• Sonuç bulunamadı

Gürbüz Hoca Nasıl Bir İnsandı Prof. Dr. Tayfun Atay

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Gürbüz Hoca Nasıl Bir İnsandı Prof. Dr. Tayfun Atay"

Copied!
5
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Gürbüz Hoca, görmesini bilen insandı.

Hayatı, bir bakıma görüntüyü bel-gelemeye adanmıştı bu nedenle… Aşağı-daki resimde Hoca’nın hiçbir zaman yü-zünden eksik olmayan gülümsemesiyle elindeki fotoğraf makinesine nasıl aşkla baktığına dikkat edin! O “aşk” size başka bir şey daha anlatsın, bugün yaşadığı-mız hayatta kaybettiğimiz bir hususiyet hakkında… Elindeki nesneyle dostluğu-nu, yüreğindeki nesne sevgisini görün Hoca’nın!..

Neredeyse her yıl bir cep telefonu değiştirdiğimiz, her tür araç-gerecin kul-lanım süresinin giderek kısaldığı günü-müz “kullan-at” toplumunda artık olma-yan “nesne sevgisi” ve de “bilgisi”, büz Hoca’da fazlasıyla mevcuttu. Gür-büz Hoca, hem bu mekanik-elektronik nesnelerin bilgisine, hem de bu memle-ket insanının gündelik yaşamında yapıp kullandığı nesnelerin bilgisine sahipti. Anadolu’da “halk teknolojisi” ürünü araçların, söz gelimi inanılmaz bir ya-ratıcılık ürünü olan av tuzaklarının, ka-panlarının işleyiş mekanizmasını nasıl

bir heyecanla, ballandıra ballandıra ve tüm ayrıntılarıyla anlattığını daha dün gibi hatırlıyorum.

Nesne sevgisi olmayanın, canlı sev-gisi de insan sevsev-gisi de eksik olur; bunun böyle olduğunu örnekleyen insandı Gür-büz Hoca…

Gürbüz Hoca, yapmasını bilen insandı.

O, kullanmaktan da büyük mutlu-luk duyduğu görüntü ve sesi belgeleyen aletlerden kim bilir kaç tanesini hur-daya çıkmaktan kurtardı?! Günümüz-de hâlâ “nesne sevgisi”ni kaybetmemiş insanlar, Türkiye’nin dört bir yanından akın akın onun Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ndeki odasına ellerinde bozuk makineleriyle gelirlerdi. Bu bakımdan o, tevazua hiç gerek yok, dünya çapında bir şöhretti. Gazi Üniversitesi Göz Anabilim Dalı’nda yeni bir düzenek eklediği lazer makinesiyle uluslar arası ödül alanlar oldu. Pek çoklarının umudunu kestiği makineler onun elinde yeniden kullanı-lır, tıkır-tıkır çalışır hale gelirdi.

Bu, onun aşkıydı. Evinin bulundu-ğu sokaktaki küçücük dükkânda nasıl bambaşka bir dünyanın içerisine girdi-ğini, bilenler bilir. Bugün genç kuşaklar internete girip nasıl bir anda kaybolup gidiyorsa, o da işte o dükkânda aynı doğrultuda bir duygu ve mutluluk okya-nusunda kaybolup giderdi. O, Frenkçe tabiriyle tam bir handyman’di. Türkçe tek kelimeyle aynı anlamı yakalayabildi-ğimiz bir karşılığı yok bu terimin… “Ye-tenekli insan”, “el becerisi olan insan”, “elinden her iş gelen insan” denilebilir belki?..

Who is Gürbüz Erginer?

Prof. Dr. Tayfun ATAY*

(2)

Ben başka bir tabir önereceğim Hoca’yı bu bakımdan tanımlamak için… Bilindiği gibi, insanlık tarihinde iki olgu, makineleşme ve zanaatkârlık, birbirine karşıt konumlandırılır ve değerlendirilir. Makineleşme endüstriyle, zanaatkârlık da tarımsal yaşamla ilişkilendirilir. Ne kadar ilginçtir ki bu iki olgu Gürbüz Hoca’nın hayatında ve yaşam pratiğinde birbirine karşıtlıktan çıkmış, adeta hem-hal olmuşlardı.

O, tam mânâsıyla bir “makine zanaatkârı”ydı.

Gürbüz Hoca, duymasını bilen insandı.

Dil ve Tarih - Coğrafya Fakültesin-deki odasının duvarında asılı duran saz, bazı zamanlar oradan alınır, kâh kendisi tarafından kâh ziyaretine gelmiş saz-söz erbabı tarafından konuşturulurdu. “Yeşil Başlı Gövel Ördek”, onun davudî, ama mahzun sesinden, o çocuksu yüz ifadesiyle hem unutulmaz oldu, hem de gerçekten onunla birlikte uçup gitti be-nim için!.. Türküyü dinlemek, hatırası eşliğinde çok zor bundan sonra…

Belki artık, Hoca’nın o unutulmaz “Din ve Büyü” dersinde öğrencilerine tane tane anlattıklarından da esinle, bu türküyü “totem”leştirmek; dolayısıyla yalnızca etnolojik/antropolojik bir “ata-lar kültü” ayininde okuyup dinlemek; diğer zamanlarda ise “tabu”laştırmak, bizim için en uygunu…

Gürbüz Hoca’nın müzik kulağı da vardı, ritim duygusu da vardı, ozan sevgi-si de vardı. Bir yabancı meslektaşını alıp Sivrialan’a Âşık Veysel’in köyüne nasıl götürdüğünü, Veysel’le nasıl hasbıhal ettiklerini, o ölümsüz ozanın sazından-sözünden dökülenleri nasıl huşu içinde dinlediklerini her daim, yine, yeniden, ama hep yepyeni, hiç eskimeyen bir duygu ile anlatır, anlatmaktan da usanmazdı.

O ölümsüz ozan, biraz da Hoca’nın anlattıklarıyla bir “efsane”ye dönüştü benim gözümde ve gönlümde…

Gürbüz Hoca, tatmasını bilen insandı.

Bölümümüzde dönem dönem dü-zenlediğimiz o “potlaç yemekleri”ni kim unutabilir! Ulus Hali’nden nar gibi kı-zarmış olarak taze taze getirilen kuzu kelleyi bir kurban ayininin kutsiyeti ve coşkusu içinde yemeyi kim unuta-bilir! O meşhur, geleneksel Boğaziçi Lokantası’nda “Ankara Tava” yemele-ri… Büyük Sanayi’deki lezzete tavan yaptıran seyyar “Tükürük Köftecisi”ni… Diyarbakır’da “Cartlak Kebabı”nın en yağlı parçalarını, hiç kolesterol, şeker, damar sertliği kaygısı duymadan hazla yemeyi… Ve Hasankeyf’li Emre’nin an-nesinin yaptığı “Bumbar Dolması”nın lezzetini anlata anlata bitirememeyi!..

Prof. Erginer Batman-Hasankeyf’de alan araştırma-sında bir ev ziyaretinde

Hiçbir kaygı duymadan, alabildi-ğine yiyip-içmenin en büyük özgürlük olduğu hissini verirdi insana Gürbüz Hoca… Tıpkı Rabelais’in ölümsüz eseri Gargantua’da olduğu gibi… Üstelik bu kadar yemesine rağmen, “Gargantua”nın aksine, hepimizi kıskandıracak, hatta çıldırtacak ölçüde, vücudunda bir dir-hem yağ olmadan, “sırım gibi” hayatına devam ederdi.

Gürbüz Hoca, içmesini bilen in-sandı.

Yok, hemen aklınıza içki gelmesin! Alkol, Hoca’yı bozardı. Bunu hepimiz

(3)

biliyoruz. İçmek ve Gürbüz Erginer bir araya geldiğinde söz konusu olan, siga-raydı. Sigara demek bile yanlış; “Malte-pe”!..

Bunları çok isteyerek söylemiyorum ve hep kızdım, caydırmaya çalıştım had-dim olduğunca ama Gürbüz Hoca, Mal-tepe sigarasına vurgundu. “MalMal-tepe” de onun aşkı, hatta besiniydi! Bu noktada ODTÜ Sosyoloji’den antropolog dostum-meslektaşım Aykan Erdemir’le bir anısı-nı aktarmadan geçmek olmaz.

İstanbul’da bir kongrede katılımcı ikisi de ve aynı odada kalıyorlar. Gürbüz Hoca birden dehşet içinde fark ediyor ki “Maltepe” bitmiş! Dükkânlar kapalı. Aykan, gece bir yakınını ziyarete gitmek için çıkmış, Hoca o kadar feci halde ki, gece marketlerinde Hoca’ya “Maltepe” arıyor İstanbul’un sokaklarında… Neyse ki buluyor ve Hoca’yı arayıp “müjde”yi veriyor ve kaç paket istediğini soruyor. Adeta can havliyle, “Kaç paket alabili-yorsan al, alabildiğin kadar al!” sözü çı-kıyor Hoca’nın ağzından…

Ve yine insanı çıldırtırcasına kıs-kandıran bir durum, o kadar içmesine rağmen, ne bir nefes darlığı, ne bir ak-ciğer rahatsızlığı, ne kalp ne de gırtlak kanseri, hiçbir sağlık problemi de yok-tu Hoca’nın sigaraya bağlanabilecek… O’nu görüp de sigaranın sağlığa zararlı olduğuna inanmak hiç kolay değildi.

Gürbüz Hoca, “bilme”sini bilen insandı.

Vefatından sonra odasını toplarken elimize geçen, onlarca yılın araştırmala-rından, incelemelerinden, çalışmaların-dan geriye kalan, kaynaklarçalışmaların-dan çıkarılıp kartlara dökülmüş notlar, onun nasıl ti-tiz, sistemli ve dikkatli çalıştığını; bilgiyi bulup çıkarıp kendi araştırma ihtiyacı doğrultusunda sentezleme becerisine nasıl sahip olduğunu hepimizin gözleri önüne serdi.

Hem bir etnolog (sosyal-kültürel antropolog) hem de halkbilimci

(folklo-rist) idi Gürbüz Hoca… Bu nasıl oluyor diye soranlar olabilir belki… O yüzden bu bahsi biraz açmakta yarar var.

Bilindiği gibi, ortak paydası “kültür”dür bu iki bilim dalının… Halk-bilim dediğimiz folklor da, “kavimHalk-bilim” olarak Türkçeleştirilebilecek etnoloji de kültürleri incelemeye kendini adamış disiplinlerdir. Aralarında başlangıç iti-barıyla mevcut, ama günümüzün kozmo-polit ve melezleşmiş dünyasında ortadan kalktığı da söylenebilecek fark, kültür-lerini çalıştıkları insan topluluklarının mahiyetinden geliyor.

Folklor (halkbilim) esasen herhangi bir ülkede tarımsal-kırsal yaşam biçimi-ni sürdüren toplulukların kültürel örün-tüsünü derleyen ve değerlendiren bir sosyal-beşeri bilim pratiği olarak doğdu. Etnoloji (sosyal-kültürel antropoloji) ise aynı ülkenin ya dışında kalan ya da sı-nırlarının içinde nispeten ayrı kültürel bütünlüğe sahip “öteki” (etnik) topluluk-ların kültürüne odaklaşan bir disiplindi. Ancak “Batı”ya mahsus yukarıdaki “işbölümü” açısından Türkiye gibi ülke-lerde ortaya çıkan durum farklılık ve il-ginçlik arz eder. Modernleşen Türkiye’de bir yandan Cumhuriyet’in başından bugüne kırsal-tarımsal yaşam kültürü zindeliğini sürdürdü ve bu, folkloristik çalışmaları bereketlendirdi. Öte yandan aynı coğrafya içerisinde “öteki” sayılabi-lecek etnik/dinsel toplulukların varlığı hem etnolojik çalışmayı gerekçelendirdi, hem de Anadolu kültürünün ayrılmaz parçası olmaları itibarıyla bunlar folklo-ristik ilgiye de açık oldular.

Bu durumda Türkiye’de halkbilimci olmak bir bakıma etnolog olmak, etnolog olmak da aynı ölçüde halkbilimci olmak sonucunu doğurdu denilebilir.

Akademik tarihimiz bunu doğrula-yan uygulamalarla doludur. Ankara’da Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde Halkbilim bölümü, Etnoloji Kürsüsü içinden 1980’de çıktığında, kurucusu ve mimarı Türkiye’nin en büyük

(4)

etnologla-rından Prof. Sedat Veyis Örnek’ti. “Et-nolog” Hoca, Halkbilim’i var edip başına geçtiğinde yanında “Asistan” olarak Gür-büz Erginer vardı. Onlar 19’uncu yüzyıl modern Batı dünyasında ortaya çıkan ve oldukça yapay biçimde Türkiye’nin akademik hayatına taşınan disiplin ay-rımlarını aşıp, “ayinesi iştir ilmin, isme bakılmaz” dercesine hem etnoloji hem folklor yaptılar bu bölüm bünyesinde… Kitap adları, fazla söze hacet bı-rakmaksızın durumu özetler: “Anado-lu Folklorunda Ölüm”, “İlkellerde Din, Büyü, Sanat, Efsane”, “Geleneksel Kül-türümüzde Çocuk”, “Etnoloji Sözlüğü”, “Türk Halkbilimi”… Bunlar Sedat Veyis Hoca’dan… Gürbüz Hoca bunlara şunları ekledi: “Kurbanın Kökeni ve Anadolu’da Kanlı Kurban Ritüelleri”, “Elemterefiş: Anadolu’da Büyü ve İnanışlar”, “Uşak Halk Takvimi ve Halk Meteorolojisi” ve nihayet “Türk Folklor ve Etnografya Bibliyografyası”…

“Örnek Hoca”sına, onun adına tam yakışacak şekilde “örnek olarak” ömrünü kültürün hem insanın varoluş etkinliği olarak tanıtılmasına hem de bu coğrafya insanlarının yaşam biçimi olarak araştı-rılmasına adadı Gürbüz Hoca…

Gürbüz Hoca, kızmasını bilen insandı.

Eğer bir şeyin yanlış, haksız ve yakışıksız olduğuna kanaat getirdiyse, bunun müsebbibi her kimse yanmıştı. Hoca, Nuh der peygamber demez, gittiği götürebildiği yere kadar zıtlaşmayı sür-dürür, işin peşini bırakmazdı. Küstü mü tam küser, küslüğe neden olanı ne kadar uzun süreli hukuku olursa olsun sildi mi tam silerdi. Bu, belki de onun en zor ya-nıydı, ama böyleydi işte!..

Haksızlıklar karşısında hiç neme lâzımcı değildi. Aslında biraz da bu yüz-den akademik çalışmalara daha fazla yo-ğunlaşma imkânı bulamadı. Çünkü için-de yer aldığı çalışma ortamı, aiçin-deta bir haksızlıklar deryasıydı. Bunlara karşı azimle ve kararlılıkla, inandığı, hep

ya-nında olan dostlarıyla birlikte kıyasıya, durmaksızın mücadele etti. Bu süreçte kazandı da yenildi de!.. Ama yenilse bile, sonuna kadar inandığı doğrular peşinde mücadele ettiği için, sanırım içi hep ra-hattı.

O, yenilse de her zaman “ruhunu kurtardı”.

Gürbüz Hoca, sevmesini bilen insandı.

Bu bakımdan bazıları, kızılsa da silinmekten muaftı! Tartışmalar, farklı düşünmeler, ters düşmeler olabilir, ama “sevmesini bilen” adam, bir süre sonra “Güzelim bitanem” diye başlayan konuş-masıyla yapıcı, toparlayıcı, onarıcı bir mutlu sonla bağlardı her şeyi…

“Güzelim bitanem”!.. “Gürbüz Hoca sevgisi”ni herhalde en özlü, en çarpıcı, en içli şekilde simgeleyen ifadedir bu… Hepimiz, dostları, öğrencileri, ailesi, ço-cukları, kim bilir kaç kez duyma mut-luluğuna eriştik Hoca’nın ağzından bu sevgi parolasını?!

Ve şimdi ne kadar özlüyoruz, bu pa-rolayı duymayı hayatımızın içinde!..

Sevdi mi tam sever, inandı mı tam inanırdı bir insana Gürbüz Hoca. Tanı-ğım ben buna! “Alıngandır, hassastır, zordur, kırıcıdır, ama pırıl pırıl da bir kalbi vardır” dedi benim için güvendiği insanlara, biliyorum! Yaptığım pek çok şeye öfkelendi, ama yine de hayatından çıkarmadı beni, biliyorum! En önemlisi, akademik hayatımda, üniversitenin içine sızmış bazı “kötülük tacirleri” beynimi, yüreğimi, ruhumu paramparça etmek is-tediklerinde duvar ördü, kol-kanat gerdi ve önümü açtı, biliyorum!..

Böylesi bir sevgiye mazhar olmak, ölümlü insanın ölümsüzlük şerbeti içme-si gibi bir şey… Böyle hissediyorum.

Gürbüz Hoca, yaşamasını bilen insandı.

Ankara Üniversitesi’nin Side’de de-niz kenarındaki kampına Bölüm’ü taşı-dığımız günlerde kâh Manavgat ırmağı

(5)

kenarında serinleyip balık yerken, kâh Side’nin içinde Türkü Bar’da türküler-le coşarken ne kadar da hayat ve gönül adamıydı Gürbüz Hoca, bilemezsiniz! Markette alışveriş bitince, hazır büfeden alınmış taze-kızarmış piliç ailecek yenir-ken nasıl bir “bayram çocuğu”ydu o, bi-lemezsiniz! Karadeniz’e, Kastamonu’ya,

Kapadokya’ya, Güneydoğu’ya,

Antakya’ya keyifle uzanılırken ailecek ya da Bölüm olarak, nasıl neşeli bir yol arkadaşı ve eğlence kaynağıydı o, bile-mezsiniz!..

Torunu geldiğinde, kanepenin ar-kasına gizlenen, “Deden evde yok, gitti” diyenlere inanmayan torunu tarafın-dan kanepenin arkasında sobelenmeyi bekleyen bir çocuktu o… Tamir-onarım merakını paylaşan esnaftan dostlarının yanında muhabbete demlenmiş çayını yudumlayan mütevazı bir şahsiyetti o… Yine o esnaftan, canı gibi sevdiği “Fahri Baba”yı bir bunalım cinnetinden sonra düştüğü zor ve kahır dolu günlerde bile yalnız bırakmayan bir vefa abidesiydi o…

Evet, o, yaşam söz konusu olduğun-da, sevgili dostu Özer (Ergenç) Hoca’nın, onun tabutunun başında, binlerce söze bedel tek kelimeyle ifade ettiği üzere, “müstesna” bir insandı.

Gürbüz Hoca, ölmesini bilen in-sandı.

Son nefesine kadar, yaşam kendisi için aslen ne anlam ifade ediyorsa onu, onları yaparak gitti ölüme… Ölmeden birkaç gün öncesine kadar Güneydoğu’da, Diyarbakır, Siirt, Batman, Mardin’de birlikte alan araştırmasındaydık. Ölüme çeyrek kala yeni, ama ebediyete kalıcı dostluklar edindi Gürbüz Hoca… Bugün hâlâ o insanlar arayıp, hâl-hatır soru-yor, Hoca ile ilgili hatıralarında kalanı hüzünle paylaşıyorlar benimle…

Çalışarak, üreterek, sevilerek öl-mek!..

Hastanenin yoğun bakım

ünitesin-de ünitesin-değil, etnolojinin/halkbilimin “katıla-rak gözlem” sürecinde köy kahvesinde öl-mek! Mesleki anlamda ununu eleyip ele-ğini duvara asmış olarak değil, hâlâ unu eleyip hamuru tandıra yapıştırıp pişiren kadınların ekmeğini gencecik öğrenciler-le paylaşıp iştahla yiyerek ölmek! Loş bir odada nefes darlığı çekerek değil, hoş bir yaylada nefes açarak ölmek!..

Kısacası, yatakta değil, ayakta öl-mek!..

“Ağaçlar ayakta ölür” deyişini doğrulamak ve “HALKBİLİMCİLER AYAKTA ÖLÜR” diyerek bize son dersi vermek!..

Böyle bir ölüm ve böyle ölen bir in-san için, Yahya Kemal Beyatlı’nın büyük şiiri “Rindlerin Ölümü”nün o ölümsüz dizeleri eşliğinde Hocamız’ın aziz hatıra-sı önünde sevgi ve saygıyla eğilmekten başka yapacak bir şey yok:

Ölüm, âsude bahar ülkesidir bir rinde; Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca

tüter.

Ve serin serviler altında kalan kabrinde Her seher bir gül açar, her gece bir bülbül

öter.

Prof. Erginer en son gerçekleştirdiği etnografik alan araştırmasında (Diyarbakır- Bismil, 2009)

Referanslar

Benzer Belgeler

yöneticilerinden Sonja Fordham, “Çok değişik özellikleri olan köpekbalığı türleri olduğu için köpekbalıklarının aşırı avlanmaya karşı dirençli olduğu gibi yanlış

Okyanus dibindeki bakteri sayısını in- celeyen araştırmacılar, derin deniz dipleri için tipik olan, fakat toprak al- tında çok seyrek rastlanan sertleşme- miş

M im ar Sinan Üniversitesi sayın yönetici, öğretim üyeleri ve öğrencileri ile tüm D O ST L A R IN A yakın ilgilerinden dolayı. teşekkürlerimizi ve

Eserleri : Üç senfoni, yaylı sazlar için ‘‘Klee’nin dört resmi üzerine emprovizasyon” , sü:t, yaylı sazlar ve timpani için “ Passacaglia ve Füg” ,

Kadim bir ülke olan Tohâristan, tarihin ilk dönemlerinden itibaren göçebe kavimlerin etkisi altında olan bir yerdir. Öyleki Horasan ve Maveraünnehir bölgesinde

türlerini içine alan “büyük sanat eseri” olarak tanımlar ve tek bir kişinin eseri olmayacağını insanların kollektif eseri olacağını ifade eder (Wagner,

Abdurrahim Karakoç, Türk şiirinin son 50 yılına damgasını vurmuş, yüzlerce şairi etkilemiş, davasını şiir diliyle milyonlarca insana ulaştırmayı

Nasıl ki yığınlara kötü eğitimi, kötü sağlık hizmetini yaraşık gör­ müyorsak, kötü sanatı, kötü kültürü de yaraşık göremeyiz.. Oysa yığınlara