• Sonuç bulunamadı

Her zaman genç, her zaman "kendi olan" bir yazar:Leyla Erbil

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Her zaman genç, her zaman "kendi olan" bir yazar:Leyla Erbil"

Copied!
5
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

6 A Ğ U S T O S 1 9 9 8

□ VecihiTımuroğlu, S una A ras’ın şiirinden ha­ reketle bir poetika oluşturuyor... 7. sayfada

□ Jostein G a ard e r’la bizde yeni yayımlanan iki kitabı üzerine bir sö yleşi...8. say fada ü Sadık Arslankara, Erhan B ener’in “Yaralı

A şklarını değerlendirdi 12. say fada J Leyla Şahin, Felsefeci, Şair ve Rom ancı Afşar T im u ç in ’le “D ü şü n c e Tarihi” üzerine bir söyleşi gerçekleştirdi...16.sayfada

T

T- 5± 3L

o

3

Cumhuriyet

MÎTT/UP

Her zaman genç,

her zaman "kendi

olan" bir yazar

Edebiyatımızın en ayrıksı yazarı Leylâ

Erbil’in bütün yapıtları yeniden

yayımlanmaya başladı. “Tuhaf Bir K adın’'

adlı romanı, “Eski Sevgili’’adlı öyküler

kitabından sonra “Zihin Kuşları” adlı

metinler toplamı Erbil’in “Bütün

Yapıtlarına D oğru” dizisinin ilk üç kitabı.

“Hallaç”, “G ecede”, “Karanlığın G ü n ü ”,

“Mektup Aşkları” ve yeni kitaplarının da

bir an önce yayımlanmasını bekliyoruz.

Leylâ Ebil’le yapıtları üzerine konuştuk,

Sennur Sezer arkadaşımız da bir

değerlendirme yazısıyla katıldı bu

söyleşiye.

LEYLA ŞAHİN

Î

9<W tabınızdan h a yli uzun bir sü re sonra, Zihin Kuş­yılında yayım lanan Mektup Arkları adlı ki­ ları adlı kitabınız yayım landı. Okurlarınız y e n i ki­ tabınızın öykü ya da rom an olacağını umuyorlardı. O y­ sa bu kitabınızda den em elerin iz y e r alıyor.

- Evet ama bu yolla “okurlarım ı” zarar-ziyana soktu­ ğumu pek sanmam! Böylece düş kırıklığına uğradılar demek istiyorsanız bağışlasınlar diyelim; hoş kendileri­ ne böyle bir vaatte bulunmuş da değildim. Zaten bizim edebiyatımızda öyle Batı daki gibi yazarıyla eklemlen­ miş, seçici, izleyici bir okurun varlığından pek söz edi­ lemez sanıyorum? Olsaydı, 1996’da Düşler ve Öyküler dergisinde benimle yapılan konuşmayı da bilirler ve böyle bir soruya gerek duymazlardı. Olsaydı, onlar da bu duygularını belirtecek bir davranışta bulunurlardı; örneğin yayınevime telefon ederek, “yazarları L. Erbil” neden hiç yayımlamıyor diye oturumlar düzenleyerek, bana telefonlar ederek beklentilerini belirtebilirlerdi, yani “okurlarım ” da beni düş kırıklığına uğratmış sayı­ lırlar! Üstelik bu arada bütünüyle bana ters düşen bir yazarın peşine düşüp bana ihanet etmiş de olabilirler!

Saka bir yana, roman en kolayıdır. “Zihin Kuşlan”yla dah a zor olanı yaptım; roman ve öykünün günahını çı­ kardım. Ellerindeki önemli bir kitaptır. Eh, bundan sonra sırada öykülerim ve romanım var, barışırız!

- im la işa retlerin e m üdahale ed en bir yazarsınız. Dili v e gra m eri edebiyatınızda h er zaman bilinçaltının e le g e ­ çirilm esi am acıyla kullandınız v e bu n ed en le d e d il sizin

yazdıklarınızda sürek li d en en en , yoklanan bir malzeme. D enem elerinizde ise soru işaretlerinin çok luğu dikkat ç e ­ kiyor...

- Belki de tersine, yetersiz imla işaretleri, gramer, dil

benim beynime müdahale ediyor? Ortaya çıkardığım metinler yani söylem, kısaca insan, (benim bazı insan­ larım) oyun bozan olarak Türk Dil Kurumu’nun imla kurallarına başkaldırıyorlar, ki işte bu da, insanların tü­ mü sakatlanmış, hastadırlar tezimi doğruluyor. Bildiği­ niz gibi imla kılavuzları normal (!) insanlar tarafından normal insanlara önerilir o vakit onların (normal sayıl­ mayanların ) dünyasına uygun birtakım işaretler icat ede­ rek yani sizin belirttiğiniz eylemi yaparak, normal insan­ lar için yapılmış olan işaretlere müdahale ediyorum! Daha önce başka yazarlar neden böyle düşünmemiş de bana bırakmışlar bu işi bilmem. Çünkü bu gibi yenilik­

ler insanı sevimsiz kılar. Özellikle deliliği, düşseli, bilinç- dışını anlatan yazarların bunu gerçekleştirmeyi akıl et­ mesi gerekirdi. Çünkü bu yolla o kitaptaki kişilerin ken­ dini tanımlaması da, okurun onu anlaması da kolayla- şırdı düşüncesindeyim.

Örneğin, “Virgüllü ünlem !” Henüz bilgisayar tuşun­ da yok bu işaret. Yoktu. Ancak şimdi benim yayınevim (YKY), benim önerimle bu işi ciddiye aldı ve bilgisa­ yarda çalışan teknik arkadaşlarımızın çabasıyla bu be­ nim adı gelecekte belki de “Leylâ işaretleri”! !) olarak dünya dolayımına geçecek olan göstergelerim gerçek­ leştirildi! Burada bu vesileyle o arkadaşlarıma bir kez daha şükranlarımı sunuyorum. Bundan sonra bol bol deli söylemleriyle haşır neşir olma olanağı bulacağım de­ mektir!

işte yazar mı dili dener, dil mi (insan mı) yazarı değiş-C U U H U R İ Y E T K İ T A P S A Y I 4 4 2

(2)

O K U R L A R A Leylâ Erbil, 1931 yılında İstanbul'da doğdu. Kadıköy Kız Lisesi ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İngiliz Ede­ biyatı Bölibnü ’nde eğitim gördii. Çeşitli kuruluşlarda çalıştı ve çevirmenlik yaptı.

Türkiye İşçi Partisi sanat-kiiltür bürosunda görev aldı. İlk hikâyesi

uğraşsa' 1936 yılında ‘Seçilmiş Hikâyeler Dergisinde yayımlandı. Dost, Yeni Üfuklar, Yeditepe, Ataç, Yelken. Papirüs gibi dergilerde yazdı. 1930 yılından bu yana, dilin oturmuş ke­ lime hâzinesi ve söz di­ zimi kurallarını değiştirerek, kısıtlı toplum düzenine başkıldırma niteliğinde, varoluşçu yöneliş ve temalarla yazdığı hikâyelerinde yeni bir biçim aradı. İlginç bir hıkâyeci olarak karşılandı.

“Leylâ Erbil, roman­ larında ve öykülerinde olduğu gibi, ‘Zihin Kuşları n da da, bizde kadının durumıı, cinsel­ lik. ve aşk üzerinde sürekli olarak, duruyor. Sadece biyolojik

f

ereksinime dayanan aba cinsellik, ve özle­ nen aşkın yokluğu, yazarımızın başlıca temalarından biri" di­ yor Selahattin Hilav

“Zihin Kuşları"nın başına yazdığı ‘Çeşitle­ meler’de.

Türk Edebiyatının en önemli yazarlarından Leylâ Erbil’in tüm yapıtları Yapı Kredi Yayınları tarafından yeniden yayımlanıyor. Leylâ ErbiTle Sırma Koksal’in yaptığı bir söyleşi ve Sennur Se­ zer in Erbil’in

yapıtlarını değerlendir­ diği bir yazısı yer alıyor sayfalarımızda.

İnanılmaz sıcaklarla boğuşurken de kitapları eksik, etmeyin elinizden. TURHAN GÜN A Y

K t T A P

İm tiyaz Sahibi: Berin Nadi < Basan ve Yayan: Yeni cü n Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.5. Genel Yayın Yönetm eni: Orhan

Erinç Genel Yayın Koordinatörü: Hikmet Cetinkaya Yazıisleri Müdürü: İbrahim Y ıld ız ; Sorumlu Müdür. Fikret İlkiz o Yayın Yönetm eni: Turhan Günay Grafik Yönetm en: Dilek Ilk o ru r,

Reklam: Medya c

ADİL BOZKURT

B

izim, başı başlangıcı yüzyılı bulan bir ye­ rimizi bulma çabamız vardır. Cumhuri­ yet döneminde ivme kazanan çabaları­ mız... Kimimizde, Atatürk'ün öncülüğünde/ izinde sevda oldu, kimimizde üstünde durul­ maz bir akım. Öteki bir kesim var ki onların hep karşısında kaldı. Bu çabalarımızın ereği; ay dınlanmadır, çağcıl olmadır. Çağcıl olma gi­ rişimlerimiz günü geldi Atatürk devrimleri- nin ölçeğinde, yol aldı; günü dolandı, karşı devrimcilerin ellerinde gerilere gerilere çekil­ di...

Ne var ki, aydınlanma yolunun başının baş­ langıcının dil olduğunun ayırdında olanlarımı­ zın sayıları az. Bakınız yakın çevrenize, bakı­ nız uzağınızda oldukları halde, yazdıkları ile daha yakınınızda olanlara: İlericidirler, akılcı­ lıktan, bilimden yanadırlar. Gel gör bunların tümü Türkçenin anlaştınlmasında ilkeli ola­ mıyorlar, savaşım veremiyorlar... Dilin, düşü­ nebilmenin ortamı olduğunu özümseyeme- diklerinden, kendilerini bu çelişkili ikilemle­ rinden alamıyorlar...

Bi r de işin daha üzücü yanı, düşünürlerimiz, yazarlarımız içinde Türkçe üstünde duranı­ mız, Türkçenin içine düşürüldüğü kirlenme­ yi görenimiz, tepki verenimiz de azalıyor gide­ rek.

Ali Dündar, yazılarında, dil konularını işle­ meyi, avdın kişi olmanın sorumluluğu içinde, bilinçle sürdürüyor. Türkçemizin içine çekil­ mek istendiği karmaşa ile toplumsal tepkisiz­ liğimizi ele alan son yapıtının adı; “Yapay Os- manlıcadan YaratıcıTürkçeye”. Ali Dündar'ın içeriği, kurgusu sapasağlam olan bu yapıtını okudum. Yapıtı oluşturan her bir araştırma- inceleme boyutlu yazı, okurunda dil bilincinin oluşmasına katkısı olacak değerde. Bu özellik­ leri nedeniyle, kimi yazıları yineleye yineleye okudum. Yapıtın içeriği üzerinde diyecekleri­ mi belirtmeden önce yazarın ilkeli kişiliği üs­ tünde düşünmekten kendimi alamadım...

Köy Enstitiilii bir aydın

Ali Dündar, öğretmen. Köy Enstitülü, Ytik­ sek Köv Enstitüsü çıkışlı bir eğitimci. Eğitim­ cileri, bitirdikleri eğitim kumrularına göre gruplandırmanın hiç mi hiç peşine düşmedim. Bu tür bir bölümlemenin yararmı düşünmü­ yorum. Bana: “Nerelisin hemşerim?” demek gibi geldi bu tür değerlendirmeler... Bu doğ­ ru da, Köy Enstitülülerin çoğunluğunun ay­ dınlıkçı, Atatürk devrimlerinin yılmaz bekçi­ leri oldukları da bir başka doğru. Yapay Os- manlıca'dan Yaratıcı Türkçeye’nin yazarı işte bu çizginin içinden gelmiş bir aydın...

Yapay Osmanlıcadan Yaratıcı Türkçeye’de Ataç m 1951 yılında Ulus’ta yayımlanan “Okurken” adlı yazısı “Önsöz Yerine” alın­ mış. Ataç’ın yazısı Dündar’ın araştırma-ince- leme yazıları toplamı yapıtına iyi bir önsöz ol­ muş. Ataç, (47) yıl önce yazdığı o yazısında., yazarın Varlık dergisinin Aralık 1951 sayısın­ da yer alan “Kuvrukludağı Odunu” adlı yazı­ sını incelemiş, değerlendirmiş. Alıntılar yap­ mış, yazıyı beğendiğini belirtmiş. “Böyle ter­ temiz bir düz yazı veriyor bu gençler” demiş. Yetmemiş: “Bu güzel yazıvı salt Falih Rıfkı Atay’ın değil, okullar için Türkçe yapıtları ha­ zırlayanların da görmelerini isterdim. Okut­ sunlar bunları çocuklara. Elem dilimizi öğret­ meye yarar, hem de gerçek yurt sevgisini aşı­ lar...” diye sürdürmüş yazısını...

Yazar, elli yıldan beri eğitimci, denetçi gö­ revlerinin yanında yazarlığını, aydınlık yolda savaşımını sürdürmüş. Kendisini de bir yazı­ sının bir yerinde tanımlamış: “Türkçesini ses bayrağı etmiş bir TG yurttaşıyım. Bir yandan anadillerinin Türkçe olduğunu söyleyip, öte yandan alttan alta Türkçenin kuyusunu ka­ zanların .karşısında olmaya gönüllü yazılmış biriyim.” (s.91)

Yeni yapıtlar üstüne yazı yazmak sanıldığı kadar kolay değil. Hele üstüne yazı yazılan ya­ pıt araştırma-inceleme yazıları toplamı ise iş daha da zorlaşır. Yapıtı oluşturan yazıların her birinde ele alınan konular, o konuların ele alı­ nıp irdelenmesinde izlenen yol, yazarın dili kendi başlarına irdelenecek Boyutlu konular­ dır. Bunlara ek başka bir elde tutulacak yön de böyle bir yazının yazılmasında güdülen amacın yerin deliğidir. Roman, öykü ya da di­ zin (sür) üstüne düşünmek, yazı yazmak daha bir ilkesi, oylumu belli çalışmadır. Ali

Dün-Bir kaynak yapıt

Yapay Osmanlıcadan

Yaratıcı Türkceve

dar’m son yapın ile benzerleri üstü­ ne çalışmak daha da nesnel olmayı gerektirin Hem daha nesnel düşü­ necek kişi yazısının başmda hem de her bir yazının içeriğine girilmesi - bu amaçlı yazıların oylumu elver­ mediğinden- olanaklı olmadığı için, yapıtta yer alan her bir yazının öte­ kilerle birleştiği/birleşmediği yerle­ ri bir bir ele geçirmek, değerlendir­ mek zorunda kalacaktır. Bunların tümünü kolay eden de

o yapıtın okunmasından duyulan taddır. Oku­ run, “Bu yazılar yazıl- masalar da olurdu’ duy­ gusuna kapılmamasıdır. Bizi, içeriği ile kurgusu üe örnek özellikli bu ya­ pıt üstüne yazı yazmaya bu özellikleri yönlendir­ di...

Yapay Osmanlı- ca'dan Yaratıcı Türkçe- ye'de biri Ataç'ın

“Ön-olarak algılıyoruz. Onun ıçu Yalı:

Ali D ündar birçok Türkçe

sözcüğü yazınımıza katıyor.

Türetilmiş, derlenmiş yüzlerce

söz sanatsal kullanım ortamında

yaşam bulmuş, kendini

kanıtlamış bu sözcükler,

m etinlerdeki kullanımları ile

taranmak, sözlüğümüze

aknmalı.

söz Yerine” öteki. M.

Güner Demiray’ın “Sonsöz Yerine: Türkçe Gençlere Çok İyi Öğretilmeli" başlıklı yazıla­ rın başında (36) araştırma-inceleme yazısı var. Yazılardan bireri 1979-1980,1994; ötekilerinin tümü 1996,1997 yıllarında yazılmış. Yazılar öncesinde dergilerde okurunu bulmuş. Top­ lum olmada dilin değeri; Türkçenin arıfaştırıl- ması her yazıda bir biçimde öne çıkıyor. Türk­ çe üstüne her avdının eylemli olması; Türkçe­ nin daha da geliştirilerek, sanat dili, dilim bi­ lim olmadaki yeteneklerine kavuşturulması, her metinde, bir başka bakış açısmdan ele alı­ nıyor.

Ali Dündar, yazılarında, konularını ele alma­ da ayrıntının içine düşmemiş. İnceleme yazı­ larını olabildiğince söz azlığı içinde ama eksik­ siz vermede örnek bir yol izlemiş. Bizi biz ol­ maktan uzaklaştıran, gelişmemizin ayakbağı Osmanlıcanın yapaylığını; onun verine Ata­ türk’le başlatılan dil devriminin değerini; di­ limizin, günümüzde, Batı dillerinin uğrağı edilmesinde kişilerin/ kurumların

aymazlığı--

%

rumluluğu kadar , dil bilincinin de oluşu nı bilimsel yaklaşımlarla gözönüne sermiş. X a- zıların toplamında, toplumda dil sevgisi, dil so- dar , dil bilincinin de oluşması gerçeği öne çıkarılmış.

Çağdışı yaklaşımlar

İki kıskaç arasında kalan Türkçe için bakı­ nız nediyor: “...Bilim dili, düşün/ yazın dili ol­ ma yolunda ilerleyen Türk Dili son sekiz on yıldan bu yana, iki koldan kıskaca alınmış du­ rumda. İslam ortaçağını aşamamış birtakım Osmanlıcı gerzekler, Atatürkçü Türk Dil Ku- rumu’nun ürettiği binlerce öztürkçe sözcük ve terimin yerini Ûsmanlı Jargonu ile değiştir­ meye çalışırken; Batılı olmadan Batı havranı kesilen birtakım yobazlar da, Batı kaynaklı her sözcüğü içeri buyur ediyorlar. Osmanlıcacı- lar, aralarında: Açmaz, aday, alan, algı, amaç, anıt, araç, aydın vb. öztürkçe sözcüklerin de bulunduğu binin üstünde terim ve sözcüğü ‘piç kelimeler’ olarak nitelerken; Batı’yı anla­ madan Batı havarisi kesilen kimileri de, arala­ rında: Ab abrupto, angaris, babushka, cabba- la, cafe, cafe noir vb. sözcüklerin de yer aldı­ ğı iki binin üstünde İngilizce, Fransızca, Al­ manca, Latince, Rusça, Japonca, İspanyolca sözcük ve terimi önümüze ‘O rtak Kültür Söz- lüğü’müz diye sürüyor.” (s.85).

Böylece ve benzer yaklaşımları ile Türkçe­ nin başına günümüzde de dert olan çağdışı yaklaşımları birer birer dile getiriyor.

Okumazlığımız ile bu durumumuzu besle­ yen konular da kimi yazılarda yerini bulmuş: “Okur vazar olduk ama okumaya henüz alı­ şamadık. Okumavı anlaksal bir uğraş olarak değil, boş vakit doldurma ya da haber alma

cin de kavram yaratamıyoruz. Yalınkat okumalarla geçiştiriyoruz. Bilgi edinmeye değil, fikir sahibi olma­ ya özeniyoruz. (...) Bu yüzden de ne bir sanat felsefesi oluşturabili- yoruz, ne de belli başlı roman bil­ gisi, şiir (dizin) bilgisi yapıtları üre­ tebiliyoruz.” (s. 186) Gençler için, Türkçe-Yazın Öğretmenleri için kaynak yapıt değerindeki Yapay Osmanlıca dan Yara­ tıcı Türkçeye’de oku- mazkğımız, yazı yaz­ madaki isteksizliği­ miz/ üretimsizliğimiz de ele almıyor, değer­ lendiriliyor. Bizim bu yazımızın oylumunu zorlama pahasına olsa bile, okumazlığıpıız- yazmazlığımız bizim dilimizin geliştirilme­ sine engel olduğu için, yazarın saptamalarına koşut boyutta değin­ me gereğini duyuyorum.

Dil bilinci salt söz-sözcük kullanma işi de­ ğildir. Dil; konuşmada, okumada, yazmada yaşam bulur. Dil, düşünmenin çepeçevre kav­ rayanıdır, kabıdır. Bireyin dilini kullanmada yukarı düzeylere ulaşabilmesi; anadili ile ön­ ce iç dünyasına , peşinden dışındakilerle ile­ tişim kurabilmesi, söz gelimi okuyabilmesi, eğitimi gerektirir. Dil öğretimi, Türkçe-Yazın eğitimi üstü açılmamış, bir örtük yammızdır bizim. O nedenle, okuyanlarımızın çokçası, metinsel bütünlüğün ayırdında olamaz. Öğ­ renciyi, Türkçe-Yazm eğitiminde gereksiz bil­ giler, tanımlar vb. bellemelere zorladığımız­ dan -öyle eğitildikleri için- bizim okurumuz, okuduklarında, en azından “nasıl anlatıyor” sorgulamasına bile girmez. Oysa her metnin kuruluşu, biçem özellikleri ele alınması, bu uygulamalarla çocuğun dilini kullanma düze­ yinin geliştirilmesi gerekir. Bizim eğitim sis­ temimizde, öğrenciye okutulan düz yazı olsun dizin olsun üstünde çalışılan metni, alanı tüm­ ce ile sonlanan, dilbilgisinin ölçeğinde çö­ zümlemeye yeltenmemiz, insanımızı okuma isteğinden öteliyor. Bir bütün olan m etin, an­ cak metinbilimsel verilerin içinde kalınarak çözümlenebilir. Okunan metnin sanatsal ile­ tisine ancak o metnin metinbilimsel verilere de dayandırılmış okuma eğitiminden geçiril­ mesiyle ulaşılabilir. İnsanımızı bu yönü öne çı­ karılmış Türkçe-Yazm eğitiminden geçireme- diğimizden, bizde, yüksek yüksek okulları bi­ tirenler de okumazlar...

Yazınımıza katılan sözcükler Ali Dündar’ın araştırma-inceleme yazıları toplamı yapıtında dolu dolu Türkçe sözcük yazınımıza katılmış. Türetilmiş, derlenmiş özellikli yüzlerce söz sanatsal kullanım orta­ mında yaşam bulmuş, kendini kanıtlamış. Ki­ milerinin bilip etmedikleri bu sözcükler, me­ tinlerdeki kullanımları ile taranmak, sözlüğü­ müze almmalıdırl.

Dilimizi ele almada, dilimizin öncesinde, şimdisinde içine düşürüldüğü/düşürüleceği, yapay duruma sokulması konularında aymaz­ lığa düşenlerin çağının bireyi olmadan yana, aydın olduklarım savlamadan yana inanclırıcı- kkları yoktur. Yapılacak iş, “gönüllü yazı­ lan '’ların yazılarını izleyerek, yapıtlarım oku­ yarak biknçlenmektir. Ak Dündar’ın Yapay Osmankcadan Yaratıcı Türkçeye adlı yapıtını Türkçe’den yana olanlara salık veriyorum. ■

Yapay Osmankcadan Yaratıcı Türkçeye / Alı Dündar / A raştırm a-incelem e Yazıları / Ardıç Yayınları 1998 /Sakarya Cad. No:l/59 Kızılay-Ânkara /203 s.

C U M H U R İ Y E T K İ T A P S A Y I 4 4 2

(3)

Kapak konusunun devamı... tiririn öyküsü.

“Soru işaretlerinin çokluğu”na gelince, iki nedeni var sanıyorum, ilki si­ zin gördüğünüz soru işaretlerinin birka­ çı “noktalı” değil şu yeni kazandığımız "virgüllü'soru” işaretleridir. Ancak, bil­ gisayardaki virgül karakteri sert olmadı­ ğından koyu değil silik bir çizgi gibi gö­ rünüyor ve göz onu nokta olarak algılı­ yor olabilir. Aksaklıklar var henüz, ile r­ de bilgisayar fabrikalarına da el atmamız gerekecek sanırım.

İkinci nedense benim düşünce yapım­ la ilgili. Okura anlatmak istenilenleri bir buvruk, bir “tebliğ” gibi sunmaktansa onlara da sormak ve düşünmeye katılma­ larını sağlamak amacına dönük. Bir de ortaya sunduğum görüşten ben de kesin­ lik ve güvenlik duymuyorsam gene soru işaretini kullanıyorum. Örneğin: “Bir ya­ zar gücü ne yapsın ki? Gerçek yazar güç­ ten de ünden de utanır; nasıl bir dünya­ nın kendisine onu sunduğunun farkın­ dadır?” (Zihin Kuşları, sayfa: 86.)

Burada yazılmayan, soru işaretiyle hal­ ledilen cümle şudur: Yoksa utanmalı mı yazar güç isteme hırsından, farkında de­ ğil midir dünyanın. Siz ne diyorsunuz? Başka nedenler de olabilir mi?

- Yaşanan koşullar kuşkusuz yazarın yazdığım da belirliyor. Üstelik bu b elirle­ m e yalnızca içerik, olarak değil, yazın tü­ rü olarak da d eğişim lere y o l açıyor. Bu açıdan baktığınızda, -son kitabınızda ed e­ biyat üzerine d e denem elerinizin y e r al­ dığını göz ön ü n e alarak soruyorum bu so ­ ruyu- Tiirk edebiyatının durum unu nasıl görüyorsunuz?

- Kuşkusuz öyle; tarih, nesnel koşullar insanı belirliyor. İnsan düşüncesini, duy­ gusunu belirliyor, yozlaşmayı belirliyor; inancı, çarpıtılmış ahlakı, ikiyüzlülüğü... F. Nietzsche Hıristiyanlığı tanımlarken, “aklın bir yanma inen inme” diyor. (F. Nietzsche, Deccal. Türkçesi Oruç Aru- oba. Hil Yayınları.) İnsanlık b e n c e yir­ minci yüzyıl gibi yirmi birinciye de bu ya­ rım akılla, inmeli biçimde giriyor. Bütün umut, o büyük değişimden sonra, insan­ lığın bu inmeden kurtulduğu gün özgür aklın, bilimsel düşünce kılavuzluğunda gelişmesinde yatıyor. Sol mücadele de aslında bunun için var. Zihin Kuşları nda da bu konu üzerinde yeterince durulu­ yor.

- Sait Faik’d e Göz adlı denem enizde, ablanızla, vapurlarda karşınızda oturan kişilere ayaküstü dünyalar kurma oyu n u ­ nuzu anlatıyorsunuz. Sanırım biraz düş­ lem e y e te n e ğ i olan herkesin h iç d eğilse bir d ön em oynadığı bir oyun bu. Ancak ede-• biyatın hâlâ bu göz lem ler üzerinden ku­ rulması h iç d e salık verilecek bir şe y d e ­ ğil. Kuşkusuz bunu Sait Faik gibi bir us­ ta bambaşka bir şek le sokmuş, edebiyata dam gasını bu izlem edikle vurm uştu ama, sizin bu yolu n izinde olm adığınız da bili­ nen bir şey...

- Şaka yapmayın! Şimdi siz bana, Sait Faik’te Göz adlı denememin, okurlara “gözlem üzerinden edebiyat kurmayı sa­ lık verecek” kadar sığ bir düşünceye da­ yandığını söylemiyorsunuz değil mi?...

- ]orge Luis B orges’iıı Kibri adlı d e n e­ m enizde ise, edebiyat dünyasının akarla­ rından sözediyorsunuz. Kuşkusuz sana­ tın hiçbir dalı d iğerlerin den esinlenm ek - sizin sürdürülem ez. Tüm sanatçıların, b iç d eğilse bu işe ilk kalkışma dön em lerin de, hep sevd iğ i biri g ib i işler çıkartamaya ça­ lıştığına inanıyorum . Burada taklitçilik ile etk ilenm e, izini sürdürm e arasında bir ayrım var. Sonuçta, bu izini sürdürm e o l­ masaydı, zaten edebiyat akımlarından, sa­ natın birbirini izleyen çağlarından sözet- mek mümkün olmayacaktı.

- Sevgili Sırma Koksal, Hilmi Ya­ vuz'un, (Varlık Dergisi, Ekim 1997) Kül­ tür Üzerine adlı denemesini Orhan Pa* m uk’un, “nasıl evirip çevirip kendine mal ettiği ”nden yakınmasına karşı sizin

Levlâ Erbil

de, “sevdiğibiri gibi işler çıkartma” ma­ sumiyetini, hoşgörüsünü öne sürmeniz ne güzel, ne hümanistçe bir tavır. Ancak Yavuz, “hiç değilse ilk işe kalkışma dö- nem inde”ki bir müptediden değil bir profesyonelden, Pamuk’tan söz etmiş? Bense, “Tarihe bakmak, iddiaları izle­ mek, metinleri araştırmak külfeti yok­ tur ve önemli değildir burada, işe karış­ mama, karşı çıkmama, toplumun kabul­ lerine uyma eğilimi, tarihin vampir ruhu olarak yakalara yapışmıştır bir kez.” de­ mişim.

(Zihin Kuşları. Sayfa 48.) Ayrıca Bor- ges’in Kibri adlı bu denememde “inti­ halden” daha önemli odaklar vardır. Özellikle Borges’in “edebi hastalıkla­ rım” dediği konunun yazınsal önemi gi­ bi...

Bence yazıyı bir kez daha okumalısı­ nız, söz ettiğiniz endişelerin tümünün yanıtı var orada.

- Bu iki izleği, gözlem cilik ile akarlığı, bir arada düşündüğüm üzde g e n ç kadın yazarlar g eliy o r aklıma... Bir kısmı, bu di­ kiz oyununu hâlâ sürdürm eye çalışıyorlar. Ama, çe v r ey i taradıkları bakışlar pek d e k endilerin e ait değil. Yazdıklarında sizin

Zihin Kuşlan / Leyla Erhil / Yapı K redi Yayınlan /

172 s.

Eski Sevgili/ Ley­ la Erbil / Yapı K redi Yayınları /

160 s.

kuşağınız kadın yazarların izleri az buçuk göz e çarpıyor ama, bu izini sürdürm e d e değil. Hatta akarlık b ile değil, çünkü sîz­ lerin yazdıklarınızı d oğru dürüst okum uş olsalardı, yazdıkları birçok şeyin yıllar ön ­ c e yazılmış olduğun u görürlerdi. En azın­ dan biraz daha başarılı taklitler okurduk. Belki d e yazarlarının adı anılmadan kul­ lanılan im geler kalmış akıllarında. Bu açı­ dan bakıldığında toplum b elleğ in d e y e r etm iş olmak g ib i bir başarısı var sizin ku­ şağınızın.

- Şimdi bu sorunuzla “gözlem”e karşı duyduğunuz tepkiyi biraz daha anlar g i­ bi oldum! Keşke bu röportajı siz benim ­ le değil ben sizinle yapıyor olsaydım il­ ginç olacağını sandığım düşüncelerinizin alt katmanlarını ortaya çıkarsaydık. Ama bunu, izin verirseniz bir özel sohbete ba- rakalım? Kuşağımı övgüyle anmanıza te­ şekkür ederim ne ki bu kez ben, yeni k u ­ şak yazarlar konusunda sizin kadar hoş­ görüsüz olamayacağım. Varlık dergisi­ nin öykü jürisinde olduğum için onlarla her an karşı karşıvayım. Aralarında, et­ kilendik dive adını saydıkları yazarlar­ dan daha dolgun bir özle, iyi bir dille, dikkatli ve tutumlu sözcük dağarcığıyla dikkatim i çekenler oluyor? Ama ad ver­ seydiniz onlar üzeri­ ne konuşabilirdik belki.

- K adın yazar ta­ nımlaması artık uzun bir sü red en b eri tartı­ şılmıyor. Sonuçta se s ­ siz sedasız oturdu di­ lim ize bu kadın yazar tanımı. Bir kısmında bir özür g ib i yazarlı­ ğın ın başına otu ru yor kadınlık. Bazılarında ise bu biraz da yaza­ rın esas konusunun Tuhaf Bir Kadın /

Leyla Erbil / Yapı K redi Yayınları / 154 s.

n e oldu ğu hakkında fik ir v erici oluyor. Si­ zin d e kahramanlarınızın büyük ço ğ u n lu ­ ğu kadın olmakla birlikte, h er iki anlam ­ da da “kadın yazar" olduğunuzu düşün­ m üyorum . K adın yazarlarımızda g ö z e çar­ pan, toplum u n bir k esim i olarak, kadın olmalarıdır. K en d i k esim lerinin erk ek le­ riyle sözgelim i, başka k esim lerin kadınla­ rıyla oldu ğu n dan daha çok benzeşirler. Ancak kadın olm anın öz n elliğin d en d e uzak değildirler. Siz bu konuda daha çok n ered e olduğunuzu düşünüyorsunuz?

- Bu kadın yazarlarm da adlarını ver­ mediğiniz için ne düşüneceğimi bilem i­ yorum. Bir “gnostik” de sayılmam. Ka­ dın yazar konusuna Zihin K uşları’nda uzun boylu değinen bir söyleşi var. Ko­ nu çok yazıldı, biraz da kabak tadı ver­ di. Burada o sözlere ekleyeceğim , bu toplumsal deyimin, kadının toplumdan dışlanmışlığı ve ayrım cılık ortadan kal­ kana kadar edebiyatın dolayım ından kalkmayacağıdır. Bu demektir ki “sos­ yalizm gelecek kadın sorunları çözüle­ cek” beklentisinden cayılmıştır.

“Benim nerede olduğum a” gelince, doğrusunu isterseniz ben benzersiz ol­ duğuma inanırım. Bir de merhametten kurtulabilsem , bir de muhatap olm a­ mam gereken kişilere karşı alçakgönül­ lü olmaya çalışmaktan kurtulabilsem!

- E dilgen küçük, dünyaların s e v e c e n g ö z lem leriy le kurulan öyk ü ler hâlâ za­ man zaman karşımıza çıkıyor. B en k endi adıma bezginlik duyuyorum bunları okur­ ken. Hatta itira f etm em gerek irse, b irço­ ğu n u yarıda bırakıp atıyorum elim den . Sizin edebiyatınızda ise göz e çarpan, k en­ d i kahramanlarıyla tartışan bir yazar o l­ manız.' Hatta zaman zaman acımasız o l­ duğunuzu düşünürüm . Hasıl bir ilişki ku­ rarsınız kahramanlarınızla yazma aşam a­ sındayk en?

- “Edilgin küçük dünyaların sevecen gözlemleriyle kurulan öyküler” bana Çe- hov’u, Sait Faik’i çağrıştırdı. Sizin eliniz­ den attığınız kitaplar onlarınki değildir mutlaka. Benim gözlem konusuna duy­ duğunuz tepki üzerine söyleyeceğim şey gözlemin pek öyle yabana atılacak bir öge olmayışıdır, insan aklı kendini tüm

(4)

işlevlerinden soyutlayıp salt çıplak göz- I lemle sanat üretemez zaten. Bu durum kötü eleştirmenlerin gözlem gücüne yüklediği büyük misyondan kaynaklanı­ yor olmalı. Cıözlem gereklidir ama göz­ lem ham bir maddedir. Sanatın üretil­ mesinde rolünün ne kadar olduğu pek de belli değildir. Onu estetik bir ürün durumuna sokamazsak dünyanın en kes­ kin gözlemcisi de olsak elimizdeki kita­ bı fırlatacak duruma girebiliriz. Ama en iyisi öyle elden atılacak kitapları satın al­ mamaktır.

"Kahramanlarımla tartıştığım” nokta­ lar okuru ikna etme yöntemlerimden bi­ ri olmasın? Yazar mutlaka tarafsız olma­ lı derim. Acımasız davrandığım konu­ sunda size katılıyorum. Giderek demin sözünü ettiğim gibi yeterince katı ola­ madığımı sanıyorum. Edebiyat, yazarın kendisinin ne iyi bir insan olduğunu baş­ kalarına kanıtlayacağı bir çalışma alanı değildir! Ben gerçeğin her vakit öyle se­ vecenlikle, yumuşaklıkla ortaya çıkaca­ ğına, işe yarayacağına inanmam. Uydur­ malarla gerçeği örtbas ediyor olmaktan çok korkarım. Bu yüzden de birinci te­ kil şahısla yazdığım halde kendime itiraf eder, kötülerim kendimi, yani insanı kö­ tülerim? "H alde” diyorum çünkü kimi cin fikirliler yazdıklarımdan insanı değil beni çıkarmaktan pek hoşlanır! “Kah­ ramanlarımla” da bu yüzden hiç iyi iliş­ kiler kurmaya çalışmam. Yüz vermem onlara; sırnaşmalarına, beni kandırmala­ rına izin vermem pek. Hayatta olduğu­ mun tam tersi! Yüz yüzeyken insanların tüm kötülükleri oynamalarına ses et­ mem, seyrederim. Karşımdakinin art ni­ yetini anlamaz da davranabilirim! Bir­ likte olduğum bir ötekine seslenir gibi,

“ görüyor musun bak neler uyduruyor! ”, derim kendime; öyle zamanlar oiur ki, karşımdakinin oyununu sonuna dek ge­ liştirmiş olurum ve seyrine doyamam zı­ pırın !

- Edebiyatınızda beslend iğiniz kaynak­ lan fila n sorm ayacağım ama kim için yaz­ dığınızı soracağım. Gözünüzdeki okur na­ sıl biridir? N eleri tartışmak isterdiniz onunla, ya da sizin edebiyatınızda onun n eleri tartışmasını isterdiniz?

- Doğrusu ben kimin için yazdığımı artık bilemiyorum! İnsanlar için, onları kurtarmak için desem olur. Ama kimse için değil desem de olur. Vakit vakit yaz­ manın bana iyi geldiğini, rahatlattığını ayrımsadım. Kimi vakit de yazarken ca­ nımın ölesiye daraldığını, ağladığımı bi­ lirim.

Benim yaşamıma bir anlam katıyor yazmak. Belki yazından, dilden sözcük­ lerden iyi anlayan birkaç meslektaşım için yazmaktayım, belki bana salt kendi­ me yazmaktayım? Belki insanların tü­ münün yaralı, sakat olduğunu, kurnaz ve zavallı, berbat varlıklar olduğunu ge­ ne de onların benim sevecenliğime ge­ reksinimleri olduğunu, onları bağrıma basmam gerektiğini kendime kanıtlamak üzere yazıyorum? Kendimi her an yeni­ den üstün olarak yaratabilmek, yücelte­ bilmek üzere de yazıyor olabilirim? İn­ sanım ben de, yazdıklarımdan biriyim !

Valla ben okurumun benim gibi dü­ şünmesini değil sanatımı kavramış olma­ sını dilerim, ama bana ufuklar açacak, beni aşan, kışkırtan gerçekçi eleştirileri olmasını da isterim. Çünkü okurum bir yazar olmayabilir ama benden daha kül­ türlü olabilir.

- Dostluklarınız hakkında soru sormak sanıyorum öz el hayatınıza girm ek olm a­ yacaktır. Çünkü dostları v e dostlukları üzerine yazan birisiniz. Peki ama neden Türk aydınları m ahrem hir şe y g ib i sak­ larlar İlişkilerini v e yin e d e ortalık d edi­ kodudan geçilm ez ? İçim ize sinm iş hir c e ­ saretsizlik m i hu da acaba?

- Bu sorunuzdan hiçbir şey anlama­ dım. Yanıtım dostlarımın varlığıyla övü- nebildiğimden ibaret olacak. Dostluğun ayıp bir yanı olacağını düşünemiyo­ rum ?»

Bir başkaldırı simgesi, Leylâ Erbıl'den

Zihin

ın ınııı«M im ıw ı«ıllH lH lit^^

SENNUR SEZER

L

eylâ Erbil, edebiyatımızda bir baş­kaldırı simgesidir. Söz dizimi ku­ rallarını değiştirerek, kendine öz­ gü işaretleri kullanarak, kadınların değil yazmak neredeyse düşünmelerine bile izin verilmeyen konuları deşerek yazdı yıllardır; Hallaç (1961), Gecede (1968),

Eski Sevgili (1977) adlı öykü kitapları, Tuhaf Bir Kadın (1971), Karanlığın Gü­ nü (1985), Mektup Aşkları (1988) adlı

romanları edebiyat çevresinde tartışıl­ dıysa da bu tartışmalar geniş irdeleme­ lere ya da incelemelere dönüşmedi. Er-b il’in anlatımı ve Er-bakış açısı, edeEr-biyatı­ mızın bir içsorunu gibi algılanıp sessiz­ likte va da fısıltılarda bırakıldı.

çagn

Zihin Kuşları adını verdiği veni kita­

bı bir denemeler toplamı. Bu denemele­ rin ve kitaptaki uzun söyleşinin, onu açıklamakta zorluk çekenler için önem­ li ipuçları içermesi, yeniden değerlendi­ rilmesini sağlar, dilerim.

Zihin K uşlarındaki denemelerin

önemli bir bölümü (VinteuiTün Sonat Andantesi, Annales 1996, Jorge Luis Borges’in Kibri, Sait Faik'te Göz, Yoldaş Ethem, Medya Medeia) ilk kez yayımla­ nıyor. “Özgün Bir Türk Edebiyatı var m ı?” Üzerine Düşünceler, Özgürlük At­ lası, Madrigaller, Müslüman Bir Ülkede Düşünceyi Açıklama Özgürlüğü (!), Nâ­ zım Hikmet’i Yeniden Türk Vatandaşlı­ ğına Kabul (!) Etmeye Bu İktidarın H ak­ kı Var mıdır?, Bir Romanı Okurken Ço­ cukluğun Soğuk Geceleri, Benim Gö­ zümle Tezer Özlü (1942-1986), Hüma­ nizm Yeniden Ele Alınırken ve Söyleşi daha önce yayımlanmış metinler. M etin­ lerin sıralanışı ve işlediği konular, mızda ve coğrafyamız­

da bir yazarın dünyaya bakışını, edebiyat anla­ yışım olduğu kadar, so­ runlarını ve konum u­ nu da saptamamızı sağlıyor. Dönemi de aydınlatıyor. Leylâ Er­ bil, edebiyatı ve edebi­ yat olaylarını, günü­ müzün sorunlarıyla birlikte yorumlayıp ir­ deliyor. Çünkü, o bir söyleşisinde de andığı gibi, nem Freud’e hem M arks’a inanıyor. Bu ustaların kuram ve yöntemlerini öykü kahramanlarına oldu­ ğu kadar, gerçek olay­ lara da uyguluyor. Top­ lumun kimi davranış­ larını, onlarla yorum­ luyor. Edebiyatımızda ara sıra tartışılan, etki­ lenme, alıntılama olay­ larını, üslup ve konu taklitlerini işlediği Jo r­ ge Luis Borges’ün Kib­ ri başlıklı denemesin­ de, bu tür tutumların kabul görmesini açık­ layışı bu tutumunun bir örneği sayılabilir:

“(...) Kimi vakit alan da bilmez ald ığın ı! Farkına varmaz? Belki o kertededir hayranlı­ ğı? Hepimizin başına gelebilir bu yol ama en­ der bir durumdur; yi­ nelenmez sık sık ve en­ der ve anlaşılır bir du­ rumdur.

Kimi vakit de fütursuzca çaldığı bili­ nen kişiyi, toplum kanıksayıp üzerinde durmaz olur, giderek kendisinin bir me­ tin hırsızı olduğunu bağıra çağıra açık­ layanı ağzı açık hayranlıkla seyreder top­ lum. Toplumu böyle olumsuz eğiten ya­ zarlar da vardır. Toplum bu; ne idüğü be­ lirsiz kavgan yaratık! Bunun bir arsızlık, bir ahlak sorunu olduğunu düşünmeyiz bile. Nasıl Ç iller’in yüzbinlerce hayranı varsa (kınayabilir miyiz onları?) ötekile­ rin de vardır ve toplum yolsuzlukla na­ sıl “ünsiyet kesbetmişse" paralelini ay­ nen yazın dünyasında da görmek olası­ dır? Zira diyalektiğin yasasıdır: Bir top­ lumun bir alanında temizlik, bir alanın­ da sefillik egemen olamaz.”

Yoktan var edilmiş bir edebiyat Leylâ Erbil’in denemelerinde sık sık değindiği eleştirmen tavrı, yazarın öz­ günlüğü ya da “irtihal” (çalma) alışkan­ lığı, edebiyatımızın Batı edebiyatından farklı oluşuna inanışından kaynaklanı­ yor:

“Bence, Türkçe yazılması anlamında bir Türk edebiyatı, özgün yazarları olma­ sı anlamında da özgün bir edebiyatımız vardır. Ancak bu edebiyat, Necati Cu- malı ve Demir Özlü’nün de işaret

ettik-vasaya egemen olmuş eleştirmenlere bağımsız olarak seçebilen okurlara sa­ hip, okurların gözlerinden kaçmış yete­ nekleri olgun ve yapıcı eleştirmenlerin ıs­ rarıyla var edebilen, Rönesans kültürü­ nün birleştirici etkileşimine uğramış bir edebiyat değildir. Bu edebiyat, bireysel denebilecek çabalarla ve karşısına çıka­ rılan anlamsız zorluklara karşın, kendi­

Leyla Erbilin, 'Zihin Kuşlan' adını verdiği yeni kitabı bir denemeler toplamı

sine bireysel söylem alanları açaj sanki yoktan var edilmiş bir edebiyattır. Bu vüzden de kimin neyi ne zaman baş­ lattığı üzerindeki titizlikleri, ufak ya da büyük çaptaki “irühalleri” tepkiyle kar­ şılamaları doğal görmek gerekir? .(“Öz­ gün Bir Türk Edebiyatı Var m ı?” Üzeri­ ne Düşünceler) Erbil in, Türk edebiya­ tını, genel çizgilerle değerlendirmesi, yal­ nızca onun “doğrucu, atak ye pervasız kişiliğini tanımayanlar için doğaldır. Yıl- lardır, öykü ve yazılarıyla verdiği savaşı­ mı bilenler, bu başlangıcın da bir kavga­ nın peşrevi olduğunu sezerler.

Gerçekten, bu deneme, Leyla ErbiTin, kendisinin ve dile kendisi kadar emeği geçmiş bir kuşağın savunusudur. Daha doğrusu, bu kuşağı karalayan Orhan Pa- m uk’u irdelemesidir. Leylâ Erbil, Orhan Pam uk’u ve onu eleştirenleri “toplumsal haset’Te suçlayan Orhan Kocak’ı serin­ kanlılıkla ve soğuk bir alayla eleştirirken, kendine yönelen saldırıları, aynı can acı- tıcılıkla yanıtlıyor:

“(...) bu konuşmaların tümü de P a­ m uk’u bağlayan konuşm alardır deyip geçebilirdik ancak, O. Koçak’ın, O. P a­ muk arada bir tay tay durmaya ‘heves’ edecek diye beni hazır olda tutmaya kalkması yakışık alır m ıydı?”

Leylâ Erbil, yeterince değerlendiril­ mediğine inandığı, haklı da olduğu ya­ zarlığını ve edebiyatımızı yalnız bir tar­ tışmanın olanak verdiği yanıt ve irdele­ m elerle savunup açıklamıyor. Çağdaşı yazarlarm öyküleri üzerine yazdıklarıy­ la, onları yeniden yorumlamamızı da sağ­ lıyor. Bu tür çalışmaların en önemlileri bence, Onat K utlar’m üslubu üzerine yazdığı M adrigaller ile Sait Faik üzerine yaptığı ilginç çalışma: Sait Faik’te Göz. Edebiyatın, toplumun yöpelimleri üzeri­ ne yapılan çalışmalar arasında aykırı gi­ bi algılanabilecek bir bölüm de yer alı­ yor Zihin Kuşları’nda: Annales 1996. Bu metin, “Aydın Uğur 63 üncü günde, Al- tan Berdan Kerimgiller 65’inci günde, İlginç Özkeskin 66’ncı günde,Hüseyin Demircioğlu 67’nci günde, Ali Ayata 67’nci günde Müjdat Ya- nat 67’nci günde, Tahsin Yılmaz 68’inci günde, Ayçe İdil Erkmen 68’inci günde, H icabi Küçük 69’uncu günde, Yemliha Kaya 69’uncu günde, Os­ man Akgün 69’uncu günde, Hayati Can 70’in- ci günde ÖLÜM ORU­ CUNDA Ö LD ÜLER!” bölümüyle başlıyor. Ce- zaevlerindeki ölüm oruç­ larını, bu oruca yatanları destekleyen 100 yazarı, ölümleri durdurmak için başlatılan yazar girişim i­ ni anlatan bu yazı, yaza­ rın örgütlü olma, örgütü­ nü kontrol edebilme ge­ reğini vurgulam ası açı­ sından önemli bir belge.

Leylâ Erbil’in toplum­ sal olaylar karşısındaki tavrını da aydınlatan bir belge. Çünkü, Leylâ Er- b il’in seçtiği anlatım, onun tarihi ve toplumu irdeleyişi konusunun göl­ gede kalışına da yol aç­ mıştır. Leylâ Erbil, “insa­ nı anlatmakta artık yeter­ siz kalan dili, kalıpları de­ ğiştirirken” karmaşıklaş- tırmıştır dilini ve kurgu­ sunu. Çünkü anlatmayı seçtiği insan “yaralı, inci­ tilmiş ve norm aldışı”dır. Böyle bir kişilik de alışıl­ mış ve kolav algılanır de­ ğildir ki, öylesine yazılsın.

Tuhaf Bir Kadın Leylâ Erbil, yalnız top- lumumuzu değil, tüm in- *

(5)

sanlığı da uygarlık tarihiyle bozulmuş, hastalanmış sayar. Bizim toplumumuz ise “üretim ilişkilerindeki çarpıklığın dı­ şında t...) din kökenli hastalıklarla da do­ ludur.” “Yazarlık kadar siyaset düşünce­ leriyle içiçe büyüyen” bir kuşaktan olan Leylâ Erbil, bu hasta toplumu ve hasta toplumun sakatlanmış kişilerini doğru­ dan irdelemeye Gecede (1968) deki öy­ külerinde başlar. Odağında çoğunlukla bir kadının bulunduğu bu öykülerdeki eleştirel-ironik bakış, bence Tuhaf Bir

Kadın (1971) ve Eski Sevgili (1977) ile

genişleyerek tarihsel bir dönemi kapsar.

Karanlığın Günü (1985) ve Mektup Aşkları (1988) ile yakın tarih de Erbil’in

süzgecinden geçecek, değerlendirilecek­ tir. Ben bu önemli beşliden, son günler­ de yeni basımı yapılan Tuhaf Bir Kadın ve Eski Sevgili üzerinde durmak istiyo­ rum.

Tuhaf Bir Kadın, yaklaşık 1950-1970

dönemine tarihlenebilecek bir dönemin anlatısı. Yaşadığı kalıpları kırmak, değiş­ tirmek ve değişmek isteyen bir genç kı­ zın aile ve arkadaş ilişkileri çerçevesinde anlatılan öyküsünde, sınıflar, değer yar­ gıları ve aydın yanılgıları da sorgulanıyor.

Kendi kişisel sorunlarını aşamayan, ai­ le kişilerinin de halk olduğu gerçeğine yaramadan, sovut bir halkı aydınlatmak sevdasına tutulan genç kadın, teorileri­ ne tutkun olduğu kişileri düşsel aşıklar olarak algılamaya başladığı bir bunaltı­ ya varacaktır sonunda. Entelektüel çev­ rede eşitlik tutkusuyla meyhanelerde ye- ralışının yanlış değerlendirişiyle başla­ yan yalnızlık çemberi, piyanosuyla göç­ tüğü gecekondu mahallesindeki seyirlik nesne oluşuyla tamamlanacak, kadın ol­ maktan kişi olmaya bırakılmayışı, çözü­ me ulaştıramadığı cinsel sorunları onu sanrılara götürecektir.

Leylâ Erbil, Tuhaf Bir Kadın da, top­ lumun değer yargılarının fanusuna kapa­ tılmış Nermin’in çevresindekileri de amansızca yargılar. Gördükleri her ka­

Erbil, Tuhaf Bir Kadın adlı kitabında 1950-1970 bir dönemi anlatıyor.

dınla ilgili cinsel fanteziler üreten vazar- çizer takımı, emekçi olduğunun avırdın- da olmayan emekçi ve yaşamını çevresi­ ne göre düzenleme, görünüşü kurtarma peşindeki kadınlar gerçeklikleriyle sap­ tandıkları tarihi aşarlar. Günümüze ge­ lirler. Öykü, sanki yeniden yeniden ya­ şanmaktadır.

Eski Sevgili deki iki uzun öykü, Bunak

ve Eski Sevgili, Tuhaf Bir Kadın a ek­ lemlenerek. onu tamamlıyor. Eski Sev-

gili’nin Nigar’ı Tuhaf Bir Kadın m bir

çeşitlemesi. Eski sevgili Salih de Ha- lit’ten çizgiler taşıyor. Sevdanın sınıfsal uzaklıkları aşmaya yetmemesinin de acı bir alayla yerildiği bu anlatı, entelektüel çevrenin, onun ilericilik kuruntusunun da ironisi. 1971 12 M art’ının bir yansı­ ması .

Oğlunun gerillalara katılışıyla ruhsal durumu sarsılan yaşlı kadın, onun ko­ nuşmalarını, tutuklanışını ve vuruluşunu anımsar. Ancak bu anımsamalar, yitmiş zihin düzeni yüzünden kimi zaman düş­ ler kimi zaman kâbuslarla içiçedir. Hep kendi durumunu kurtarmaya alışık, iç­ güdü niteliği kazanmış özsavunması, k i­ mi zaman analık duygularının üste çıkı­ şıyla çatışmakta, birbirini tutmaz sözler­ le çektiği uzun söyleve traji komik bir nitelik kazandırmaktadır.

Leylâ Erbil, Bunak’taki kadının düş ve karabasanlarının başına eklediği ressam adlarıyla, çizdiği tablolara ayrı bir kim­ lik kazandırmakta:

“ (Pablo Picasso) Madenden bir zar gi­ bi gergin gök. Durmadan dönen bir uğultuyla, bir sesle yarılıp saydamlaşı­ yor: ‘Oğlum o, o benim oğlum! ’ Ses ini­ yor gök katlarından, eriyen zarın altın­ dan ateş tarlaları görülüyor, gök korları­ nı bozkıra savurup kavuruyor dağı taşı, ne kafesi ne alayı seçebiliyorum artık her şeylerin hafifçe kendinden soyulduğu­ nu, alevlenip tutuştuğunu görüyorum. Cehennem bu, yanacağız. Bütün günah­ kâr kullar cayır cayır yanacağız diyorum. Uğultu dağı ta­ şı kaldırıyor. ‘Oğlum o be­ nim, o benim oğlum !’ Ateş­ ten ve ışıktan körleşen gözle­ rime bir karartı oturuyor, aralı­ yorum kirpikle­ rimi: Gökyüzü nereden çıktığı belli olmayan kapkara kuşlar­ la kaplanıyor.” Bir toplumun çığlığıdır Bu­ nak'ta yükse­ len. Toplumsal bir bunalmanın y k arab asan ları­ dır. İzleri hâlâ görülen...

Eski Sevgi- li'dcki Biz İki

Sosyalist Erkek Eleştirmen öy­ küsü ise, Er- bil’in edebiyatı­ mızın kadın ya­ zar değerlendi­ rişini, bir kez daha irdeleyişi- dir. Bu öykü, Zihin Kuşla- rı’nda yer alan metinler ve özellikle Söyle­ şi ile okundu­ ğunda inanıl­ maz bir somut­ luk kazanıyor.

Zihin Kuşla­ rı, Leylâ Erbil’i okumak için ye­ ni bir olanak. ■ dönemine tarihlenebilecek

A

iıgırdıç Mûvgosyûn dcın Biletimiz İstanbul d Kesildi

Allahsız Kalem!

M ıgırdiç Margosyan üçüncü

kitabında Diyarbakırlılığını

ve Ermeniliğini unutmadan,

Dicle kıyılarından Cennet e

ve Cehennem ’e uzanıyor,

ustasına uzun bir selam

sarkıtıyor, dar sokaklarda

fırına gidip, okurların iştahını

kabartıyor yine...

RAGIP DURAN

K

adir kıymet bilmez Türk medya­sı, Margosyan gibi, kitapları onlar­ ca baskı yapan, yepyeni soluklu bir yazara haftalık köşe veriyor, sonra da ipsiz sapsız okur mektuplarına yer verip kendi yazarını dini fanatizme hedef gös­ teriyor. Margosyan ustanın böyle hafif salvolardan etkilenmeyeceğini onu tanı­ yan bilir ama yine de hoş değil, bu ken­ di yazarına düşman gazete yöneticileri­ nin yaptıkları.

Köşe yazarı-gazete yönetimi-okur üç­ genindeki bu Bizans oyunu cereyan ederken cennet yeşili kapaklı bir kitap geldi bizim buraya: “B iletinin k od ese ke­ sild iği şu sıralar, sen i yalnız bırakmak is­ tem edim . Sabır ya sabır” diyordu Mar- gos. İlk kitabından bu yana sıkı bir Mar- gos okuru olarak, kitabı hazmede haz­ mede yavaş yavaş okudum ki, hem key­ fine varayım hem de zevki uzun sürsün. Kitabın tizim burada başka okur aday­ ları olmasına rağmen...

Yerel bir ses

Bu üçüncü kitabın ilk ikisine oranla bazı farklılıkları var: Gavur Mahallesi ve Söyle Margos Nerelisen’de kısa film senaryoları gibi görselliği yoğun metin­ ler vardı. İlk iki kitabın okurları, ilk sah­ nelerde görselliği yine buluyor Bileti-

miz’de ama bu kez, Margos’un diline bir

d e n g b e jgelip yerleşmiş sanki. Geçenler­ de bir yabancı gazetede Kahire'deki kah­ velerde öykü-masal anlatan yaşlı amca­ lardan birinin fotoğrafını görmüştüm.

Biletimiz’i okurken o fotoğraf çekildi ye­

niden. Margos amca, bir masanın üstü­ ne konmuş iskemleye oturmuş, elinde bir kitap, arada sırada gözlüklerini çıka­ rıp nargile ya da kahv e içen dinleyicile­ rine bakıyor. Ulu Cam i’nin önündeki kürsülere tünemiş Ermeniler, Kürtler, Museviler, Süryani ve K eldaniler usul usul dinliyorlar kendi öykülerini. Arada bir, Ermeni'nin biri ya da bir Hıristiyan "Ape Margos, o kadının adı Mari değil Hayganuş” diye tekzip iddiasında bulu­ nuyor.

Görselliğe çok eklenmiş. Şiveli bir ses, çok yerel bir ses bu. Dipnotlarla açıkla­ nabilen yerel deyimlerin sesi Diyarbakır sıcağı gibi içine işliyor okurun. Dikkat edilirse Biletim iz'deki öykülerde eşan­ lamlı sözcükler çok sık geçiyor. Tekrar­ lar var ikide bir. Yazı dilinden çok, gün­ lük konuşma tarzı egemen metinlere. Neredeyse Margos omzuna almış bir tey­ bi, dolaşırken Hançapek’de gizlice kay­ detmiş konuştuğu herkesin ses ve cüm­ lelerini. arada bir yaklaştırm ış ağzına mikrofonu yorum ve açıklamalar ekle­ miş kasete. İç konuşmaları bile kaydede- bilen bir teybi varmış Margos’un. Sonra da harfine dokunmadan çözmüş bandı. Biz de Tanrı’nm okur kulları olarak, oku­ yup dinlerken bu kasetleri ve band çö­ zümlerini gitmişiz D iyarbakır’a, Havva Anamızla Adem Babamızın yanına. Araş Yayınevi bize bedava bir hizmet olarak da Ermenice, Türkçe, Kürtçe bilen pek

Biletimiz

kaliteli babacan bir rehber vermiş hiz­ metimize. Çocuktan önce fırına gidip et­ rafı kolaçan edebiliyoruz. Göğe bakıp Adem-Tanrı zirvesine gözlemci olarak katılabiliyoruz.

B iletim iz’deki ikinci özellik, M ar­ gos’un Diyarbakır dışına çıkması. Bir öy­ küde Havva-Adem-Tanrı üçlüsünün maceralarını, Margos, Antik tiyatrodaki anlatıcıların tarzıyla aktarıyor. Biz okur­ lar da koro durumundayız çünkü o ka­ dar canlı, o kadar renkli ki M argos’un anlatımı, Halit Kıvanç’ın en güzel nak­ len futbol maçı ya da Eşref Şefik’in en heyecanlı güreş karşılaşmasının naklen yayını bile yanında sönük kalır. Okur da kendini Havva ile Adem ’in sohbetini sürdürdüğü mekânda hissediyor. M ar­ gos, bu öyküsünde öyle ince bir mizah­ la Allah’ı, Tanrı’yı, dini, kadını, erkeği anlatıyor ki, Diyarbakır şivesiyle “Uleen cilansız" diyesi geliyor insanın.

Yarı-belgesel'in edebiyat temsilcisi İkinci yeni öykü yöresi ise biletin ke­ sildiği İstanbul. Sahil yolunu ve Kumka- pı’yı tanıyor okur. M ıgırdiç belgesel si­ nemacıların yaptığını yazında yapıyor neredeyse. Belki de belgeselden çok, “Cinerna D ircet” tabir edilen Joris Ivens’ın kurumsallaştırdığı yarı-belgesel türün edebiyattaki temsilcisi Margos. Ölmüş bitmiş acıklı ya da sevinçli bir geçmişi sözcüklerle canlandırıyor yazar. Margos’un Diyarbakır’ı bilmeyen tanı­ mayan okurları da, artık bir an önce oku­ duklarını görmek için bölgeye gitmeye can atıyor olsalar gerek.

Biletim iz’e başlarken benim beklen­ tim başka öykülerdi. İpuçlarını M ar­ gos’un köşe yazılarında bulduğumuz iki yeni alan var: Doğum kentinden anadi­ lini öğrenmek için genç yaşında ayrılan Margos, yaklaşık kırk yıl sonra yeniden D iyarbakır’a dönmüştü. Diyarbakır Re- visited. Ondan sonra birkaç kez daha gitmişti ana kentine, kitap imzalamak, söyleşilere katılmak için, 40 vıl sonraki Diyarbakır’ı M argos’un dördüncü kita­ bında okuyacağız herhalde. Margosse- verlerin bu dördüncü kitaptan bir baş­ ka beklentileri daha var: Anadolu'dan 1915 sonrası yani meşhur kafle olayların­ dan sonra M arsilya’dan Lyon’a, Los An­ geles’ten San Fransisco’ya kadar yayılıp dağılan Ermeni kaçarların çocuk ya da torunlarının M ıgırdiç öyküleriyle ilgili izlenim, yankı ve tepkileri. ■

Biletimiz İstanbul’a Kesildi / M ıgırdiç

M argosyan / Araş Yayıncılık / 102 s.

S A Y F A

6

C U M H U R İ Y E T K İ T A P S A Y I 4 4 2

İstanbul Şehir Üniversitesi Kütüphanesi Taha Toros Arşivi

Referanslar

Benzer Belgeler

(PM) in the systemic distribution of pharmacokinetics (PK) profiles via 3 dose (40 ug.. DNA/150 uL) of jugular vein injection (IVJ), tail vein injection (IVT) or oral..

This project aims at designing and building a resource-sharing and online transaction platform to support and facilitate the technology transfer from the biotech academia to

Buna karşılık başka araştırmacılar, hava sıcaklığının bebek cinsiyeti üze- rindeki etkisinin daha dolaylı olabile- ceği uyarısında bulunuyorlar.. Şöyle ki, ılık

4 there are shown results of measurements of angular distributions, differential cross sections of radiation capture of protons by 13C nuclei onto the ground state

S pinal dural arteriovenöz fistül (AVF)’ler spinal kord disfonksiyonu oluşturan anormal damar morfolojisi ile karakterize edinsel bir vasküler malformasyondur.. Tüm

nomik olan bu sistemde güneş ışınımını daha ge- niş bir alandan toplamak ve çalışma sıvısı kullan- madan suyu doğrudan ısıtmak mümkündür, an- cak toplam sistem

Bunlardan biri­ ne Molla Yunus, Sünni Yunus; ötekine Derviş Yunus, Sûfi Yunus diyebiliriz.”.. Bu görüşten yola çıkan yazar Yunus Emre’nin iki dö­ nemine ait ve aynı

Erkek ve kız çocukların anaerobik güç değerleri değeri yaş ilerledikçe anlamlı düzeyde daha iyi performans göstermektedir.. Masterson ve Brown (1993), kolej