• Sonuç bulunamadı

Yunus Nadi ödülleri:2002

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Yunus Nadi ödülleri:2002"

Copied!
9
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)
(2)

Nâzım Hikmet: B ü tü n Yazıları

+

YKY Nazım Hikmet in bütün yapıtlarım

yayımlamaya devam ediyor.

Yazılar Sanat, Edebiyat, Kültür, Dil

Yazılar 1 352 s. Yazılar (1924-1934) Yazılar 2 240 s. Yazılar (1935) Yazılar 3 400 a. Yazılar (1936) Yazılar 4 3 8 8 s. o a o Yazılar (1937-1962) Yazılar 5 164 s.

w w w . n a z i m h i k m e t y k y . c o m

oao

Yazılar Konuşmalar Yazılar 6 212 s.

oao

Y A PI K R E D İ Y A Y IN LA R I K İT A B E V L E R İ: • İSTANBU L: 2 1 2 -2 9 3 08 24 / 5 0 2 • İZMİR: 2 3 2 -4 6 3 82 90 • ANKARA: 3 1 2 -4 3 5 85 94

E-posta: ykkultur@ ykykultur.com.tr • Web S i t e s i : www.yapikrediyayinlari.com • In te rn e t s a t ı ş : w w w . e s t o r e . c o m . t r / b u lv a r / y k y w w w .t e le w e b .c o m .t r 0 212 4 7 3 0 4 4 4 • YAPI KREDİ KÜLTÜR SANAT Y A Y IN C IL IK TİC. VE SAN. A .Ş . 2 1 2 -2 9 3 0 8 24, 2 5 2 47 00

(3)

O K U R L A R A

Gazetemizin kurucusu

Yunus Nadi adına özel

ödül verilmesi ve her yıl

konular belirlenerek yarış­

ma düzenlenmesi, ölümü­

nün birinci yılı olan

1946‘da başlıyor. Yunus

Nadi Ödülleri’nin Türki­

ye’nin ilk özel ve ilkele­

rinden ödün vermeden

aralıksız her yıl düzenle­

nen, kurumlaşmış bir ya­

rışma olma niteliği var. Bu

nedenlerle sanat yaşamın­

da önemli özel bir yer ve

saygınlığı söz konusu. Yu­

nus Nadi Ödülleri geçmi­

şe ve geleceğe dönük an­

lamlar içeriyor. Yunus Na-

di’ye sevgi ve saygıdan yo­

la gkılıyor. Yalnız Cum­

huriyet gazetesinin değil,

Türkiye Cumhuriyeti’nin

kuruluşunda büyük emeği

olan Yunus Nadi’nin anı­

sını her yıl tazelemek bi­

zim için bir önemli görev.

Devrimci ve demokrat

Cumhuriyet, ulusal ba­

ğımsızlık savaşımız ve

Türkiye Cumhuriyeti ile

zamandaş ve eşanlamlı bir

kuruluş tarihçesine sahip.

Bunlar Yunus Nadi’nin

gazete için koyduğu temel

taşlar. Yunus Nadi Ödül­

leri, Cumhuriyet gazetesi­

nin öncülüğünde kültür

ve sanat yaşamımıza yarış­

m a n ın coşkusunu getirdi.

Yıllar içinde yarışmaların

ve ödüllerin sayısı çoğaldı.

Bugün Türkiye’de bir

ödül enflasyonundan bile

söz edilebilir. Yine de kül­

tür ve sanata, bilime yöne­

lik yatırımların yararları

tartışılamaz. Zamanla

ödüller arasında ayırımlar

ortaya çıkar. Kurumlaşma

ile birlikte amacı, nitelik­

leri, karakteri bilirginleşir.

Ülkemizde sanat ve kültür

yaşamı bütün baltalamala­

ra, olumsuzluklara karşın

gelişmekte, yaygınlaşmak­

tadır. Fikir ve sanat özgür­

lüğü önündeki engeller,

demokratik ortamdan

yoksunluk, fikir ve sana­

tın gücünü aşamıyor.Cum-

huriyet, çağdaş uygarlığa

giden yoldaki çabaları des­

teklemeyi sürdürüyor.

Bol kitaplı günler...

TURHAN GÜN A Y

İmtiyaz Sahibi: Cağ Pazarlama Gazete Dergi Kitap Basım ve Yayın AS yi temsilen

Cumhuriyet Vakfı adına Ilhan Selçuk O Yayın Danışmanı: Turhan GünayoSorumlu Mü­ dür: Fikret ilkiz o Görsel Yö­ netmen: Dilek Akıskalıo Bas­ kı: Sabah Yayıncılık AŞ o İdare Merkezi: Türkocağı cad. No: 39-41 Cağaloğlu, 34 334 İstan­ bul Tel: (212) 512 05 05 O Rek­ lam: Publi Media

Thomas Bernhard'dan “Eski Ustalar”

Karşıt bir kültür yorumu

KAYA ÖZSEZGİN

B

ir m üzede - Viyana Sanat Tarihi M üze­si- m üzenin seçkin yapıtlara ayrılmış bir salonunda -Bordone Salonu- yal­ nızca bir tek tablonun karşısında -Tintoret- to ’nun “Beyaz sakallı adam ”ı- otuz yılı aşkın bir süre, kadife kaplı bir bankta oturarak, bu tablonun telkin ettiği duygu ve düşünceler­ le yetinmek, m üzenin öteki yapıtlarına nere­ deyse hiçbir ilgi duymamak nasıl bir tutku olabilir? Viyana asıllı bir ailenin çocuğu olan yazar Thomas Bernhard, aslında bildiğimiz roman türüne pek de benzemeyen, olsa olsa “rom an” kahram anı olarak seçilmiş bir kişi­ nin -Reger- ağzından Avusturya kültürüne ve yaşamına yönelik bir “özeleştiri” mantığıyla ele alınmış kötüm ser bir yorum niteliği gös­ teren kitabında (*), insanlara öğretilmiş ve bu nedenle de bir tür dokunulmazlık kazanmış olan kültürel alışkanlıkları, deyim yerindey­ se tiy e alıyor, birtakım kalıplaşmış kanıları sarsmaya çalışıyor, sanat tarihinin koşullan­ dırdığı bilgi ve kanıları topa tutuyor ve niha­ yet belleğimizin yeniden bir süzgeçten geçi­ rilmesi gerektiği konusunda uyarı getiriyor. Sanat tarihçilerini kızdıracak bir uyarıdır bu: Reger’e göre -dolayısıyla kitabın yazarı Bern- h ard ’a göre- sanat tarihçileri, gerçek sanat yı­ kıcılarıdır; onlar yalnızca “gevezelik” etm ek­ ten hoşlanırlar. O nlar “Kırbaçla kovalanma- lı, sanat dünyasının dışına irilmelidirler hat­ ta. Onlar, sanatı “dum ura” uğratıp yok et­ mekte birbirleriyle yarışılar sanki. Reger, b ü ­ tün yaşamı boyunca, sanat tarihçilerinden nefret ettiği kadar kimseden nefret etm em iş­ tir. İrrsigler -müzede sıradan bir görevlidir- alçakgönüllü bir “açıklayıcı ve anlatımcı” ola­ rak, sanat yapıtını, onu seyredene açık bıra­ kır oysa, gevezeliği ile “kilitlemez” onu. Re­ ger, bu sıradan kişiye sanat yapıtlarının izle­ nirken nasıl açıklanacağını öğretmiştir. Reger, bir sanat tarihçisi değil, bir müzikbilimcidir. M üzikte derinleştikçe, görsel sanatlara daha fazla ilgi duymaya başlamıştır. Ö rneğin bir ressam için, kendini müziğe adamasının “son derece faydalı” olacağmı düşünür, öm ür b o ­ yu resim yapmayı amaç edinmiş birinin -bir ressamın- öm ür boyu müzik çalışmalarını da sürdürmesi gerektiği kanısındadır. Reger’de- ki bu müzik tutkusu -“Times”a müzik eleşti­ rileri yazmaktadır- başkaları birahaneye gi­ derken, onu Sanat Tarihi Müzesi’ne yönlen­ dirmeyi ve Tintoretto hayranı yapmaya yet­ miştir. Doğma büyüm e müze düşmanı oldu­ ğu halde, belki de özellikle bu nedenden ö tü ­ rü, gerçekte “zihinsel bir saçmalık” gibi gö­ rünse de, otuz yılı aşkın bir süre, b u müze­ nin, üstelik de o m üzenin belli bir salonunun müdavimi olmuştur. O rada bir çeşit “medi- tasyon” olanağı bulm akta, hiçbiri Alman kö­ kenli olmayan yazar ve düşünürlerin kitapla­ rını, T intoretto’nun tablosu karşısında o k u ­ yabilmektedir. H er şeyi de tamı tam ına oku­ maz, zaten her şeyi böyle okuyan, hiçbir şe­ yi anlamamış dem ektir Reger’e göre. M üze­ yi de, salt bu nedenle b ü tün yapıtlarıyla in­ celemenin gerekli olmadığı görüşündedir. Sa­ nat Tarihi Müzesi’ndeki resimlerin tüm ü “da- yanılmaz”dır; onlara dayanabilmek için, ta­ mamlanmış denilen bu sanat yapıtlarının her birinden “parça parça” bir şeyler almak ye- terlidir. Ç ünkü “tam am lanm ış” hiçbir şey yoktur sanat tarihinde. Müzeyi ziyaret eden­ ler, Amerikalılardan çok Ingilizler, Italyanlar, o doğuştan sanat yetenekleriyle, sanki hep doğuştan uzmanmış gibidirler. Fransızlar, bu müzeyi can sıkkınlığı içinde dolaşırlar. Rus- lar, hayranlık içindedirler. Polonyalılar her şeyi kibirle izlerler. Almanlar, yapıtların d u ­ vardaki orijinallerinden çok, kataloglara ba­ kıp dururlar. Buna karşılık AvusturyalIların

E

ek azı, kendi ülkelerindeki bu müzeye ge- rler. Öğrenciler içinse, “m ecburi” bir ziya­ rettir müzeyi gezmek. Ancak onların ilk

zi-Thomas Bernhard, kitabın

başından sonuna kadar,

yazdıklarını aralıksız bir metin

halinde sürdürüyor ve hiç satır

başı kullanmıyor romanında.

yareti, kendilerine yapılan açıklamaların sığ­ lığından ötürü, aynı zamanda son ziyaretleri­ dir. AvusturyalI öğretmenler, öğrencilerin sa­ nat beğenilerini mahvederler. Oysa genç öğ­ renciler, başlangıçta, olum lu şeyleri almaya hazırdırlar. Böylece sanata açılan kapılar bir anda kilitlenir. Ö ğretm enlerinkinden daha “ucuz” bir sanat zevki yoktur hem en hemen.

Devlet okullarında öğrencilerin devlet yar­ dakçısı olarak yetiştirilmesi yazara göre, Avus­ turya’da yaygın bir gelenektir. Sanat Tarihi M üzesi’n de duvarlara asık olan resimler de devlet sanatçılan tarafından yapılmış resim­ lerdir. Çevrede görülenler, hep “yapaylaşmış devlet insanlaradır b u yüzden. Ö ğretm enler insanlara devleti öğretirler, devletin yalancı­ lığını ve korkunçluğunu. “Katolik devlet sa­ natı”, Avusturya’da zamanla kökleşmiş olan b ir sanat biçimidir. P ara hırsı ve ün hırsıyla yetişmiş olduklarından, Avrupa’da her zaman bir Katolik tanrının eline yapışmak gereğini duym uştur ressamlar.

Sanatçıları sınamatı

Burada “eski ustalar”a duyulan güvenin, gerçekte yapay bir güven olduğu yolundaki

(

;örüşü, yeniden gündeme getiriyor yazar. On- ara son derece dikkatle bakıp uzun süre in­ celediğimizde, yavaş yavaş çözülür parçalanır­ lar önümüzde. E n büyük ve en önemli sanat yapıtı bile, sonunda “devasa b ir adilik ve ya­ lan yığını” gibi kafamıza çöküyorsa, nedeni budur. İzleyici neyi seviyorsa onu seyretmeli, ama tüm den ona bakmamak. Yazara göre - dolasıyla rom an kahram am Reger’e göre- böylesine tümel bakışlar, hangi dalda olursa olsun, bizi onlardan nefret etmeye kadar gö- türebikr.

Çünkü sanat, tüm den seyir ve tüm den din­ leme, tüm den okum a için yapılmaz. Büyük mimarlık yapıtlarım görm ek için uzun gezi­ lere çıktığında, Reger’in bakışları altında ka­ tedraller, çaresiz ve gülünç denemelere dö­ nüşm ekte geçikmezler. A dalbert Stifter gibi yazı idolleri, doğayı bizim için tekdüzeleştir- m ekte usta oldukları halde, biz onları oku­ m akta direniriz; bu bir küçük burjuva aldat­ macasıdır. D ü rer’e olan hayranlığımız, hiçbir eleştiriyi kabul etmez, ona duyulan hayrank- ğın gerçek nedeni bilinmediği halde, b u hay­ ranlık sürüp gider. O nedenle, b ü tün sanat­ çıları, durm adan sınamalıyız. Sanat bilgisi ve sanat zevki böyle gekştirilebikr çünkü.

Reger’in gözünde H eidegger bir

şarlatan-Thomas Bernhard

dır örneğin. Almanlarda- ki “yapmacıklık ilgisi, o n ­ ları öne çıkaran önemli özellliklerinden biri ola­ rak, H eidegger için de geçerk olmuştur. H er öz­ gün şey, zaten kendiliğin­ den sahtedir Reger’e gö­ re.

M üze bekçileri k o n u ­ sunda da Reger’in görü­ şü olum suzdur: Viyana müzeleri bekçileri­ nin özellikle “nam uslu” ve “aptal” olarak b i­ linen Burgenlandlılar arasm dan seçilmesi, Reger’e göre b ir rastlantı değil. Dem ek ki müze bekçilerinin saptanmasında da uzaktan bilinmeyen ve görülm eyen “kurallar” ege­ mendir.

B em hard’m kitabında, b ir rom an kurgu­ su olarak temel m otif özelliğini koruyan Tin­ toretto’nun “Beyaz sakallı adam ” tablosu, ki­ tabın ortalık bir yerinde, birdçnbire ilginç bir konum a yüksekyor: Müzeye, G aller’deki yatak odasında asık duran ve “tıp an p ” Tin­ toretto’nun Sanat Tarihi M üzesi’ndeki tablo­ suna benzeyen bir tablosu bulunan Gaüi bir İngiliz gelir, ikisinden biri kopyadır, ama han­ gisi? İkisinin de orijinal olması, büyük bir olasılıktır.

Ama sorun gene da aydınlanmaz.

Viyana ve Viyanaklar üzerine kitapta öne sürüler düşünceler, yazarın kötüm ser görü- şüncelerinin b ir başka uzaktısıdır. Örneğin Viyana’da tuvalet kültürü gelişmemiştir. Vi­ yana evlerinin içi de tuvaletleri gibi pistir.

M üzikte ise Viyanaklar, gerçekte olağanüs­ tü bir orkestra şefi ve orta karar b ir besteci olduğu halde, adı çevresinde bir m oda yara­ tılan M ahler konusunda bir fırtına yaratmış­ lardır. Bütün dünyada bir M ahler havrank- ğımn yaygınlaşmasında bu m odanın büyük etkisi olmuştur. Çağdaş Avusturya sanatı ise, Reger’e göre “ucuz” bir sanattır; yetiştirdiği isimlere karşın böyledir bu. Onyıllardır Avus- turyak sanatçılar, “kitseh” yapıtlar üretmişler­ dir. içinde yaşadığımız “budala” zaman, her şeye karşın bu sanatçılara -Klimt, Schiele ve Kokoschka gibi ünlüler de bunlar arasında­ dır- olağanüstü b ir gözle bakmıştır. “Büyük Resim”in ne olduğu, bugün tartışılması gere­ ken bir kavramdır gene de.

Olumsuz gözlemler

Bütün ününe karşın, Viyana Sanat Tarihi M üzesi’n de bir Goya veya El G reco’n u n b u ­ lunmaması, b u m üzenin birinci .sınıf b ir m ü­ ze olmadığının göstergesidir Reger’e göre. Bunlara ek olarak, m üzenin H absburgkuann sanat zevkine göre düzenlenmiş olması bir et­ kendir. Katolik H absburgluların resim sana­ tı konusundaki anlayışları, edebiyat için ola­ nın ötesine geçmemekteydi. Bu konuda da Reger’in H absburglulara yönelik olumsuz gözlemleri var. Kitap, b u olumsuz gözlemler­ le noktalanıyor.

Thomas Bernhard, kitabın başından sonu­ na k a d a r, yazdıklarım aralıksız bir m etin ha­ linde sürdürüyor ve hiçbir satırbaşı kullanmı­ yor romanında. Roman kahram anının ağzın­ dan, kültürel bir yorum, sanata yönelik ter­ sinden bir dünya görüşü, yaygın kanılan sars­ mayı amaçlayan pesimist bir bakış niteliğin­ deki kitap, pek çok kişiye aykırı gelebilir, ko­ nunun uzmanlarım kızdırabilir. B ernhard’m kişisel yaşamındaki açmazlarla da örtüşen bu tü r bir yaklaşım, kültürel ve sanatsal oluşum ­ lara nesnel gözlemcilikle bakmanın karşıtı bir seçenek olarak da görülebilir. Ama satır ara­ larım dikkatle okuyunca, b u bakış seçeneği­ nin, en azından bazı koşullanmalara kuşkuy­ la yaklaşmak gerektiği konusunda uyarıcı ipuçları vermekten de uzak değildir.*

(*) “Eski Ustalar”/ Thomas Bernhard/Çe­ viren: Sezer D uru/ Yapı Kredi Yayınlan/ İstan­ bul 2 002/151 s.

(4)

ROMAN

Yunus Nadi 2002 Roman Ödülü, Nazlı Eray’ın “A şkı Giyinen A d a m ’ına.

Nazlı Eray, Yunus Nadi

Roman Ödülü nün kendisine

yaşattığı duyguyu, “Edebiyat

ormanının içinde tek başına

dolaşırken bir telefonla gelen

bu haber, adeta o ormandan

bir yerden koparılmış bir

hindistancevizi kabuğunun

içinde sunulan değişik bir içki

gibi beni havalara uçurdu.

Biz yazarlar çoğunlukla

yalnızlığa talim eden

insanlarızdır. O ödülü

aldığımı duyduğum an yalnız

olmadığımı hissettim”

sözleriyle anlatıyor.

BAHAR TANRISEVER

£ £ A şkı G iyinen A d am ” adlı kita- ZA Diyla Yunus N adi Rom an jL JL Ö d ü lü ’n e değer b u lunan Nazlı Eray, düşler peşinde koşarak okur­ larını yaşadıkları “sıradan” dünyadan gi­ zemli b ir atm osfere çekiyor. Yazmaya başlarken tıpkı “b ir narın çadamaya ha­ zır olm ası” gibi heyecan duyuyor. Yu­ nus N ad i Rom an Ö d ü lü ’yİe yaşadığı duyguyu, “E debivat orm anının içinde tek başına dolaşırken bir telefonla gelen b u haber, adeta o orm andan b ir yerden koparılm ış bir hindistancevizi kabuğu­ n u n içinde sunulan değişik b ir içki gibi beni havalara u ç u rd u ” sözleriyle anlatı­ yor. Eray, ö d ü lü aldığını duyduğu an “yalnız olmadığım hissettiğini" söylüyor.

Nazlı Eray’ın “yazın serüveni” o rta­ okuldayken başlıyor. G erçeküstücülük n ed ir bilm ezken, gerçeküstü b ir öykü yazıyor. Ö n ce o turdukları apartm anın kapıcısına “M ösyö H risto ” adını veri­ yor, sonra da onu kuş olup uçuruyor... H avada hayatının m uhasebesini yapan Mösyö H risto, başta geri dönm ek iste­ m iyor ancak sonra yorulup kaldırım ın kenarına konuveriyor. Ve tekrar evine gidiyor.

Nazlı Eray, öyküyü katlıyor, b ir zarfın içine koyuyor ve okulun E debiyat Ku- iu b ü ’ne götürüyor. “Çekingenlikten m i­ dir bilinm ez” elden verm ek yerine k ap ı­ nın altından atıveriyor. Evde heyecan içinde beklem eye başlıyor. “K afam da büyük kuşkular vardı, bir adam kuş olup uçabilir mi, bana deli mi diyecekler d i­ ye düşünüyorum . Fakat yazdığım şeye de o kadar inanıyorum ki...” A kşam üs­ tü telefonlar çalmaya başlıyor. Z arf b u ­ lunm uş, öykü okunm uş ve çok beğenil­ miş. Eray, okula çağrılıyor ve baş köşe­ ye oturtuluyor. “fflc defa yazar olma duy­ gusunu yaşadım ” diye anlatıyor Eray, o m üthiş anı.

Geceyarısı Ankara'ya yolculuk

Sonra yazarlığa 10 yıl kadar ara veri­ yor. 19 yaşındayken elinde küçük bir b a ­ vulla geceyarısı trenine biniyor. Yaşadı­ ğı kalp kırıklığı nedeniyle hayatını değiş­ tirmeye ve bir daha hiç yazmamaya k a ­ rar veriyor. İsta n b u l’dan bindiği tren onu A nkara’ya götürüyor. Eray, o g ü n ­ leri şöyle anlatıyor:

“N e kad ar rom antiğim değil mi? A n­ kara’ya bir tesadüf eseri geldim. 1 gün­ lüğüne gelmiştim, 35 yıldır buradayım . A nkara’da bir devlet dairesine girdim, kendi param ı kendim kazanacağım di­ ye. O n d a n sonra da uzun b ir hastane

se-"Yalnız olmadığımı hissettim"

rüvenim oldu. Birtakım şeylerle

boğuştum . H astane de bir okul gibi. Ç ok değişik insanlar var. Bir tarafı hayat, b ir tarafı ölüm... T ü m b u n la r insanı pişiriyor. H astaneden çıktıktan sonra ya­ şadıklarım ı unutmayayım, b u n ­ ları b ir yerde belgeleyeyim iste­ dim ve 1976 yılında ‘Ah Bayım A h ’ ortaya çıktı. O b ir gecede

beni ünlendiren b ir kitaptı.”

'Meyve veren ağaç

Eray, kitabının ardından çağrdı olarak gittiği A m eri­ k a ’da “yaratıcı yazın” dersle­ ri veriyor. D ünyanın en iyi ya­ zarları ile çalışma olanağı b u ­ luyor. Türkiye’ye döndüğün­ den beri de yılda 1 kitap ol­ m ak üzere kendi deyimiyle

NAZLI ERAY’IN ÖZGEÇMİŞİ

N

azlı Eray A nkara’da doğdu. Ingiliz Kız O rtaokulu ve A rnavutköy Kız Kole- ji’ni bitirdi. İstanbul Üniversitesi H u k u k Fakültesi son sınıftayken ayrılarak A nkara’ya yerleşti. Turizm ve Tanıtm a B akanlığında çevirmen olarak çalışmaya başladı. İkiz kızları doğunca çalışma hayatına son verdi ve yaşamını yazarlığa ada­ dı. O rtaokuldayken ilk öyküleri Varlık’ta yayımlandı, ilk kitabını 1975’te “Ah Ba­ yım A h” adıyla çıkarttı. Öyküleri, İngilizce, Fransızca, Almanca, İtalyanca J a p o n ­ ca, Çekçe, U rduca ve H in tçe’ye çevrildi. İki yıl G üneş ve C um huriyet gazetele­ rinde k ö şe yazarhğı yaptı. Yurtiçi ve yurtdışı radyo ve televizyonları için oyunlar yazdı, program lar gerçekleştirdi. C H P de 4. dönem PM üyesi olarak yer aldı. Ya­ zarın bazı kitapları şöyle:

Arzu Sapağm da İnecek Var, Aşık P apağan Barı, Aşk A rtık Burada O turm uyor, Ay Falcısı, Ay Işığı Sofrası, D eniz K enarında Pazartesi, Düş işleri Bülteni, El Yaz­ ması Rüy J a r , Eski G ece Parçaları, Geceyi Tanıdım , H azır Dünya, im p arato r Çav Bahçesi, Kız Ö p m e Kuyruğu, Kuş Kafesindeki Tenor, Ö rüm ceğin Kitabı, Pasifik G ünleri, Uyku istasyonu, Yıldızlar M ektup Yazar, Yoldan G eçen Öyküler. ■

“meyve veren b ir ağaç” gibi sürekli ya­ zıyor. Şu ana kadar 8 öykü kitabı ve 13 rom anı okuyucuyla buluştu. Nazlı Eray, şöyle konuşuyor:

“B ütün her şey ilk cüm lenin altında, ilk cümleyi yazdığım zaman, belki ben son cümleyi de biliyorum ama onun far­ kında değilim. Bir satır sonra ne olaca­ ğını bilemeyebilirim. Bir sayfa sonrası benim için bir m eçhul olabilir. G ece yat­ tığım zaman ertesi günü m erakla dü şü ­ nürüm . Aslında b ü tü n h er şey kafam da oturm uştur. Fakat son anda b ir karak­ ter girer romana! Başlangıç çok heye­ canlı, sanki b ir narın çadamaya hazır ol­ ması gibi... Bitişinde de nar artık ağaç­ tan düşecektir. Bilinmeyen bir yöne gi­ den b ir gemiye yazılmış, yoksul bir tay­ fa gibiyim aslında. D ünyada anlatabile­ ceğim en güzel şey yazmak. G ü n d e 7 sa­ at çalışıyorum. 2-2.5 ayda bitiyor bir ro ­ m an.”

Okurlarıyla iç içe b ir yazar Nazh Eray. “Y apıdarım ın şimdiye k ad ar bana k a ­ zandırdığı en büy ü k ö d ü l okurlarım . H e r o k u r b ir dünya” diyor. Ancak 13. rom anı “Aşkı G iyinen  dâm ” ile Yu­ nus N ad i R om an Ö d ü lü ’nü alm anın kendisini çok m u d u ettiğini söylüyor. Eray, “Bu edebiyat orm anının içinde tek başına dolaşırken, rom an kişileriyle kendi düşlerim le birlikte yeni bir yazma serüvenine atılm ak üzereyken b ir tele­ fonla gelen b u haber, adeta o orm an­ dan b ir yerden koparılm ış b ir hindis­ tancevizi kabuğu içinde sunulan değişik b ir içki gibi beni havalara uçurdu. Biz yazarlar çoğunlukla yalnızlığa talim eden insanlarızdır. O ö d ü lü aldığım ı duyduğum an bir yerde yalnız olm adı­ ğımı hissettim . Bu beni çok m utlu e tti” diye konuşuyor.

Konuşan pişmiş kelleler

Aşkı Giyinen A dam ’da 1960lı yılların Am erikası’nın ünlü şarkıcısı E ddie Fis- her ve Elizabeth Taylor’a olan sonsuz aş­ kından, D üm ev A bla’nın içinden kadın­ lar ve erkekler çıkan tarot kartlarına, an­ tika dükkânına yanaşan şehir hatları va­ p urundan, 50 yıl sonra yaşama dönen iki ölü ve konuşan pişmiş kellelere k a­ dar uzanan fantastik bir serüven var.

Kendisini “Türkiye’de büyülü gerçek­ çiliğin ön cü sü ” olarak niteleyen Eray, “Dünyaya ö b ü r prizm adan bakıyorum galiba” diyor. Fantastik kurguya karşın yapıtlarındaki olay ve kişilerin yüzde 90’ı gerçek. Düşgücü ise çok kuvvetli. Ya- pıdarıyla, okurlarm ı yaşadıkları sıradan dünyadan başka bir platform a çekmeyi amaçlıyor. Nazlı Eray’ın okurlarıyla ilgi­ li ilginç anıları da var:

“Bir gün İstanbul’a gidiyorum uçakla. Yanımda çok yakışıklı bir adam. Elinde benim b ir kitabım. H erhalde beni tanı­ yacak dedim. Katiyen, 47 dakika boyun­ ca gözünü kitaptan ayırmadı. Büyük bir heyecanla, yer yer katıla katıla gülerek okudu. Uçak yere indi, kapattı kitabı, yüzüm e bile bakm adan çekti gitti.”

Nazlı Eray, daha çok “geceyi” yazıyor. G ecenin gizemi çekiyor onu. Ailesinin İstanbul’da olması ve ilk gençliğini İs­ tan b u l’da yaşamasına karşın o A nkara’yı yazıyor. Eray, “Büyük bir coşku içinde­ yim. Yeni bir kitaba başlam ak üzerey­ dim. Bu ödülün bu n d an sonraki k itap ­ larım da da çok büyük etkisi olacak” d i­ ye konuşuyor. ■

(5)

Zeynep Aliye’nin ‘Vahşi

Kelebek’i, ezilen, horlanan,

yok sayılan kadınların

hikâyelerinden oluşuyor.

Aliye’nin çağrışımlara açık

bir dil, yalın ve şiirsel bir

anlatımla okuyucusuna

sunduğu öyküler, kadınm

kendini sorgulayarak

keşfettiği benliğinin yanı sıra

kendisine zorla giydirilen

kimliğini de gözler önüne

seriyor. Zeynep Aliye ile

öykülerini konuştuk.

ECE BAKTIAYA

£

H

er öykü kadının toplumda ka­nayan başka bir yarasına doku­ nurken, okuyucuda kadınsı bir güdüyle yazıldığı hissi uy andırıyor...

- Ben toplumu yazıyorum.. Bu toplum ­ daki en temel sorunları. Bunun için de en iyi tanıdığım şeyleri yazmam gerekiyor. Çocukluğumdan itibaren çok farklı to p ­ lumsal kesitler içerisinde yer aldım, çok farklı insanlar tanıdım. Tüm engellemele­ re karşın kendimi yaratmaya çalıştım. Ben önce bir kız çocuğuydum dövülüp horla­ nan, sonra bir genç kız kafası kapatılan, :arşaf giydirilmek, evlendirilmek istenen, açan, intihara başvuran... “Benim yerim bu değil, ben böyle olmamalıyım” diyerek kendini sorgularken, kendisine bir idolü olmayan, kendisine bir örnek oluşturul­ mamış. Sadece kafasına bir tokaçla vuru­ lur gibi “Sen otur.. Sen kızsın.. Sen ikinci sınıfsın.. Sen eksiksin.. Sen kaburga kemi­ ğinden oluştun.. Sen günah yuvasısın” de­ nilen bir kız çocuğu. Bedenine günah, el­ lerine günah unsuru diye bakan, bu to p ­ lumu lekeleyeceğini düşünen, kendini bir mikrop gibi gören... Buradaki kadınların her birinde bir parça kendimi görüyorum. İstanbul yabancı bu tabloya, kadın yazar­ larımız da... En fazla gittikleri belki üç beş gecekondu bölgesi. O nun dışında hayatı hiç görmemişler. Bir defasında kadın so­ runlarıyla ilgili bir sempozyumda, Türki­ ye’nin en iyi okullarında okumuş, üniver­ site eğitimi almış bir profesörün konuşma­ sına tanık oldum. O kadar komik şeyler söyledi ki kadın sorunlarıyla ilgili. Sadece güldüm. Kadının farkında değiller, kadı­ nın ne olduğunu bilmiyorlar.

- Öykülerinizde, yarattığınız kahraman­ larınızın ortaya koyduğu tavırdan çok iç dünyasında yaptığı yolculuğu aktarıyorsu­ nuz.

- Benim kahramanlarım yalnız ama ay­

nı zamanda dünyanın ve insanlığın mace­ rasını içinde yaşayan kahramanlar. Hayat­ tan kopuk, kartonlaştırılmış, idealize edil­ miş tipler değil hiçbiri. Bugüne kadar ge­ len binlerce yılın savaşımının ulaştığı nok­ tadaki iç mücadelesini sürdüren kahra­ manlar hepsi. Hayatın tam içinde, ayakla­ rı tamamen yere basan. Farkına varma­ dan bir mücadele sergileyen, tavır koyan, muhalif olan kahramanlar. Kendine daya­ tılan her şeye karşı muhalif. Önemli olan kendi doğrusunu bulabilmeleri, kendi bil­ gisini oluşturabilmeleri. ‘Bilgi’ dediğiniz nedir? Gazetede ya da kitapta okudukla­ rımız bilgi midir? Bugünkü bilgi yarın ba­ kıyorsunuz eksik bilgi oluyor, dün öğren­ diğimiz ise bugün reddediliyor. H er şey­ den önce bilginin özgür olması, bilgiye kolay ulaşılmasının sağlanması gerekiyor. Kahramanlarımın yapmak istediği, ken­

ÖYKÜ

Yunus Nadi Öykü Ödülü 2002 “Vahşi Kelebek”le Zeynep A liy e n in

"En iyi tanıdığım

dilerine yöneltilen bütün bilgi­

leri silkelemek, “Bu benim işi­ me yarar mı, yaramaz mı? Ne kadar bana aittir? Onunla ne kadar yürüyebilirim? Ne kadar evet ya da ne kadar hayırdır? ”ı sorgulamak. Bizden evet-hayır oyunundaki kukla olmamız is­ tenirken kahramanlarım ken­ dilerini sorguluyor. Bu sorgula­ ma bir içsesten çok, tavır ola­ rak ortaya çıkıyor. Koyduğu tavrın nedenini belirtmek ise tamamen kahramanın kendi inisiyatifinde olan bir şey. Bir noktadan sonra kahramanını­ za çok fazla da egemen olamı­ yorsunuz çünkü.

- Kahramanlar kendilerini sorgularken kim liklerini yeni­ den keşfediyorlar.

- O nlar bu toplum un insan­ ları. O nlar da dikte edilmiş, giydirilmiş üniformalı kimlik­ lerle ortalıkta dolaşıp duruyor­ lar. Ancak kendi başlarına gel­ diğinde veya son boğulma nok­ tasına geldiklerinde, SOS işa­ retinin verilme noktasında akılları başlarına geliyor. Bunu yapamayanlar da var ama. ‘Bir

Leyla Lale, Bir Lale Leyla’ adlı öykümde de var. Sorgulamayı bırakıyor, çünkü ka­ bul etmek çok kolay. H iç mücadele etme­ den kabul et, mutlu ol, yaşa. Mücadele et­ tiğinde kazanıp kazanamayacağın da bel­ li değil. Büyük bir savaş verirsin, her şey boşa gidebilir. Çünkü büyük bir iktidar var karşında. H er alanda iktidar..

- Öykülerin hep kötü sonla noktalanma­ sı vermek istediğiniz bir mesaj m ü

- Benim yazdıklarımla dünyada ve T ür­

kiye’de düzen değişmiyor. Ben gerçekçi bir yazarım. Bu böyle gidiyor zaten. Yarı fantastik öyküler ama o gerçekle bağını asla yitirmeyen öyküler. Mesaj vermek ba­ na doğru gelmiyor. Ben aynayı tutuyor ve diyorum ki “Bakın b u hayat böyle. Bura­ dan siz ne çıkarabilirsiniz? Siz kendi ha­ yatınızı nasıl kurabilirsiniz? Ben bunu böyle görüyorum , siz nasıl görüyorsu­ nuz?” O kur olan o ikinci şahısa yönelik bildirilerdir yazdıklarım. O nun kendi se­ çimini yapması, kendi yolunu çizmesi önemli.

- Kadınların çektiği sıkıntıların yanında depremde yaşanan acılara da yer veriyorsu­ nuz 'Bir Şahmaran Uyanması’ adlı öykü­ nüzde.

- Depremden hemen sonra yazdığım bir

öyküydü ‘Bir Şahmaran Uyanması’. H epi­ miz için kötü, onarılması müm kün olma­ yan bir yaşanmışlık.. Birebir yaşadığım acı­ larımı asla yazmam. Yazarlık kendini ola­ yın dışında tutup yazmaktır. Ben bir bi­ çimde onların içine girerim ama anlatılan benim hikâyem değildir. Bütün bir toplu­ ma mal olmuş benim içinde olduğum böy­ le bir olayı yazmak, böyle bir felaketten ya- rarlanıyormuşum duygusu uyandırıyor bende. Ancak bu olayın yazılması gereki­ yordu. Algılama mekanizmalarında farklı bir boyut yaratarak başka bakış açılarıyla, başka insanlara, depreme başka türlü b a­ karak da olsa anlatmak. Öyküdeki kahra­ manım Selin’in uyurken bir şeyin farkın­

da olmayışı farklı bakış açılarından biri. Biraz da insanlardan daha az acımasız ol­ madığını göstermek istiyorum doğanın. O na müdahale etmeye kalktığında, dama­ rına bastığınızda sana gününü gösteriyor.

- 'Kadın, Köpek ve A dam ’ adlı öykünüz­ de kadının cinsel obje olarak görülmesini, hem kişiliğinin hem bedeninin ırzına geçi­ lerek farklı bir kim lik giydirilmesini akta­ rıyorsunuz.

- Öyküde kahramanım, sahibi tarafın­

dan kötü muamele gören köpekle kendi­ ni özdeşleştiriyor. Adamla da belki kendi­ ne tecavüz edenleri. O nun gücünü görü­ yor ve seçimini yapıyor. Seçim: Mücadele etmenin anlamı yok! Aç. Gidecek yeri yok. Üşüyor. O rada ona sıcak bir çorba ikram etmek isteyen, omuzuna dokunan bir er­ kek var ne olursa olsun. O gece için garan­ ti arıyor kendisine. Bedeni hiç önemli de­ ğil. Adam bedenine tecavüz etmiş artık önemli değil. Bedeninden ayrıştırılma duy­ gusu yaşadığı. Belki de kabulleniyor.

-Ö ykünüz ‘Sorgu’da anlatmak istediği­ niz, insanın yalnızlaştırılması ve çevresine şüpheli gözlerle bakması m ü

- Öyküde yaşananlar, Zülal için olduğu

kadar bütün insanlar için de geçerli. Biz as­ lında kuşkuların ve korkuların ortasında yaşıyoruz. Korkunç bir yalnızlaşma, ya­ bancılaşma hâkim hayatlarımıza. Bunu göstermek istedim. Göstermelik bir d e­ mokrasi anlayışı içinde yaşayan her insa­ nın, gerek devletin güvenlik güçleri gerek­ se en yakınındaki insanlar tarafından nasıl kuşatmaya alındığını anlatmak istiyorum. O rada poliste yaşanan sorgu aslında haya­ tın içerisinde uygulanan baskıdır, kontrol mekanizmasıdır, gözedenmedir. Bunu içi­ nizde hissetmiyor musunuz? Bunu hisset­ miyor olsanız çok farklı davranabilirsiniz. Kendimizi hep kontrol altında tutuyoruz. Niye? Birgün bunu birisi bir yerde kulla­ nabilir. En yakın arkadaşınıza bile söyleye­ mediğiniz ne çok şey birikiyor artık. Ö n yıl

önce böyle değildi, on yıl sonra çok daha kötü olacak. H iç birşey konuşamayacak­ sınız ! Hayat bunu doğruluyor. Burada po­ liste yapılan sorgu biraz da hayatın içinde­ ki sorgulanma ve kıstırılmışlık duygusu. Böylelikle kendiniz gibi davranamıyor, iliş­ kilerinizi kendiniz gibi kuramıyorsunuz.. Çıkara ve otokontrole dayanan bir disip­ lin içerisinde.

- 7p ’te diğerlerinden farklı olarak, eşcin­ sel bir kimliğin kıstınlmışlığını, yaşadıkla­ rını anlatıyorsunuz..

- Son yıllarda metropollerde biraz daha

olgunluk ve anlayışla karşılanmaya baş- lansa da Anadolu’da hâlâ cinsel kimliğini gizleyerek yaşıyor insanlar. Ülkemizde bu gibi örneklerin binlerce olduğunu biliyo­ ruz. Oysa ki cinsel kimlik farklı bir olgu. Başkalarına zarar vermediği ölçüde, ya­ şam tarzım empoze etmeye çalışmadığı sü­ rece insan hissettim gibi yaşamak. Türki­ ye’de eşcinsel kimliği kullanan ve öne çı­ karan medya, bir yığın genç insanı dikkat çekmek, önemsenmek adına farklı bir yö­ ne sürüklediğinin farkında değil. Cinsel kimliklere saygı duyan biri olarak onların yaşadıklarını anlatmak istedim.

- Ö ykülerinizi yazarken siz kendinizi, yazma nedeninizi sorguluyor musunuz?

- Herkesin bir yazma nedeni vardır. Ya­

pıt, yazarın onu yazma nedenini ortaya çı-' karmakla yükümlü. Belki de bir başkası­ nın söylediği gibi “varolmanın dayanılmaz ağırlığım üzerimden atmak” amacını taşı­ yorum. Kadınlar üzerindeki baskının, ezil- mişkğin, horlanmanın, dışlanmanın getir­ diği tepkiyi ve öfkeyi de ortaya koymak is­ tiyorum. Türkiye az sevilmiş insanlar ül­ kesi. İnsanlar sevilmiyor ama belki de en çok insanlar sevilmiyor. Kendi çocuğu, ba­ bası, kocası... Ben inşam bütün halleriyle yazıyorum. H er insan bütün çirkinliğiyle güzelliğiyle, doğrusuyla yanlışıyla... Esas olanın onun içerisindeki, genlerindeki korku dehşet, öfke duygusu olduğunu dü­ şünüyorum. Bu hırs, ihtiras, aşk olarak, hastalıklı tutku, marazi duygular olarak ortaya çıkıyor. Bir insanı çok fazla tapası- ya sevmek de bunun ifadesi, bir insandan nefret etmek de. Edebiyat dünyasında biz­ den çözümlenmesi beklenen o iyi insan, doğru insan, ahlaklı insanın aslında bir al­ datmaca olduğunu anlatmalı insanlara. Kendisiyle yüzleşmeyen bir insanın, için­ deki yabancıdan kurtulamayacağım düşü­ nüyorum. Herkes kendisiyle yüzleşmeli, kendini tanımak, kendisi için doğru olanı bulmak. Korkunç bir otomatizm egemen olmuş her şeye. Bu bir çiçek, bu ağaç, bu bina, b u insan, b u ekmek, bu kuş... H ep kendilerine dikte edilmiş kalıplarla algılı­ yorlar dünyayı. Algılama otomatizmini kırmak istiyorum belki de. Bize gösterile­ nin dışındaki arka yüzünü görmek istiyo­ rum insanın, insanı görmek demek, insa­ nın kendisini görmesi demek. İnsanların sorgulamaktan, düşünm ekten, yorumla­ maktan uzaklaştıran sisteme bir karşı çı­ kış belki de.

- ‘Vahşi Kelebek’e verdiğiniz emek Yunus Nadi Ödülü olarak döndü size...

- Yunus Nadi Ö dülü benim için çok de­

ğerli bir ödül. Cumhuriyet benim kendi­ mi çözmeye başladığım noktada okum a­ ya başladığım bir gazeteydi. O dönem de ben Çumhuriyet’i okurken çok zorlanır- dım. Örneğin Ilhan Selçuk’u okurken söz­ lükten yararlanırdım. Yunus Nadi ise çok sevdiğim bir başyazardı, Türkiye Cumhu- riyeti’nin kuruluş aşamasında gösterdiği çabalar nedeniyle de saygı duyduğum bir insan. Seçici kurul üyeleri ise Türk kültür sanat yaşamma emek vermiş, çok değerli insanlar. Onların onayladığı bir ödül olma­ sı, benim öykümü kabullenmiş olmaları beni çok mutlu etti. Benim açımdan çok aydınlatıcı, çok sıcak bir ödül. ■

(6)

56.V'1-f t w t V A V H '

1901

r

Yunus Nadi Öykü Ödülü 2002 "Uykusu Sakız ’ ile M. Sadık Aslankara mn

Yunus Nadi ödülüyle

kurduğu ilişki, Aslankara’nın

öyküyle olan alışverişini de

kurumlaştırıyor aslında.

Yunus Nadi’nin ve

Cumhuriyet’in yalnız

kendisinin öyküye

yönelişinde değil, bütün

öykücülerin yolculuğunda,

kısaca Türk öykücülüğünün

bütün zamanlara yayılan

sürecinde ciddi biçimde

kurumsal ağırlığı olduğunu

düşünüyor bugün ve ona

göre yazınsal tür olarak

öyküye yer açılmış olmasını

önemsemek de gerekiyor.

SEDAT KURT

D

enizlili M. Sadık Aslankara, ro­m an, belgesel sinema ve tiyatro yapıtlarıyla aldığı ödüllerine bu kez öykü dalında yenisini ekledi. Yunus N adi 2002 Öykü Ö d ü lü “Uykusu Sakız” ile A slankara’ya verildi.

Yazarlığının yanı sıra tiyatroculuğu ve belgesel sinemacılığı ile tanınan Aslanka­ ra, günün 24 saatlik dilim ine sığdırama- dığı çalışma ve araştırm alarını b ir süre­ dir Denizli’deki yazı evinde yapıyor. Bi­ zi, kapılarım belki de ilk kez bir yaban­ cıya açtığı yazı evinde karşılayan Aslan­ kara ile 38 yıl öncesinde başlayan yazar­ lığı üzerine sohbet ettik.

G enç kuşak öykü yazarlarına kuram ­ sal ve etik konularda “fikir babalığı”

ya-E

an Sadık Aslankara, A nadolu’n u n dört ir köşesinde yaptığı belgesel sinema ça­ lışmalarından arta kalan zam anda -ki bu, zaman zaman yılın vansm ı geçiyor- yaşa­ m ını m em leketindeki yazı evinde geçiri­ yor.

M üjdeli h ab eri de b u ra d a alıyor. 1964’e geri döndüğünü söylüyor Aslan­ kara, C um huriyet'e ilk kısa öyküsünü gönderm ek için verdiği uğraşı ve yaşadı­ ğı heyecanı anımsıyor. Yani Yunus N adi O d ü lü ’yle aslında 40 yıl öncesinde ta­ nışmışlığım vurguluyor.

“H erkes gibi şiirle başlamıştım ama, altmışların başm da daha çok öyküye ka­ rar kılmıştım. Yıl 1964, C um huriyet o yıl ‘kısa öykü’ve ayırıyor Yunus N adi Arma- ğam ’nı. A llah!.. Sevinçten havalara uçu­ yorum . ‘T am am - divorum , ‘Ben ödülü akrım ’. Dersleri, otelci etkinlikleri b ir ke­ nara bırakıp Yunus N adi çalışması baş­ lığı altında p ek çok öykü yazıyorum... 12 Aralık 1948 doğum luyum ben, varsayın kırkdokuzluyum ... Bu hesapla 15 yaşın­ da Yunus N adi Kısa Ö ykü Yarışması’na katıtivorum... ‘Sergi’ adında bir öykü... Köyde, kurum aya bırakılm ış üzüm leri sel yok ediyor, b u n u anlatıyorum aklım- ca. Köylü, uğraşırken arada Tanrı’ya ya­ karıyor garip. Ö vküyü götürüyorum ar­ zuhalciye, o sıralar daktilo sahibi olm ak kolay mı? Parasını verip daktilo ettirece­ ğim, ama adam ‘A llah’ sözcüğü geçtik­ çe, ayraç açıp C C diye yazıyor hep... ‘A m ca’ diyorum b u yok öyküde’... Ama adam a anlatabilm ek olası mı b u n u ? ”

İlk aşam ada elemeyi aşan öykülerinin aralıklarla yayınlandığını gözlerindeki ışıltıyla aktarıyor Aslankara. H e r gün sa­ bırsızlıkla C um huriyet G azetesi’nin gel­ m esini beklediğini söylüyor ve ekliyor,

"Öykü anlatmıyor,

anlamlandırıyor"

dirm enin yapılm am asından yakınıyor. Aslankara, “G ençler ne zaman görecek­ ler kendilerini aynada? Ö ykülerin ya­ yımlanması çok iyi ama değerlendirilm e­ si de gerekiyor” diye konuşuyor.

Tekrar ödüle dönüyoruz...

Yunus N adi ödülüyle kurduğu b u iliş­ ki, A slankara’nın öyküyle olan alışveri­ şini de kurum laştırıyor aslında. Yunus N adi’nin ve C um huriyet’in yalnız kendi­ sinin öyküye yönelişinde değil, b ü tün öy­ kücülerin yolculuğunda, kısaca T ürk öy­ kücülüğünün b ü tü n zamanlara yayılan sürecinde ciddi biçim de kurum sal ağır­ lığı olduğunu düşünüyor bugün ve ona göre yazınsal tü r olarak öyküye yer açıl­ mış olmasını önem sem ek de gerekiyor.

G eçen 40 yıllık zam an dilim inde sü­ rekli yazıyor ve üretiyor Aslankara; öy­ küler, romanlar, oyunlar... Sahneye çıkıp tiyatro oynuyor, kuliste yönetiyor

oyun-I V M Sİ SAK İ/

T m

m Jm iL

“O yıllar gazetele­ rin gelişi karşılanır­ dı A nadolu’da...” Y unus N adi Ö d ü lü ’n ü n artık kendisini heyecan­ landırm adığını da belirtiyor, “ödülüm olsa da olm asa da olur. Ö nem taşım ı­ yor bunca yıl son­ ra. Bu yaşa gelme­ den de bu n u anla­ m ak zor aslında...” Yunus N ad i ve

öykücülüğe ilk

adım attığı o günler, usuna gazetede ya­ zışım görem eyince yaşadığı hayal kırık­ lıklarını düşü rü y o r A slankara’m n. Ve “şimdi şimdi düşünüyorum ” deyip, genç öykücülerle ilgilenmesinin, onlara sevgi gösterm esinin, onlara sahip çıkmasının altında yatan nedenlerden birinin de o olduğunu anımsatıyor.

G en ç öykücülerin b u günün Türkiye- si’nde çok önemli dayanakları olduğunu söyleyen Aslankara, öykü dergileriyle ör­ nekliyor sözünü ve çeşitli yayın evreleri­ nin uğraşlarından da sözediyor. Aslanka­ ra ’ya göre, genç öykücülerin yazılarım yayımlamak tam anlamıyla onlara yar­ dım cı olm ak, önayak olm ak anlam ına gelmivor. Eksikliklere işaret edip -öykü dergilerinin yönetm enlerine- “hiç alın­ m asınlar” diyerek, eleştiriler yöneltiyor. G ençlere ayrılan yerin azlığından ve genç öyküler hakkında hiçbir

değerlen-SADIK ASLANKARA KİMDİR?

-I Aralık 1948 yılında Denizli’nin Sarayköv llçesi’nde dünyaya gelen Aslan-

JL 2.

kara, İzm ir N am ık Kemal L isesin i bitirdikten sonra AÜ D il ve Tarih-Coğ- rafye Fakültesi Felsefe B ö lü m ü n ü okudu. İmzalı ilk yazısı C um huriyet’te “Tar­ tışma B ölüm ü”nde yayınlandı(20 N isan 1965). “Beyaz Atkılı K adın’ isimli öykü­ sü Denizli’nin yerel gazetesi Pam ukkale’de yayınlanan Aslankara, tiyatroya ilk pro­ fesyonel adım ı 1968’de A nkara H alk O yuncuları Sahnesi’nde attı. 1969’da A n­ kara Birliği Sahnesi’nin kurucularından biriydi. 1982’de Denizli T iyatrosunu, 1987’de ise b u tiyatronun uzantısı olan D e Tiyatrosu’n u kurdu. Bu kısacık zaman

diliminde

30’u aşkın oyunu yöneten ve bu oyunların b ir bölüm ünde rol alan As­ lankara, 1976’da TRT için çalıştı. Senaryolar ve m etinler yazan Aslankara, oyun­ culuktan sunuculuğa, danışm anlıktan kam era önü ve arkasında birçok yapımda görev aldı. 1983 yılında başlattığı belgesel sinem a çalışmalarına eylemli tiyatroya ara verdiği 1994’ten itibaren yönetm en olarak devam etti. Bugüne kadar 25 bel­ geselin yönetm enliğini yapan Aslankara, yazın, belgesel tiyatro ve belgesel sine­ ma alanında çeşitli ödüller aldı. O yun dalında 1989’da “Kevser’d i”, 1992’de “Ev- Ses”, rom an dalında 1990’da “K ör M em dali’nin Ç ınar Ağacı”, 1993’te “Bin Yüz, Bir G iz ”, 1996’da “Selgesus’ta B use” ve derlem e dalında 2000’de “Cumhuriye- tim iz’in 75. Yılında Orm ancılığım ız” isimli eserleri yayınlandı. Uykusu Sakız ise yayımladığı iki dosyadan sonra, ilk ve tek öykü kitabı.»

lan, A nadolu’nun topraklarını arşınla­ yıp belgeliyor kültürleri, sinema sinema sunuyor Aslankara, belgesel sinemacıh- ğıyla...

Ama öykünün yeri hep ayrı Aslanka- ra’nm yaşam ında; o unutulm az b ir tat h er seferinde, büyülü bir tat... H em sü­ rükleyen, hem yazara baş eğmeyen bir türlü...

Aslankara, öykünün tanım ına da dik­ kat çekiyor. Kuşkusuz yazılı bir anlatım sanatı olan öykünün. “Ama anlatm a sa­ natı değil o” sözleriyle h a d an vurgulayan A slankara’ya göre, öykü anlatmıyor, an ­ lamlandırıyor. “B unu nasıl yapıyor” d i­ ye soruyoruz, anlatıyor:

“A nlatarak değil; ayrıntılar döşeyerek, bağırarak değil susarak, gözlerini kaçırıp başm ı eğerek, sonra arka alanlar bıraka­ rak, koridorlar, kanallar açarak, havalan­ dırm a bacaları çıkararak... Yani anlat­ m adan ama okurun anlam landırm asını sağlayarak başarır. Bu yüzden öykü sa­ natı, b ir yazma sanatı olduğu denli ok u ­ m a sanatıdır da. Bu da kuşkusuz sözcük­ lerle yapılan artık başka b ir şeydir, söz­ cüklerin b ire b ir gösterdiği değildir... Öyleyse işin basm a dönüyoruz. Dem ek ki yine, öykü anlatma sanatı değildir ama yazdı anlatım sanatıdır yine d e !”

Öyküyle geçen 40 yd boyunca yayım­ ladığı öykü sayısını hatırlıyoruz, ik i dos­ yanın ardından 40 yd sonra geldi öykü kitabı A slankara’nın, “Uykusu Sa- kız”la... Keza diğer alanlardaki yayım­ lanmış eser sayısı da az. “Bu durum siz­ de b ir ikdem i, çatışmayı doğurm uyor m u ? ”

“E vet” diyor Sadık Aslankara, “Bu iki­ lemi sürekli sorguluyorum ...”

Ö ykülerin yayım lanm asının “k e n d i­ sinden sonra” da istendiği zam an mü- m ükün olduğunu vurgulayan Aslankara, bu nedenle yayımlamak kavramının üze­ rinde durm adığım söylüyor. Son dönem ­ lerdeki hum m alı çalışmasının da “eser­ lerimi b ir an önce toparlayayım ” kaygı­ sı içerm ediğini anlatan Aslankara, 365 gün ortalam a 6 saat boyunca sanki öle­ cekmişçesine çalıştığını aktarıyor. Yazı evine girdiğinde ise bu süre 15 saate ula­ şıyor. Sayısını bilm ediği kadar çok, yüz­ lerce ama yüzlerce kitabı kuram sal yeni bilgiler kazanmak adına incelediğini, her alandaki farklı eserlerle aynı anda ilgile­ nerek yazılarını sü rdürdüğünü dile geti­ riyor.

G ünler hatta haftalarca sokağa çıkm a­ dığı bile oluyor A slankara’nm; buzdola­ bı ve kileri sonuna kadar doldurup yaşı­ yor yazı evinde. Ç ünkü kent onu b u n al­ tıyor, yazın dünyasından uzaklaştırıyor kendi deyimiyle. Denizli, İstanbul ya da Ankara rarketmiyor onun için, kentler hep aynı. “Çepeçevre dağlara, orm anla­ ra bakan b u eve kapanıyorum . Ç am lık­ ta yaptığım yürüyüşler ve haftada bir Ç arşam ba Pazarı. Bu zaman 15 güne çı­ kıyor ve m arket alışverişlerimin dışında çıkmıyorum evimden. Sürekti okuyor ve yazıyorum. Zam an zaman benden son­ raki nesil bana nasıl yetişecek diye m e­ rak ediyorum ” diyor Aslankara; öteki okum alarının dışında yalnızca öyküye ayırdığı zaman, verdiği em ek bile tek bir öykü yazarının eylem toplam ına eşit ne­ redeyse...

Ve yılları dam ıtıp tek bir öykü yapıyor Aslankara, “Uykusu Sakız” adıyla yıllar sonra çıkan kitabı bir ödül kazanıyor; Yunus N adi Ö ykü Ö dülü 2002... Sanki bir m innet ve teşekkür sunuyor A nado­ lu adına Yunus Nadi, yarım asra dayanan bir dayanışm anın dost ikramı gibi, sade ama anlamlı...»

(7)

Yunus Nadi Şiir Ödülü 2002 “A şk Ey!” ile A hm et Necdet’in

Ahmet Necdet’in.‘2002

Yunus Nadi Şiir Ödülü’nü

Roni Margulies’le paylaştığı

“Aşk Ey” kitabındaki şiirleri,

‘zaman’, ‘yaşam’, ‘ölüm’ ve

biri diğeri olmadan eğreti

olan ‘sevgi’ler üçgeninde

kurguladığı, sorguladığı ve

felsefi yönü ihmal edilmemiş

kimi mistik tatda bir toplam.

Ahmet Necdet’le şiirini

konuştuk.

GAMZE AKDEMİR

A

hmet N ecdet’in kaybettiği yakınla­rına ithafen yazdığı ve kitabının ‘Ölüm Ey’ bölüm ünde yer verdiği (‘Ölüm ve Ablam’; Mudanya’dan kom şu­ su ve arkadaşı Hakan Demirkan için yaz­ dığı ‘Komşunun Ö lüm ü’; ve 17 Ağustos deprem inde yitirdiği çevirmen arkadaşı Nesrin Arman için yazdığı ‘Nesrin A r­ m an’) ölüm temalı şiirlerinin yanı sıra ‘Ya­ şam Ey’ gibi kendisiyle bir iç diyalog ola­ rak geliştirdiği hiç ile hep arasında bir sar­ kaç gibi salınan şiirleri de hüznün doruk­ larında bir yolculuğa çıkarıyor okuyucu­ ları.

Şiirlerinde sezilen derviş tavrını tasavvu­ fu iyi bilmesiyle örtüştüren ve geleceğin gelenek üzerine kurulduğu düşüncesini yadsımayan Ahmet Necdet, bu bağlamda çağdaş ve yenilikçi bir şair. Yaşadığımız hayat ile şiirin aynı şey olmadığının altını çizmeyi ihmal etmeden şiiri şairin sözcük­ lerle yaşama, çevresine tuttuğu bir ayna olarak yorumlayan ve yapıtlarında yansı­ tan şairin bu noktada düşüncesi, her sa­ natın kendine özgü bir gerçeği olduğu. O nun şiirlerinde ‘ay’, ağacını gizleyen bir İrem bahçesi, ‘gün’ bir savurganlık, dö­ nüşsüz bir dönemeç. ‘G ece’ tatlı bir zifir, ‘tan’ belirsiz bir im, ‘yalnızlık’ gösterişsiz bir gösteri, tuhaf bir bayramyeri. ‘Sevgili­ ler’ biri diğerisiz eğreti, ‘acı’ bir çığlıkta uyanmak, buz gibi kesilip yanmak, bir so­ nun başlangıcı. ‘H ayat’ dipsiz kile, boş ambar. ‘Aşk ise şairin yüreğinde şiirle ka­ namakta bir yara.

1933 İnegöl doğumlu olan Ahmet Nec­ det, Çapa Yüksek Öğretm en O kulu’nu ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakül­ tesi Coğrafya Bölümü’nü bitirdikten son­ ra (1954) çeşitli Anadolu kentlerinde öğ­ retmenlik, 1974-1997 yıllan arasında b e­ şeri ve iktisadi coğrafya profesörlüğü gö­ revlerinde bulundu.

Öğretim görevi ve bilimsel araştırmala­ rın dışında ‘Uzuneşek’ (1977), ‘Ne Çok Enkaz’ (1988), ‘Sana Bunca Yangından’ (1991), ‘İnegöl Hey İnegöl’ (1992), 1994 Türk Dil Kurumu (TDK) Şiir Ödülü ka­ zandığı ‘G ün Yüzleri’ (1992), ‘K ün’ (1994’, ‘Ay Kasidesi’ (1995), ‘Züm rüt Longa’ (1998), ‘Bir Can Yongasıdır Aşk’ (1998) ve ‘Aşk Ey’ adlı şiir kitapları; ‘Kra­ liçe Stratonike’ (2000) adlı şiirli oyunun ve Joshua Sobol’ün ‘G etto’ adlı oyunun ya­

nı sıra Baudelaire, Apollinaire, Aragon, Celan, Trakl, Voznesenski, Lermontov, Pasternak, Yesenin, Kuliev gibi şairlerden çeviriler yaptı.

Yunus Nadi Şiir Ö dülü’nü kazanmak­ tan dolayı çok m udu olduğunu belirten Ahmet N ecdet’e göre her şiir bir ülkeyi di­ le getirmektedir ve bir ülkeyi sevmenin en kestirme yolu ise o ülkenin dilini sevmek ve anlamaktan geçmektedir. Yarım yüzyı­ lı aşkın edebiyat yaşamı boyunca şiire in­ celemeci bir tavırla yaklaşan şair, bu tavn

"Şiir acılar sultanı şairin alanıdır"

gerek divan, gerek tekke, gerekse aşk şiiri olsun uzun ve köklü bir şiir geç­ mişimiz olmasının kendisinde yarattı­ ğı coşkuyla örtüştü- rüyor. Bu bağlam­ da bir edebiyat ah­ lakı olarak yorum­ ladığı nesnel olma çabası ve tavrından

ödün vermeyen Ahmet Necdet, hiçbir şa­ iri kendi deyimiyle ‘ıskalamadan’ hazırla­ dığı geniş kapsamlı ve benzerlerinden bel­ gesel yönüyle ayrılan inceleme-derleme türünde geniş kapsamlı şiir antolojileri de yayınladı: ‘Çağdaş Fransız Şiiri’ (1959), ‘M odern Türk Şiiri’ (1993), ‘Bugünün Di­ liyle Divan Şiiri Antolojisi’ (1995), ‘Ba- udelaire’den G ünüm üze Fransız Şiiri An­ tolojisi’ (1997), bugün bazı üniversiteler­ de ders kitabı olarak okutulan ‘Tekke Şi­ iri’ (1997), ‘Latin Şiiri Antolojisi’ Tean- Louis Mattei ile birlikte, 1998), ‘Aşklar Şi­ irle Kanar’ (1999) ve ‘Yahya Kemal’den G ünüm üze Tematik Türk Şiiri Antoloji­ si’ (2000).

- Kitabın bütünü değerlendirildiğinde 'aşk' ve ‘zaman’ temalarının daha baskın olduğunu ve bu temaların k im i şiirleriniz­ de adeta bir hasımla hesaplaşmasına yan­ sıdığı sezinleniyor.

- Şair sevgilisini baştacı ettiği gibi yer­

den yere de vurabilir. Bu kitabım da da baskın olan aşk teması bütünlüklü bir te­ ma. Bu bütünlüklülüğün içinde ayrılık da, vuslat da, rekabet de, acılar da, sevinçler de olması kaçınılmazdır. Aşkın doğası bu- dur çünkü. H atta b u nedenle ‘Yahya Ke­ mal’den G ünüm üze Tematik Türk Şiiri Antolojisini hazırladığım dönem de çok zorluk çektim. Masamda birbirinden gü­ zel, anlamlı o kadar çok şiir vardı ki. O za­ man şöyle bir hileye başvurarak, ‘K adın’, ‘sevgili’ bu ve buna benzer alt tem alar oluşturarak aşkı değişik temalarmış gibi göstererek işlemiştim. Fakat asıl hasım ‘za­ m an’dır. Zaman hepimizin en büyük düş­ manıdır. Kitabımda kum saatinden yola çıkarak bu hesaplaşmayı şiire taşıdığım ve “Kum saati boşaldı: durun yeniden ku­ run!

Fhçkimse’nin kalbinde H iç’le buluştu Zaman,

G ünkörü bir şiire ansızın bulaştı kan, Durun, saati kurun, H iç’i H e p ’e savu­ run ! ” dizeleriyle devam eden ‘Yaşam Ey’ adlı şiirim bu yenilmez düşmana dair çok güzel bir örnektir. Şiir bir hesaplaşmadır. D ürüst bir hesaplaşma, çoğu zaman tep­ kiyle karşılanır ve bu tepki şiirin etki ala­ nına genişlik kazandırır. Şiir için de az buz bir kazanç değildir bu. Başkaldırma şairin oyuncağıdır.

- Geleneğe yaslanan yenilikçi bir şair ol­ mak bağlamında Türk şiirine ne gibi yeni­ likler getirdiğinizi düşünüyorsunuz ?

- Eski şiiri sevmek zorunda değiliz elbet. Ama yeni şiiri sevmek için eski şiir bir ge­ reksinmedir. Aynı doğru, daha yeni bir şi­ ir için de söz konusu olabilir. Geleneğe yaslanmaktan yana olmak yenilikçi bir şa­ ir olmaya engel değildir. Gelenek yadsın­ mamak. Nâzım H ikm et’in de dediği gibi ayağımıza pranga etmemek şartıyla bütün

deneklerden yararlanabilmeliyiz. Bu ağlamda adına 41 beyitlik bir şiirden olu­ şan ‘Ay Kasidesi’ adlı kitabım çok güzel bir örnektir, ister eski ister yeni edebiyatımı­

za bakın sevgili için yazılmış tek kaside ‘Ay Kasidesi’dir. Arkadaşlarıma da dene­ melerini tavsiye ettiğim büyük bir yenilik­ tir diye düşünüyorum . Mesela Turgut Uyar’ın ‘Divan’ı, Behçet Necatigil’in ‘Di- vançe’si gibi gazeli deneyen birçok şair var. Klasik bir form tabii. Kaside de aynı şekil­ de. Ama kasidenin tematik gelişimi çok daha farklı. Aşk şiiri olarak hiç denenm e­ miş. Kasideyi övgü olarak kullanmak ay­ rı, bir de bir şiir formu olarak denemek, ona yeni özler, yeni içerikler kazandırmak ayrı. Türk şiirine getirdiğime inandığım bir diğer yeniliğin de şiir formlarımızda hemen hiç rastlanmayan ve Baudelaire’in ‘Akşamın Ahengi’ adlı bir şiirini çevirdik­ ten sonra kullanmaya karar verdiğim he­ ce formu olduğunu düşünüyorum. D ö­ nüşümlü, sarmal bir kafiye ve tekrarlar içeren bir dize düzenini içeren bu form, ta Tanzimat’tan b u yana hatta âşık tarzı ve­ ya tekke edebi ya timizin şiirinde bile rast­ lanmayan bir kalıptır. Bu formdan ilk ola­ rak 1992 tarihli ‘G ün Yüzleri’ şiir kita­ bım da yararlandım. ‘G ün Yüzleri’ bü tü ­ nü bu kalıpla yazılmıştır. ‘Aşk Ey’de yer alan aynı adlı bölümdeki şiirlerin de he­ men hepsi bu kalıpla yazılmıştır. Ayrıca gerçek şair, dilin anlatım olanaklarını so­ nuna kadar denemekle görevlidir. Bu ça­ ba, şiir dilini bozguna da uğratabilir. Fa­ kat yapılan iş bir sevgi adına yapılıyorsa, böyle bir bozgundan korkmanın anlamı ne, diye düşünürüm.

- Türün doğası görecesinde değerlendiril­ diğinde gerçekçi şair olabileceğine inanıyor musunuz ? Bu noktada 'Aşk E y’ ne kadar gerçekçi bir kitap?

- Yüzde yüz gerçekçi bir şair olabilece­

ğine inanmıyorum. Yoktur Nâzım H ik­ met dahil olmak üzere. Gerçek hayatı ya­ şamak başka, bir şiiri yaşamak başka. Şi­ irle gerçek hayat birebir örtüşmez. Ç ün­ kü orada şairin poetikası, bakış açısı, duy­ guları, düşünceleri, varsa yaratmak istedi­ ği bir biçim, biçem giriyor işin içine. Bu aslında tüm sanat ürünleri için böyledir. Mesela şiir kadınları, şiir kızları vardır. H içbir zaman gerçek hayattaki kadınlar, kızlar şiir kadınlarını, şiir kızlarını yansıt­ mazlar. Çok sevdiğimiz yaşlıca komşumuz

Zekavet H anım ’m öldüğünü haber aldı­ ğımda çok hüzünlenmiş ve ona ithafen ‘Zekavet H anım ’a G azel’ adlı bir gazel azmıştım. O günden bugüne kim şiiri ilk ez okuduysa bana biraz da kinayeli bir biçimde ‘Kim bu Zekavet H anım ?’ diye sormuştur. Şair birçok şeyi kafasında evi­ rir, çevirir, yoğurur ve bambaşka şiir ka­ dınları, şiir kızlan yaratır. Dediğiniz gibi türün doğası bu. ‘Aşk Ey’de bu bağlam­ da değerlendirilmeli.

- Kahır dönemlerinin yaratıyı körükleme anlamında şairler üzerindeki etkilerini na­ sıl yorumluyorsunuz?

- Bu sorunuzu ‘Sonbahar’ adlı gazelimin

son beyitiyle cevaplayayım. “Acılar sulta­ nısın de bana Ahmet Necdet. H er ölüşte dirilen yoksa sen misin ?”. Şiir gerçekten biraz acılar sultam olan şairlerin alanıdır. Burada şair derken özgün şiirin peşinde koşan insanlan kastediyorum. Yoksaher- kesin kendisini şair olarak nitelediği gü­ nüm üzde o her beş kişiden birisini değil. Malzemesi sözcüklerden oluşan şairler için bu sözcükleri yoğurup kimsenin yaz­ madığı şiirler yazmak dünyanın en zor işi­ dir.

- Çevirmenlik yönünüzün yaratınıza et­ kisi oldu mu?

- Elbette bilinçaltı etkilenmeler söz ko­

nusu olabilir bu şairlerden. Mesela tüm şi­ irlerini eksiksiz çevirdiğim Fransız usta Charles Baudelaire’den birtakım izler b u ­ lunması çok olası. Zaten T ürk şürinde Ba­ udelaire’den etkilenmeyen pek bir şair de yok gibidir. H atta Türk şiirinin bence d u ­ ayeni Baudelaire’dir (gülerek) dersek ya­ lan söylemiş olmayız. Baudelaire’in yanı sıra beni çok etkileyen başka Celan, Trakl, Lermontov, Puşkin gibi şairleri de sayma­ mak olmaz. Şiire yeni başlayanlar içinde gözden uzak tutulmaması gereken ustalar­ dır hepsi de.

- Bilim adamı kimliğiniz edebiyatçı kim ­ liğinizle nasıl uyum sağladı?

- Edebiyat geçmişim bilimsel geçmişim­

den daha fazladır. 1946-47 yıllarında Bur­ sa Erkek Lisesinde öğrenciyken şiirle il­ gilenmeye başladım, ilk şiirim 1950’de Bursa’da Uludağ dergisinde yayımlandı. Daha sonra Varlık, İstanbul gibi dergiler­ de öğrencilik yıllarımda şiirlerim çıktı. Bu tutkum öğrencilik yıllarımdan öğretmen­ lik yaptığım yıllara da taştı. Yaklaşık 15 yıl çalıştığım ve coğrafya profesörü olduğum A tatürk Üniversitesi’nde 1969 yılında 8 sayı olmak üzere ‘D enem e’ adlı bir yap- raklıkbir dergi çıkarttım. Yazarlan arasın­ da Avşar Timuçin, Y urdanur Salman gibi değerli edebiyatçılarımızın yanı sıra halk şairlerimizden Âşık Reyhani de vardı. Sonraları bir yıl dekardık yaptığım Ege Üniversitesi’nde Sosyal Bilimler Fakül'te- si’nde görev aldığım sıralarda Ankara H a­ cettepe Üniversitesi’nden gelen öğretim üyesi G ertrude Durusoy ile tanıştım. E de­ biyat konusunda çok iyi iletişim kurduk ve ‘Bademlerden Say Beni’ (Paul Celan), ‘Haşhaş ve Bellek’ (Paul Celan), ‘Dünya G ü lü ’ (Guillaume Apollinaire), ‘M utlu Aşk Yoktur’ (Louis Aragon), ‘Akşamları Kalbim’ (Georg Trakl) gibi kitapları bir­ likte çevirip yayımladık. Dolayısıyla tüm bu bilimsel ve akademik geçmişimin ede­ biyatçı yönüme hiçbir olumsuz etkisi ol­ madı. H atta üniversite öğretim üyeliğin­ den kaynaklanan araştırmacı yanımın de­ ride hazırladığım antolojder konusunda bana çok büyük yardımı olduğunu söyle­ yebilirim. ■

Referanslar

Benzer Belgeler

In this study, the release of lysophospholipids (to depict phospholipase A2 activity) and diacylglycerols (DG) (to depict stimulated hydrolysis of polyphosphoinositides) was

Durmadan «Sulh isteriz, neden sulh yapılm ıyor» diye gü­ rültü etmek sulbü getirmez, sulh şartlarının ağırlaştırılmasından başka bir şeye yaramaz^

Refika Bakollu Marmara Universitesi i.i.g.r iEletme Biitiimii Arg.. Erdal YrlmazMarmara Universitesi i.i.g.r

c- Tiirk bankali{r Topluluk bankalanyla ilbirligi anlagrnasr yapabilirler; $u be(ler) agmanrn veya sahn almamn Betirdigi yiiksek maliyeti gerektirmedili igin,

[r]

Yaşar Kemal’in İnce Memed’i yaşattığı Töroslar’da Karatepe ile açıkhava müzeciliğine geçişi sağladı.. Kazıları sırasında yörelere sağlık, kültür,

“ Dün saat 10.25’te elçiliğe gelen kuryeleri kontrol ederken kapı önündeki Portekizli güvenlik görevlisinin ‘ teröristler’ çığlığı üzerine çekmecedeki

Dış surun buradan görünen ilk küçük kulesi üzerinde sekizinci Jan Pale - oloğün ve sekiz köşeli büyük kuleler­ den dördüncüsü üzerinde Birinci