı: Hayat-ı Muhayyel” Türk Dünyası Araştırmaları, nr. 53, s. 133-160.

TÖRENEK, Mehmet, (1997), “Yeşil Yurt Hikâyesi” Mehmet Rauf Edebi Hatıralar, İstanbul: Kitapevi.

Tevfik Fikret, (2007), Rübâb-ı Şikeste, (2. baskı), (Hazırlayanlar: A. Uçman – H. Akay), İstanbul: Çağrı Yayınları.

THOMAS More, (2004), Utopia, (Çev. T. Göbekçin), Ankara: Öteki Yayınevi.

TÜRK, Hatem, (2008), 10 Temmuz Meşrutiyet Bayramı, Erzurum: Salkımsöğüt Yayınları. UŞAKLIGİL, Halid Ziya, (1987), Kırk Yıl, İstanbul: İnkılap Kitabevi.

[YALÇIN], Hüseyin, Cahid, (tarihsiz), Hayât-ı Muhayyel, Tâb ve Nâşiri Dersaadet (3. baskı), İstanbul: İkdam Matbaası.

(12)

YUMUŞAK, Firdevs Canbaz, (2012), “Ütopya-Karşı Ütopya ve Türk Edebiyatında Ütopya Geleneği”, Bilig, S. 61 (Bahar 2012), s. 47-70.

Referanslar

Benzer Belgeler

regions: the internal region (with radius r c ), where nuclear forces are important, and the external region, where the interaction between the nuclei is governed by the

Bu yazıda pilonidal sinüs hastalığı nedeniyle primer eksizyon ve kapama operasyonu olan hastada travma olmaksızın iki yıl sonra gelişen dev hematom saptanması ve

Servet-i Fünun şiirinin en önemli şairlerinden Tevfik Fikret ve Cenap Şahabettin, Servet-i Fünûn şiirinin olduğu kadar modern Türk şiirinin de öncüleri

Tevfik Fikret ve Cenap Şahabettin, Servet-i Fünûn şiirinin olduğu kadar modern Türk şiirinin de öncüleri arasındadır.. Her iki şair bu dönemin şiir yönünü

Konvansiyonel perkütan translüminal koroner an- jiyoplastinin (PTKA) başarısı akut tıkanma ve geç restenoz yanında dilate edilemeyen çok sert lezyonlar

Öğrenci cinsiyetleri ile bir partnerle çalışma alışkanlığı arasında “erkek” öğrenciler lehine; öğrencilerin sınıf düzeyi ile bağımsız, bir partnerle ve bir

Eğer ki Đkinci Yeni’nin gelenek açısından incelenmesinde Divan ve Halk edebiyatıyla yetinilirse o zaman düzyazı şiir geleneğinin kökleri Türk şiirinin

“Servet-i Fünûn Romancılarının Romanlarında Tasvir” adı altında ele aldığımız doktora tezinde, “tasvir” kavramından haraketle, Servet-i