• Sonuç bulunamadı

Bilinmeyen Bir “İmgenin İcadı”

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Bilinmeyen Bir “İmgenin İcadı”"

Copied!
11
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

2019’da İletişim Yayınları’ndan Yalçın Armağan’a ait bir kitap çıktı. İmgenin İcadı: İkinci Yeni’nin Meşruiyeti1 adı verilen kitap, İkinci Yeni bağlamında imge kavramını

konu alıyor. Üç ana bölüm ve on alt bölümden oluşuyor. 224 sayfalık kitap İkinci Yeni etrafında gelişen imge kavramı tartışmalarını değerlendiriyor. Kitabın sonundaki “Yabancı Asıllı Terim: Tahyîl” başlığı bizim 2015 senesinde yazdığımız bir makaleye itiraz niteliğindedir.2 Dolayısıyla kitap yazarına cevap vermek icap etmiştir.

Yalçın Armağan, yukarıda belirtilen başlık altındaki bölüme “İmge kavramı tartış-malarına Türkiye’de akademisyenler hayli geç denebilecek bir dönemde dâhil olur.” (s. 200) cümlesiyle giriş yapar ve “Kavram konusunda hassas olması gerektiği düşünülen akademisyenler[in]” imge tartışmalarına uzunca bir süre ilgi göstermediğinden yakı-nır. Bunun ardından incelemesinde 1952-83 arası döneme odaklandığını, akademik çalışmaları kitabının dışında bıraktığını belirtir. “Ancak imge hakkında şimdiye kadar yazılmış en kapsamlı akademik makaleden kısaca söz ederek kavramın tanımlanması noktasında yaşanan sorunların ne denli güncel olduğuna işaret edeceğim.” (s. 201) diyerek sözü bizim makalemize getirir. “Kavram konusunda hassas olması gerektiği düşünülen akademisyenler[in]” neden çalışmanın dışında bırakıldığı anlaşılmaz. Gerçi konuya ilgi göstermede geç kaldıkları, kavramın sözlük tanımıyla yetindikleri, yabancı terim sözlüklerine atıf yapmayı yeterli gördükleri gibi bazı sebepler sıralanmıştır. Öy-leyse Armağan, akademik çalışmaları hem odaklandığı 1952-83 arası dönemin dışında kaldıkları hem de yeterli bulmadığı için kitabına almamıştır. Fakat ilk gerekçenin doğru olmadığını anlamak için kitabın içindekiler dizinine bakmak kâfi dir. Zira üçüncü ana bölümün altında verilen tarih aralığı 1981-1998’dir. Dahası “Polonya İşçi Hareketi” * Doç. Dr., Erzincan Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyat Bölümü.

1 Yalçın Armağan, İmgenin İcadı: İkinci Yeni’nin Meşruiyeti, İletişim Yayınları, İstanbul 2019. 2 Adem Can, “Şiir Üzerine Yapılan Çalışmalarda İmge Terimi”, Yeni Türk Edebiyatı, 12 (Ekim 2015), s.

29-60.

Yeni Türk Edebiyatı, Sayı 21, Nisan 2020, s. 163-173.

BİLİNMEYEN BİR “İMGENİN İCADI”

(2)

başlığı altında ele alınan Sabit Kemal Bayıldıran’ın yazısı 2000 senesine aittir. İlmî yazıları yetersiz bulma bahsine gelince doğrusu bu, Türkiye’deki sosyal bilimlerin en az yarım asırlık bir dönemini tek kalemde harcamaktır. Yazarın bizim makalemize ilgisi ise gösterdiği her iki sebebi de geçersiz kılar. Çünkü bu makale, yazarın ele aldığı dönemden 32 yıl sonra yazılmıştır, makalenin keyfi yeti ise beğenilmediğine göre diğer akademik çalışmalardan bir farkı olmamalıdır. Bu tutarsızlığı yazar da fark etmiş olacak ki “en kapsamlı akademik makale[yi]” imgenin tanımlanmasında “yaşanan sorunların ne denli güncel olduğun[u]” göstermek maksadıyla kitabına dâhil ettiğini belirttir. Hâlbuki bu teveccüh başka sebeplere matuftur; zira 65 yıllık akademik günahın yükleneceği makale tesadüfe bırakılamazdı. Binaenaleyh bütün bir akademi onun üzerinde mahkûm edilecektir. Öyleyse bu makalede yazarı rahatsız eden bazı hususların bulunması gerekir. Acaba bunlar nedir? Söz konusu kitaba göz atmadan bu soruya cevap verilemez.

İmgenin İcadı kitabında modern Türk şiirindeki imge kavramıyla ilgili tartışmalar incelenir. 1950’lerde başlayan ve 80’lere kadar devam eden imge tartışmalarının mer-kezinde İkinci Yeni şiiri vardır. Fakat imgeyi yazılarının merkezî kavramı yapan ilk kişi Attila İlhan’dır. Şair, Plekhanov’dan aldığı imge kavramıyla kendi şiirini açıklarken “Marksist bir edebiyat teorisi kurmak” ister (s. 62). Ancak İkinci Yeni ortaya çıkınca kavram bu şiirle ilişkilendirilir. Bunda Oktay Rıfat ve Muzaffer Erdost’un payları vardır. Bu yıllarda imge, yazarların elindeki maymuncuğa benzer. Armağan’a göre ne Attila İlhan ne de ondan sonra gelen şair ve yazarlar imgeyi layıkıyla tanımlayabil-mişlerdir. Bu nedenle kavram açıklığa kavuşturulamaz. İkinci Yeniciler ise kavrama ilgi göstermezler (s. 86). “Sanılanın aksine, imge ile İkinci Yeni arasında zorunlu ve kaçınılmaz bir ilişki” (s. 79) yoktur. Yani İkinci Yeni’nin imgeciliği yakıştırmadır. Buna rağmen “Türkiye’de imgenin tarihi İkinci Yeni’nin tarihidir.” (s. 27). Hâsılı İkinci Yeni şiiri belirsiz bir imge kavramı sayesinde özerk bir meşruiyet alanı kazanmıştır. İşte bu meşruiyetin devamı için imge terimi/kavramıyla ilgili bütün tanım ve açık-lamaların yetersiz olması gerekmektedir. Armağan, yarım asır boyunca gündemden hiç düşmeyen kavramın dişe dokunur bütün tanım ve açıklamalarını bertaraf ederek nihayet şu sonuca varır:

İmgeyi bu denli işlevsel ve önemli kılan özellik, paradoksal biçimde, tanımlanamazlığı, tüm girişimlere rağmen müphem kalmaya devam etmesidir. Sınırları belirlenmiş, ne anlama geldiği açık bir kavram olsaydı imgeyi hem 1950’lerde, hem 1980’lerde, hem de 2019’da bu denli farklı biçimde kullanma olanağı ortadan kalkacak, dolayısıyla dolaşım sıklığı da azalacaktı. Her tür dilsel sapmaya, izlenime, izleğe, söz sanatına vb. imge denebildiği ve buna genelde itiraz edilemediği için imge, her alana yayılabilme yeteneği kazanıyor. Fuzulî’nin bir gazelindeki bir mazmuna, Antik Yunan’dan kalma mezar taşındaki metono-miye, Attilâ İlhan’ın şiirindeki bir oksimorona, bir reklamdaki slogana “imge” denebiliyor.

(3)

Bunlara itiraz edilememesinin en önemli nedeni, imgenin sınırlarının çizilememesidir. Kavramların bu kadar net biçimde tanımlanmasını beklemek eski bir “determinist hastalık” olarak eleştirilebilir. Ancak eleştirel çabanın imkânlı hale gelmesi için bazı belirsizliklerin aşılması gerektiği de aşikârdır.”3

Yukarıdaki değerlendirmeye göre müphem bir imge kavramı şiirdeki her şeyin yerini tutabiliyor. Şiir üzerine söz söylemek bu belirsiz kavram sayesinde mümkün hâle geliyor. Yazara göre “Bazı eleştirmenlerin imge konusunda yazı ya da kitap yazmasını sağlayan da, yine imgenin tanımlanamaması, sınırının çizilememesi nedeniyle her şeyin söylenebilmesidir.” Dolayısıyla “imge, bugünkü şiir eleştirisinin, şiir üzerine konuşa-bilmenin zeminini kuran kavramdır.” (s. 210). İmge İkinci Yeni’ye hasredildiğinden imge için söylenenler İkinci Yeni şiiri için söylenmiş oluyor. Böylece İkinci Yeni her şey söyleyebilen bir şiir derecesine yükseliyor. Dahası ne söylediği sorgulanamayacağı için bir nevi dokunulmazlık da kazanıyor. Armağan’a göre “İkinci Yeni şiirindeki dil-sel sapmaları, dilin kullanımı bağlamında adlandırmak yerine ‘imge’ gibi bir şemsiye kavram altında toplamak, kolaylığın yanı sıra gizemli bir hava da yaratmaktadır.” (s. 210). İkinci Yeni’nin bekası için bu gizemli hava korunmalıdır.

Bu cümlelerin yazarı, modern Türk şiiri araştırmacısına nasıl bir kör dövüşü teklif ettiğinin acaba farkında mıdır? İmge her isteyenin istediği anlamı yükleyeceği bir kav-ram hâline gelince bütün kavkav-ramlar birbirine karışmayacak mıdır? Yukarıdaki alıntıda belirtildiği gibi “dilsel sapma”ya, “izlenim”e, “izlek”e, “söz sanatı”na, “mazmun”a, “metonomi”ye, “oksimoron”a, “slogan”a imge demekte sakınca yoksa bunların tama-mına mesela “izlenim” demekte de sakınca görülmemelidir. Bu imtiyaz neden sadece imgeye ati olsun ki? Bu durumda şiir çalışmalarıyla ilgili diğer kavramların da müphem olması gerekmez mi? O zaman aynı yöntemi kullanıp aynı sonuca varmak üzere mesela “ahenk”, “eda”, “ritim”, “tema”, “yapı”, “biçim”, “muhteva”, hatta “serbest şiir” vb. kavramlar için de bu kitabın bir benzerini yazmak pekâlâ mümkün değil midir? Bu kavramların tanımı da neredeyse imgeninki kadar zordur.

Hâlbuki sınırları kaldırılan ve belirsizleştirilen kavramlar kaçınılmaz olarak hüvi-yetlerini kaybedeceklerdir. Birer spekülasyon aracına dönüşerek önce fi kri köreltecek, sonra kaosa neden olacaklardır. Fikir adamı indinde itibarlarını yitireceklerinden yavaş yavaş kullanımdan düşmeleri mukadderdir. Dâhiyane keşifl erle ortaya konan ve asırlarca geliştirilen kavramların birer birer ortadan kalkması düşünce ve dil için telafi si imkânsız bir inkırazdır. Yazar, İkinci Yeni şiirinin hatırı için Yeni Türk edebiyatı sahasına bunu mu teklif etmektedir? Kavramların net biçimde tanımlanması eski bir “determinist hastalık”tır, denilirken bilim adına mı konuşulmaktadır? Armağan’ın yazdığı kitap bile, eğer kaynaklarına ihanet etmediyse, determinist bir yöntemin neticesi değil midir? Şayet 3 Armağan, a.g.e., s. 209.

(4)

onca belgeyi bir araya getirip inceledikten sonra kendi bildiğimizi okuyorsak çok farklı bir bilim anlayışıyla karşı karşıyayız demektir. Bu durumda ne söylense fazladır.

Aslında Armağan, imgenin tanımsızlığı fi krinde samimi değildir. Temenni sebep yerine konulunca imgenin tanımsızlığı ön kabule dönüşmüştür. Yoksa bizzat kendisi-nin zımnen de olsa bir imge tanımı vardır. Kitabına aldığı Attila İlhan’dan başlamak üzere bütün tanımları yetersiz bulması aslında kendi tanımına uymadıkları içindir. Hatta zaman zaman bu tanımı ağzından kaçırdığı da olur. Mesela Hüseyin Cöntürk’e itiraz ederken “Oysa ‘şiirsel imge’, okurun kişisel deneyimlerinden bağımsız olarak, dilin belli bir biçimde kullanılmasıyla yaratılır.” der (s. 71). Yazar imgenin en fazla karıştırıldığı kavramı da bilmektedir: “İmge kavramı, çoğu zaman metafor yerine kullanılmış ve bu yanlışlık yerleşik hâle gelmiştir.” (s. 144). Özdemir İnce’nin imge tanımına itiraz sadedinde “bir sözcüğün başka bir sözcüğün yerine kullanılması ‘en basit düzeyde’ metaforun tanımı olmasına rağmen...” diyerek metaforu tanımladığına göre imgenin metafordan farkını da bilmesi gerekir. Fakat yazar kitabına başlarken belirttiği üzere imgenin tanımından sakınır. Zira yazara göre imge tanımlanmamalıdır. Bizim makalemize hücum etme sebebi de budur. Çünkü mezkûr makale imge terimini tanımlama, kavramını belirleme ve açıklama çalışmasıdır. Ancak makalede yer alan tanım ve izaha geçmeden önce yazarın itirazlarına cevap vermek gerekir.

Kitabın 202. sayfasında bizim makalemizle ilgili olarak “Yazı boyunca imge kav-ramının sınırlarına dair yazarın ikircikli tutumu dikkat çeker. Hem tanımlamaya uğraşır hem tanımlanamaz olduğunu söyler; hem yabancı sayar hem millileştirmeye çalışır.” denilmektedir. Hâlbuki çalışmamızda imgeyi tanımlamanın imkânsız olduğu söylen-memiştir, yalnızca kolay olmadığı belirtilmiştir. Bir de imge gibi mücerret ve karmaşık bir kavramın izahında müsamahalı olunması gerektiği ifade edilmiştir. Bu makale zaten imgeyi izah için yazılmıştır, amacını neden iptal etsin ki? Yabancılık ve millîleştirme bahsinde ise kitap yazarının “millîleştirme” ile neyi kast ettiği belli değildir. Makalede kelimenin menşei üzerinde durulmuş, Türkçeye girişi ve Türkçedeki serüveni takip edilmiştir. Son tahlilde kelime artık Türkçedir, bunu anlamak için alelade bir sözlüğe bakmak kâfi dir. Kelimeyi Türkçeleştiren biz değiliz, bizimki ilmî usullere göre bir durum tespitidir. Aslında yazar bizi “ikircikli” davranmakla suçlamak için bunları söylüyor. Böylece makale yazarının (yani benim) kendinden emin olmadığını ima ederek ma-kaledeki düşünceyi zayıfl atmaya çalışıyor. İmgenin İcadı yazarı, “ikircikli” kelimesini diline dolamış ve kitabına aldığı pek çok yazarı bununla suçlamıştır. Hâlbuki kendi ki-tabının sonuç bölümü tam da “ikirciklik” örneğidir. Mesela yukarıdaki alıntıda imgenin müphem kalması gerektiğini söyleyen ve kavramların net biçimde tanımlanmasına eski bir “determinist hastalık” diyen yazar, paragrafını şu cümle ile bitirir: “Ancak eleştirel çabanın imkânlı hale gelmesi için bazı belirsizliklerin aşılması gerektiği de aşikârdır.” İki sayfa sonra serdedilen “Eğer modernist şiir, birtakım müphemlik yaratan kavramlar

(5)

yerine, dilin farklı kullanım biçimlerini belirlemek için geliştirilen dilbilim ve söz sanatları açısından analiz edilse, metni yorumlama amacına daha uygun sonuçlara ulaşılabilir.” (s. 211) cümlesi ve devamında söylenenler, İmgenin İcadı kitabının tezini düşürmektedir.

Kitabın sonuç bölümünden önceki son başlığın 30. dipnotunda “İmgeyi ‘yabancı’ asıllı sayan Can, yerli bir kavram olarak ‘tahyîl’i önerir.” denilmektedir ki doğru de-ğildir. Bizim makalemizde imge ile hayal’in farkından bahsedilirken şu cümlelere yer verilmiştir: “Belki imgenin Türkçeye girdiği ilk zamanlarda karşısına hayal kelimesinin müştakı olan tahyîl çıkarılmış ve anlam bakımından geliştirilmiş olsaydı imge terimini onunla karşılamak mümkün olabilirdi. Çünkü bu kelimeyi ilk İslam fi lozofl arı benzer bir anlamda zaten kullanıyorlardı. Ancak bu yola gidilmemiştir.” (s. 47). Geçmişle ilgili bu tespit cümlelerinden bir teklif çıkarmak için Türkçeyi sonradan öğrenmiş olmak icap eder. Çünkü kip eklerini genellikle onlar karıştırırlar. Bu bir dil sürçmesi de ola-maz, zira yazar bölümün başlığını bu yanlış değerlendirmeden çıkarmıştır: “Yabancı Asıllı Terim: Tahyîl”. Menşei Latince olan, 14. yüzyıldan beri bütün Avrupa dillerinde yerini alan, Türkçeye ancak 20. yüzyılda giren ve anlamı hâlâ tartışılan imge yabancı olmuyor; klasik düşüncenin Arapçadan gelen ve Türkçede asırlarca kullanılan terimi tahyîl yabancı oluyor! Farklı zamanlarda başka dillerden gelmiş ve güzel Türkçemizin malı olmuş kelimelere karşı gösterilen bu çifte standart ilim anlayışıyla bağdaşmaz. Yazar da buna kani olmalı ki söz konusu cümleleri göze batmasın diye bir dipnotta sarf etmiştir. Ama işte dipnotta yer alan bu kaçak cümle, bölümün başlığıyla ilgili tek cümle olunca iş değişiyor.

Makalemizde terimlerle ilgili tutarsızlık arayan Armağan, istiare ve metaforla ilgili bir hata keşfederek şunları söylüyor: “Oysa Batı kökenli bir terimle istiarenin aynı anlama gelemeyeceğini söyleyen yazar [yani biz], bir sayfa öncesinde metafor kavramının karşılığını istiare olarak vermiştir.” Armağan’ın bahsettiği cümle şudur: “Öyleyse metafor teriminin Türkçedeki en uygun karşılığı istiaredir.” Gerçekten de bu cümleden Armağan’ın belirttiği manayı çıkarmak da mümkündür. Maksadımız, “Eğer metafor terimine Türkçede bir karşılık vermek gerekirse en uygun kelime istiaredir.” biçiminde olmasına rağmen bunu eksik ifade etmişiz. Ancak bu mana zaten bağlamda mevcuttur. Otuz sayfalık bir makalede böyle bir dikkatsizliğin hoş görülmesi beklenir-di, yine de ziyanı yok; fakat bu masum ihtar maalesef büyük bir gayzın habercisidir. Yalçın Armağan, makalemizde yer almayan bir iddiayı makalemize isnat ederek şöyle bir iftirada bulunuyor: “Yazının odağını imge konusundan uzaklaştıran Adem Can, Batı’da dilbilimin kurucusu Ferdinand de Saussure’ün fi kirlerinin klasik İslam düşüncesi karşısında ne denli zayıf kaldığını, yanlışlarla dolu olduğunu kanıtlamaya çalışır.” (s. 203). Kitap yazarı, inandırıcı olmak için makaleden alıntı yapmayı da ihmal etmiyor. Ardından “Yazıdaki argümanın geçersizliğini akademik bir ortamda anlatmaya gerek yoktur ama kitabın geniş bir okur kitlesine hitap etme olasılığı olduğu

(6)

için dilbilimin temelleri hatırlatılabilir.” (s. 204) dedikten sonra göstergebilimle ilgili bir de ders veriyor. Böylece “Adem Can gösterenle ne kastedildiğini sarihleştireme-diği için, Saussurre’ün yetersiz olduğunu düşün[müş]” oluyor. Dahası Saussure’ün teorisini Türkçe terimler üzerinden değerlendiriyor. Söz buraya gelmişken Armağan bir de nükte yapıyor ve okurunu gülümsetiyor. Nihayet Adem Can’a, Saussure’ün sisteminin çöktüğünü iddia ettiriyor! (s. 205)

Makalenin yazarı olarak bunları okuduğum zaman Türkiye’de post-modern bilimin başladığına zâhip oldum; çünkü Armağan ele aldığı makalemize istediğini söyletebil-mişti. Acaba bunlara nasıl bir cevap vermeli? En iyisi makalemizin ilgili bölümünü buraya almak olacaktır:

Ferdinan de Saussure, göstergeye sign, gösterene signifi er, gösterilene ise signifed adını verir. Bu kelimelerin kökü sign yani işarettir. Öyleyse teorisyen aslında buna işaret sistemi demekte, bu sistemin iki ögesini de işaret eden ve işaret edilen şeklinde düşünmektedir.

İşaret kelimesinde görselliğin ağır bastığı açıktır. Bu sebeple dilimize gösterge, gösteren

ve gösterilen olarak çevrilmiştir. Saussure’ün terimlerini yeterli bulmak zordur. Türkçe-deki karşılıkları ise büsbütün yetersizdir. Çünkü bu terimler sadece görsel varlıkları ifade edebilirler. Signifi er kelimesinin “anlamına gelmek anlatmak, demek olmak” anlamlarını kazandığı düşünülürse Fransızca terimlerin bir dereceye kadar makul oldukları söylenebilir. Fakat Türkçe kelimelerin böyle bir anlamı yoktur. Bu yüzden görme duyusu dışındaki duyu organlarına hitap eden varlıkları karşılamazlar. Bunun gibi soyut varlıkları da ifade edemezler. Mesela ekşi kelimesi bir gösteren ise gösterileni nedir? Ya da sevgi kelimesinin gösterileni var mıdır? Dikkat edilirse bu kelimelerin zihindeki karşılıkları –kelimenin gerçek anlamıyla– birer gösterilen değildir. Bu nedenle işaret edilmeleri zordur.4

Burada Saussure’ün fi kirlerine de teorisine da karşı çıkma yoktur. Zaten söz konusu makalemizde düşünce, göstergebilim teorisine dayandırılmıştır. Saussure’ün teorisini yetersiz bulan bir bilim adamı fi krini bu teori üzerine inşa eder mi? Teoriye yönelik tek itiraz terimlerle ilgilidir. Terim başka, teori başkadır. Gerçekten de Saussure’ün terimleri yukarıda açıkça belirtildiği gibi görme duyusuyla ilgili kelimelerdir. Böyle olduğu için Türkçeye da gösterge, gösteren, gösterilen olarak tercüme edilmiştir. Hâlbuki Armağan bile “Saussure’ün sisteminin görmeyle alakalı olmadığı[nı]” belirtir. Terim anlamı kazanan kelimeler, her ne kadar temel anlamlarını geride bırakırlarsa da bu anlamlardan bütünüyle bağımsız kalamazlar; temel anlamlarını daima hatırlatır veya çağrıştırırlar. Bu nedenle yeni kavramlara terim teklif edilirken gelişigüzel hareket edilmez, kelimelerin etimolojileri ve anlam ilgileri dikkate alınır. Mesela Türkçedeki gösterge, gösteren ve gösterilen terimleri yerine işitge, işittiren ve işittirilen kelimele-rinin terim olduğunu kabul edelim. Kavramların nasıl farklı bir boyut kazandığı daha 4 Can, a.g.m., s. 42.

(7)

kolay anlaşılacaktır.

İmgenin İcadı yazarını asıl kızdıran, yukarıdaki paragrafımızın şu son cümleleri olmalı: “Yapısal dilbilimcilerin gösterge sistemini nasıl keşfettiklerini bilemiyoruz; fakat klasik İslam düşüncesinde bu dilbilimi anlayışının daha doğru terimlerle çok önceden mevcut olduğu bilinmektedir.” Makalede bu fi kir kaynaklarıyla birlikte ele alındıktan sonra göstergebilim ile imgenin ilişkisi şöyle belirtilir:

Arapçadan Türkçeye tercüme edilen bazı sayfaları eksik ve mütercimi bilinmeyen bir istiare risalesinde artık gösterge sistemi kabul edilen dil için şöyle denilmektedir: “Malum ola ki hakikat de ikidir birisi hakika-i lügaviyedir birisi hakika-i akliyedir ve mecaz da ikidir birisi mecaz-ı lügaviyedir ve birisi mecaz-ı akliyedir” Burada artık kelimenin veya sözün bir gösterge gibi ikiye ayrıldığı; gösterene hakika-i lügaviye, gösterilene ise hakika-i

akliye denildiği görülmektedir. Hakika-i lügaviye ve hakika-i akliye terimleri Saussure’ün

terimlerinden de bunların Türkçeye tercümesi olan gösteren ve gösterilen kelimelerinden de daha doğrudur. Nitekim iletişimle ilgili her olguyu gösterge sistemiyle izah eden yapı-salcıların terimleri, imgeyi ifadede yetersiz kalır. Çünkü imge genellikle soyuttur, sözle zihinde somutlaştırıldığında ise görsel olması gerekmez. Demek ki imge için kullanılan

zihnî tasarım ifadesinin daima görsel zannedilmesi, hatta ona bugünkü anlamıyla imaj

adının verilmesi biraz da bu sebepledir. Hâlbuki hakika-i lügaviye ve hakika-i akliye te-rimleriyle farklı duyulara hitap eden kavramları da zihinde tecessüm eden mefhumlardan mürekkep imgeyi de ifade etmekte hiçbir zorluk yoktur. Zira söz, dile ait bir varlık olması itibariyle hakika-i lügaviyedir. İmge ise akla ait bir varlık olduğundan hakika-i akliyedir.5

Göstergebilim terimlerinin imgeyi ifade etmede yetersiz olduğu bize ait bir fi kirdir ve bu fi krin sebebi, yukarıdaki alıntıda görüldüğü gibi, ilmî usullerle izah edilmiştir. Hiçbir şey söylemeyen derleme makalelere (!) alışmış zihinlerin böyle bir fi kre şaşırması gayet tabiidir. Fakat burada Saussure’ün sisteminin çöktüğü asla iddia edilmemiştir, sadece terimleri tenkit edilmiştir. Buna ilaveten yapısalcı dilbilimi teorisinin gösteren ve gösterilen ayrımının klasik İslam dilbilimi geleneğinde daha doğru terimlerle var olduğu kaynaklarıyla birlikte gösterilmiştir. Göstergebilime vâkıf olan Armağan’ın bu malumatı takdir etmesi gerekirdi. Hâlbuki o, “anonim bir istiare risalesi” diyerek vesi-kayı küçümsemekte ve böyle bir karşılaştırma yapılamayacağını düşünmektedir. Sosyal bilimlerde el yazması eserlerin en muteber kaynaklar arasında bulunduğunu yazara hatırlatmanın bir faydası olur mu bilmem. “Anonim yazma eser” ne demektir? Şayet bilginin anonim olduğu söylenmek isteniyorsa bu durumda göstergebilimle öğrendiği-miz gösteren-gösterilen ayrımının klasik İslami bilimlerde herkes tarafından bilindiğini kabul etmiş olmuyor muyuz? Eğer müellif ve mütercimin bilinmemesine takılıyorsak bu durum, gelenekle ilgili bir keyfi yettir ve erbabı bilir. Kaldı ki makalenin ilgili yerin-5 Can, a.g.m., s. 43.

(8)

de Mukaddime gibi müellifi maruf kaynaklar da kullanılmıştır. Diğer taraftan imgenin tanımlanamayacağını savunan Armağan’ın Saussure’e itimat etmesi ironiktir. Bu fi kre gerçekten inanan birisinin mesela Derrida’dan yola çıkması daha uygun olurdu. Ancak yazarın asıl niyeti Saussure’ü savunmak değildir, makalemizi bütünüyle imha etmek için modern dil biliminin en muteber kuramlarından göstergebilimle karşı karşıya getirmektir. Tabi kitabının geniş kitlelere ulaşacağından emin olan yazar (ne de olsa İletişim’den çıkan bir kitap), makaleye ulaşılamayacağını düşünerek pervasız davranabiliyor.

Makalemizi yeteri kadar hırpaladığını düşünen yazar, son darbeyi indirmek için sözü imgenin izahı bahsine getirir. Makaledeki “Şiirsel İmgenin Mahiyeti” bölümünü ele alan Armağan, konuya bir türlü giriş yapamadığımızı, amacı askıya aldığımızı belirterek şunları söyler: “Oysa okurun akademik dergideki bir yazıdan kapsamlı bir izahı, yazının girişinde dile getirilen vaadin yerine getirilmesini beklemek hakkı olmalıdır. Eğer yazar, imgenin tanımlanamazlığını bir soruna dönüştürseydi böyle bir sonuca varması olağan sayılabilirdi. Ancak yazar, yazının girişinde bu kavramı açıklığa kavuşturacağını iddia etmektedir.” (s. 206) Evvela şunu belirtelim ki makalemizin giriş bölümünde böyle bir iddia yoktur. Fakat her ilmî çalışmadan ele aldığı konuyu izah etmesi beklenir. Keza makalemiz de kendi konusunu ilmî çerçevede izah etmeye çalışmıştır. Armağan’ın asıl endişesi de budur. Onun için ilgili bölümü görmezden gelmiştir. Söz konusu bölümü buraya almak faydalı olacaktır:

Sözün nasıl oluştuğunu izah etmek nispeten kolaydır; çünkü söz ne kadar girift olursa olsun nihayet somut bir yapıdır. Onu konu alan, çözmeye ve anlamaya çalışan pek çok bilim dalı mevcuttur. Buna karşılık imgenin tekevvününü tayin etmek zordur. Zaten bu yapılabilse mahiyeti de anlaşılacaktır. İmgenin ne olmadığı bellidir, fakat ne olduğu sorusu kendisini dünyaya getiren Batı kültüründe de bugün hâlâ tartışma konusudur. Aslında bu kadar mücerret ve karmaşık bir olgunun bütünüyle izah edilmesi beklenemez. Bu sebeple imge konusunda müsamahalı olmak gerekir. Kaldı ki onun ne olmadığını belirlemek meseleyi yarı yarıya halletmektir. Bundan sonra yapılabilecek şey ona dâhil olan unsurların nelerden meydana geldiği üzerine fi kir yürütmekten ibaret kalacaktır. Bu değerlendirmenin ardından genel bir hüküm çıkarmak şiir gibi bir sanatın en mahrem tarafı için kâfi görülmelidir. İmge, bütün sanatlarda mevcuttur; fakat asıl mecrası şiirdir. Nerede ve nasıl yer alırsa alsın daima şiire has bir hâldir. Tek kelimeyle “şiirseldir.” Muhtevasına gelince fi kir, telakki, inanç, his, sezgi, duygu, ceht, cedel gibi pek çok zihnî melekenin aynı anda iştirakiyle meydana gelen hususi bir bilgi biçimidir. Şair; onunla düşünür, onunla görür, onunla kavrar, onunla keşfeder ve onunla yaşar. İmgenin felsefî boyutu vardır. “Şiirle felsefenin içeriği aynı. Şair imgelerle düşünür.” diyen Plekhanov, bu gerçeği vurgular. Fakat onu fi kirle bir tutmak doğru değildir. Ezra Pound’a göre “İmge bir fi kirden daha fazla bir şeydir. Bir girdaptır ya da birbiri içinde erimiş fi kirler demetidir ve enerji kazanmıştır.” Her şeyden önce sanatkârın psikolojisinden bağımsız ele alınamaz. Sartre’ın tespitiyle “Psişik bir gerçekliktir.” Sanatkâr ise toplumun dışında düşünülemez. O, yaşadığı devrin ve toplumun

(9)

en şuurlu üyesidir. Öyleyse imgenin millî hafıza ile de ilgisi olmalı. Bu durumda imgeye psikolojiyle birlikte millî şuur da dâhil olacaktır. Şunu kaydetmek gerekir ki müstesna bir algılama kabiliyetine malik olan sanatkâr, çok hususi bir bilinç geliştirir ve bu bilinç imgeye de yansır. Zaten “Bilincin süreci aynı zamanda imgenin de sürecidir.” Husserl, imge bilinçte değil, imge bilinçtir, der. Bir şairde bilinç kemale erince sezgi de başlayacaktır. Sezgi keşfi , keşif de hayranlığı doğurur. Şair bu olağanüstü hâl sayesinde eşya ve tabiatın bir başka deyişle hayatın sırrına vâkıf olabilir. Geçmiş devirlerde bu imgelem sürecine belki de kehanet diyorlardı. Aslında şairlerin kâhinlik de yapması bu ihtimali kuvvetlen-dirmektedir. Nitekim İbni Meymun’u delil göstererek imgelemle kehanet arasında güçlü bir bağ olduğunu söyleyen Ferraris, “Kehanette geçmişin izleri, olacak olanı söylerler ve İbni Meymun mükemmel biçimde bu özelliği yakalar. İmgelem iki doğrultuda pasif-tir: akla maddi olanı verir ve aklın soyutlamalarını imgelere dönüştürür; ancak geçmişi zihinde tutmanın öngörüye dönüştüğü kehanetin kusursuz işlevi tam da bu ikilikte yer alır.” demektedir. Şiir kehanetten ayrılalı uzun zaman oldu, daha doğrusu kehaneti çoktan geride bıraktı; ancak ne imgeden ne de meçhulün cazibesinden vazgeçti. Bugün de şair, eşyayı ifşa etme, hayatı ihya etme ve gelecekten haber verme iddiasındadır. Necip Fazıl

Poetika başlıklı yazılarında “Cemiyet, iç ve gizli hayatiyle uyur ve rüyasını şair görür” der.

Şairin gördüğü rüya yukarıda bahsedilen zihnî melekeler sayesinde sezilen müstakbelin imgesinden başka bir şey değildir. Bu imge büyük eserde muhtelif duyu organlarının zihinde bıraktığı izlenimlerle oluşan hayal kırıntıları değil, medeniyet tasavvuru olarak tezahür eder. Büyük şairler, medeniyetlerin ben-idrakini kuvvetle duyan ve dile getiren-lerdir. Zannedildiğinin aksine kesinlikle sun’i olmayan halis bir dille konuşurlar ve asla yalan söylemezler. “İnsanoğlunun en sahici dili şiirdir...” diyen İsmet Özel bu hakikati vurgular. Şairin millet üzerindeki nüfuzu buradan gelir. Büyük şairi yaşadığı yüzyılın ruhu kabul edenler asla mübalağa etmiş sayılmazlar. Çünkü o, millî şuuru mutlak manada idrak edenlerin başında gelir. (Arapça şiir kelimesinin şuur kökünden türediği ve sezme, kavrama, anlama manasına geldiği unutulmamalı.) Millî tarihin ritmini sezdiği için millî hayatın künhüne vâkıf olabilir. Onun eseri tarihin tarifi , tahlili ya da tenkidi değil; bir nevi tabiridir ve bu tabir müstakbeli ima eder. Şairin bu bilme/bilgi potansiyeli imgelem kabiliyetiyle kaimdir. Bu nedenle imge fantastik bir hülya değil; şairin vecd, ilham, sezgi, insiyak, bilgi, kültür, tecrübe gibi bütün birikim ve kabiliyetini teksif ederek vasıl olduğu

a priori tasavvurlar âlemidir. Dolayısıyla millî ve medeni hayatın kodlarını taşır. Onu

diğer zihni faaliyetlerden ayıran estetik planda işlenmiş olmasıdır. O, bu yapısı sayesinde söylediğinden çok daha fazlasını sezdirir. Şiirdeki sözel yapı onu ifade edebilmek için olağanüstü biçimlere girer. Buna rağmen imge sözle sınırlı değildir.6

Yukarıdaki alıntının ilk paragrafı aslında makalenin giriş bölümünde genişçe üze-rinde durulan bir tespittir ve makalenin bundan başka bir vaadi yoktur. İkinci paragraf ise varılan sonuçtur. Sadece bu paragrafta on iki kaynağa da atıf yapılmıştır. Yani imge 6 Can, a.g.m., s. 53.

(10)

konusunda söz söyleyen yerli ve yabancı fi kir adamlarının üzerinde ittifak ettikleri bir netice ortaya çıkmıştır. Fakat kavram otuz sayfa boyunca tartışılarak bu neticeye varılmıştır. Karıştırıldığı yerli ve yabancı terim ve kavramlarla birer birer mukayese edilerek bunlardan farkı belirtilmiştir. Bu bölümlerde de imgenin bir hayli tanım ve izahına yer verilmiştir. Armağan’a göre “Türkiye’de imge hakkındaki kapsamlı yazı-ların en büyük talihsizliği, örnek bolluğu ve örnek olarak sunulanyazı-ların mecaz, çoğu zaman da metafor olmasıdır.” (s. 199). Bizim makalemizde sadece iki örnek metin vardır, imgenin mecaz ve metafor gibi terimlerden farkı da yeteri kadar açıklanmıştır. Tanım ve izahlar belki biraz retoriktir; fakat bu, şiirin tabiatıyla ilgilidir. Felsefe bile kavramlarını az çok retorik bir üslupla tanımlamaktadır.

İmgenin İcadı yazarı, kendisini imgenin tanımsızlığına inandırdığı için arzusuna muvafık düşmeyen yukarıdaki bölümü atlamıştır. Tanım ve izahla hesaplaşacağına onu yok saymıştır. Aslında o da kavramların tanımlanabileceğini ve tanımlanması gerekti-ğini pekâlâ bilmektedir. Hatta bunu kitabının hem de sonuç bölümünde itiraf bile eder:

Eğer modernist şiir, birtakım müphemlik yaratan kavramlar yerine, dilin farklı kullanım biçimlerini belirlemek için geliştirilen dilbilim ve söz sanatları açısından analiz edilse, metni yorumlama amacına daha uygun sonuçlara ulaşılabilir. Elbette, modernist şiirin bu tür analizlere direneceği söylenebilir ama ısrarlı bir çalışmanın sonunda dilsel sapmalardaki ortak noktaları tespit etmek ve bunları adlandırmak mümkün olabilir. Böyle bir durumda imge gibi müphem bir kavramın güç kaybedeceği aşikârdır.7

Hayır, imge güç kaybetmez; imge yanlış bilindiği için böyle düşünülüyor. İmgeyi İkinci Yeni’ye indirgeyince bu yanlışa düşmek kaçınılmaz oluyor. Kavramın, İkinci Yeni’yi aşan tanımlarını kabul ederseniz bu korkunuz ortadan kalkacaktır. Zira imgenin bize gelmeden önce Avrupa’da beş asırlık bir geçmişi var, bizde bile İkinci Yeni’den önce mevcuttur. Bugün İkinci Yeni yoktur, fakat şairler imge kurmaya devam etmek-tedirler. İkinci Yeni’ye meşruiyet alanı kazandırmak için muğlak bir kavramdan medet ummaya gerek yoktur. Armağan da bunun farkında olmalı ki kitabının yine sonuç bölümünde şunları kaydeder: “Modernist şiirin [İkinci Yeni] dilini imge sayesinde meşrulaştırmak mümkün hale getirildiği için, imgeyi sorgulamak, kanımca, bu şiirin halesinin bazı noktalarda dağılmasına yol açacaktır.” (s. 210) İmgenin İcadı yazarının makalemizi hedef alma sebebi de budur. Çünkü makalemiz imgeyi sorgulamaktadır. İlmî metinler ele aldıkları konuların üstünü örtmezler, bilakis onu açıklığa ka-vuşturmaya çalışırlar. Bu onların varoluş sebebidir, zira “Tefekkür vuzuhla başlar.”8

Makalemizde yapılan da budur. Önyargısını hakikat yerine koyan kitap yazarı, maka-lemizi gözden düşürmek için tahkir ve tezyif ediyor. Bununla da yetinmeyip makalenin neşredildiği dergiyi ve hatta akademiyi töhmet altında bırakıyor. Böylece “imge ve 7 Armağan, a.g.e., s. 211.

(11)

İkinci Yeni keşfedilmeyi bekleyen kıta” oluyor. Tuhaf olanı şurası ki hem sorgulanması istenmiyor hem de keşfedilmesi bekleniyor.

Makalemizin konusu İkinci Yeni şiiri değildir; fakat imgeden bahsedildiği için kaçınılmaz olarak makalede İkinci Yeni’ye de temas edilmiştir. Adı zikredilmemekle birlikte bu şiirden şu cümlelerle söz edilmiştir: “Geride bıraktığımız yüzyılın ikinci yarısında Türk şiirinin imgeci olduğu söylenegelmiştir. Hakikatte bu dönemin şiiri sıkıştığı cendereden kurtulmak için her yolu denemiş ve genellikle kelimeciliğe in-dirgenen garip söylemler üretmiştir. Ancak yukarıda sözü edilen hakiki imgeye bir türlü varamamıştır...”9 Şüphesiz bu, İkinci Yeni şiirinin genel karakteristiğidir. Elbette

istisnaları olabilir. Fakat İkinci Yeni şiiri önceliği söze vermiştir, yani bu şiir kelimecidir. Cemal Süreya “Çağdaş şiir geldi söze dayandı.”10 derken doğru bir tespitte bulunur.

İkinci Yeni şiirine bir meşruiyet kavramı aranacaksa bunun için “dil sapmaları” daha uygundur. Bunu aslında “İkinci Yeni’nin dilinin 1960’lardan itibaren meşrulaştırılması sürecinde imge, gündelik dilden sapmanın ve gerçeği farklı biçimde inşa etmenin ge-rekçesi olarak kullanılacaktır.” diyen Armağan da bilmektedir. Dil sapmalarına imge denildiği an söz ile mana, yani gösteren ile gösterilen birbirine karıştırılmış olacaktır. Bu hataya düşenin imgeyi anlaması zordur.

Türkiye’de bazı sosyal bilimcilerin araştırma nesnelerini yüceltmek gibi bir hastalığı vardır. Üzerinde çalıştıkları konu maddesine karşı zamanla duygusal bir bağ geliştirirler. Bu bağ ilerledikçe ilim insanı hüviyetinden uzaklaşarak araştırma/ inceleme nesnelerini savunmaya başlarlar. Zihinleri ön kabullerini gerçekleştirmeye şartlandığı için farklı fi kirlere karşı asabi davranırlar. Dolayısıyla yanlış hükümlere varırlar. Hâlbuki edebî bir olguyu güçlü veya zayıf kılmak araştırmacının elinde de-ğildir, zaten bu ilim adamının vazifesi de değildir. O ancak yetkin kaynaklar üzerinde doğru tespit, tahlil ve değerlendirme yaparak bir yargıya ulaşır. Sahanın terimlerini kullanmak, yetkin tanımlar yapmak ve kavramların anlam sınırlarını belirlemek ilmî faaliyetin asgari şartıdır. İlim adamı sağduyusunu kaybetmezse hakikat kendiliğinden ortaya çıkacaktır. İlim, temennilerimizi var edeceğimiz bir alan değildir.

9 Can, a.g.m., s. 56.

10 Cemal Süreya, “Folklor Şiire Düşman”, Şapkam Dolu Çiçekle/Toplu Yazılar I, YKY, 4. bs., İstanbul 2012, s. 192.

Referanslar

Benzer Belgeler

HB ve ZG yayınlarında ikinci hikmetin bentlerinin sonunda tekrarlanan ol sebebdin altmış üçde kirdim yerge dizesi İMK nüshasında hep ol sebebdin altmış üçde

250 milyon yıl önce, 185 milyon yıl sonra dinozorların soyunu tüketecek olan felaketten çok daha büyük, gi- zemli bir felaket, gorgonları, onların avladıkları hayvanları

Dönüştürücü li- derlik davranışına ait değişkenler ayrı ayrı değerlendirildiğinde ise örgüt sağlığı ile en yüksek düzeyde ilişki içerisinde olan dönüştürücü

Ankilozan Spondilit, Reiter Sendromu, Psoriatik Artrit ve Enteropatik Artritlerin taný kriterlerini doldurmayan ancak klinik ve radyolojik olarak SpA bulgularý içeren

17 Kasım 2016 tarihinde Azerbay- can Millî İlimler Akademisi (AMEA) Folklor Enstitüsünü, halk bilimci Hay- rettin İvgin’le ziyaretimiz sırasında bize armağan edilen

Bir mevkinin enlemi; O mevkinin ekvatordan Kuzey veya Güneye olan açısal mesafesi veya o mevkiden geçen enlem ile ekvator arasında kalan boylam (meridyen) yayının

Outbound komutu, Pix cihazı üzerinde yerel ağda (inside) bulunan tüm kullanıcıların bulundukları ağın dışında herhangi bir ağa erişirken görecekleri

Bu analiz sonuçlarından anlaşılacağı üzere duygusal zekâ düzeyi düşük olan bireylerin bulundukları ortama uyum kabiliyeti motivasyonu, sosyal yetenekleri,