• Sonuç bulunamadı

46 numaralı tapu tahrir defterine göre Bayburt ve çevresinde ekonomik ve sosyal hayat

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "46 numaralı tapu tahrir defterine göre Bayburt ve çevresinde ekonomik ve sosyal hayat"

Copied!
560
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

T. C.

BİLECİK ŞEYH EDEBALİ ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

TARİH ANABİLİM DALI

46 NUMARALI TAPU TAHRİR DEFTERİNE GÖRE

BAYBURT VE ÇEVRESİNDE EKONOMİK VE SOSYAL HAYAT

Alper ÜNSAL

YÜKSEK LİSANS TEZİ

TEZ DANIŞMANI

Doç. Dr. Vedat TURĞUT

AĞUSTOS 2020

10215362

(2)

T. C.

BİLECİK ŞEYH EDEBALİ ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

TARİH ANABİLİM DALI

46 NUMARALI TAPU TAHRİR DEFTERİNE GÖRE

BAYBURT VE ÇEVRESİNDE EKONOMİK VE SOSYAL HAYAT

Alper ÜNSAL

YÜKSEK LİSANS TEZİ

TEZ DANIŞMANI

Doç. Dr. Vedat TURĞUT

AĞUSTOS 2020

10215362

(3)

BEYAN

46 Numaralı Tapu Tahrir Defterine Göre Bayburt ve Çevresi adlı yüksek lisans tezinin hazırlık ve yazımı sırasında bilimsel ahlak kurallarına uyduğumu, başkalarının eserlerinden yararlandığım bölümlerde bilimsel kurallara uygun olarak atıfta bulunduğumu, kullandığım verilerde herhangi bir tahrifat yapmadığımı, tezin herhangi bir kısmını Bilecik Şeyh Edebali Üniversitesi veya farklı bir üniversitede başka bir tez çalışması olarak sunmadığımı beyan ederim

Alper ÜNSAL 05.07.2020

(4)

ÖN SÖZ

“46 Numaralı Tapu Tahrir Defteri’ne Göre Bayburt ve Çevresi” isimli çalışmada XVI. yüzyılın sonlarında, 1592 tarihinde Bayburt ve çevresinin, idari, demografik ve iktisadi durumu ele alınmıştır.

Bayburt’un yanı sıra Kelkit, Koğans ve Yağmurderesi nahiyelerinin o tarihteki durumları hakkında bilgilere yer verilen bu çalışmanın ana konusu Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü Tapu Arşiv Dairesi Başkanlığı’nda yer alan 46 numaralı tapu tahrir defteridir. Söz konusu defter okunması bir hayli zor olan siyakat yazısıyla yazılmıştır. Ayrıca, bazı yerlerde mürekkebin dağılmasından ya da rutubetin etkisinden dolayı yazılar okunamaz hale gelmiştir. Buna ilaveten gerek yazı stilinden gerekse dış etkenlerden kaynaklanan tahribattan dolayı özellikle yer isimlerinin okunmasında zaman zaman tereddütte kalınmıştır. Bu gibi hususlarda okunan kelimelerin yanına (?) işareti konulmuştur. Son olarak çalışmada okuyucuyu sıkmamak için idari, demografik ve iktisadi konulara ilişkin terimlerin uzun uzadıya açıklanmasından kaçınılmıştır.

Bu çalışmadan ortaya çıkan sonuçların XVI. yüzyıl iktisat tarihi açısından gerek bölge özelinde gerekse Osmanlı Devleti bütünü açısından bu sahada yürütülen araştırmalara katkılar sağlayacağı umulmaktadır.

Beni bu konuda çalışmaya yönlendiren, tez konusunu belirlememde yardımcı olan ve çalışma süresince desteğini esirgemeyen danışman hocam Doç. Dr. Vedat TURĞUT’a teşekkürlerimi sunarım.

Araştırmalarım boyunca gerekli kolaylıkları sağlayan arkadaşlarım Resül NARİN’e, Hüseyin Ender AKAR’a ve kardeşim Muhammet Fatih ÜNSAL’a ayrıca bu zor süreçte maddi ve manevi anlamda bana her zaman destek olan babam Arslan ÜNSAL’a ve vefakâr annem Ayşe ÜNSAL’a sonsuz teşekkür ederim.

(5)

ÖZET

46 numaralı tapu tahrir defterine göre Bayburt ve çevresini konu alan bu çalışmayla, ilgili defterin içeriği incelenerek pek çok veri ortaya konulmuştur. Bu amaçla da tablolarla verilerin daha sağlıklı karşılaştırılması amaçlanmıştır. 1574-1595 yılları arasında hüküm süren III. Murat döneminin sonlarına doğru Bayburt şehri ve çevresinin detaylarını görebildiğimiz bu defterde ilk sırayı Bayburt nahiyesi alırken bu şehri Kelkit, Koğans ve Yağmurderesi nahiyeleri takip etmiştir.

Defterin tarihi olan 1592’de Erzurum livasına bağlı nahiyeler olan bu şehirler içerisinde Türk nüfusunun çoğunlukta olduğu tek şehir Kelkit’tir. Çalışmamıza konu olan bölge genel olarak gayrimüslim çoğunluğun bulunduğu yerleşim bölgelerini kapsamaktadır.

Çalışmamızda ilgili defterin konu edindiği Bayburt, Kelkit, Koğans ve Yağmurderesi nahiyelerinin çeşitli gelirleri ayrı ayrı incelenmiştir. İlgili veriler ayrı disiplinler içinde değerlendirilmeye sunulmuştur.

(6)

ABSTRACT

With this study on the topic of Bayburt and its surroundings by using the information in the land registry book number 46, many data have been revealed by examining the content of the relevant book. For this purpose, it is aimed to use tables to compare the data in a reliable way. Bayburt township took the first place and it was followed by Kelkit, Koğans and Yağmurderesi towns in this registry book where we can find the details of the city of Bayburt and its surroundings, towards the end of the Murat III ruling era, which was between 1574-1595.

In 1592, the date of the registry book, Kelkit was the only city with the majority of the Turkish population among these cities, which are the townships of the Erzurum shire. The region that is the subject of our study generally covers the settlements where the majority of non-Muslims are located.

In our study, various revenues of Bayburt, Kelkit, Koğans and Yağmurderesi sub-districts, which are the topics of he registry book, were examined separately. The relevant data are presented for evaluation within separate disciplines.

(7)

İÇİNDEKİLER ÖN SÖZ ... i ÖZET ... ii ABSTRACT ... iii İÇİNDEKİLER ... iv KISALTMALAR ... viii TABLOLAR LİSTESİ ... ix GİRİŞ ... 1

BİRİNCİ BÖLÜM

TAHRİR DEFTERLERİ

1.1. Tahrir Defterleri ...10

1.2. 46 Numaralı Tapu Tahrir Defteri ...11

1.3. Şehir ve Nefs ...12 1.4. Mahalle ...14 1.5. Köy ...16 1.6. Mezra ...17 1.7. Vakıf ...18 1.8. Kale ...22

İKİNCİ BÖLÜM

46 NUMARALI TAPU TAHRİR DEFTERİNE GÖRE BAYBURT

2.1. Bayburt Adı ...23

2.2. 46 Numaralı Tapu Tahrir Defterinde Bayburt ...24

2.3. Bayburt Nüfusu ...24

2.4. Bayburt Şehrinin Nefsi ...33

2.5. Bayburt Vakıf Gelirleri ...34

(8)

2.7. Bayburt Bad-I Heva ve Arûsiyye Gelirleri ...42

2.8. Bayburt Bağ Bahçe Gelirleri ...50

2.9. Bayburt Bezirhane Kendir ve Keten Tohumu Geliri ...59

2.10. Bayburt Çift Resmi ...61

2.11. Bayburt Hayvancılık Gelirleri ...69

2.12. Bayburt Hububat Gelirleri...77

2.13. Bayburt İspenç Gelirleri ...86

2.14. Bayburt Toplam Gelirleri ...90

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

46 NUMARALI TAPU TAHRİR DEFTERİNE GÖRE KELKİT

3.1. 46 Numaralı Tapu Tahrir Defterinde Kelkit ...101

3.2. Kelkit Nüfus ...101

3.3. Kelkit Vakıf Gelirleri ...106

3.4. Kelkit Asiyâb/Değirmen Gelirleri ...108

3.5. Kelkit Bad-I Heva ve Arûsiyye Gelirleri ...111

3.6. Kalkit Bağ Bahçe Gelirleri ...115

3.7. Kelkit Bezirhane ve Keten Tohumu Gelirleri ...122

3.8. Kelkit Çift Resmi ...123

3.9. Kelkit Hayvancılık Gelirleri ...129

3.10. Kelkit Hububat Gelirleri ...135

3.11. Kelkit İspenç Gelirleri ...141

(9)

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

46 NUMARALI TAPU TAHRİR DEFTERİNE GÖRE KOĞANS

4.1. 46 Numaralı Tapu Tahrir Defterinde Koğans ...156

4.2. Koğans Nüfus ...156

4.3. Koğans Vakıf Gelirleri ...160

4.4. Koğans Asiyâb/Değirmen Gelirleri ...160

4.5. Koğans Bad-I Heva ve Arûsiyye Gelirleri ...163

4.6. Koğans Bağ Bahçe Gelirleri...166

4.7. Koğans Çift Resmi ...170

4.8. Koğans Hayvancılık Gelirleri ...173

4.9. Koğans Hububat Gelirleri ...176

4.10. Koğans İspenç Gelirleri...180

4.11. Koğans Toplam Gelirleri ...183

BEŞİNCİ BÖLÜM

46 NUMARALI TAPU TAHRİR DEFTERİNE GÖRE

YAĞMURDERESİ

5.1. 46 Numaralı Tapu Tahrir Defterinde Yağmurderesi ...190

5.2. Yağmurderesi Nüfus ...190

5.3. Yağmurderesi Asiyâb/Değirmen Gelirleri ...192

5.4. Yağmurderesi Bad-I Heva ve Arûsiyye Geliri ...193

5.5. Yağmurderesi Bağ Bahçe Gelirleri ...195

5.6. Yağmurderesi Çift Resmi ...196

5.7. Yağmurderesi Hayvancılık Gelirleri ...197

5.8. Yağmurderesi Hububat Gelirleri ...199

5.9. Yağmurderesi İspenç Gelirleri ...201

(10)

SONUÇ ... 205

KAYNAKÇA ... 207

EKLER ... 213

(11)

KISALTMALAR

a.g.e.: Adı Geçen Eser

a.g.t.: Adı Geçen Tez

a.g.m.: Adı Geçen Makale

DİA.: Diyanet İslam Ansiklopedisi

Yay.: Yayınları

Edt.: Editör

Çev.: Çeviren

TTK: Türk Tarih Kurumu

s.: Sayfa

(12)

TABLOLAR LİSTESİ

Tablo:1 Bayburt Nahiyesi Nüfusu ... 26

Tablo:2 Bayburt Vakıf Gelirleri ... 34

Tablo:3 Bayburt Değirmen Gelirleri ... 38

Tablo:4 Bayburt Bad-ı Heva ve Arûsiyye Gelirleri ... 43

Tablo:5 Bayburt Bağ ve Bahçe Gelirleri ... 50

Tablo:6 Bayburt Bezirhane Kendir ve Keten Tohumu Geliri ... 60

Tablo:7 Bayburt Çift Resmi... 61

Tablo:8 Bayburt Hayvancılık Gelirleri ... 70

Tablo:9 Bayburt Hububat Gelirleri ... 77

Tablo:10 Bayburt İspenç Gelirleri ... 86

Tablo:11 Bayburt Toplam Gelirleri ... 91

Tablo:12 Kelkit Nahiyesi Nüfusu ... 102

Tablo:13 Kelkit Vakıf Gelirleri ... 106

Tablo:14 Kelkit Değirmen Gelirleri ... 108

Tablo:15 Kelkit Bad-ı Heva ve Arûsiyye Gelirleri ... 111

Tablo:16 Kelkit Bağ Bahçe Gelirleri ... 116

Tablo:17 Kelkit Bezirhane ve Keten Tohumu Gelirleri ... 123

Tablo:18 Kelkit Çift Resmi ... 124

Tablo:19 Kelkit Hayvancılık Gelirleri ... 130

Tablo:20 Kelkit Hububat Gelirleri ... 136

Tablo:21 Kelkit İspenç Gelirleri ... 141

Tablo:22 Kelkit Toplam Gelirleri ... 143

Tablo:23 Koğans Nahiyesi Nüfusu ... 157

Tablo:24 Koğans Vakıf Gelirleri ... 160

Tablo:25 Koğans Değirmen Gelirleri ... 161

Tablo:26 Koğans Bad-ı Heva ve Arûsiyye Gelirleri ... 163

Tablo:27 Koğans Bağ Bahçe Gelirleri ... 166

Tablo:28 Koğans Çift Resmi ... 170

Tablo:29 Koğans Hayvancılık Gelirleri ... 173

Tablo:30 Koğans Hububat Gelirleri ... 176

Tablo:31 Koğans İspenç Gelirleri ... 180

Tablo:32 Koğans Toplam Gelirleri ... 183

Tablo:33 Yağmurderesi Nahiyesi Nüfusu ... 190

Tablo:34 Yağmurderesi Değirmen Gelirleri ... 192

Tablo:35 Yağmurderesi Bad-ı Heva ve Arûsiyye Geliri ... 193

Tablo:36 Yağmurderesi Bağ Bahçe Gelirleri ... 195

Tablo:37 Yağmurderesi Çift Resmi ... 197

Tablo:38 Yağmurderesi Hayvancılık Gelirleri ... 198

Tablo:39 Yağmurderesi Hububat Gelirleri ... 199

Tablo:40 Yağmurderesi İspenç Gelirleri ... 201

(13)

GİRİŞ

Osmanlı Devleti’nin kuruluş dönemini aydınlatan belgelerin azlığı, bu döneme ait bazı olayların açıklığa kavuşamamasına neden olmuştur. Bu döneme ait kaynak sayısı az olmakla beraber, XVI. yüzyılda hazırlanmış olan evkaf tahrir defterlerinde erken döneme ait yapılan atıfların, kroniklerde yer alan verilerle mukayese edilmesiyle belli bir sonuca ulaşmanın mümkün olabileceği düşünülmektedir.

Osmanlılar fetih politikalarının gereği olarak fethettikleri eski yerleşim birimlerinin coğrafi, hukuki ve idari yapılarında köklü değişiklikler yapmamışlardır. Osmanlılar da bu fikrin bir ürünü olarak Ege ve İç Anadolu’da Osmanlı Devleti’ne katılan beylikler coğrafyasında eski idari ve coğrafi statüyü muhafaza etmiş ve ilk Osmanlı sancaklarının teşekkülünde önceki siyasi, idari ve coğrafi yapılar esas alınmıştır (Emecen, 2010;97).

Bu çalışma 5 ayrı bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde tahrir defterlerinin ne olduğu anlatılmış ve tezimizin ana kaynağı olan 46 numaralı tapu tahrir defteri tanıtılmıştır. Bu çalışmaya faydası olacağı düşüncesiyle de şehir ve nefs ile mahalle, köy, mezra, vakıf ve kale kavramları da ayrıca açıklanmıştır. Böylece ana konuya girmeden önce bazı kavramlar detaylıca incelenmiştir.

Osmanlı Devleti mali yapısı içerisinde vergilerin kaydedildiği tahrir defterlerinin önemli bir yeri vardır. Zamanımıza kadar ulaşabilen tahrir defterleri vergi yükümlülüklerini ve toplanacak vergi miktarını içermelerinin yanı sıra kapsadığı dönemin sosyo-ekonomik pek çok konusuna cevap bulunabilecek bilgiler içermektedir. 46 numaralı tapu tahrir defterinde, 1592 yılına ait Bayburt, Kelkit, Koğans ve Yağmurderesi nahiyeleri hakkında önemli veriler yer almaktadır.

İkinci bölümde detaylı verilerle ele alınan konu ise 46 numaralı tapu tahrir defterinin giriş bölümünü oluşturan Bayburt nahiyesidir.

Bayburt adının kökeni konusunda bazı tespitler bulunmaktadır. Şehrin eski adına Arap kaynaklarında Bâbirt, Orta çağ Ermeni kaynaklarında Payberd, Bizans belgelerinde Payper, Bayberd ve Paybert olarak rastlanmaktadır. Marco Polo da şehrin Paipurth adıyla bilenen bir kalesi bulunduğundan bahsetmektedir. Evliya Çelebi ise zengin anlamına

(14)

gelen “Bay” ve belde anlamına gelen “Yurt” kelimelerinin birleşmesiyle Bayburt kelimesinin ortaya çıktığını söylemektedir.

Eski çağlardan günümüze yerleşimin görüldüğü bir bölge olan Bayburt bölgesi Urartular zamanında Domana adını taşıyordu. Pers, Med, Pantos ve Makendonya krallıklarının hâkimiyeti altına giren Bayburt, Bizans döneminde Haldia eyaletine bağlıydı.

Bayburt, en eski çağlardan Mezolitik/Epipaleolitik ve Paleolitik dönemlerden itibaren yerleşim olarak kullanılmış bir alandır. Çoruh’un kollarından olan Gez Deresi sahasında alt ve orta Paleolitik çağa ait yerleşim yerine rastlanmaktadır (Ünsal, 2006:47). İlk Tunç Çağında gerek Bayburt gerekse Doğu Anadolu ve çevresinde, madencilik, tarım ve hayvancılık bütün safhaları ile dikkat çeker (Çiğdem ve Özdemir, 2017:20).

Bayburt tarihi ile ilgili bilgiyi tezde bütünlük oluşturmak adına tezimizin giriş kısmına koymayı uygun bulduk. Bayburt tarihi tezimizde detaylı bir şekilde işlenmiştir.

Bayburt’un kurulduğu bölge, eskiçağlarda Haldiler’in hüküm sürdüğü alanda yer almaktaydı. Burası Urartular döneminde Domana ismini taşıyordu. İskitler zamanında Gymnias diye anılan Bayburt, tarihsel sıra olarak Med, Pers, Makedonya ve Pantos devletlerinin hâkimiyetine girmiştir (Köksal, 2011:1). Bayburt, bir dönem Roma egemenliğine girdiyse de 395 yılında Roma’nın ikiye bölünmesi üzerine Doğu Roma yani Bizans coğrafyası içerisinde kaldı.

Selçuklular yeni yurt arayışı içinde Anadolu’ya keşif seferleri düzenlediler. Bayburt, Türklerin Anadolu’da ilk fethettikleri şehirlerden birisidir (İnbaşı, 2007:89). 1054 senesinde Türklerin Anadolu’ya yaptıkları seferler, Bayburt’un da içerisinde bulunduğu topraklara düzenlenmiştir. Bayburt, 1071 yılı Malazgirt Zaferinden sonra, Sultan Alparslan’ın komutanlarından Ebu’l Kasım Saltuk’a ikta olarak verilmiştir. Böylelikle Anadolu’da hakimiyet kuran ilk Türk beyliklerinden olan Saltuklu Beyliği, 1071/1072 yıllarında Erzurum başkent olmak üzere Oltu, Tortum, Bayburt, Pasinler, Tercan, İspir, Micingerd yerleşmelerinin bulunduğu alanda, Büyük Selçuklu İmparatorluğuna bağlı olarak kurulmuştur (Arslan, 2015:188). Şehir, bazen 1072-1202

(15)

arasında Erzurum bölgesinde hüküm süren Saltuklular’ın, bazen de Danişmendliler’in egemenliği altında kalmıştır (Tırnakçı, 2001:48).

Selçuklular 1202 yılında Saltuklu Devleti hakimiyetine son verince Bayburt’u da ele geçirmiş oldular. Bayburt’un asıl gelişimi, Süleyman Şah’ın oğlu Cihan Şah (1200- 1230) ve kardeşi olan Erzurum Meliki Mugisüddin Tuğrul Şah dönemlerinde oldu. Tuğrul Şah Trabzon imparatorluğundan gelebilecek saldırılara karşı Bayburt Kalesi’ni güçlendirecek çalışmalar yapmıştır (Konukçu, 1992:43). I. Alaeddin Keykubad döneminde Moğollar’a karşı sınırlarda tahkimatlar arttırılır ve yeni kaleler inşa edilirken Bayburt Erzurum ile beraber Anadolu Selçuklu Devleti’nin başkenti Konya’ya bağlandı (Miroğlu, 1992:26).

1243 Kösedağ Savaşından sonra başlayan Moğol istilalarında Bayburt, Anadolu Selçuklu Devleti’nin hakimiyetinde kalmıştır. Bunu, 1291’de Bayburt’a bağlı Maden nahiyesinde Selçuklu Sultanı II. Gıyaseddin Mes’ud adına bastırılan gümüş paradan da anlamaktayız (Özger, 2017:11).

Selçuklular döneminde, Tebriz’in İlhanlıların en önemli şehri olması ve İslam dünyasının dikkat çekici merkezlerinden biri haline gelmesi, Tebriz-Trabzon yolunun daha da canlanmasına ve bu yol üzerinde yer alan Bayburt’un büyümesine ve gelişmesine imkân sağlamıştır (İnbaşı, 2007:90).

Sultan Olcaytuğ döneminde Erzurum Valisi Cemaleddin Hoca Yakut idaresinde merkez gibi Bayburt’ta imar gördü. Bu devirde Bayburt’ta, Mevleviliğin de yer aldığı görülmektedir. İlhanlılar döneminde daha da gelişen Bayburt, Tebriz-Trabzon yolu üzerinde bulunduğu için Venedik ve Ceneviz kervanlarının konakladığı bir alan haline gelmiştir (Çiğdem ve Özdemir, 2017:21).

1360 yılında Erzincan Emiri Eyne Bey, Erzurum ve Bayburt’u elinde bulundurmaktaydı. Daha sonraki yıllarda Erzincan Emiri Mutahharten Bayburt’u idaresi altına aldı (Çiğdem ve Özdemir, 2017:21).

Bayburt, Uzun Hasan iktidara geldiğinde Akkoyunlular egemenliğine dâhil edilmişti. Bayburt, müstahkem bir özelliğe sahip olması bakımından Fatih Sultan Mehmed’in katıldığı ve bizzat yönettiği 1473 Otlukbeli muharebesinden sonra Osmanlı

(16)

Ordusu tarafından ilhak edildiyse de tekrar Akkoyunlu egemenliğinde girdi (Çiğdem ve Özdemir, 2017:21).

Osmanlı’ya bağlı bir sancak merkezi olan Bayburt, İran güzergahı üzerinde bulunması ve stratejik bir bölge olması nedeniyle önemli bir yerleşim merkezidir. İlk önemli yerli seyyah, Bayburt’a gelen ve şehir özelinde bilgi veren, Osmanlı coğrafyacısı ünlü Trabzonlu Âşık Mehmed’dir. İlk ziyaretini 1576 veya 1577 senesinde Bayburt’ta oturan Evliyalardan Zahid Efendi’ye gerçekleştirmiş ve burada 20 gün kalmıştır. 1580 yılı yazında da Erzurum yolunda Bayburt’a yine uğramış ve iki gün burada kalmıştır.

Âşık Mehmed, eserinde Bayburt’un ziraat hayatı, coğrafi özelliği, cami ve mescitleri gibi birçok konu hakkında bilgi verir. Âşık Mehmed’e göre Bayburt, orta halli bir beldedir. Birçok çarşısı ve hamamı vardır. Cuma namazı kılınan Zahid Efendi Camii haricinde 2-3 mescidi ve camisi daha vardır. Soğuk bir havası vardır. Meyve ve çiçekten fazla bir ürün elde edilmez. Fakat hububat ziraatı gayet iyidir. Kışı şiddetli geçer. Şiddette Erzurum kışından farklı değildir. Seyyah, Bayburt kalesini şehrin bir kenarında yüksekçe bir tepe üzerinde inşa edilmiş kale olarak tanıtır. Akabinde hemen yanı başındaki Çoruh’u “…halk-ı Bayburt lisanında çoruk ismiyle meşhur olan nehr-i cuy-ı ruh belde-i Bayburt’un vüstundan ve kalʻa-yı Bayburt’un cânib-i şarkîsinde zeylinden güzerân ider. Nehr-i ʻazimdür…” sözleriyle bilgi vermeye çalışır (Özger, 2017:50).

Bayburt’ta XVI. yüzyıl tahrir defterlerine göre on mahalle yer alıyordu. Bunlar Şeyh Hayran, Ciğerşin, Cami (Cami-i Kebir), Ferruhşad Bey Mescidi, Kadıoğlu, Akkünbed, Şingah, Tuzcuzade Orta ve Taş ve mahalleleriydi (Miroğlu, 1992:226). Şehrin toplam nüfusu 1516 yılında 2477, 1520 yılında kale muhafızları dahil 4935, 1530 yılında 3231 ve 1591 yılında ise 5630 idi. XVI. yüzyıl boyunca şehrin nüfusu artış göstermiştir. Bu yüzyılda yaklaşık olarak nüfusun %60’ını gayrimüslim unsurlar, %40’ını ise Müslümanlar oluşturuyordu. XVII. yüzyılda Müslüman nüfus artarak ve oranlar tersine dönmeye başladı. 1642 yılında şehirde toplam 3600 civarındaki nüfusun %65’ini Müslümanlar oluşturuyordu. Bu artışta büyük bir olasılıkla XVII. yüzyıldaki karışıklıklar nedeniyle kır kesiminden müstahkem şehirlere doğru hareketlenen nüfus akışının da büyük rolü olmuştur (Miroğlu, 1992:227).

(17)

Osmanlı hakimiyetinde bir müddet iktisadi canlılığını koruyan şehir, XVI. yüzyılın ikinci döneminde Erzincan ve Erzurum gibi şehirlerin büyük önem kazanmasıyla geri plana düştü. XVI. yüzyılda şehirde hareketli bir ticaret hayatı hakimdi. Transit olarak buradan geçen veya ticari ürünlerden alınan vergiler ciddi miktarlara ulaşıyordu. Aynı zamanda bu sıralarda şehirde kumaş ticareti ve dokumacılığına işaret eden bir boyahane bulunuyordu. Evliya Çelebi şehri ziyareti esnasında her pazar günü Kadızade Mehmed Bey Camii etrafında pazar kurulduğunu. 5-10.000 kişinin alışveriş yaptığını, bir bedesten ve 300 dükkân bulunduğunu, değerli kilim ve seccadelerin başka yerlere ihraç edildiğini belirtir. Aynı zamanda şehirde kale içersinde bir cami ile 300 evin, kalenin Nöbethane Kapısı’ndan aşağıya uzanan asıl şehir de ise 1000 evin bulunduğunu ve on dokuzunda Müslüman nüfusun oturduğu toplam yirmi altı mahallenin yer aldığını kaydeder. Evliya Çelebi’nin kaynaklarında verdiği rakamlardan Bayburt’un XVII. yüzyıl yarısında 6000’e yaklaşan bir nüfusa sahip olduğu ve dar vadiye ve aşağıya doğru yayılmış bulunduğu anlaşılmaktadır (Miroğlu, 1992:227).

Osmanlı dönemine ait kayıtlarda da Hoca Ali, Kadı Mahmud, Bekir Çelebi, Şeyh Haydar, Şeyh Hayran, Şeyh Veysel, Abdülvehhab Gazi, Seyyid Yakub ve Sultan Fakih gibi birçok kişinin ilim ve kültür yaşamında önemli rol oynadıkları görülmektedir. Şehirde aynı zamanda başta kale olmak üzere çok miktarda tarihi eser de inşa edilmişti. XVI. yüzyıla ait defterlere göre dört medrese, iki cami, dokuz mescid, beş zaviye, iki muallimhane, bir hankah ve iki hamam vardı (Miroğlu, 1992:227).

Osmanlılar döneminde bir sancak merkezi olan Bayburt, fethedilmesinin akabinde Erzincan ile beraber sancak statüsü kazanmıştır. Sancakbeyi her daim Bayburt’ta otururdu. Sancak, Erzurum beylerbeyiliği oluşturulana kadar bazen Diyarbakır’a, bazen de Rum beylerbeyliğine bağlandı. 1551 senesinden sonra sancak pozisyonunu kaybeden Bayburt, Erzurum’un bir kazası haline geldi. 1631’de tekrar adı geçen eyaletin livası durumuna geldiyse de daha sonra tekrar bir kaza olarak Erzurum eyaletine bağlandı. 1878 Berlin Antlaşması sonucu Kars ve Ardahan Ruslara verilmek durumunda kalınınca Bayburt, Çıldır sancağının merkezi oldu, lakin idari zorluk nedeniyle sancak merkezi 1888’de yine Erzurum’a nakledildi (Miroğlu, 1992:227).

1516-1518’de Bayburt sancağı; Bayburt, Kovans, Kelkit-Sadak, Tercan-ı Süfla, Tercan-ı Ulya nahiyelerinden oluşuyordu. 1520-1530 arasında sancağın sınırları

(18)

genişledi, bağlı nahiye ve kaza sayısı arttırıldı. Bu sırada sancağa İspir, Şogayn, Erzurum, Yağmurdere, Tekman da bağlı bulunuyordu (Çiğdem ve Özdemir, 2017:21). Zamanla Bayburt, Tercan, Kelkit ve Kovans nahiyelerinden meydana gelen küçük bir sancak haline dönüştü. 1551 yılından sonra kaza durumuna getirilince Yağmurdere, Kelkit ve Kovans nahiyeleri buraya bağlandı. 1642’de Erzurum eyaletine bağlı 14 kazadan biri Bayburt’tu (Gül, 2009:12). 1927 yılına kadar Erzurum’a bağlı olan Bayburt bu dönemde Gümüşhane’ye bağlandı. 15.06.1989 tarihinde yasalaşan 3578 sayılı kanun ile de il oldu (Miroğlu, 1992:227).

Tezimizin ana kaynağı olan 46 numaralı tapu tahrir defterinde Bayburt, bu defterin kapsadığı dört nahiye içerisinde en fazla yeri kapsayan nahiyedir. 1592 yılında Erzurum livasına bağlı olan şehirde 5.547 gayrimüslim ve 2.925 Müslüman yaşamaktaydı. 10 mahalle ve 178 köyden oluşan bu şehirde, küçük ve büyükbaş hayvancılık, arıcılığın yanı sıra üzüm, kendir, keten tohumu, hububat önemli gelir kalemlerindendir.

Çalışmamızın üçüncü bölümünde Kelkit nahiyesi işlenmiştir. Antik Çağlarda Lykos olarak bilinen bölge stratejik öneme sahipti. Önemli bir meyve ve tahıl üretim merkeziydi. Sırasıyla Urartu, Pers, Makedonya ve Pontos Krallıklarının hüküm sürdüğü bölge, İmparatoru Augustus döneminde Roma hakimiyeti altına girmiştir.

Günümüz Kelkit ilçesinin de içinde bulunduğu Kelkit Ovası, Karadeniz’i Doğu Anadolu’ya, Kafkaslar’dan İran’a bağlayan yolların kesişme noktasında olmasından dolayı tarih boyunca birçok devleti cezbetmiştir. Antik Çağlarda Lykos olarak isimlendirilen bölge stratejik önemi yanında büyük bir tahıl ve meyve üretim alanıdır (Çakır ve Demir, 2014:160). Kelkit havzası, kışlak ve yaylak hayatı yaşayan Türklerin hayat biçimine uygun bir yerleşim alanıdır. Bölgenin coğrafi yapısının bu durumu, Osmanlıların Bizans sınırında daha rahat ve emin bir şekilde ilerlemesini sağlayacaktır (Yınanç, 2013:127).

Araştırmalar bölgeye yerleşen ilk topluluğun Hayaşalar olduğunu göstermektedir. Bunları tarih sırasıyla Urartu, Pers, Makedonya ve Pontos Krallıkları izlemiştir. Roma İmparatoru Augustus döneminde bölge, Roma egemenliği altına girmiştir. Roma tarafından kurulan ve tüm Anadolu’yu yayılan yollar Kelkit yakınlarındaki Satala şehrinde sona ermektedir. Burası Roma İmparatorluğu’nun aynı zamanda doğudaki en

(19)

güçlü askeri karargâhı konumunda bulunmaktaydı. Roma İmparatorluğu’nun ikiye ayrılmasından sonra Kelkit ve çevresinde Bizans hâkimiyeti başlamıştır (Çakır ve Demir, 2014:161). Genellikle Kelkit havzası olarak isimlendirilen bölgenin Türklerin yaşam standartlarına has özellikler taşıması, bu bölgenin Türkleşmesine neden olan en önemli amildir (Yınanç, 2013:127).

Kelkit’in Türklerin kontrolü altına girmesi ise Malazgirt Zaferinden sonra gerçekleşmiştir. 1072-1202 yılları arasında Danişmendli ve Saltuklu hâkimiyeti altında kalan bölge Selçuklu Hükümdarı II. Rükneddin Süleyman Şah’ın Erzurum’u ele geçirip, Saltuklu Devleti’ne son vermesi üzerine Selçuklular tarafından zapt edilmiştir (Çakır ve Demir, 2014:160).

Kelkit, uzun süre Akkoyunlu devletien bağlı kaldıktan sonra 1501’de Safevîlerin hakimiyeti altına girmiştir. 1505 yılında İstanbul’a giden Safevi elçisi Ahmed Bey, Şehzade Selim’in sınır hattında yaptığı bu girişimlerden şikâyetçi olmuştur. Kara Maksudî Sultanı idaresinde müdafaa edilen Bayburt Kalesi’nin 1514’te kaybedilmesi sonucu bölge Osmanlı idaresi altına girmiştir (Çakır ve Demir, 2014:162).

1568 ve 1591 tarihli kayıtlarda yer alan bilgilere göre Bayburt, kaza statüsüne düşürülmüş, Kelkid ise Yağmurderesi ve Kovans ile birlikte bu kazaya bağlı nahiyeler olarak kaydedilmiştir (Çakır ve Demir, 2014:162).

46 numaralı tapu tahrir defterinde Bayburt’tan sonra yer alan nahiye Kelkit’ti. Erzurum livasına bağlı olan Kelkit, incelediğimiz defter içerisinde Müslüman nüfusunun çoğunlukta olduğu tek nahiyeydi. Burada 1592 yılında 105 köy ile 2492 Müslüman ve 1470 gayrimüslim olmak üzere toplam 3962 nefer sayılmıştır.

Kelkit’te tarım ve hayvancılık önemli geçim kaynaklarndandı. Bakla, keten tohumu ve hububat önemli tarım ürünleriydi.

46 numaralı tapu tahrir defterinde Bayburt ve Kelkit nahiyelerinden sonra dördüncü bölümde Koğans nahiyesine yer verilmiştir.

Koğans nahiyesinin Osmanlı topraklarına girmesi, Yavuz Sultan Selim’in 1514’te yaptığı Çaldıran Seferiyle elde ettiği zaferle olmuştur. Bölgedeki Safevi hakimiyeti bu

(20)

zaferle sona ermiştir. Fetihten daha sonra gerçekleştirilen 1518 tarihli ilk ve 1530 tarihli ikinci tahrirde, Koğans Bayburt idaresine bağlı bir nahiye durumundadır. 1591 tarihli tahrirde de Bayburt idaresine bağlı bir nahiye olarak kayıt altına alınmıştır (Demir, 2012:506).

16. yüzyılın sonlarında Yağmurderesi ve Koğans nahiyelerinde toplam 132 yerleşme gözükmektedir. Koğans nahiyesinde 75 köy ve 21 mezra varken; Yağmurderesi nahiyesinde 30 köy ve 6 mezra vardır. Her iki nahiyede ki mezralarda yerleşim ve nüfus yoktur. Yağmurderesi nahiyesinde diğer adı Kanlik olan Çekülükala köylerinde ve Koğans nahiyesinde ise Kızlar Sini’de nüfus mevcut değildir. Bundan dolayı Yağmurderesi ve Koğans nahiyelerinde toplam köy 105, nüfus içeren köy sayısı ise 103’tür (Demir, 2012:509).

Koğans ve Yağmurderesi nahiyelerinin 1591’te toplam 2807 vergi neferi nüfusu kayıt altına alınmıştır. Burada yaşayan nüfusun %17’si yani 489’u Müslüman, %83’ü yani 2318’i de gayrimüslimdir (Demir, 2012:512). 1591’te Koğans ve Yağmurderesi nahiyelerinde rüsûm-ı ‘avârız-ı divâniye ve tekâlif-i ‘örfiyeden mu’âf tutulan 31 Müslüman ve 156 gayrimüslim olmak üzere toplam 187 doğancı yani bazdârân bulunuyordu. 1591’te Bayburt ve çevresinde doğancı nüfusunun en fazla olduğu alan Koğans nahiyesidir. Bunun nedeni, bölgenin coğrafi yapısının bu iş için müsaitliği ile açıklanabilir (Demir, 2012:515).

1592 yılında 75 köyün bulunduğu bu nahiyede 1376 gayrimüslim ve 372 Müslüman nefer kaydedilmiştir.

1592 tarihinde Koğans nahiyesi hayvancılık gelirleri içerisinde en büyük oran arı kovanı kaleminde kaydedilmiştir. Buğday, arpa, gıyah, yonca yetiştirilen önemli tarım ürünlerindendir.

Tezin son bölümü Yağmurderesi nahiyesine ayrılmıştır. Belki de bu nahiye ile ilgili en kapsamlı bilgi bu tezde araştırmacılara sunulmaktadır. Günümüze gelemeyen bu nahiyenin tarihi pek de araştırılmamıştır. Yağmurderesi ile ilgili özellikle Osmanlı öncesi çalışmalar bu nahiyemizin tarihine ışık tutacaktır. Kâtip Çelebi’nin Cihannüma’sında Yağmurderesi “bu nâhiye dahi dağlık ve ormanlıktır.” İfadesiyle geçmektedir (Demir,

(21)

2012:515). Bu cümleden Yağmurderesi’nin yaşam şartlarının zor bir yerde bulunduğu anlaşılmaktadır. Doğa şartlarının zorluğu bu nahiyenin nüfus olarak çok da gelişememesine sebep olmuştur. Osmanlı Devleti öncesi bu nahiyenin durumu araştırmaya açıktır. Özellikle Yağmurderesi’nin bu dönemi ile ilgili yeni araştırmalara ihtiyaç vardır.

Bu nahiyenin büyük çoğunluğu gayrimüslimlerden oluşuyordu. 1592 yılında 29 köyde 41 Müslüman ve 800 gayrimüslim olmak üzere toplam 841 nefer sayılmıştır. Yağmurderesi diğer üç nahiyeye göre gayrimüslim nüfus oranının en fazla olduğu bölgeydi. 46 sayılı tapu tahrir defterinde yer alan diğer nahiyelere göre Yağmurderesi arıcılık ile değil de adet-i ağnam geliri ile ön plana çıkmıştır. 1530 ve 1591 tarihli tahrirlerde Koğans’a bağlı olarak gözüken Yağmurderesi, 1551’de Bayburt kazasına bağlı bir nahiye statüsündeydi.

(22)

BİRİNCİ BÖLÜM TAHRİR DEFTERLERİ

1.1. Tahrir Defterleri

Osmanlı maliye teşkilatında vergilerin ve bunları ödeyenlerin ismen kaydedilmesi için farklı dönemlerde ve farklı şehirlerde sayım yapılmıştır. Gerçekleştirilen sayımların yazıldığı bu deftere tahrir defteri denilirdi (Öz, 2010:425). Tahrir defterleri “Siyakat” ismiyle bilinen yazı türü ile kaydedilirdi. Siyakat, okunması çok zor eski bir yazı sitilidir. Daha fazla tercih edilmesinin en önemli nedenleri ise bilgilerin gizliliği, hızlı yazılması ve daha kısa yer tutmasıydı (Serin, 2009:291). Osmanlı bu sistemi sıradan memurlarla değil önemli kademede görev alan yetiştirilmiş kişilerce yürütmüştür (Emecen, 1989:2).

Tahrir sonucunda derlenen tahrir defterleri, Osmanlıların klasik dönem olarak isimlendirilen XV. ve XVI. yüzyıllarda tımar modelini uyguladıkları bölgelerdeki vergileri, vergi yükümlülerine ait çeşitli bilgileri ve bu vergilerin hangi kurum veya kişilerin tasarrufunda bulunduğunu bulan ve genellikle sancak esasına göre uygulanan resmi belgelerdir. Bu defterlerde, vergi yükümlülüleri sayısı ve toplanacak tahminî vergi oranını sağlıklı biçimde ortaya çıkarmak için sayımı yapılan bölge yerlerdeki vergi alınmayan kişiler de yazılırdı. Tahrir muamelesiyle görevli kurul işlemi tamamladıktan sonra bu detaylı bilgiler mufassal deftere yazılırdı (Öz, 2010:425).

Mufassal defterde bulunabilecek veriler şunlardır: Her sancakta olan kasaba ve köyler, mezraalar, değirmenler, pirinç arkları, çiftlikler, bölgeye has sınaî kuruluşlar vb.; yerleşim yerlerinde ikamet eden vergi yükümlüsü erkek nüfus (vergiden muaf tutulan kişiler ve gayri müslimlerle, meskûn bölgelerde yaşayan dul kadınlar dahil), birçok alanda reâyânın ektiği toprakların genişliği (ekili olan toprak miktarı), tımar modeli dışında kalan avârız ve XVI. yüzyıl sonrası cizye vb. vergiler hariç reâyâdan alınan bennâk, çift, mücerret, ispence, caba vergileri, öşürler, bâd-ı hevâ cinsi ârızî vergiler (cürüm ve evlenme, cinayet vb.); vergilendirilen kovan ve koyun sayısıdır (Öz, 2010:428).

(23)

Osmanlı Devleti hem bünyesine yeni kattığı bölgeler hem de kendi mevcut arazisiyle alakalı toprağın tasarruf ile mülkiyet biçimi ve vergi oranını belirlemek amacıyla belirli dönemlerde istatistiki bilgiler çıkarmıştır (Erhan, 2003:267).

Tahrir deftlerlerinin kayıt altına alınmasının genel olarak nedeni, eyaletlerdeki nüfus sayısını ve vergi elde edilebilecek gelir kaynaklarını bulmak, sonra da bu kaynakları belirlenmiş olan devlet çalışanlarına, şahıslara ve vakıflara, hizmetlerine karşılık ücret, mülk ve gelir olarak tahsis etmekti. Elde edilen gelirlerin bu yöntemle paylaşımı, Osmanlıların, doğrudan merkezi hazineye başvurmaksızın, ordunun beslenme ihtiyaçlarına ve topluma dini ve sosyal hizmetler sunmalarına fayda sağlamıştır. (Fatma, 1999:321).

1.2. 46 Numaralı Tapu Tahrir Defteri

Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü Tapu Arşiv Dairesi Başkanlığı’nda yer alan 46 numaralı tapu tahrir defteri incelenmiştir. Mufassal bir defter olan 46 numaralı bu defter, 169 varak ve 238 sayfadan oluşmaktadır. Defterin kapağında “Defter-i Mufassal-ı Bayburd El-Cildü’s- Sâlis” yani Bayburt mufassal defteri üçüncü cilt yazmaktadMufassal-ır. Defter 1592 tarihlidir.

46 numaralı Bayburt Nahiyesi Mufassal Defterinde bulunan tuğrada “Murad İbn’ü Selim Şah Han el-muzaffer daima” yazmasından bahisle bu defterin III. Murad dönemine ait olduğu anlaşılmaktadır (TADB. TTD 46, 1592:5a). 1574-1595 yılları arasında hüküm süren III. Murat döneminin sonlarına doğru Bayburt şehri ve çevresinin detaylarını bu defter ile görebilmekteyiz.

46 numaralı defterde Bayburt, Kelkit, Koğans ve Yağmurderesi nahiyeleri hakkında bilgiler verilmektedir. Erzurum livasına bağlı olan bu nahiyeler içerisinde en fazla nefer 8.472 ile Bayburt’ta sayılırken en az nefer ise 841 ile Yağmurderesi nahiyesinde idi. Bu nedenle de defterin en geniş kısmını Bayburt nahiyesi, en az kısmını ise Yağmurderesi kapsamaktadır.

46 numaralı defterin kapsadığı 4 nahiyenin toplam nefer sayısı 15.023’tür. Bu neferlerin 5.830’u Müslüman, 9.193’ü ise gayrimüslimdi. Bu veriler göz önüne alındığında 46 numaralı defterin kapsadığı alan içerisinde en fazla nüfusu gayrimüslimler

(24)

oluşturuyordu. 4 nahiye içerisinde Müslüman nüfusun çoğunluk olduğu tek nahiye Kelkit idi. Kelkit’te 2.492 Müslüman nefere karşın 1470 gayrimüslim sayılmıştı.

1.3. Şehir ve Nefs

Şehir, içinde ikamet edilen hanelerin bulunduğu, bilhassa hizmet kesiminde halkın çeşitli ihtiyaçlarını gideren esnafın yer aldığı, belirli büyüklükte yerleşim bölgesi olarak ifade edilmektedir. Şehir kavramının ait olduğu çağa göre farklı özellikler barındırdığı bilinmektedir. Örneğin orta çağ şehirlerinin en önemli karakteristik özelliği olan surlarla çevrili kale, zamanla şehirler için farklılaştırıcı bir özellik olmaktan çıkmıştır (Tuncer, 2000:93).

Osmanlı şehirlerini kuşatan surlar, çoğu Osmanlı hakimiyetinden önce inşa edilmiş olsalar da sur içinde yaşayan halkın kendilerini güvende hissetmelerini sağlamıştır. Ayrıca siyasi erkin kontrolünde yer almayan eşkıya zümresinin zulmünden de halkı korumuştur. (Resül, 2019:77).

Şehrin sur dışına taşarak büyümesi durumu Orhan Bey zamanında görülen bir durumdur. Halil İnalcık’a göre bu durum halkın kendilerine duydukları güvenden kaynaklanmaktadır. Bu görüş doğru olmakla birlikte, bolluk ve bereketin bölüşümüne halkın hazır olduğu mesajının çevre bölgelere iletilmesiyle de alakası olduğu düşünülebilir (Vedat, 2015:317).

Tarih araştırmalarında sosyolojik açıdan bakıldığında çokça kullanılan tanıma göre şehir, başta tarıma dayalı, farklı üretim faaliyetlerinin de gerçekleştirildiği, hukuki konumu olan yerleşim merkezidir. İktisadî kavramlarında yer aldığı bir diğer tanıma göre “şehirleşme”, küçük bir cemaat hayatından büyük bir cemiyet yaşamına girme ve bu ikinci hayat stili çizgisinde yeni sosyal ilişkilere ve bunun sebep olduğu yeni teşkilatlanmalara geçiştir. Bu tanımlarda da anlaşıldığı üzere doğrudan veya dolaylı bir şekilde; idari, kültürel ve sosyo-ekonomik ölçütlere işaret edilmektedir. Kültür ve medeniyetlerin oluşumunda bölgelerin, toplumların ve farklı inanç sistemlerinin kendine özgü etkisi kaçınılmazdır. Buradan hareketle, büyüyen ve gelişen bir süreç olarak değerlendirildiğinde Osmanlı medeniyetinin temelini oluşturuan şehircilik anlayışının XV. ve XVI. yüzyıllarda belirginleştiği söylenebilir (Narin, 2019:78).

(25)

Şehirlerin halkın ihtiyaçların karşılayan bir üretim merkezi kimliğine sahip olması, nüfusun buna uygun olarak artış göstermesine sebep olmuştur. Bir yerleşim bölgesinin şehir vasfına sahip olup olmadığı hususundaki belirleyiciler arasında sadece nüfus sayısı yeterli değildir. Nüfustan farklı olarak, idari ve ticari etmenlerin bulunduğu da göz ardı edilmemelidir (Turgut, 2015:318).

Osmanlı tahrir kayıtlarında derece ayrımı olmaksızın şehir, kasaba vs. karşılığında “nefs” kelimesi kullanılmıştır. Nefs’in muhtevası günümüzde oldukça belirsizdir. Bir şehrin niteliğinin, açıkça bilinen gelişmiş modellere uygun bir şehir olup olmadığı konusunda hüküm vermek şimdilik mümkün gözükmemektedir. Daha berrak bir tanımla nefs ifadesinin, doğrudan ilgili birimin nüfus sayısı ve yoğunluğunu, sınai ve ticari etkinliklerin devlet topraklarında yaygınlığını ve gelişmişliğini ve genel idari yapısınki konumunu gösterip göstermediği de belli değildir.

Osmanlılarda kaza ve onun üst birimi olan sancak, merkezin atadığı iki mühim yönetici tarafından yönetiliyordu. Bu kişiler yürütmeyi temsilen sancakbeyi ve beylerbeyi ile yargıyı kontrolünde tutan ve temsil eden kadıdır (Ergenç, 1991:1266). Ergenç’in de belirttiği üzere, yürütme ve yargı kurumlarının görevlerinin alanı birbirlerinden kesin sınırlarla ayrılmış değildir (Mantran, 1990:124).

Sancağın yürütme sorumluluğu, sancakbeyinin uhdesinde olup sancakbeyi, şehir ve ona bağlı olan alanın askeri güçlerini sevk ve idare etmek, şehrin güvenliği ile ilgili kadının aldığı hukuki kuralları yürürlüğe koymak ile vazifeliydi. Sancak beyinden sonra yürütmenin en mühim sorumlusu subaşı olup, sancakbeyinin sancak dışında olduğu durumlarda onun yerine sancağın yürütme fonksiyonunu elinde bulundururdu (İnalcık, 1956:16). Ancak bazı sancaklarda subaşının yerine sancakbeyinin yardımcılığını dizdarın yaptığı da görülmekte olup, bu hususta kadılık makamında yer alanlarında yadsınamayacak rolleri bulunmaktadır (Özgür, 1990:135). Hatta örfi ve şer’i yürütme organlarının aralarında oluşan rekabet neticesinde birbirlerini dengeleyen bir yapı sergiledikleri görüşü genel olarak kabul edilmiş durumdadır. Merkez ile Sancaklar arasında kethüda, çavuş ve ulaklar eliyle kurulan haberleşme ağı devletin merkeziyetçi yapıya verdiği önemi yansıtması bakımından önemlidir (Özgür, 1990:142).

(26)

Ticari, sınai ve adli unsurların birleşmesinden meydana gelen şehir topluluğunun ortak bir hüviyet kazanmasının ancak kadının şahsında gerçekleştirilebileceği, kadının padişah tarafından atanmakla beraber şeriatın uygulayıcısı olarak özerk olduğu görülmekte olup, padişahın kadı üzerindeki nüfuz ve otoritesi, İslam toplumunun imamı ve en etkili dini sultası olarak algılanmasına dayandırılmaktadır (İnalcık, 1992:33).

Yargının yürütme organı durumunda olan Divan-ı Hümayun’daki mümessili kazaskerdir. Sancağın iç güvenliği, sancakbeyine bağlı bulunan askeri kesim tarafından sağlanıyor ve başlarında subaşı bulunuyordu. Şehrin beledi hizmetleri ise vakıf-imaret modeli içinde yürütülüyordu. Osman Ergin, Osmanlılarda Tanzimat’a kadar belediye işlerinin, hükümet tarafından yürütülmediği ve bu işlerin yürütülmesinde reayanın serbest bırakılarak ferdi teşebbüslerin önemli bir rol oynadığını belirtmektedir (Ergin, 1936:5). Fakat vakfın sadece ferdi bir teşebbüs olmadığı, devletin de vakıf seciyesine sahip olup, kendisini adaleti her daim temin etmeye vakfetmiş bulunan padişah ve kullarının devasa vakıfların da kurucuları olduğu düşüncesinden hareketle kurumsal bir yapı ortaya koyduğu anlaşılmaktadır.

Çalışma sahamızı, Erzurum Livasına bağlı Bayburt, Kelkit, Koğans ve Yağmurderesi nahiyeleri oluşturmaktadır. Kaza ile nahiye arasında sürekli bir kavram karmaşası bulunmakla beraber biri dini, diğeri ise sivil idari merkezi anlamlandırdığı söylenebilir.

Nefs, şehir merkezi ve kasabaya benzetilerek bu kapsamda tanımlanmıştır. Osmanlı modelinde kadı, mülki ve aynı zamanda askeri yöneticilerin yer aldığı Osmanlı şehri anlamında kullanılmıştır. Nejat Göyünç de “nefs”in genel itibariyle “şehir-kasaba” manasına geldiğini söylemiş olsa da XVI. yüzyılda nefs’in, kasabası olmayan kimi yerler için de kullanıldığını belirtmiştir. Buna ek olarak “nefs” kelimesinin kadı bulunan bölgeyi ifade ettiği de kaynaklardan anlaşıldığı kadarıyla söylenebilir (Turgut, 2015:320).

1.4. Mahalle

Şehrin özellikle içtimai ve şekli bakımdan en çarpıcı niteliği mahallelere ayrılmış olmasıdır. Osmanlı şehrini oluşturan başlıca öğeler; cami, kale, köy, pazar ve mahallelerdir (Kuban, 1968:57). Mahalle “mahall” den türetilmiş bir kelime olup, ilk

(27)

başta konaklama gibi bir mana barındırırken, zaman geçtikçe bir iskân coğrafyası terimi olarak yoğun bir nüfusu içerisinde bulunduran şehir veya bazı önemli ve büyük köylerin bir alt ünitesi, yani onu oluşturan yerleşim bölgelerinden her birini açıklamak için kullanılmıştır (Krames, 1998:144). Günümüzde iskân coğrafyacıları mahalleyi, insanların birbirleri ile etkileşimleri sonucu sosyo-ekonomik bağlar kurmuş, dayanışma kültürüne ulaşmış, birbirinden yakın ya da uzak mesafede bulunan meskenlerin meydana getirdiği toplum şeklinde açıklamaktadırlar (Tunçdilek. 1988:108). Bir diğer anlamına göre mahalle; genel olarak bir pazarın ya da dini yapının etrafında gelişme gösteren, çoğunlukla her birinde iktisadi faaliyetleri ve dini inancı, yani hayat biçimleri aynı olan insanların yaşadığı bir birimdir (Ergenç. 1979:65). Nitekim daha sonraki devrelerde doğrudan ya da dolaylı olarak izah edileceği gibi, Bayburt nahiyesindeki 10 mahallede Müslüman ve gayrimüslimlerin ayrı ayrı yaşadıkları mahallelerin yanında aynı mahallelerde ikamet ettikleri anlaşılmaktadır. Bu açıklamadan, adı geçen cemaatler içerisinde düzenli bir etkileşim olduğu anlamı çıkarılmaktadır.

Dolayısıyla Osmanlı Mahallesi, şehrin sosyal ve fiziki önemli bir birimidir. Bundan ötürü Mahalleyi; “birbirlerini tanıyan, bir ölçüde birbirlerinin hareketlerinden mesul, sosyal dayanışma kültürünü içinde hareket eden insanlardan oluşmuş bir yerleşim bölgesi olarak tanımlamak doğru olacaktır. (Gökçe, 2000:71). Osmanlı şehir yaşamında bulunan mahallenin ayırt edici özelliklerinden biri iktisadi ve içtimai bakımdan kendi bünyesinde bir bütünlük arz etmesidir (Kuban, 1968:66). Mahallenin en ayırt edici yanlarından birisi de şehir yapısı içinde organize olmuş bir birimi ifade etmesidir. Bu açıdan değerlendirildiğinde, şehir mahallelerden oluşmuş bir idari organizasyon olarak ifade edilebilir. Nitekim nefs tabir olunan şehir niteliğini haiz büyük iskân merkezleri, nüfus ve hâsılının, mahalle esasına göre kaydedilmiş olması sadece muayyen vergilerin toplanmasını düzenlemek gibi bir iktisadi düşünceyle değil, aynı zamanda idari organizasyonu bulunan bir esasa bağlamak gayesiyle tatbik edilmiş bir tasarruf olarak ortaya çıkmaktadır (Gökçe, 2000:72).

Osmanlı şehrindeki alt üniteler durumundaki mahallenin en önemli özelliği, birbirini bilen ve birbirinin kefili olan insanların birlikte yaşadığı mühim bir şehir kesimi olmasıdır. Şehrin bir parçası olan mahalle, bununla birlikte temel bir yönetim birimi özelliğini göstermektedir. Kendisinden vergi toplanan “reaya”, bazı vergi kayıtlarına

(28)

bilhassa tahrir defterlerine mahalleler göz önüne alınarak isimleriyle kayıt altına alınmıştır. Bu kayıt sisteminin önemle üstünde durulması, bazı kurallar dahilinde yapılmasını zorunlu kılmıştır. Osmanlı şehir yaşamında dikkat çekici bir şekilde görülen bu örnekler, mahallenin kendi aralarında bir sistem dahilinde kefil edilmeleri sonucunu ortaya çıkarmıştır. Halkın birbirine kefil edilmeleri, vergilerin eksiksiz toplanabilmesi ile güvenliğin daha iyi sağlanabilmesi gibi olguları kolaylaştırmıştır. Örneğin; mahallelilerden bir kişi hırsızlık yapıp kaçarsa veya hırsızlığın faili ortaya çıkarılamazsa, zararın mahalleliden temin edilmesi yoluna gidilebilmekteydi (Ergenç, 1984:75). Mahallenin genellikle toplanma merkezi cami veya mescittir. Özellikle akşam ve yatsı namazları mahallenin tüm erkeklerinin katılmasıyla kılınırdı. Mahallede ikamet edenler, caminin veya mescidin müdavimi oldukları için, vesikalarda mahalle halkı için “cemaat” terimi kullanılmaktadır. Bununla birlikte; caminin veya mescidin imamı, bir anlamda mahallenin temsilcisi ve önderi durumundadır (Ergenç, 1979:1271). Ahaliden bir şahıs hakkında ortaya atılan bir iddia, methiye veya suçlama için imamın şehâdeti çok önemliydi. İmam, en genel anlamda mahalle idaresinden sorumlu idareci sıfatıyla, Osmanlı şehir sistemi içerisinde üst düzey yöneticiler arasında bir köprü vazifesi işlevi görüyordu (Kazıcı, 1982:31).

1.5. Köy

Büyük çoğunluğu tarım dışı faaliyetlerle meşgul olan belli bir nüfus potansiyelinin meskûn olduğu bir yerleşim merkezini ifade eden şehrin dışındaki kır iskân üniteleri de genel olarak köy ve köy-altı şeklinde iki grupta incelenmektedir. Köy-altı adı edilen iskân yerleri arasında; çiftlik, mezra, kom, oba, yayla, divan vs gibi birçok küçük iskân birimleri sıralanmaktadır. Hatta bazen değirmen, dalyan gibi yerlerin dahi birer yerleşim çekirdeği olarak değerlendirildiği görülmektedir (Tunçdilek, 1988:121).

Osmanlının en önemli gelir kaynağı olan kır oluşumlarının en büyüğü olan köyler, insanların üzerinde yaşam sürdükleri toprak parçasıyla organik bir yapı oluşturduğu bir iskân ünitesidir. (Tanoğlu, 1954:1). Köyler, ekonomisi büyük ölçüde tarım ile hayvancılığa dayanan ve nüfusları şehirlere göre daha az olan yerleşim alanlarıdır (Gümüşçü, 2001:98). XVI. ve XVII. yüzyıllarda, nüfusun büyük bölümü, geçimini tarım ve hayvancılıkla sağlandığı kır denilen alanlarda yaşamaktaydı (Ünal, 1989:64). Karyeler, Osmanlı idari sisteminin en alt kısmında bulunmakla beraber bu

(29)

organizasyonun en önemli yapı taşını oluşturmaktaydı. Zamanla karyeler büyüyerek gelilişim gösterebilir ve kaza haline de evrilebilirdi. Böyle bir durumda tahrir kayıt altına alınırken bu dönüşüm bir kanunnâme ile belirtilerek idari taksimatta oluşturulan değişiklikle uygulamaya konurdu. Buna benzer değişimlerin net bir şekilde ortaya çıkarılabilmesi için bir yerleşime ait tahrirlerin bir süreç içerisinde incelenmesi gerekmektedir. Merkez tarafından planlı olarak oluşturulan şehirler hariç, bütün yerleşim bölgeleri başlangıçta küçük birer köy durumundadır. Bu şekilde yerleşmeler canlı organizmalara benzetilir ise canlılar gibi zamanla büyüyüp gelişmekte ve yaşam koşullarının ortadan kalkmasıyla da idari teşkilatta ki sistemden çıkmaktadır (Gümüşçü, 2001:98).

Karyeler, mufassal defterlerde genellikle tımara kim sahip ise onun adına göre kayıt altına alınırdı. Kimi zaman da defterlerin bağlangıcında bulunan bir indeks şeklinde de yer alabilmektedir. Bu indekslerde, genellikle karye sayıları ve sıra numaraları belirlenirken bazen hane numarası da verilmesi uygulaması görülebilmekteydi. Tahrir Defterlerinin tutulma şeklinden dolayı, herhangi bir köyün gerçek çehresini görmemiz zorlaşmıştır. Bu hususta Barkan’ın “köyler genellikle bütün olarak değil muayyen kişilerin vakıf veya tımar hissesi olarak farklı farklı kayıtlıdırlar. Bu nedenle ki aynı köyü farklı farklı hane adetleri ve sakinleri ile sipahi tımarları arasında müteaddit defalar başka bir çehre ile zikredilmiş görmekteyiz.” şeklindeki görüşü çok önemlidir (Barkan, 1980:680).

1.6. Mezra

“Mezra” ise, kelime manası ekilecek, tarımsal faaliyet yapılacak yer anlamında kullanılmıştır. Daha genel ifadeyle ziraat yapılan ama kalıcı yerleşim alanı mevcut olmayan araziler hususunda kullanılan bir deyimdir. Ahalisi ekseri göç etmiş eski yerleşim alanlarına bu tabir verildiği gibi ziraate açılmış fakat iskânı olmayan bu bölgere de bu ismin verildiğini bilmekteyiz. Ortak bir izahat ile ziraat faaliyetinde bulunulan araziye, devamlı iskân edilmemek şartıyla mezra denilebilir. Esasen bölgelerarası farklılıkların olmasından dolayı, -köylerden nüfusu ve ekonomisi açıdan kolayca ayırt edilemediğinden- mezranın herkesçe bilinen ve kabul gören tek bir tanımı da yoktur (Emecen, 1989:117). Bu tanımlardan birine göre, nüfusu dağılmış sadece tarımsal alan konumunda olan eski, anlatılan diğer bir görüşe göre ise daimî olmayan yerleşme

(30)

alanlarıdır. Mezralar terminolojik anlamda, bir bütün olarak ziraata tahsis edilmiş oldukça büyük tarım alanlarıdır (Pakalın, 1993:528). Ancak bununla birlikte, mezra’a kelimesi, tahrir kayıtlarında ahalisi göç etmiş yerleşim alanlarını da göstermektedir. Bu anlamda bir yerin ekinlik mi yoksa boş bir mezra mı olduğunu belirlemek için su kaynakları, mezarlığının veya kalan eskimiş bir yapı mevcut olup olmadığını belirlemek gerekmektedir (İnalcık, 1987:28).

Mezranın varlığını, “harabesi, su kaynakları ve mezarlığı”nın olup-olmadığı belirler denilse de bunu güçlendirecek işaretleri tespit etmek mümkün değildir (Barkon, 1943:133). Mezraların ne şekilde ortaya çıktığı hususunda farklı görüşler öne atılmıştır. Örnek verecek olursak İnalcık, mezraları “terk edilmiş” karyeler olarak tanımlayıp, bir yerleşim merkezinin mezra olarak tanımlanması için daha evvel yerleşilmiş olmasının mutlak olması gerektiği üzerinde durmuştur. Bu aynı zamanda bir mezranın bir tımar malikine varidat olarak kaydedilmesi, burasının yakın bir köyün tarım arazisi veya tımarlı sipahinin üzerine kaydedilmeyen hariç raiyetin ektiği bir toprak olduğu anlamına da gelebilir (İnalcık, 1987:29).

Kır iskân yerlerini farklı açıdan değerlendirmek gerekirse, toplu ve dağınık yerleşim yerleri olarak iki bölümde incelenmesi hususu önem taşımaktadır. Dağınık yerleşmelere karşın, haneler; cami ve çeşme gibi mimari yapıların çevresinde genellikle bir bütün olarak olarak inşa edilmiştir. Köylülerin iskân yeri ile ekonomik ve tarımsal faaliyet sahasının birbirlerinde ayrık olması ve sınırları belirli olan bir birimi ifade etmesi gibi konular, XVI. yüzyıl karyelerinin niteliklerini oluşturmaktadır. Karyelerin, cami ve mescidlerin etrafında kurulup geliştiği, yani cami ve mescidlerin karyelerin özünü oluşturdukları malum bir gerçekliktir. Vakıf kayıtlarında ekseri olarak köylerde varolan cami imamlarına verilen maaş karşılığı iratı ayrılan çiftlik, bağ gibi üretim birimlerinin gelirlerinin tahsis edilmesinden bunu rahatlıkla anlayabiliyoruz (Tanoğlu, 1954:32).

1.7. Vakıf

Vakıf alanında yapılan araştırmalar, vakfın getirdiği menfaatler ve neden olduğu olumsuzluklar üzerinden derin bir münakaşaya yoğunlaşmıştır. Vakfın eğitim, sağlık, imar, şehircilik ve belediye hizmetleri, dini hizmetler, sosyal yardım ve güvenlik hizmetleri hususunda çok önemli fonksiyonları olduğu gözükmekle birlikte çoğunlukla

(31)

ahlaki ve ekonomik açıdan eleştirilere maruz kaldığı bilinmektedir. Vakfı ahlaki perspektifle eleştirenlere göre, vakıf toplumda bir tembeller sınıfı oluşturmaktadır. Fakat bu anlayışın insanı çalışmaya yönlendiren tek şeyin ekonomik hırsları olduğunu düşüncesini temel alan materyalist bir düşünce ile türediği görülmektedir. Dünya üzerindeki bütün insanların çalışması durumunda, dolaşımda olan fazla ürünün çoğalacağı ve zenginliğin artacağını öne süren herhangi bir ekonomik nazariye de mevcut değildir. Vakıfa konu malların tedavül görmediği için gelir elde etmesinin zor olduğu, kullanılmayarak ekonomiye katkı sağlamayan servetin ekonomik açıdan zararlı olacağı düşüncesinden hareketle vakıf eonomik açıdan da eleştiriye tabii tutulmuştur. Fakat vakıfa konu teşkil eden malın gayrimenkûl olması esas olduğu için ve taşınmaz mallarda tedavül asıl olmadığından bu itirazın beyhude olduğu anlaşılmaktadır (Akgündüz, 1996:66).

Vakıfların büyük bir kısmı süregelen bir görev karşılığında (örneğin imamlık, hatiplik, zaviyedarlık vs) bir tür maaş olarak verilmiştir. Bundan dolayı da devletin askeri gücünü teşkil eden sipahilere verilen tımarlar ile arasında bir fark olmayıp, devletin de vakıf gibi hareket ettiği söylemekte behis yoktur. Bu durumda tımar ile vakıf arasında mevcut olan tek fark; vakıfların mülk toprak arazileri, tımarların ise miri arazi üzerinden tahsis edilmesidir. Bir başka açıdan, selâtin vakıfları veya büyük devlet görevlileri tarafından oluşturulan vakıfların gelirlerinin önemli bir kısmı irsad kabilinden olan köylerden toplanan vergilerden oluştuğu aşikârdır. Yeni imar edilecek şehirlerin ya da mevcut şehirlerde kurulacak olan semtlerin çekirdeğini teşkil eden imaret-sitesine dahil bulunan tesislerden birçoğunun te’sis edilme ve işletme sermayesi, büyük nispette devlete ait olan araziden vakfedilen köyler ve arazi gelirimdem temin edilmekte olup, bu tür vakıfların tamamıyla hayır işlerine ve dini maksatlara, diğer bir deyişle amme hizmetlerine yönelmiş olduğu görülmektedir. Toprakların tasarruf ve işletilme şekilleri bakımından bu cins vakıflar yukarıda değinildiği üzere miri topraklarda olduğu gibi daimî ve ırsi kiracılık şekli ve küçük köylü işletmesi rejimi hâkimdir. Bu çeşit toprakların vakfedilmesi toprağın hukuki mahiyetini değiştirmemiş olup, bu tarz gelirlere sahip vakıfları “miri aidatı bir hayır cihetine tahsis edilmiş ve müstakil bir bütçe ile muhtar bir hukuki şahsiyet haline sokulmuş tesisler” olarak tanımlanmıştır (Akgündüz, 1996:566).

(32)

Mehmet Genç; Osmanlı sosyo-iktisadî sistemi içinde vakıfların üstlendiği rolü, devletin kurulmasından yaklaşık 200 yıl sonra kullanılmaya başlanan “Devlet-i Âliyye-i ebed-müdet” tabirine bağlayarak vakfın, sistemin temelini oluşturduğunu söylemiştir. Mehmet Genç, devletin ekonomiyi kontrol altında tutmak için geliştirdiği provizyonizm, fiskalizm ve gelenekselcilik ilkelerini de Batı’da gelişmeye başlayan kapitalizm anlayışına rağmen son ana kadar uygulamaktan vazgeçmediğini belirtmiştir. Reaya kesimi ile ilgili olarak hedeflenen sosyo-ekonomik yapı; uygulanan çift-hane sisteminden, esnafların birbirleri aleyhine zenginleşmesinin önüne geçmek üzere %10 kâr haddini koyan lonca sistemine kadar tamamı, paylaşımcı bir anlayışla kurulan toplumsal eşitliğin/dengenin devamlılığının görüldüğü bir yapıydı. Toplum, yöneten-yönetilen veya askerî-reaya şeklinde ikiye ayrılmış olup, askerlerin sahip oldukları hiyerarşiye uygun olarak kendilerine tahsis edilen devlete ait vergi kaynaklarından hâsıl olan gelirlerini, devletin toplumsal dengenin bozulmaması için çağın atmasferi içinde önemli bir câzibesi olan vakıflara yönlendirdikleri anlaşılmaktadır. Vakıflar, ekonomik hayatın devamlılığını sağlayarak garanti altına alan hayati bir kurum olarak sistemin bel kemiğini oluşturuyordu. Vakıflarla yapılan sosyal yatırımların devlet eliyle yapılmamasının sebebi, suistimallere açık verimsiz bir rejime kapı açmadan özel menfaat motifini canlı tutmaktı. Devlet, vakfın işleyişinin şartlara uygun olup olmadığına nezâret etmekten başka bir müdahalede bulunmazdı. XVII. ve XVIII. yüzyıllarda Batı’da dilencilik yaygın bir şekilde görülürken, Osmanlı topraklarında vakıf sistemi sayesinde sokaklarda dilenenlere nadiren rastlanılırdı (Genç, 2014:18).

Teslim alınan beylikleri yöneten beylerin, teslim olma koşulları arasında bilhassa kurdukları vakıflara el sürülmemesini istemeleri de bu noktada önemlidir. Beyler, bu isteklerini yönettikleri yerlerde saygınlıklarını sürdürme kaygısıyla dile getirmişlerdir. Bu isteklerinde, oluşturdukları zürri vakıflarından faydalanan çocuklarının hayatlarını garanti altına alma gereksinimlerinin de etkili olduğu dile getirilen fikirlerdendir. Osmanlılarda zürri vakıflar kendi hakimiyetine tabi olan bütün gaziler tarafından oluşturulmakta iken, selâtin vakıfları ve hatta hanedan içinde bulunan kişilerce kurulan diğer vakıfların çoğunda böyle bir durum gözükmemektedir. Devletin merkezileşme isteği içinde olduğu dönemde (bilhassa Fatih devri), bazı zürri ve hangi gaye doğrultusunda kurulduğu anlaşılmayan vakıfların nesh edilmesi bu düşünceyi tekzib eden bir olay olmayıp, vakıfların mensûh hale getirildiği periyotlar olan Fatih ve Yavuz’un

(33)

hüküm yıllarında bizzat kendileri tarafından oldukça büyük vakıfların kurulduğu unutulmamalıdır. Bu evrede vakıflar ya ilgililerin temessük gösterememeleri nedeniyle ya da kadimden tımar hissesi oldukları gayesiyle nesh edilmişlerdir. Çandarlı örneğinde ki gibi malları müsadere edilen insanların vakıfları da nesh edilebilmekteydi. Aslında, araştırmada dikkat çekilmek istenen olgu, hanedan ve ona bağlı gaziler arasındaki (merkezkaç ve merkezcil kuvvetler) ilişki değil, devlet ile reaya arasındaki ilişkidir. Osman ve ailesi gazi, fakih, derviş gibi zümrelere belli bir bölgeyi tahsis etmişler, bu kişiler de ellerindeki “biti”ye dayanarak ellerinde bulundurdukları mülkleri kendi arzularıyla çoğunlukla vakfetmişlerdir.

Bu noktada bunun gibi vakıflar tesis etmiş olan şahısların kurduğu ve evlada şart koştuğu vakıfları, (Akgündüz, 1996:270) gerek devleti yönetenlerin müsadere yöntemlerine ve gerekse İslam miras hukukunun dağıtıcı etkilerine karşı gösterdikleri bir reaksiyon olarak tanımlayan görüşler vardır. Asalet düşüncesi ile ailelerin şeref ve bütünlüğü duygusunun böyle vakıflar kurulmasına sebep olduğunu belirten görüşler de mevcutsa da (Barkan, 1970:25) bilhassa zürri vakıflar için dile getirilen “müsadere korkusu” anlayışı tek başına kabul edilebilir bir açıklama değildir. Kurulan bütün vakıflar için söz konusu olan anlayış, bolluk ve bereketin paylaşıma sunulması anlayışıdır.

Bu bağlamda son söz olarak vakıfların şehirleşme faaliyetlerinde oynadığı rolü ve seçilen dört nahiyeyi tahrir defterleri ışığı altında incelemeye başlamadan önce, Kutadgu Bilig’i yazan Yusuf Has Hacib’e yer vermek önemli olacaktır: “İdareci; alçakgönüllü, cömert ve sakin fıtrata sahip olmalıdır. Cömert oldukları mertebe adları duyulur, ünlü olurlar. Asker ve yardımcılar, cömert insanın etrafında toplanır. Bağışla, cömert ol, yedir ve içir. Eğer ki malın azalırsa tekrar kazanmaya, tamamlamaya bak. Yürekli ve gözüpek insan için, mal noksan olmaz, Akdoğan için de yem noksan olmaz. Silahla beraber, cesaret de varsa yiğitler mal kazanmaktan kaygı duymamalıdır. Ülkeyi ayakta tutabilmek için orduya gereksinim vardır. Orduyu donatmak ve beslemek için de çok fazla mal ve servet gerekir. Orduyu donatıp beslemek için halkın maddi durumunun iyi olması gerekmektedir. Halkın zengin olması için de idareciler doğru yasaları uygulamaya koymalıdır. Bunlardan biri savsaklanacak olursa diğer dördü de bir işe yaramaz; dördü de bir işe yaramaz olursa devlet idaresi çözülür ve ülke nizamı bozulur” (Çağbayır, 2009:86).

(34)

1.8. Kale

Yerleşmeler incelenirken, ekseriyetle hisarlar ve etrafını saran surlar üzerinde durulmuştur.

Osmanlı şehirleri genel anlamda surlar ile çevrilidir. Şehir hayatının en mühim faaliyet sahası olan çarşıların surlara bitişik yapılması, muhafaza anlayışının bir tezahürüdür. Bu sayede, hem halkın güvenli bir faaliyet alanına sahip olması sağlanırken, bununla birlikte mevcut fiziki kültürün gelecek kuşaklara aktarılması kolaylaştırılmış oluyordu (Cezar, 1985:26).

Bayburt Kalesi, Çoruh ırmağının yukarı havza sahasında ve bu ırmağın kenarında bulunan Bayburt iline hâkim, şehrin kuzey bölgesinde bulunan kayalık ve yüksek bir tepeye kurulmuştur. Kimler tarafından ve hangi zamanda yaptırıldığı tam olarak bilinemeyen bu yapının Bizans İmparatoru I. Iustinianos döneminde (527-565) tahkim edildiği bilinmektedir.

Selçuklu Sultanı II. Kılıçarslan’ın oğlu ve Erzurum meliki Tuğrul Şah (ö. 622/1225) özellikle Trabzon İmparatorluğu’ndan gelebilecek saldırılara karşı müstahkem bir mevki durumunda olan Bayburt Kalesini, âdeta baştan inşa ettirmiştir. Bir süre de Akkoyunlular’da kalan kale, 1514 yılında Osmanlı hakimiyetine geçtikten sonra Kanûnî Sultan Süleyman ile III. Murad dönemlerinde büyük yenilemeler ve onarımlar görmüştür (Artuk, 1992:228).

(35)

İKİNCİ BÖLÜM

46 NUMARALI TAPU TAHRİR DEFTERİNE GÖRE BAYBURT

2.1. Bayburt Adı

Coğrafi konum olarak 40°- 45’ doğu boylamı ile 40°- 37’ kuzey enlemi, 39°-37’ batı boylamı ile 39°- 52’ güney enlemi arasında yer alan Bayburt, kuzeyinde Trabzon ve Rize, güneyinde Erzincan, batısında Gümüşhane, doğusunda Erzurum illeri ile çevrili olup Anadolu’nun kuzeydoğusunda Çoruh Nehri kenarında kurulmuştur. Denizden yüksekliği 1550 m olup yüzölçümü 3739 km²’dir (Çiğdem ve Özdemir, 2017:19).

Bayburt, erken Osmanlı dönemlerinde ve orta çağlarda çok mühim bir öneme sahipti. Şehrin ismi ve ne zaman kurulduğu ile ilgili tam bir bilgi bulunmamakla birlikte; Bryer’in Pontos’unda Paipertes ve Ksenophon’un Anabasis’inde Gymnias olarak geçen şehrin adına, Bizans kaynaklarında Payper, Paybert ve Bayberd, Orta çağ Ermeni kaynaklarında Payberd olarak rastlanmaktadır (Özger, 2007:6).

Justinianos devrinde Baiberdon olarak bilinen şehrin isminin, Hellence “Baiberdlilerin Kenti” manasına geldiği ve Ermeni dilinde önceki telaffuz biçimi olan Baberd’in, Ermeni dilinde kale ve hisar manasında kullanılan Pert’ten türetildiği öne sürülmektedir. (Özger, 2007:7)

Marco Polo, XIII. yüzyıl biterken bölgeye uğramış fakat Bayburt ile ilgili çok fazla bilgi vermemiştir. Fakat seyahatnamesinde şehrin Paipurth ismiyle anılan bir kalesi olduğundan ve buradaki zengin gümüş madenlerinden bahsetmiştir (Özger, 2017:42).

Arap kaynaklarında Bâbirt ve Akkoyunlulardan bahseden çağdaş eserlerde Pâpîrt olarak yazılan şehrin isminin, Bayböğrek’ten geldiği de idda edilmektedir. Çağatay yöneticilerinden Emir Eratna oğlu Mehmed Eratna ismiyle Bayburt’ta basılan ve tarih yer almayan bir parada şehrin ismi Baybert olarak yazılmaktadır. Kazvinî’nin çıkardığı eserde ise Baburt olarak kayıtlıdır (Özger, 2017:7). Bayburt isminin Orta Asya kökenli bir erkek ismi olduğu da ileri sürülen başka bir iddiadır (Karadeniz, 1987:8). Osmanlı devrine ait kaynaklar bu adı bugünkü telaffuzuna uygun olarak Bayburt şeklinde kaydederler (Miroğlu, 1992:226).

(36)

Bayburt isminin anlamlandırma çabaları içinde Evliya Çelebi’yi de görmekteyiz. Bayburt’u 1647’de ziyaret eden Evliya Çelebi, Bayburt isminin belde manasına gelen “yurd” ve zengin anlamına gelen “bay” gibi iki Türkçe kelimenin bir araya gelmesiyle oluştuğunu ileri sürer. Ancak yukarıdaki açıklamalardan da anlaşılacağı üzere Evliya Çelebi’nin bu rivayeti bir halk inanışını yansıtmakta olup gerçekle ilgisi yoktur (Çiğdem ve Ödemir, 2017:20).

2.2. 46 Numaralı Tapu Tahrir Defterinde Bayburt

46 numaralı tapu tahrir defteri incelendiğinde bu defter içerisinde yer verilen 4 nahiye içerisinde nüfur ve ekonomi gibi pek çok alanda önde olan nahiyenin Bayburt olduğu gözükmektedir.

2.3. Bayburt Nüfusu

46 numaralı defter incelendiğinde Bayburt nahiyesi Erzurum livasına bağlı idi. bu durum defterde “Nahiye-İ Bayburd der Liva-yi Erzurum” ifadesi ile neşredilmişti (TADB. TTD 46, 1592:5b). Defterde önce Bayburt’un nefsinin nüfus ve gelir bilgileri verilip şehrin diğer köyleri ile devam edilmiştir. Bu dönemde Bayburt’ta 10 mahalle ve 178 köy bulunuyordu. Karadeniz bölgesinin karakteristik özelliği Bayburt’ta da kendini göstermekte ve dağınık yerleşmenin olduğu görülmektedir.

1592 tarihinde Erzurum sancağına bağlı Bayburt nahiyesinde 8.472 nefer sayılmıştı. Bunların 2.925’i Müslüman, 5.547’si ise gayrimüslimdi. Yüzdelik orana baktığımızda Bayburt’un o dönemde %35’i Müslüman iken %65’i gayrimüslim idi.

Ömer Lutfi Barkan hâneyi (aileyi) beş kişi olarak kabul etmiş, bu öneri sonradan pek çok kişi tarafından benimsenmiştir (Göyünç, 1997:552). Buradan yola çıkarsak Bayburt’un 1592 tarihinde toplam nüfusunun 42.360 civarında olduğu çıkarılabilmektedir.

Bayburt’a bağlı olan 10 mahalle: Ak-Kend, Cami, Çiğreşin, Kadıoğlu, Mescid-i Ferruhşad-Beğ, Orta, Şenkah, Şeyh Hayran, Taş, Tuzcu Zade mahalleleri idi. 178 köy ise: Abrans, Abusta, Ağca Viran, Ağiği, Ağansor, Ağunos, Ağuz, Ahsunk-ı Süfla, Almişka, Anbasha, Ardusta, Armudlu, Armudlu2, Aruzka, Ashonk-ı Ulya, Aşhanas, Aşhansor,

(37)

Aşud Viran, Aşuri Viran, Avanis, Babusni, Babuşhan, Bağnik, Bahsını, Balahor, Baş Busavi-i Ulya, Berne, Bosavi-i Süfla, Burnaz, Burvenos, Busavi-i Esvat, Cebre, Cemele, Cilari, Çakmanis, Çalkanas, Çançül-i Süfla, Çençül-i Ulya, Çetanos, Çıhpınıs, Çim Ağıl-ı Süfla, Çim AğAğıl-ıl-Ağıl-ı Ulya Viran, Çorak, Çömerge, Çupurne Viran, Çürüzme, Dacerek, Danzud, Danzud2, Everek, Geleverek, Giz, Gökler, Gülhonis, Günder, Haçasor, Haho, Hakkır, Hanc-ı Lori, Hankiğ, Hanzar, Hapuşki, Hardişi, Harosor, Hart, Havnis, Hayık-ı Süfla, Helva, Hemşi, Henege, Hinzirverek, Hinzirverek2, Hireverti, Hireverti-i Canik, Horgi, Horisus, Huşya, İğdir, İrgü, İrkanes, İrmene, İşbonos, Kalişkavar, Kan, Kan-Kendi, Kara Yaşmak, Karamuğ Viran, Kelasor, Kelbulas, Kendlün, Kendlün2, Kerevri, Kestane, Kestesi, Kiçi, Kirtasor, Kirz-yı Süfla, Kirz-yı Ulya, Kiv, Kızılca Viran, Konorsi, Kop, Kopuz, Kotonos, Köklas, Körküsor, Kösgerek, Kösgerek2, Kutlu, Kündküne, Kütüdü, Lodersunk, Lori-yi Süfla, Lori-yi Ulya, Lüsnük-i Süfla, Lüsnük-i Ulya, Mahaçur, Malansa, Mam, Manası, Mantağra, Masbad, Merme, Mezidli, Miley, Moğnud Viran, Niv, Orta Çiğ Ağıl, Ostoh, Öskürüç, Pareklos, Pinçigre, Piregir, Pogik, Purke, Pükey, Pülürek, Püşke, Püşeverek, Riznak, Rum İli, Safer Gazi, Sefer Kulu, Sağmansi, Sahansor, Salamud, Saracık, Sekü, Semkavan, Sığırcı, Sin-Kerekos, Sinor, Siptoros, Sisne-i Ulya, Sisne-i Süfla, Sosik, Söfker, Telhiş, Tutizar, Üç Basur, Vağında, Vahsin, Vank-ı Ali, Vank-ı Göçi, Vank-ı Ostoh, Vank-ı Tavuk, Varsiye, Vartanos, Varzahan, Yakub Abdal, Yeni Sini, Yenice, Zaber, Zağsik-i Ulya, Zarani, Zenkülü, Zirendek ve Zölik köyü idi.

Referanslar

Benzer Belgeler

1565 Tarihli tahrir defterimizde Dimenofça Nahiyesi, Pakrac Livasına bağlı bir nahiye olarak kayıt edilmiştir. Yine defterimizde Dimenofça’ya bağlı 22 karye, 7

400 numaralı tapu tahrir defterine göre Şimontornya livasının bir kazası üç nahiyesi bulunmaktadır.. Bunlar Şimontornya Kazası, Ozora Nahiyesi, Endrik Nahiyesi, Anyavar

Similarly, knockdown of MKP-1 by small interfering RNA or expression of dominant negative MKP-1 reversed the inhibition of MMP-2 activity by dexamethasone. These data suggest

Zeki Kayahan Coflkun’un Türkleri Anlama K›lavuzu adl› kitab›nda, Berg- son’un komik olarak nitelendirdi¤i me- kanik kat›l›klardan a¤›rl›kl› olarak “top-

Equation 3 is useful in dealing with the integrals involved in several problems in atomic physics, particularly in the case of two-particle problems such as the helium atom problem

Despite the failure of language to entirely express the divine, Robinson ’s text resists a strictly transcendent approach to it, challenging such a reading by subtly tracing the

Çünkü, halk için bir divan yazmaya çalışan Uyar, Divan şiirini referans alıp, halk şiirini yararlanılamayacak bir gelenek olarak görmez, tersine Konur Ertop’un “Geyikli

The BS scores and regression model results of the biosecurity practices according to their frequencies, cost categories, enterprise type, and geographical regions for Turkey