• Sonuç bulunamadı

Sanatta Türk-Amerikan ilişkileri

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Sanatta Türk-Amerikan ilişkileri"

Copied!
3
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

^ _SS>1329

w

Yüzyılım ız, ulusların ve ülkelerin

birbirlerinden pek çok şey alıp

verdikleri, birbirlerinin deneylerinden

ve bilgilerinden yararlandıkları bir

yüzyıl. K itle iletişim ve ulaşım

araçlarının yaygınlaşması ve gelişmesi,

ulusların birbirleri ile daha sıkı ilişki

kurmasını zorunlu kıldığı kadar da

kolaylaştırmıştır. Ülkeler arasında iyi

ilişkilerin kurulması ancak ulusların

birbirlerini iyi tanımaları olanağına

bağlıdır. Ulusların birbirlerini

tanımaları için de kültürlerini ve sosyal

geçmişlerini bilmeleri gereklidir. Bu

yüzden ülkelerin kendilerini tanıtma

çabaları süregelmektedir. Bu çabalar

arasında kültürel ilişkiler ve

programlar önemli bir yer tutmaktadır.

Türkiye ile Birleşik Amerika arasında

da, doğal olarak, bu tür kültürel

ilişkiler devam etmektedir. Her iki ülke

de kendini tanıtma çabası içerisinde

sergiler açmakta, yayınlar yapmakta,

sahne eserleri sergilemekte ve edebi

yapıtlar tercüme edilmekte.

Amerikada Türkiyenin bu alandaki

çalışmaları olduğu gibi Amerikanın da

Türkiyede bu şekildeki çalışmaları

vardır — güzel sanatlara ait sergiler

açılmakta, konserler verilmekte, Türk

meslekdaşları ile birlikte çalışmak

üzere müzisyen ve sahne sanatçıları

gelmekte, kitaplar tercüme edilmekte,

filim ler gösterilmekte ve benzeri

çalışmalar yapılmaktadır.

Dergimizin bu bölümünde iki ülke

arasındaki kültür alış-verişi

örneklerinden bazılarını göstermeye

çalıştık. Bunlar yıllardan beri süre

gelen kültür ilişkilerinin sadece bir kaç

halkası, son yıllarda yer alan bir kaç

örneğidir.

SANATTA

RK-AMERİKAN

İLİŞKİLERİ

Yazan : FİLİZ ALİ LASLO

Tarihin belirli dönemlerinde bazı toplumlar sanat ve kültür ürünlerini yo­ ğunlaştırmış, öteki toplumlar arasında slvirilmiş ve sonunda geniş kitleleri et­ kileri altında bırakmışlardır. Çok geri- lereı Mısır, Yunan, Roma, Çin uygarlık­ larına dönmeye gerek yok. Yakın çağ­ lardan örnek alacak olursak, uzun süre Avrupa toplumiarının, özellikle İtalyan, Fransız, Alman ve İngiliz' uluslarının, kendileri dışındaki toplumları en azın­ dan sanat yönünden etkilediklerini görü­ rüz. ispanya ve Portekiz bu etki çevresi­ ni Avrupa sınırları dışına Yeni Dünya'- ya kaydırmayı başarmıştır bir ara. Ay­ rıca, Osmanlı İmparatorlupğunun en par­ lak döneminde, hatta daha sonraları Vi­ yana kuşatması öncesi ve sonrası dö nemde, AvrupalIların Osmanlı sanatın­ dan etkilendikleri biliniyor. Bu olgular bizi şöyle bir sonuca götürebilir. Top- lumların hemen hepsinin bir yükseliş, duralayış ve çöküş dönemleri olduğunu düşünürsek ve bu olguların ekonomik, siyasal ve kültürel açıdan güçlenmekte olan bir toplumun yükselme süreci için­ de ne denli üretken ve yaratıcı bir biri­ kimi içinde yaşattığını düşünecek olur­ sak, böyle bir gücün etkenliğini de açık­ ça görmüş olacağız.

1920

-

1940

Amerika mitosunun büyüyüp geliş­ mesi 20. yüzyılın en önemli olaylarından biridir. Büyük İmparatorlukların sönüp, yok olduğu uygarlıkların bin parça edildi­ ği yüzyılımızın en tazeı en el değmemiş ve yenilikler dolu, yaratıcı ve üretken toplumudur Amerika. Birinci Dünya Sa­ vaşından sonraki çılgın yıllara imzasını basan "The Jazz Age” kavramını

(2)

ya yayan yine Amerikadır. Avrupa He­ mingway, Fitzgerald, Isidora Duncanı Gertrude Stein gibi heyecan verici, çılgınca yaşayıp, gerçekçi eserler ve­ ren kişilerin pırıltısından etkilenmekte­ dir.

Oysa, o sıralarda Türkiye çok ağır koşullar altında kazandığı Kurtuluş Sa­ vaşından yeni çıkmış, yaralarını sarma­ ya çaba gösteriyordu, imparatorluğun enkazı altından kurtarabildiklerini kur­ tarmış, gerisini yeni baştan ve hiç yok­ tan yaratma zorunda kalmıştır. Devrim- lerin içinde en önemlilerinden biri de kültür ve sanata verilen önemdi. Devlet eliyle müzik öğretimi yapan Musiki Mu­ allim Mektebi, Devlet Konservatuvarı adıyla, opera ve tiyatroyu da içine ala­ rak geliştirildi. Devlet ilk kez sanat kurumlarına arka çıkmaktaydı.

Cumhuriyetin kuruluşundan 1940'a kadar geçen süre içinde Batı ile ilişki­ lerimizde yoğunluk yine Alman ve Fran­ sız kültürü üzerindedir. Yeni açılan Devlet Konservatuvarını ünlü Alman bestecisi Hındemıth kurar. Salık verdi­ ği profesörlerin hemen hepsi Alman uyrukludur. Orkestra yönetmeni Praete- rius, Opera ve Tiyatro bölümü kurucu­ su rejisör Cari Ebert ünlü ve değerli Alınanlardandır.

Resim ve plastik sanatlar ise ge­ nellikle Fransız etkisi altındadır. Güzel Sanatlar Akademisinin ünlü hocası Levy Fransizdır. Ressamlarımız, yontucu­ larımız Paris'te öğrenim görmeyi ve Paris havasını içlerine doldurmayı yeğlerler.

Edebiyata gelince; bu dönemde belli bir etki yoğunluğuna kolayca par­ mak basamayız. Yalnız ilginç bazı ge­ lişmeler vardır. Bazı Amerika'lı yazar­ lar, özellikle Steinbeck ve Jack Lon­ don Türkçeye çevrilir ve büyük bir oku­ yucu kitlesi bulurlar. Buna karşın Fran­ sız, Alman Rus edebiyatı, "elit zümre nin” vazgeçemediği edebiyatdır.

1940 -1950

İkinci Dünya Savaşı bütün dünyayı sarstığı gibi Türkiye’yi de çok etkiledi. Türkiye savaşa girmedi ama girmiş ka­ dar oldu. İlginç bir dönemdi bu savaş yılları. Ankara ve İstanbul, savaştan canını zor kurtaran, ya da Nazilerden kaçan aydın AvrupalIlarla dolup taşı­ yordu. Çoğu Yahudi asıllı Almanlardı bunların. Hemen hepsi kendi meslek dallarında ün yapmış, uzman kişilerdi. Çevrelerine bilgi ve kültüre susamış kişiler toplanmaktaydı. Yüksek düzeyde bir kültür alışverişinin gerçekleştiği yıllardı bu yıllar. Savaş bbitince, yur­ dumuza sığınmış olan bu değerli ya­ bancıların çoğu kendilerine vatandaş olma ve daha parlak bir gelecek

umu-du veren Amerika'ya göç ettiler. Türk aydını bu süre içindeki yoğun kültür alışverişinden hoşnuttur ve yep­ yeni ufuklar peşindedir. Devlet hâlâ sanata ve kültüre yakınlık duymakta, en iyiyi yapmaya çaba göstermektedir. Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde ku­ rulan "Tercüme Bürosu" dünya edebi­ yatının klasik ve çağdaş yapıtlarını di­ limize çevirmekte, okuyucu kitlesi yeni ve eski yazarları tanıyıp büyük bir açlık­ la daha çok istemektedir.

Bu dönemin bir ikinci önemli olgu su sinemadır, yani Hollywood' dur. Hollywood’la girmiştir Amerika Türk se­ yircisinin aklına ve kalbine. Çok deği­ şik bir dünyadır sinema. Sinema ile bir­ likte 78'lik plaklar, caz ve Hollywood- Broadway karışımı müzikal türünü tanıt­ mıştır ülkemizde. Caz meraklıları türer, ama bir bölüm tutucu cazı tehlikeli ve yıkıcı bulmaktadır. Fakat Jeanette Mc Donald İle Nelson Eddy'e yahut Bing Crosby’e kimsenin bir İtirazı olamaz. Hollwood'un yarattığı "Pembe Cennet”- ln kişileridir onlar. Artık genç kızlar ve delikanlılar bu filmlerin ve müziğin etkisinde giyimlerini ve davranışlarını değiştirme çabasındadırlar.

1950 -1960

Bu dönem Türkiye'nin siyasal ol­ duğu kadar kültürel açıdan da Ameri­ ka'ya yakınlaştığı bir dönemdir. John Steinbeck, Hemingway, Erksine Cald­ well, Faulkner gibi yazarların hemen bü tün eserleri dilimize çevrilmiştir. Üste­ lik, bizim yazarlarımızın bazılarının, en azından biçim ve anlatım açısından, bu yazarların etkisinde kaldıkları söy- lenebilir. Yani gerçekçilik, köy ro­ manı (rural), yahut geçmiş birikim­ leri dile getiren çok katlı anlatım gibi öğeler, Türk yazarlarının ilgisini çek­ mekteydi.

Bu dönemde bazı Amerikan Vakıf­ ları Türk sanatçısına çok cömert dav­ randı. Özellikle Rockefeller Foundation, İlhan Usmanbaş, Bülent Arel, ilhan Mi- maroğlu gibi bestecilerimize, Bedri ve Eren Eyüboğlu gibi ressamlarımıza ve daha birçok sanatçıya burslar sağlamış ve bu sanatçıların sanat yaşamlarında birer dönüm noktası gerçekleştirmeyi başarmıştır. Yine o yıllarda Ahmet Ad­ nan Saygun’un Yunus Emre Oratoryo­ sunun Leopold Stokowski gibi dünyaca ünlü bir Orkestra yönetmeni tarafından yorumlanması Türk - Amerikan sanat ilişkilerini yoğun bir düzeye ulaştırmış­ tı.

İkinci kuşak Türk bestecileri —ki bunlar Bülent Arel, İlhan Usmanbaş ve Nevit Kodallı gibi Cumhuriyet dönemi­ nin yetiştirdiği ikinci kuşak besteciler­ dir - 1940 ile 1950 yılları arasında ken­ di kısıtlı olanakları ile bazı Amerikan bestecilerini tanımaya başlamışlardı.

Örneğin ilhan Usmanbaş'ın viyolen- sel çalarak katıldığı Erdoğan Çaplı Yay­ lı Sazlar Dörtlüsü 1946-47 yıllarında Ives'ın iki dörtlüsünden birini çaldıar. Bu yıllarda Ives’ın 1. ve 2. Yaylı sazlar dört­ lüsü ile şarkılarını incelemişlerdi. Ameri­ kan Kitaplığında bulunan bazı plaklar Devlet Konservatuarı öğrencileri ve hat­ ta o yılların müzik meraklısı üniversite öğrencileri için yararlı olmuştur. Ameri­ kan kütüphane ve kültür merkezlerinde o zamanki adı ile U.S.I.S. de verilen açıklamalı plak konserleri büyük ilgi toplamıştır.

İlhan Usmanbaş 1952 yılında "UNESCO" aracılığıyla A B D. ye git­ mişti. Tanglewood (Mass') Bennigton (Vt.) ve New York’da eserlerinin ses- lendirilişinde bulunmuş, 1. Yaylı Sazlar Dörtlüsü Fromm ödülü kazanmış (1954), plağa alınmış sonra da Boosey and Hawkes yayınevince yayınlanmıştır. 1958’de Rockefeller bursuyla tekrar A.B.D.' ye giden Usmanbaş'ın eserleri bu kez New York'da çalınmıştır. Us­ manbaş bu yıllarda Eliot Carter, Mor­ ton Feldman, Persıchettı gibi bestecile. ri ve eserlerini yakından izlemiştir. Juıllıard Müzik okulunda özellikle Gold- man’ın verdiği "Music Literature and Materials" dergisini çok ilginç bulmuş­ tur. Öğrenci ile öğretici arasında bir çeşit usta, çırak ilişkisi kurmaya yöne­ lik bir çalışma ve araştırma içinde olan Goldman'dan sonraki yıllarda Usmanbaş kendi derslerinde çok yararlanmıştır.

İlhan Mimaroğlu, 1955-56 yılları arasında Rockefeller Vakfının bursu ile New York'taki Columbia Üniversitesin­ de bestecilik, müzik tarihi, teori ve opera yöneticiliği derslerini izledi. Ül­ keye döndüğünde müzik eleştirmenliği, U.S.I.S.’ te düzenlediği plak konserleri ve Radyodaki caz ve çağdaş müzik ko­ nulu programlarında değindiği ilginç ko­ nularla ilgi çeken Mimaroğlu uzun süre­ den beri A.B.D.'de yaşamakla birlikte Türkiye Radyolarına program gönder­ meye ve aralıklı da olsa müzik konu­ sunda yazılar yazmaya devam etmekte­ dir. Musique Concrète ve elektronik müzik alanında verdiği yapıtların plak­ ları yapılmaktadır.

1960-1970

1950'lerin sonunda Ankara'da He­ likon Derneğinin kurucularından olan Bülent Arel, ilk elektronik müzik dene­ 26

(3)

melerini son derece ilkel bir frekans- metre üzerinde gerçekleştirmekteydi. 1959'da Rockfeller bursu ile New York'a giderek Columbia Üniversitesinin Co­ lumbia - Princeton Electronic Music Center adı altındaki Labaratuvarında en çağdaş olanaklarla çalışmaya koyul­ du. _

Otto Luehning, Vladimir Ussac- hevsky ve Edgar Varöse gibi elektronik müzik “ pioneer"leri arasında geliştirdi kendi stilini. Araştırmalarını genişlet­ mek amacıyla önce Yale Üniversitesin­ de daha sonra da New York Üniversi­ tesine bağlı Stony Brook'da modern elektronik araçlardan kurulu labaratu- varlar gerçekleştirdi. 1962 yılında bir süre için Türkiye’ye döndüğünde bir elektronik müzik labaratuvarı kurmak için epey çaba gösterdi. Bu projeyi Or­ ta Doğu Teknik Üniversitesi destekle­ mekteydi. Bazı gümrük sorunları nede­ niyle labaratuvar deneyi daha başlama­ dan ölüme mahkûm oldu sonunda. Bü lent Arel bu arada boş durmadı. Anka ra Radyosunda II. Program Müzik yayın­ ları Müdürlüğü görevinin yanı sıra aynı Radyo için bir Madrigal korosu kurdu. Bu koro ile Rönesans'dan günümüze dek yaratılmış pek çok koro eserini dinleyiciye sundu, pek çok çağdaş Ame­ rikan bestecisinin koro yapıtlarının ilk yorumlarını yaptı.

Rockefeller bursları ressamlarımıza da uzanıyordu. Eren ve Bedri Rahmi Eyüboğlu 1959 yılında böyle bir burs ile New York ve Berkeley (Calif.) de sergiler açtılar, müze ve galerileri gezdiler. Akrilik boyaları tanıdılar, bu­ nun heyecanı ile Taşizm ve Non-Figü- ratif stile yöneldiler. Eren Eyüboğlu bu yıllarda renk aramalarına da ağırlık ver­ di. Karı-koca Eyüboğulları tablolarını San Francisco’da da sergilediler.

Daha genç kuşaktan bir sanatçı olan Özer Kabaş ise 1959’da Yale School of Design’da resim öğrenimine başladı. Yale’den B.F.A. ve M.F.A. alan Kabaş, Yale'e geliş nedeninin o sıralarda bu okulda ders veren Joseph Albers'le çalışma isteği olduğunu belirtiyor. Al­ bers, Alman Bauhaus Okulunun sözcüsü. Özellikle renk konusunda bir otorite. Ay­ nı zamanda geniş kapsamlı bir sanat eği­ timcisi. Pratiğe ağırlık tanıyan bu sa­ nat eğitimi yöntemini Özer Kabaş, bu­ gün D.G.S.A. de Temel Sanat Eğitimi kürsüsündeki görevi içinde uyguluyor.

Baskıları ile tanınan Gündüz Gölü­ nü ise 1973 yılında gittiği A.B.D.'de Taş Baskı (Minnesota) ve Serigrafi (New York, Pratt Institute) teknikleri öğreniyor. Daha önce Paris'te incele- diği renkli baskı tekniğiyle

kaynaştırdl-ğı bu teknikleri yapıtlarında başarıyla kullanan sanatçı açtığı sergilerle çok ilgi çekiyor. Ayrıca bilgilerini D.G.S.A. deki öğrencileri ile paylaşıyor.

Tiyatro alanında 1950 ve 60’ larda hareketli bir algılama devresi var ülke­ mizde. Tennessee Williams, Eugene O’Neill William Inge gibi Amerikalı oyun yazarlarının oyunları dilimize çevrili­ yor ve sahneye konuyor. Haldun Dormen, Tunç Yalman, Şirin Devrim, Engin Cezzar gibi sanatçılar Tiyatro eğitimi yapmak için A B.D. ye gidiyorlar. Ülkeye dön­ düklerinde özel tiyatrolardaı Şehir Tiyatrolarında, genel olarak tiyatro orta­ mında bir devinim yaratıyorlar. Bir tiyat­ ro Rönasansı oluşuyor özellikle İstan­ bul’da. Birkaç yıl sonra Bir Çiğdem Se- lışık, bir Beklan Algan yetişiyor. A.B.D.­ 'de tiyatro eğitimi gören Göksel Kor- tay var daha sonra. Bu santçıların he­ men hepsi izlenimleri, gözlemleri, et­ kilenmeleri ve enerjileri ile bir devi­ nim, bir yaratma ortamı oluşturdular bu­ lundukları görevlerde. Bu görevler ister eğitim alanında, ister sahnede, ister Radyo - TV. de olsun etkinliğini koru­ makta.

Türk Balesine gelince; sanırım Amerika’dan dolaylı ya da dolaysız et­ kilenmeyen tek sanat kolu bale. Tür­ kiye'de. 1950'lerde kurulan Türk Balesi başından beri Ingiliz Sadler’s Wells (sonradan Royal Ballet) okulunun eği- tim yöntemiyle gelişti. Oysa yine film­ ler kanalıyla Amerikan dans sanatını yakından izleyenler yok değildi, ilk kez 1959'da Tod Bolender'in sahneye koy­ duğu Création du Monde ile iki ülke arasında bir dans ilişkisi kurulmuş ol­ du. Sonraki yıllarda müzikaller sahne­ lendi. Sait Sökmen, bir ölçüde caz ve müzikaller etkisiyle yarattığı koreogra- filerle yeni bir stile yöneldi. Fakat çağ­ daş dans akımları, örneğin Martha Gra­ ham, Merce Cunningham, veya Paul Taylor gibi dansçıların kişiliklerinde gelişen Modenrn Dans, daha yeni yeni ülkemizde uyanmakta. Duygu Aykal, Şebnem Aksan ve Geyvan MacMillan gibi üç dans eğitimci ve koreografı bu yolda kendi olanakları doğrultusunda çaba göstermekteler. Şebnem Aksan. Juilliard’daki eğitiminden ve Anthony Tudor Jose Limon ve Martha Graham'in yaratıcı kişiliklerinden kaptığı izlenim­ leri araştırmalarında değerlendirirken, Geyvan MacMillan, Merce Cunningham ile çalışmasının ürünlerini sunmakta, Duygu Aykal ise büyük, geniş kapsamlı

koreografilere yönelik çalışmalar gös­ termektedir.

Dans, geniş bir izleyici çevresini ilgilendirecek bir sanat türüdür. Bu ne­ denden Alvin Ailey topluluğunun İs­ tanbul’da elde ettiği başarıya şaşma­ mak gerek. Yalnız, bu topluluğun çok önemli bir özelliği var.

Sahne sanatlarını, yani dansın ya- nısıra müzik, renk, ışık, giysi, görüntü o denli başarı ve insancıl bir yaklaşım­ la uygulamaya konmuş ki, çağdaş ol­ manın bütün deneysel öğelerine kar­ şın, toplumun her katına seslenebile­ cek bir ürün elde edilebilmiş. Aynı özellikleri bir Martha Graham, ya da Merce Cunıngham'ın soyut, bireysel yaklaşımlarında bulmanın olanaksızlığı düşünülecek olursa, Alvin Ailey toplu­ luğunun dans ile ne denli önemli top­ lum hizmeti gerçekleştirdiği bütün açık­ lığıyla ortaya çıkar.

Buna benzer sıcak ilgiyi Türk se­ yirci ve dinleyicisi Dizzy Gillespie, Dave Brubeck, Herbie Mann gibi caz topluluklarının insancıl çabalarına da göstermişti. Los Angeles Senfoni Or­ kestrasının konserleri ne denli yakın ilgiyle izlenmişti, hatırlardadır. Aslın­ da, Türk sanatseveri yeniliğe açık ve hazırdır. En kaliteli, en deneysel de ol­ sa seyircisini ve dinleyicisini bulur.

Gönül tapteze, geleneklerin sıkı bağlarından etkilenmeyen, yeniye ve deneysele açık bu kültür ilişkilerinin daha da gelişmesini istiyor. İnsanlığı dünyada ayakta tutan sanattır. Sanat ilişkilerinde uluslararasındaki organik bağ daha güçlenmeli, iyiye, güzele, ba­ rışa ve insan sevgisine birlikte varma­ lıdırlar. ♦

İstanbul’da doğan Filiz A li Laslo, Ankara D evlet K onservatuan’ndan mezun olduktan sonra Fulbright programıyla N e w England Müzik Konservatuarında tahsilini tamamla­ mıştır. Kendisi hâlen İstanbul İstan­ bul D evlet Konservatuarında öğret­ mendir v e T R T İstanbul Radyosuna çeşitli müzik programları hazırlamak­ ta ve solistlere piyanoda eşlik etmek­ tedir.

Ünlü Türk yazarı Sabahattin A li’­ nin kızı olan Filiz A li Laslo evli ve iki çocuk annesidir.

27

Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi

Referanslar

Benzer Belgeler

Çalışmamızda deneysel olarak 150 mg/kg CYP uygulanan deney grubu kontrol grubu ile karşılaştırıldığında plazma üre ve kreatinin düzeylerinde istatistiksel

臺北醫學大學舉辦「2013 高中生夏日樂學書院反思寫作營」 本校人文暨社會科學院特於今年 7 月 1 日至 5 日假本校,舉辦

The purpose of this study was to investigate whether denbinobin induces apoptosis and the apoptotic mechanism of denbinobin in human lung adenocarcinoma cells (A549)..

 Ameliyathanelerde, doktor ve yardımcıları için sterilliği sağlama mahalleri, hazırlık mahalli, ameliyat cihazları odası, uyanma odası, steril depo,

MRI shows the dilated left ureter (white solid arrow) coursing posteriorly along the left endometrioma and decreasing in diameter to normal size as it passed the paraureteric

Anıtkabir’deki mezar taşıma işlemi sırasında Gürsel ailesinden Cemal Gürsel’ in oğlu Özdemir Gürsel, gelini Türkân Gürsel, to­ runları Melkan ve Özdem

Tek Parti İktidarı Dönemi’nde uygulanan din politikalarının pek çoğunun istihlâl (haram olanı helal kabul etmek) istihâne (İslâmî esasları hakir görmek), istihzâ,

Giriş kapısına göre üç klinik formda hastalık oluşur: [1] deri şarbonu, [2] gastrointestinal şarbon (orofaringeal ve barsak şarbonu), [3] akciğer şarbonu..