• Sonuç bulunamadı

Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi"

Copied!
15
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

YOL VE YOLCULUK BENZETMELERİ BAĞLAMINDA

ŞİİRİMİZDE ÖLÜM

Dr. Mehmet TÖRENEK∗∗

ÖZET

Şiirimizde, hayat gibi ölüm de bir yolculuk olarak düşünülmüş, bu benzerlik ilgisiyle ölünün konduğu tabut da, bineğe benzetilmiştir. Ölüm yolculuğunun bu değişmez aracı, özellikleri ve taşadığı yükü nedeniyle bir ilgi odağı olduğu gibi, zaman içinde farklı ulaşım araçlarına benzetilerek zengin istiarelerle şiirlerimizi süslemiştir. Bu yazı, işte bu konuya bir yaklaşım denemesidir.

ABSTRACT

In our poetry the live has been thought as a journey like the death as well as. In terms of this the coffin that the dead put in has also been likened the mount. Because of this unchangeable vehicle of the dead existence, its features and its load, it is the focus of the interest, and addition to this our poems have been adorned by rich metaphors by likening to the various arrival vehicles. In this perspective this article will be handled.

lüm hayat sayfasının öbür yüzüdür. Hayatı o ilgi çekici kılmakta, o anlamlandırmakta, o sevdirmekte yahut acılaştırmaktadır. Ölüm bir alternatif olarak hep yanı başımızda durmakta, korkulan yahut ilgi duyulan bir evre olarak kendisini sürekli hissettirmektedir. Korku bilinmezliğin korkusu, yaşamdan kopmak istemeyişin endişesidir. İlgi çekicidir, çünkü dünyaya gelen her insan yaşayacaktır ve ne yaşayacağının merakı içindedir. Hayat, er yahut geç bir gün bitecektir.

Ö

Ölüm ebedî ayrılıktır, gurbettir, çaresizliktir. Bu nedenle ölüm hüznü, matemi, hatta yer yer isyanı beraberinde getirmektedir. Sonra bir terk ediş vardır ölen için. Bu da kaygıları artırmakta, önüne geçilemez oluşuyla ölüme sitemler edilmekte, ölüm yüzünden hayat sorgulanmaktadır. İsyanlar, kabullenişler, yalvarışlar, haykırışlar hiç de az değildir. Ama hayat yolu bir gün bitecek, yolcu bu

Bu makale, 25-26 Kasım 2004 tarihlerinde Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırma ve Uygulama Merkezi tarafından düzenlenen “Uluslararası Türk Kültüründe Ölüm Sempozyumu”nda sunulan bildirinin genişletilmiş hâlidir.

(2)

yolun sonuna varacaktır. Hemen her inanışta ölüm, Allah’a, Tanrı’ya yahut göklere bir gidiş olarak hep vardır.

Kültürümüzde ölüm bir yolculuk olarak kabul edilmiş ve bu yolculukta ölen ve kalan farklı bakışlarla, değişik bağlamlar içinde ele alınmıştır. Daha çok dünya hayatı, bir yolculuk olarak ifadede üstünlüğe sahipse de, ölen kişinin alınıp götürülüşü ve insanların onu bir yere bırakıp dönüşü, ölenin kendi başına bir yolculuğa çıkması olarak düşünülmüş, hayatımızda böyle bir benzerlik içinde yer kazanmıştır. Her gelen gitmektedir, gidecektir. Giderken yaşanan ayrılık acısı ağıta dönüşmekte, gözyaşları dökülmektedir.

Ümit Yaşar, Ölüm Gazeli’nde bunu şöyle dile getirir: Ne kötü bir dünya bu; sevgisiz, acımasız Yaşarken dolu dizgin, ölüvermek apansız. Sen en güzel yerinde olsan bile yaşamın Alırlar, götürürler bir yerlere zamansız. Bütün o sevdiklerin, dostların, yakınların Koyup giderler seni oraya yapayalnız. Çalkalanır gidersin kapkara bir boşlukta

Ne sevinç, ne de keder; artık her şey anlamsız.(Kasır 1998:151) Ölünün varıp eğleştiği yer yani mezarlık, dünyaya ait olan bedenin gideceği son noktadır. İnancımızın bir gereği olarak kabullendiğimiz ahiret, ruhun bu ölümle birlikte yeni bir yolculuğa başladığı düşüncesini de beraberinde getirmektedir. Bunun sonrasında varılacak en güzel yer, cennettir ve ölene gösterilen saygıda, onun güzel hâlleri ve davranışları anılarak bu makamı elde etmesi düşüncesi yatmaktadır. Yahya Kemal de hayatın sonu ile özdeşleştirdiği

Sonbahar mevsimini anlatırken benzer ilgileri kurmaktan geri duramaz. Ölümü,

serviliklere yönelme olarak alır.

Fânî ömür biter, bir uzun sonbahar olur. Yaprak, çiçek ve kuş dağılır, târümâr olur. Mevsim boyunca kendini hissettirir vedâ; Artık bu dağdağayla uğuldar deniz ve dağ. Yazdan kalan ne varsa olurken haşir neşir; Günler hazinleşir, geceler uhrevîleşir;

Teşrinlerin bu hüznü geçer tâ iliklere.

Anlar ki yolcu, yol görünür serviliklere.(Beyatlı 1974:85)

Ölümün bir yolculuk olarak alındığı en güzel şiir, kuşkusuz onun Sessiz

(3)

şair, (Beyatlı 1988:29) bu imgeyi söz konusu şiirde daha da geliştirerek, sembollerle dolu bir metinle bizi karşı karşıya bırakır. Kelimeler, istiarenin özelliğine uygun olarak asıl anlamları dışında kullanıldığı gibi, istiarenin ortaya çıkış nedenlerinden olan akılla duygular arasında bağlantı kurma, fikir ve hayalleri daha kuvvetli ifade etme yönüyle de güçlü bir örnektir. Şair, yine istiarenin özelliklerinden olan soyut bir olayı somutlaştırmakla hem tahayyül imkânını zenginleştirmekte, hem de mânâya parlaklık katmaktadır.(Durmuş 2001:317)

Artık demir almak günü gelmişse zamandan, Meçhûle giden bir gemi kalkar bu limandan. Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol; Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol.

Rıhtımda kalanlar bu seyâhatten elemli, Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli. Biçare gönüller! Ne giden son gemidir bu. Hicranlı hayatın ne de son mâtemidir bu. Dünyada sevilmiş ve seven nâfile bekler; Bilmez ki, giden sevgililer dönmeyecekler. Bir çok gidenin her biri memnun ki yerinden,

Bir çok seneler geçti; dönen yok seferinden. (1974:89)

Şiirde ruhun ölüm yolculuğunu temsil eden gemi, her beyitte farklı benzetme yönleri kullanılmak suretiyle sembolleşmekte ve bir temsili istiare oluşturmaktadır. Ziya Osman Saba ise yolculuğu Sefer hali olarak adlandırır. Yurdundan yuvasından ayrılmanın hüznü içerisinde bir gidiştir bu. O yalın bir anlatımı tercih eder.

Evimin önünden cenaze geçtiği olur. Dört kollu bir tabut yola koyulmuş. Bildiğim, içinde, günü dolmuş Bir insanoğludur.

Kısmet kiminse… Zengininden, fıkarasından, Bir garip kişi veya ünlü,

Kim olsa üzgündür üzgün gönlü,

(4)

Ne çıkar beri yanda cenaze havasından, Mızıkaymış, çelenkmiş, hepsi nafile. Ayrılmak varken o sefer haliyle, Yurdundan, yuvasından. (Saba: 126)

Bu türden benzerliklerle bir fikri, bir olayı anlatmak insanın özelliğidir. Hem açıklamak, hem de kolayca kabullenilmesini sağlamak başta gelen nedenlerdendir. Biçimcilerin ileri sürdüğü alışkanlığı kırmak, alışılmadık şekilde söylemek anlayışı da bu nedenlerden bir diğeridir. Behçet Necatigil, işte böylesi bir alışılmadık benzetmeyle ölümü anlatma yolunu seçer. Ölüm doludizgin gelen bir yolcuya, bir atlıya benzetilerek istiare yapılır. Terkisindeki yeni yolcudur.

Dağların ardından ölüm doludizgin gelir Terkisinde biri vardır.

Ama yollar insanlarla kaynaşır Ama dünya telaşında hepsi

Ama ölümün işi hepsinden aceledir,

Ama yollar tutulmuş, geçilecek gibi değil… Bir anda her şey bir yana itilir,

Önce ölüm! Ölüme yol! (1991:339)

Aynı at imgesini Tanpınar da kullanır. Ömrün çemberinden kurtulan yolcu, son yolculuğa siyah atlarla çıkacaktır.

Saçında gecenin soğuk rüzgârı Bir gün kapatırsın bu ufukları Beklersin köşende sessiz ve yorgun Siyah atlarını son yolculuğun.

Ve dersin yavaşca kendi kendine:

Ömrün çemberinden kurtuldum yine. (1976:28)

At, bir hayvan olmanın yanında, hayatın içinde var oluşuyla da yeni imgelerin oluşumuna imkân vermiştir. İnsanla birleşen bir varlık olarak at, beraberinde arkadaşlık, savlet, yolculuk, kader fikrini getirir. Tanpınar, yolculuk ölüm fikrini beraberinde getirdiğinden at ölümün timsalidir, der. (2002, s.229) Cahit Sıtkı ise, tabut imgesinden hareketle alıp götüren bir şey olarak aynı benzetmeyi ölüm için kullanır.

Kalmadı ümidin soluk ve cılız Işığında bereket.

Ve ölüm, kapımda kişner, sabırsız Bir at oldu nihayet. (1995: 130)

(5)

Gelmedi gün daha, çalmadı saat, Daha uçurmuyor beni bu kanat;

Sabırsızlanma, ey kapımdaki at!

Güneş daha gözlerimi yakıyor.(1988: 110) Necip Fazıl ise onu, Yağız at olarak alır:

İşaret bekliyorum, yağız atım eyerli;

Yanarım sorarlarsa ne getirdin değerli? (1991:107)

Hayat yolunu kendi gücüyle kat eden insanı, ölünce yıkama kefenleme merasiminden sonra namazının kılınacağı musallaya kadar tabutla taşırlar. Tabut tahtadan yapılmış, bir uzun kutu, bir sandıktır. Belli ölçüleri de vardır. Uzunluk 2-2,5, en 50-75 cm, derinlik 40-50 cm’dir. Genellikle ağacın kendi rengi kullanılırsa da yeşile boyandığı, tenekeyle kaplandığı da olur.(Örnek 1971:55) Onu Necip Fazıl şöyle anlatır:

Tahtadan yapılmış bir uzun kutu; Baş tarafı geniş, ayak ucu dar. Çakanlar bilir ki, bu boş tabutu, Yarın kendileri dolduracaklar. Her yandan küçülen bir oda gibi, Duvarlar yanaşmış, tavan alçalmış. Sanki bir taş bebek kutuda gibi, Hayalim, içinde uzanmış, kalmış. Cılız vücuduma tam görünse de, İçim, bu dar yere sığılmaz diyor. Geride kalanlar hep dövünse de, İnsan birer birer yine giriyor. Ölenler yeniden doğarmış; gerçek! Tabut değildir bu, bir tahta kundak. Bu ağır hediye kime gidecek,

Çakılır çakılmaz üstüne kapak? (Kısakürek 1991:122)

Melih Cevdet ise bir tabutcu’nun diliyle, herkese uygun ölçülerinin olması yanında, ″yaldızlı, kakmalı, hâreli″ çeşitlerinin de olduğunu ironik bir dille verirken bir sınıf farklılığına dikkat çekmektedir.

Yeni tabutlarımız geldi Bayanlar için baylar için Çocuklar için büyükler için Kısalar, uzunlar, şişmanlar için

(6)

Boy boy, biçim biçim Yaldızlı, kakmalı, hâreli Tabutlarımız geldi

1952 modeli (Bayrak 2002:177)

Tabutun üzerine konulduğu musalla taşı, camide yahut mezarlıktadır. Cenazenin önünde saf olunur, sıraya dizilerek cenaze namazı kılınır. Sonra yine tabut eller üzerinde taşınarak mezarının başına getirilir. Mezara gömme bazen tabutla olsa da, tabutun asıl fonksiyonu ölen kişinin taşınmasında kullanılan bir araç oluşudur. Evinden mezara kadar olan yolculukta o ölünün bir binek aracıdır. Ona kendisi binemez, bindirilir ve dört kişi tarafından taşınır. Taşıma işinde tabutuna el atmak, onunla mezara kadar gitmek sünnet olmanın yanında, bir saygı ve hürmet işareti olarak kültürümüzde ayrı bir önem kazanmıştır. Dört kişi tarafından değil de, daha çok kişinin el atmasıyla taşıma, daha çok sevap kazanma anlayışını getirmiştir.(Bilmen:259-60) Ama dilimizde ifade edilirken genel vasfı bu olmuştur. ″Dört kolluya binmek″ deyimi bunun göstergesidir. Yine ölü, kim olursa olsun yüceltildiğinden, eller üzerinde taşınırken hep omuz seviyesinde tutulmuş, böylece tabutta taşınma bir saygı ve hürmeti beraberinde getirmiştir.

Son gün olmasın dostum, çelengim, top arabam

Alıp beni götürsün, tam dört inanmış adam… (Kısakürek 1991:109)

Beyitteki dört kişi söyleyişi, bu dört ucundan tutarak taşıma işi içindir. Bu gidişte tabutta yatan suskun, onu taşıyanlar suskundur. Hürmetle birlikte hüzün, kalanların, taşıyanların vasfıdır. İçinde yatan ise artık bütün bunlara uzaktır. Kendi sırrını beraberinde taşımaktadır o. Kalanlar ise şaşkın, perişandır. Eğer bir de bu geride kalan aşık ise, onu nasıl anlatacağını bilemez, benzetme üstüne benzetme kurar, dilin imkânlarını sonuna kadar zorlar: Makber şiiriyle ölümü, ölüm acısını şiirleştiren büyük şairimize, Abdülhak Hâmid’e kulak verelim:

Tâbût!.. O rehnümâ-yı makber, Tâbût!.. o heykel-i mükedder, Tâbût!.. O hatîb-i summ u ebkem, Tâbût!.. O bürûdet-i mücessem. Tâbût!.. O Sükût-ı pây-der-ser, Tâbût!.. O musîbet-i mükerrer, Tâbût!.. O vahşet-i muannid, Tâbût!.. O makber-i seferber,

(7)

Tâbût!.. O inkılâb-ı hâmûş

Serhadd-i revân-ı akl-ı medhûş. (Tarhan 1982: 95)

Tabut geçerken ardından gidenler olduğu gibi, yoluna çıkanlar ona saygı gösterir, ayağa kalkar, selam durur, sessizce izler, dualar eder. Ölümü anlatan bazı şiirlerde bu özellikler öne çıkarılır. Recaizade, şiirimizin bu gözü yaşlı babası, oğlu Nijad’ın ölümünü konu edindiği Ağlarken şiirinde ölüme ait düşüncelerini içten ağlayışıyla dile getirirken, hem ölünün, hem de onu götürenlerin suskunluğuna dikkat çeker.

Tâbût!.. İçinde vakf-ı sükûn na’ş-ı muhterem Mâtem çeker önünde büyük bir siyâh alem. Hicrân yürür peyinde ser-efkende, beste-dem. Tutmuş güzârgâhı bütün mevkib-i adem,

Âmâde-i selâm durur sâf-be-sâf hadem.

Bir tîğ-ı âteşîn sokulur kalbe dem-be-dem. (1997:425)

Cahit Sıtkı ise Akıbet şiirinde omuzlar üzerinde dalgalanarak gidişi bir imge olarak alır:

Selâ verildiğine göre Cami-i kebir minaresinde, Günlerden Cuma olmadığı halde, Muhakkak ölü var mahallede. İşte!

Olup olacağımız bu cenaze; Geçiyor caddeden vakur ve sâde,

Dalgalar misâli omuzlar üzerinde.(Tarancı 1995:159)

Şiirlerinde ölümü özleyen, ölümü farklı ilgilerle güzelleştirerek konu edinen bir şairimiz, Ziya Osman Saba, bu gidişin gizemine dikkat çeker. Kalanlar hep bu sırrı merak edeceklerdir:

Ahret dolsun içime kumruların “Hu..”sundan Diyeyim, camiinin geçerken avlusundan. Şu musalla taşında bir namaz yatacağım. Bir tabutun içinde sır vermeden gidenler, Orda, beyaz taşlarla yıllardır beni bekler,

(8)

Günümüz şairlerinden İsmail Uyaroğlu ise, onu bir beşiğe benzetir. Elden ele verilirken içinde yatan ″bebecik″ uyanmasın diye sarsmamaya özen gösterildiğini bir güzel söyleyiş olarak şiirine katar:

Sakınarak verilir Elden ele beşik

Uyanmasın diye sarsılıp da

Uykuya yatmış bebecik ((2003:25)

Tabutun musalla taşına konuşu, orada bekleyişin en güzel benzetmesi kuşkusuz hemen dile geliveren şiiriyle Cahit Sıtkı’ya aittir. Belki de imge, birbiriyle dost bu iki şairden birine aittir ve iki ayrı şiirde ortaya çıkmıştır.

Bir namazlık saltanatın olacak

Taht misali o musalla taşında. (1995:187)

Musalla taşı taht ise, tabut, dolayısıyla içindeki kısa bir zaman dilimi de olsa sultandır. Haliyle yine ölümü yüceltme, farklı bir ilgiyle kurulmuş bir istiare söz konusudur.

Tabut özenle yapılmıştır, özenle saklanır. Kırık dökük tabut olmaz. İnsanlar ölülerini böyle bir tabutla taşımazlar. Ancak yine de o tahtadan ibarettir. Fakat Cahit Sıtkı, bu zorunlu bineği başka bir cephesinden bakarak, bile istene seçilen bir araç olarak alır:

Ankara’nın Hacıbayram Camii Böyle yerlere yolumuz düşmese Kimi şah olur garip derviş kimi Musalla taşında yatan cenaze İnsanı olduran erdiren sükût Bir gün öleceğini aklında tut Rahat bir yer olmalı ki şu tabut

Görmedim girmem diyen yiğit kimse (Tarancı 1995:195)

Sessizce ölüp gitmeyi isteyen Turgut Uyar, ölüsünün kimseye dert olmamasını, bir garip kişi olarak taşınmayı ve bu gariplikle paralel gıcırtılı bir tabuta konmayı düşler. Niye gıcırtılı. Tahtadan yapılmış bazı eşyanın çıkardığı sestir bu. Kapı gıcırdar, merdivenin basamakları gıcırdar. Bir de yükü ağırsa eğer, kağnı gıcırdayarak gider. Çağrışım doğrudan bunlara değildir ama, üzerinde düşününce tahta ilgisinden hareketle yakınlıklar kurmak mümkündür:

Şöyle sessizce ölüp gitmeliyim Bir yaz gecesi Gülhane parkında Şu hazin ömrü tamam etmeliyim.. . . . .

(9)

İnsanlar her günkü gibi şen şakrak Tabutum Merkez Efendi’ye giderken Üç beş kişinin omzunda gıcırdayarak. Birkaç kişi başlarını eğsinler,

Sonra ardımdan bakıp acıyarak;

-Bir garip ölmüş desinler… (Kasır 1998:164)

Şair bu, her zaman herkesle aynı olmayı istemez. Farklılık onun varlığıdır. Farklı olacak, farklı söyleyecek, farklı hayaller kuracaktır. Fazıl Hüsnü Dağlarca,

Ölü şiirinde bu türden farklılıkları dile getirirken omuzlarda sallanmadan taşınmak

ister:

Hangi mahallede imam yok Ben orada öleceğim

Kimse görmesin ne kadar güzel Ayaklarım saçlarım ve her şeyim. Ölüler namına âzâde ve temiz

Meçhul denizlerde balık, Müslüman değil miyim, hâşâ

Fakat istemiyorum kalabalık. Beyaz kefenler giydirmesinler Sızlamasın karanlığım havada

Omuzlardan omuzlara geçerken sallanmıyayım Ki bütün azâlarım hülyâda. (Kasır 1998:109-110)

Omuzlarda taşınan, taşıyıcısı insanlar olan tek kişilik bu binit, taşıdığı yükten hareketle farklı benzetmelere konu olmuştur. Bu benzetmelerde kültürel etkileşimin yanı sıra, yaşanan devrin ve coğrafi şartların da etkisi olduğu kanaatindeyiz. Dinî şiirin ilk lirik şairlerinden Yunus onu hem bir sal, hem de tahta at olarak adlandırır. Yunus’un dilindeki salaca dört kollu düz bir tahtadır. Bu ilkel şeklin zaman içinde daha emniyetli bir hale getirilerek yan taraflarının kapatıldığını söylemek mümkündür.

Salacamı götürdiler makbereme yitürdiler

Halka olup oturdılar Allah sana sundum elüm (1972:106)

Bazı şiirlerinde de o, yine devrin kültürüyle bağlantılı olarak ata benzetilmiştir. İstiare açıktır:

Su getüreler yumağa kefen saralar komağa

(10)

Gele şol Azrâil duta assı kılmaz ana ata

Binem şol ağaçtan ata gidem hey dost diyü diyü (1972:129)

Bu türden bir benzetmenin kullanımına Yunus’tan bir asır sonra yaşamış bulunan Şeyyâd Hamza’da da rastlamaktayız. O, ilginç bir benzerlik ilgisiyle ″adem ayaklı″ diye sıfatlandırır.

Ağaç at başı yok âdem ayaklu

Taşur sinleye bu halkı revandur. (Akar 1987: 3)

At benzetmesinin kullanımında farklı etkilerden söz etmek mümkündür. Eski Türklerde ölen kişinin cenazesinin konduğu çadırın etrafında atla dönülmesi, ölü ile at arasında bir yakınlığın kurulmasına imkân vermiş olabilir. Yine bir yas ifadesi olarak ölünün atının kuyruğunun kesilmesi yahut düğümlenmesi veya atlardan bir kısmının kurban edilerek mezara konulması bilinen ritüellerdendir. Kurban edilen atların derileri ve başlarının sırıklara takılması adeti ise, ölünün üzerinde cennete gideceği atı göstermektedir. (Çoruhlu 2002:124-5) Tabutun omuzlarda yahut uzak mesafeler söz konusu olduğunda at ya da katırla taşınması batı kültüründe de vardır. Ortaçağ döneminden itibaren tasvirlerde bu türden taşımaları gösteren imgeler söz konusudur.(Aries 2004:230)

Ata binip gitme imgesinin içinde gelinin ata binmesiyle bağlantılı bir çağrışımın da olabileceğini söyleyebiliriz. O da beyazlar giyinmekte, hep birlikte alınıp götürülmektedir. Yunus’un dilindeki bu at benzetmesine cumhuriyet devrinin iki büyük şairinde de rastlamaktayız. Necip Fazıl bir an kendini tabutta düşünerek duygularını şöyle dile getirir:

Bilmem, kaçı kaç geçe, Bilmem, kaça kaç kala; Ya erkence, ya geçce, Sıram gelir, hoppala! Altımda gacır gucur, Kişner durur cansız at... İşte servili çukur;

Ve ölümsüz hakikat! (Kısakürek 1991:124)

Ölümü anlatırken kurduğu farklı benzetme unsurları içerisinde ata yer verme Fazıl Hüsnü’nün şiirinde de karşımıza çıkar. Hatta birçok benzerlik ilgisiyle:

Ölüler bir ata benzer

Nice yorgun olsalar da Ölüler bir ata biner.

(11)

Ak kavaktır belki ölü Ta yeşilliği görünmez Ak kavaktır belki ölü Ölüler en uzun ırmak Büyük susuzluğu bizim

Ölüler en uzun ırmak (Kasır 1998:111)

Başka örnekler bulmak mümkündür. Ancak asırlar sonrasında kurulan bu ilgi, söylediğimiz yakınlığı göstermek için yeterlidir. Coğrafyanın etkisiyle hayatımızda, kültürümüzde yer alan ve zamanla yaygınlaşan bir ulaşım aracı olarak sal, kayık yahut gemi, sonraki dönemlerde şiirde farklı benzetmeler içerisinde kendisine yer bulmaya başlar. Engin denizlere doğru yol alan, uzaklara, bilinmezliklere doğru giden bir binek aracı olarak gemi, böylesi bir uzaklaşmayı anlatmak için şair muhayyilesini fazla zorlamaz. Yine Tanpınar, ölümün bir deniz yolculuğu şeklinde düşünülmesinin insan muhayyilesinin en aslî hayâllerinden biri olduğunu söyler. (1982:170) Asıl olan onu diğer unsurlarla beslemektir. Bu türden istiarelerin ilk örneklerinden biri Akif’e aittir. Ahiret Yolu şiirinde şair, duygularına yelken açtırmakta tereddüt etmez:

Sefîne-pâre ki sırtında mevc-i bî-hissin, Yüzer... önünde ademden nişâne bir engin, Çeker durur onu sahil-cüdâ açıklarına; Bakar mı taşın üstünde durmuş ağlıyana? Cenâze dûş-i cemâatte çalkalandıkça, O tahta-pâreye benzerdi, düşmüş emvâca. . . . . . . .

O tahta-pâre-i câmid, o iğbirâr-ı samût, Güzergehindeki eşbâhı bir mehîb sükût İçinde haşr ederek, dalgalarla seyrediyor; Zemîne bakmıyor artık, semâ deyip gidiyor Bu mahmilin neye sık sık değişsin efrâdı?

Suâli fikre büyük bir hakikat anlattı. (Ersoy 1994:128-129))

Ölüm-deniz yolculuğu ilişkisini, daha geniş benzerlik ilgileriyle Yahya Kemal’in daha önce verdiğimiz Sessiz Gemi şiirinde de görmekteyiz. Ölümü enginlere açılma, meçhule doğru yol alma olarak nitelendiren şair, bunu gemi ile somutlaştırırken, bu yolculukta el kol sallanmaması, sessizce yol alma gibi özelliklerle ölünün tabutla taşınmasını çağrıştıran bir anlam derinliğinin var oluşunu belirtmekle yetinelim. Gerçi Nihat Sami Banarlı, tabutun soğuk bir cisim oluşuna dikkat çekerek buradaki geminin tabut olarak değerlendirilmesine özellikle karşı çıkmaktadır. O da anlatılanın ruhun gidişi olduğunu söyler.(Banarlı 1983:32)

(12)

Bizce şair, belki de bu soğukluğu katmamak için şiirini bu derece sembollerle örmüştür. Aynı imge Tanpınar tarafından Rıhtımda Uyuyan Gemi şiirinde de kullanılmıştır:

Rıhtımda uyuyan gemi Hatırladın mı engini, Sert dalgaları, yosunu, Suların uğultusunu… N’olur bir sabah saati Çağırsa bizi sonsuzluk, Birden demir alsa gemi

Başlasa güzel yolculuk. .(1976:37)

Necip Fazıl da aynı gemi imgesini bir beytinde kullanırken, Cahit Sıtkı’nın at benzetmesinde kullandığı hazırda bekleyişi, farklı bir bağlamda istiareleştirir:

Ufka bakarlar; Ölüm uzakta mı, uzakta…

Ve tabut bekler, suya inmek için kızakta… (Kısakürek 1991:143) Bachlard’ın psikanaliz metodunun insan hayatındaki dört unsura dayandığını söyleyen Tanpınar, bu unsurların hayatımızda tesirlerinin olduğunu kendisi de kabul eder. Ateş, su, hava ve topraktan oluşan bu dört unsurun başında su gelmektedir, der. Suyun ruhî hayata tesirinin fazla olduğunu, onunla temasın bizde hafızamıza kadar gittiğini belirttikten sonra, eski kavimlerin ölülerini suya attıklarını, belki ilk geminin de bir ölü olduğunu, suyla ölüm arasında kurulan yakın ilginin farklı imajlarla düşüncemize, hayatımıza, oradan da edebiyatımıza girdiğini ifade eder. (2002: 226) Ki bu hatırlatmada Nuh’un gemisinin de hemen akla gelmemesi mümkün değildir. Gemi Cahit Sıtkı’da açık bir benzetme olarak vardır:

Dolaştığım denizlerce düşünüyorum, Bineceğim son gemi değil midir Hayır sahibi omuzlarda giden tabut. ...

Gün gelip gidersem şayet, Öyle severekten gideceğim ki, Karanlık kıyılardan bile olsa, Candan selâmlarım,

Civarımdan geçecek gemileri; Güneşli gemileri;

Şarkılı gemileri;

(13)

Yahya Kemal gibi, Sedat Umran da gemiyle çıkılan bu yolculuğu biraz ayrıntılı tasvir eder. Onda da her ne kadar ölüm benzetiliyor gibi görünse de, ölüm kavramı içinde gizlenen bir ilgi olarak tabut vardır ve bu söyleyiş şiire bir kapalılık kazandırmaktadır. Rotasının belirsizliği, yolcularının uyuyor oluşu, zamandan kopmuş bulunması ve karanlık imgesiyle yeni bir dikkati barındırır Kara Gemi şiiri de..

Ölüm kara teknesiyle geçer unutuluş denizinden Direğinde dalgalanan karanlığın bayrağı

kaptansız geminin ne rotası belli, ne durağı bu sessizlik uyuyan yolcuları yüzünden. Korkusu yok devrilmekten, batmaktan yana

Kim bilir hangi eller yokluğun dokunda Çakarak omurgasına hiçlik çivilerini umutsuzluk yüküyle doldurmuş anbarını

zamanı bölmelerinden sızdırmayan bu geminin

kör bir ışık yansır dışa ıssız dehlizlerinden (Umran 1993:38) Ölen bir yolcudur. Yolculuksa ölüme… Mademki hayat ile ölüm iç içe. At olsun, gemi olsun, ölen bir şeye bindirilecektir ve gidilecektir Öyleyse bu yolcu trenle de gönderilebilir. Ümit Yaşar bir Ölüm yolcusu ağzıyla treni sorar, ona binmeyi tercih eder. Gidiş de, dönüş de ölümedir:

Yolcuyum, topladım bavullarımı İçimde bavullar dolusu keder Bekletme, ne olur söyle biletçi Bu yollar, bu tren nereye gider. Öylesine çaresizim, yalnızım Ben ölmüşüm, yaşamışım kime ne

Vakit dar, yol uzun, haydi biletçi

Kes bir bilet, gidiş-dönüş ölüme! (Kasır 1998:161)

Günümüz şairlerinden Hüsrev Hatemi ise onu hıza ayarlı olarak anlatmayı tercih eder. Ölüm bir jet gibi gelir ve gelir gelmez ayaklarınızı yerden keser. Ölümün bu hızı, kaçınılmaz sonun ifadesi içindir. O, bu ayrılık için daha modern taşıma terimlerini kullanır. Jet gibi gelen ölüm sonrasında yolcu yoluna ″farları siyah yanan″ taksiyle devam edecektir. Gideceği yer ise son duraktır:

Siyah madendendir ölümün jeti, Tekerlekleri pistten kesilir.

Kesilmesiyle birlikte yolculuk biter, Havalimanı karşıda belirir.

(14)

Dünyada –henüz unutmadınız- Karanlık siyahtı, burada aksi İşte sizi almağa gönderilmiş; Farları siyah yanan bir taksi. -Eve bir telefon mu?..

Hayır, yarın nasıl olsa onlar da Buradadır.

Otel mi? Yok devenin ayağı!..

“Yolcunun burası sürekli durağı.” (1990:23)

Sonuç olarak ölümü anlatırken biz insanlar onu hayatımızda yer tutan belli kavramlarla anlatmayı tercih etmiş, onu sıradanlaştırmışız. Benzetme insanın anlaması, kavraması için olduğu kadar, farklı anlatması için de başvurulan bir yoldur. Hayat gibi ölümün de bir yolculuğa benzetilmesi tabii bir durumdur diyebiliriz. Her yer değiştirme bir yolculuk, her yolculuk da bir aktarımdır. Bunu için binecek, taşınacak vasıtalara ihtiyaç vardır. Ancak ilginç olan ölüm yolculuğunda vazgeçilmez binek olan tabutun zamanın şartlarına göre farklı ifade biçimlerine konu olmasıdır. Biz de buna dikkat çekmeye çalıştık.

BİBLİYOGRAFYA

Akar, Metin (1987). ″Şeyyad Hazma Hakkında Yeni Bilgiler I″, Türklük

Araştırmaları Dergisi, No:2, İstanbul, Marmara Üniversitesi Fen Edebiyat

Fak. yayını, s.1-14

Arıes, Philippe (2004). “Ölüm Döşeğinden Mezara”, (Çev. Bülent O. Doğan),

Cogito, No:40, Yaz 2004, s.213-242

Bayrak, M. Orhan (2002). Ölüm ve Mezar Şiirleri Antolojisi, İstanbul, Bilge Karınca yay. 284 s.

Beyatlı, Yahya Kemal (1974). Kendi Gök Kubbemiz, İstanbul, Yahya Kemal Enstitüsü yay. 176 s.

_____________ (1988). Rubâîler ve Hayam Rubâîlerini Türkçe Söyleyiş, İstanbul Yahya Kemal Enstitüsü yay. 108 s.

Bilmen, Ömer Nasuhi (t.yok). Büyük İslâm İlmihali, (Sadeleştiren: Ali Fikri Yavuz), İstanbul, Bilmen basım ve yayınevi, 584 s.

Çoruhlu, Yaşar (2002). Türk Mitolojisinin Anahatları, İstanbul, Kabalcı yayınevi, 237 s.

Dıranas, Ahmet Muhip (1988), Şiirler, Ankara, Kültür ve Turizm Bakanlığı yay., 189 s.

(15)

Durmuş, İsmail- Pala, İskender (2001). ″İstiare″, DİA, C.23, İstanbul, Divantaş, s.315-318

Ersoy, Mehmet Akif (1994). Safahat, (M. Orhan Okay’ın Giriş yazısıyla), Ankara, Akçağ yay. 502 s.

Hatemi, Hüsrev (1990). Bütün Şiirleri, İstanbul, Dergâh yay. 220 s. Kasır, Dr. Hasan Ali (1998). Ölüm Şiirleri, İstanbul, Denge yay., 344 s.

Kısakürek, Necip Fazıl (1991). Çile, İstanbul, Büyük doğu yay., 17.b., 512+16 s. Necatigil, Behçet (1991). Bütün Eserleri 1, Bütün Şiirleri 1, (Haz. A. Tanyeri- H.

Yavuz), İstanbul, Cem yayınevi, 388 s.

Örnek, Doç. Dr. Sedat Veyis (1971). Anadolu Folklorunda Ölüm, Ankara, Dil ve Tarih Coğrafya Fak. Yay., 149 s.

Recaîzade M. Ekrem (1997), Bütün Eserleri II, (Haz. İ.Parlatır- N. Çetin- H. Sazyek), İstanbul, Milli Eğitim yay. 478 s.

Saba, Ziya Osman (t.yok), Bütün Şiirleri: Geçen Zaman- Nefes Almak, (y.y. yok), Varlık yay. 160 s.

Tarhan, Abdülhak Hâmid (1982). Bütün Şiirleri 2: Makber/ Ölü/ Hacle/ Bâlâdan

Bir Ses, (Haz. İ. Enginün), İstanbul, Dergâh yay.195 s.

Tanpınar, Ahmet Hamdi (1976). Bütün Şiirleri, İstanbul, Dergâh yay. 172 s. _____________ (1982). Yahya Kemal, İstanbul, Dergâh yay. 224 s.

_____________ (2002), Edebiyat Dersleri, (Haz. Abdullah Uçman), İstanbul, Yapı Kredi yay., 310 s.

Tarancı, Cahit Sıtkı (1995). Otuz Beş Yaş, (Derl. Asım Bezirci), İstanbul, Can yay. 246 s.

Umran, Sedat (1993). Kara Işıldak, İstanbul, İz yayıncılık 208 s.

Uyaroğlu, İsmail (2003). ″Tabut″, Hürriyet Gösteri, No:248, Mayıs 2003, s.25 Yunus Emre [1972], Yunus Emre Divanı, (Haz. Faruk K. Timurtaş), İstanbul,

Referanslar

Benzer Belgeler

Bu konfe- ranslarda tropikal mimarlık, bir dizi iklime duyarlı tasarım uygulaması olarak tanım- lanmış ve mimarlar tropik bölgelere uygun, basit, ekonomik, etkili ve yerel

Sp-a Sitting area port side width Ss- a Sitting area starboard side width Sp-b Sitting area port side Ss- b Sitting area starboard side Sp-c Sitting area port side Ss- c Sitting

Taşınabilir kültür varlıkları için ağırlıklı olarak, arkeolojik kazı ve araştırmalara dayanan arkeolojik eserlerin korunması ve müzecilik hareketi ile daha geç

Sakarya İli Geyve İlçesi Geleneksel Konut Mimarisi (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi) Sakarya Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sanat Tarihi Anabilim Dalı,

Tasarlanan mekân için ortalama günışığı faktörü bilgisi ile belirlenen yapay aydın- latma kapalılık oranı, o mekân için gerekli aydınlık düzeyinin değerine

Şekil 1’de görüldüğü gibi otomatik bina yönetmelik uygunluk kontrol sistemlerinin uygulanması için temel gereklilik, nesne tabanlı BIM modellerinin ACCC için gerekli

yüzyıl başlarının modernist ve ulusal idealleri doğrultusunda şekillenen mekân pratiklerinin doğal bir sonucu olarak kent- sel ölçekte tanımlı bir alan şeklinde ortaya

ağaç payanda, sonra ağaç poligon kilit, koruyucu dolgu tahkimat: içi taş doldurulmuş ağaç domuz damlan, deneme uzunluğu 26 m, tahkimat başan­ lı olmamıştır (Şekil 8).