T 7
İSTAHBULUN ESKİ VE YENİ TARİHİNE UMUMİ BİR BAKIŞ
Y a z a n : M u a ll i m G ü n d ü z N a d ir
M uhtelif ta rih le rd e B izan s, B eld ei M ahrûse v e B eld eı K o s ta n tin iy y e isiın ilerile y â d e d ile n İstan b u l, b ir z a m a n la r ih tişa m v e s a lta n a t
ih tira s la rın ın v â si bir c e v e lâ n g â h ı i d i .
İstanbul, dünya tarihinin seyri
üzerinde müessir olmuş fatihane bir
kahramanlık mucizesidir. Beş asrı
kucaklıyan bir mazî rabıtasile ona temellük ve tesahiip ettiğimiz günden- beri bu fatihane kahramanlığın men kıbeleri millî tarihimizin şerefli bir
destanı oldu.
O gün ki Bizans azamet ve salta natını tarihe karışmış bir mazî haline kalbettik ve kiirrei arzı mahrekinden
inhiraf ettiren bir savletle asııdide
surları toprak seviyesine indirdik.
Bu, bir karni tarihînin sonu ve bir karni tarihînin de başı oldu. O devrin şeraitine göre bu hadise, emsalsiz bir zaferin ifadesi idi ve işte İstanbul,
bu zaferin bize bahşettiği bir
mevhibedir.
İstanbul, maziden âtiye müdevver
bir medeniyetin âsarı mamuresile
dolu bir umnıanî bedayidir ki ne
vüs’atine beşerin ihatası kâfi gelir; ne de ihatasına beşerin vl's’ü taha
zeval ile ikbal elele vermiş gibidir. Bir yanda eski medeniyet ve marnu- ıiyetin bekayası, bir yanda da yeni deviıi tarihînin âsarı inkişaf ve itilâsı göze çarpar.
Bizans âsarı sınaatinin ve kadim devri tarihînin bekayasile Türk deha sının yarattığı saıı’ati inşa önünde insanın gizli bir tılısımla büyülenerek derin bir hayret içinde kalmaması
mümkün değildir. Nereye gidilse,
nereye bakılsa her yerde ve her semtte bir tarihî eserle karşılaşırız.
Bu güne kadar bütün şöhret ve
mamuriyetleıile ayakta durabilen
muazzam eserler gibi zamanın aman sız darbelerde beli bükülerek iki kat bir kadit haline gelmiş olan eserler bile insana hakikî bir haz ve huşû verir. Bir yıkık duvar, bir harap
saray, bir susuz çeşme, yarı
münhedim bir taş bile İstanbulda haşmetli bir âbide inanası taşır. Hele
sebilleri, hanları, kervansarayları, bendleri, kemerleri ve hâlâ mazinin haşmet ve ihtişamını taşıyan Sarayları Istanbulun eşsiz güzelliğini arattıran birer bedayi unsurudur.
Yedi yerden yedi kat gök yüzüne
doğru baş ka'dııan yedi tepenin
manzarası haliç sahillerinde bir zirvei kemal, Marmara açığında ise bir
vüs’ai hayaldir. Gözün alabildiği
kadar uzanan rüyet ufukları içijıde Istanbulun silüeti öyle bediî manza ralar arzeder ki insanın hayret ve hayranlık hisleri onun tevlit ettiği heyecanın badesinde lâlolmuş bir dil mesabesinde kalır.
İstaııbulun tulûunda, gurubunda ve
hele mehtabında öyle gûna gün
menaziri tabiiye doludur ki nigâhı nazar ona merkûz oldukça bu beda- yipîta manzaralar daha çok açılır ve açıldıkça da namütenahi bir vüs’ati
ihtişamla harikaengiz bir kudret
ve hilkat mucizesi tecelli eder. Bütün bu mahasini fabiiyesile lstanbu'un suyuna « abıhayat », havasına « badı-
saba » ve hey’eti mecmuasına da
«f;rdevsi âlâ» vasfı verilse bile yine de bu dilnişin beldenin bütün zarafet
hilkiyesini hakkile ifadeye kadir
olmuş sayılanlayız. Allahın eli burada öyle mahirane Lir itina ile öyle ince harikalar işlemiş ki eğer bu gün de ayni itinakâr mahareti ile bir ikinci İstanbul daha vücuda getirmek istese dünyanın hiç bir yerinde bu evsafı haiz bir belde yaratmasına imkân bulamazdı.
Istanbulun güzelliği sadece tabi- ati ıin ve müstesna fıtretiniıı ibâ etliği bir mevhibe değildir; ayni zamanda her geçen asır da onun tabiî kemal ve müstesna cemaline yeni bir bedia
katmış, onu bir güzellik dünyası
ve dünya güzelliği payesine çıkar
mıştır. Bundan dolayıdır ki İstan
bul şehri, cihanın imrendiği bir belde ve beldelerin imrendiği bir cihan
sayılmaktadır. Bu şehir sadece
gözlerdeki hâkim manzarasile değil;
^gönüllere tahakküm eden emsalsiz bedayiile de insanı cezb ve teshir eder. Bu itibarla vusalatı bir cihanı safa, firkati ise bir elemi bişifadır. Onun zabtını bir tarih başı yapanlar
bize bir safa cihanı kazandırmış
oldular. Biz de bunu şifasız bir elem haline kalbederek âtiye devretmekten sakınacağız. Böylece bu vuslat rakip siz ve istiıkabsız kalacaktır.
* * *
İstanbulun kadim tarihi bize, yarı karanlık bir mazinin buğulu camından nim münkesif bir hüviyetle görünür. Onun kuruluşuna ait rivayetler, haki katin dilinden sadir olmuş bir ifade sayılamaz ve mazinin aynası da bu rivayetleri hakiki bir vuzuh çerçevesi içinde göstermekten âcizdir. Gerçe kadim talihin dili Romalı bir müver rihin ağzından yarım yamalak bir keke leme ile üç beş kelimelik efsanevî bir menkıbe naklediyor ise de bunun mahi yeti dahi müsbet bir vuzuh aızetmek- ten hayli uzaktır. Buna göre «Pelin» in «Ligos» köyünden bahsetmiş olması bilmem ki bize Istanbulun ilk kuruluşu hakkında tarihî mulûmat mahiyetini haiz bir vesika olabilir mi?. Onun riva yetine göre Milâttan dokuz asır evvel Haliç ile Maımaranın bir zaviye b şk 1 ettiği yerde yani şimdiki Sarayburnu üzerinde bir Ligos köyü varmış; amma bu küçük köyün, Maımaranın beyaz dalgalı sahilinde köpüklü sulara ayak larını uzatıp yıkandığı zamanlar tarihin ihatasından uzak ve meçhul kalmış bir hüviyetle hâlâ derin bir meşkûkiyet ve müphemiyetten kurtulamamıştır. O
halde Istanbulun kuruluşu, tarihin
dilinden menkul sarih bir ifade olmak tan ziyade efsanelerin hayal ve füsun dolu menkıbeleri nev’inden bir takım ınenkulâttan ibaret olmak lâzım gelir.
Filhakika buraya gelinceye kadar her şey gölğe, hayal, şek ve miibhe- miyetten başka bir şey olmadığı halde , Milâttan evvel yedinci asırda yani, Romalı müverrihin « Ligos » köyünün
tarihi inşası olarak haber verdiği kab lelmilât dokuzuncu asırdan iki yüz yıl sonra « Meğaryalı » muhacirlerin buraya gelip yerleşmesiledir ki Bizansa ait hakikî bir tarih hüviyeti doğmuş ve
yalı muhacirlerin kendilerine mahsus bir şehir inşa etmek için ( Delf) kâhinine müracaatla fikrini sorduk larını ve onnun müphem bir remz ile vaki olan işareti üzerine Kalkedonya
Istanbulun ilk tarihi inşası hakkmdaki malûmatımız da mu ıyyen çerçeveli bir vüsuk dahilinde tavazzuh ve tenevvür etmiştir.
Ancak bundan sonradır ki
Megar-denilen şimdiki Kadıköyüne geldikleri zaman Haliç ile Ligos burnunun bu iş için hakikaten en münasip bir yer ol duğunu görerek orada bir şehir inşa ve ismine de reislerinin adına izafe
ten « Bizans » tesmiye eylediklerini öğreniyoruz.
Bu suretle artık Ligos köyünün yerinde bir Bizans kurulmuş ve şehrin bin bir vekayi ve hâdisat ile dolu tarihin ilk yılı da o gün, orada baş lamış bulunuyordu.
O zamanlarda Bizans, bir şehir olmaktan ziyade henüz teşekkül dev
rinde bulunan küçük bir köyden
ibaretti. Bununla beraber coğrafî
teşekkülünün ona bahşettiği kıymet ve ehemmiyetten dolayı bu köyün çok emin bir istikbale namzet bulun duğu da muhakkaktı. Bilhassa balık çılığa ve her nevi ticarî münasebete ziyadesile elverişli olduğu için az bir zaman soma « Argos » muhacirleri de
buraya gelmiş, nüfus da gittikçe
artarak küçük Bizans şehri mühim ve ticarî bir merkez halini iktisap etmiş bulunuyordu; lâkin onun bu devri kemali aynı zamanda mukad- demei zevali olmakta da gecikmedi
ve böylece iktisap ettiği kıymet,
onun için mucibi nekbet oldu. Filhakika evvelâ ( Med ) muhare belerinde haniler tarafından zapte-
dildi. Daha sonra ( İsparta ) ile
( Atina ) arasındaki münazaaların ve MakedonyalI (Filip) ile olan mücadele lerin müthiş sadmelerine maruz kaldı. Hattâ bir aralık ( Filip ) tarafından zaptedilmek tehlikesine bile düşöü; lâkin Bizansın mayasında mevcut iki yüzlülük siyasetinin mahirane sevk ve idaresi onu bu vartalardan kurtardı. Bununla beraber Roma İmparatorluğu
hâkimiyeti şarka doğru tevsi ve
teşmil ederek vaziyet yeni başdan vehamet kesbedince Bizans yine eski oynak siyasetini ele almak istedi ise de bu sefer muvaffak olamadı. Ni hayet « Septim - Sever » ile « Psenos Nijer » arasındaki mücadelede muha saraya uğradı ve zaptedilerek surları yıkıldığı gibi ahalisi de kılıçlan geçi rildi. Ondan sonra da şehir bütün
medenî haklarından mahrum olarak bir müstemleke halinde «Marmara ereğlisi» ne ilhak edildi.
Bundan sonra Bizans şehri hakikî bir Roma beldesi id i. Bu sıfatla « Septim Sever» onu yeni baştan ihya, imar ve tezyin etti. Şehrin hüvi yetine hakikî bir revank ve ihtişam verdiği gibi adını da « Avgosta An tonina» tesmiye etti; lâkin hâdisat onun tarihine yeni menkıbeler kat maktan fariğ değildi. Bu cihetle az bir zaman sonra şehir «Kostantiıı» in eline düşdü ve Roma İmparatorlu ğunun merkezi oldu. Artık ismi de «beldei Kostaııtin » idi. Bundan sonra
şehir, Akropolü, Formu, Sanatosu,
Hamamları, Çeşmeleri, Heykelleri
ve binbir çeşid âbidelerde nefîs bir san’at şehri haline geldi. Ayni zaman da bir çok Roma âyan, eşraf ve asîl
zadegânının da buraya gelmesile
şehrin nüfusu arttığı nisbette İçtimaî seviyesi de yükseldi.
O devirde garbî Roma İmparator luğu münkariz olmuş bulunduğu için bu hal şarkî Romanın yeni merkezi için bir devri kemâl oldu. « İkinci Teodos » zamanında (408 - 450) şehir ikinci defa tevsi edilerek surlar yedi kuleden Halice kadar uzatıldı ve mukadderat yeni baştan Bizans adının tarih sahnesinde doğuşuna şahit oldu. Lâtince konuşan Roma imparatorları Yunanlılaşmış, koca Roma İmparator luğu da Bizans İmparatorluğuna tahav- viil etmişti.
Bu devir, Bizansın, hakikî bir ikbal ve refah devridir.
:1ı *
Lâkin bu parlak devrin facialarla dolu müthiş yılları da oldu. Hüküm darlıkta veraset cari olduğu için çok kere vâris bırakmadan ölen hüküm darların yerine ücretli askerlerin keyif ve iradesile bir başka hükümdar
çıkarılır; sonra da ahali, partilerin
teşvikile meydanlara toplanarak yeni hükümdara karşı ilânı isyan eder ve
10
neticede hükümdara galebe çalınca yerine bir yenisini geçirirken eskisi ya
öldürülür, ya gözleri oyularak bir
zindanda hapis ve tevkif olunurdu. Hele mezhep mücadeleleri hiç eksik değildi. Umumî ahlâk bozulmuş, fesat
ve levs içinde mütefessih bir hal
almıştı.Bazan bir İmparator bir oyuncu kızla evlenir, bazan da bir İmpara- toıiçe bir seyise âşık olarak kocasını zehirlerdi.
Bununla beraber, Lizans medeni yeti bütün garbî Avrupanın medenî ve İçtimaî yörüyliş yolunda hakil-î bir mürebbisi olmak vasfını asla kay betmemişte.
*
* *
Altıncı milâdî asırda Bizans
ülkesi « Justinyen » nin şahsında
hakikî bir ilim ve irfan merkezi oldu.
Bu devir, Bizansın ikinci refah
devridir. Bu devirde şehir daha
kıymettar âsar ile süslend . Bilhassa « Ayasofya » dediğimiz nefîsei san’at bu devirde viicude getirildi. ( 537 )
Bizans imparatorları sekizinci
asra kadar mevcudiyetlerini muhafa zaya çalıştılar. Bu arada şehir İranlılar, Araplar ve Avarlar tarafından muha sara ve surları tahrip edildi : Bir
yandan da memleketi saran din
münazaaları içinde Bizan: yeni bir
inhilâl emaresi göstermeğe başladı. Hassaten üçüncü, dördüncü ve beşinci
Leon zamanlarile ikinci Mişel ve
Teofil devirleri bu buhranlı ve acı hatıralarla doludur.
* * *
Dokuzuncu ve onuncu asırlarda Bizans hükümetinin parlak bir teced düde ınazhar olduğunu görüyoruz. 867 senesinde birinci Bazil tarafından tesis edilen « MakedonyalI İmpera- torlar devri » Bizansın parlak günle rini teşkil eder. Bu suretle iki asır kadar süren emîn ve mahfuz bir hayat içinde Bizans İmparatorluğu üçüncü
refah devrini yaşadı. Kezalik bu
devirde şehir muhteşem binalarla
süslendi. Saraylar, kiliseler, manastırlar
yaptırıldı. Mâlıir mimarlar, büyük
sanatkârlar elele vererek bu güzel şehrin güzel nasiyesiııi bir hayli enafis âsar ile ziynetlendirdiler, lâkin on birinci asra girerken Bizar.s tahtı da yine büyük tehlikdere girmiş bulu nuyordu, öyle ki katolikleıle orto- dokslar arasında çıkan itizal müna kaşaları Lâtinlerle Yunanlılar arasına sönmez bir kin ateşi soktu. Bu hal, nihayet dördüncü Ehlisalip mııhare- besile İstanbulun zabtına ve şarkî Lâtin
imparatorluğunun tesisine müncer
oldu.
Ehlisalip ordusunun İstanbula girişi müthiş bir yağmaya yol açdı. Bir çok mahalleler yandı. Bütün Bizans
âsarı ııefîsesi ebediyen mahvoldu.
Bütün madenî eşyalar yağma edilerek meskûkât imalinde kullanıldığı gibi
kiliselerin avanii sîmüzeri de ku
yumcu dükkânlarına taşınarak şekil değişdirdi ve en kıymetli âsarı tarihiye bu suretle harap oldu. 1261 de şehir
bu yağmacı Ehlisalip idaresinden
kurtarıldığı zaman memleketin çeh resini basan merareti gidermek ve ona yeni bir şekili ihtişam vermek bir daha mümkün olamadı. Artık bundan sonra Bizans tarihinde kemâl yerine zeval, ittihad yerine inhitat ve itilâ yerine sukut müşahede edi yoruz. Bu hal, bizansın idaresinde nâkabili ihmal bir rahne idi. Netekim son hükümdarlar bu halin tevlit ettiği zâf sebebile her yeni hücuma karşı bir cizye vâdederek böylece mevcu diyetlerini muhafaza etmek imkânını buluyorlardı.
* * *
İşte böyle bir zamanda 1391 mi lâdî yılında Beyazıt İstanbulu muha
sara etti ve İmparatoru cizyeye
bağladı. Artık şehrin son saatleri çalacaktı. Bundan sonra Bizans için
mukadder olan âkıbetin tehirine
bakımından surlar henüz eski meta netini tamamen muhafaza ediyordu. Bu suretle o devrin harp şartlarına göre istilâsı imkânsız görülen bir setle muhat idi. Bahrî müdafaa itiba- rile de mükemmel bir halde idi. Ha licin ağzını kapayan zincir de tahtel bahir bir set teşkil ediyordu. Lâkin bu defa şehre hücum etmek azmini gösterenler ne Aıaplardı; ne hanlılar Ne Romalılar veya Avarlardı. Hayır Hayır, bunların hiç birisi değildi. Fakat bunlar Allahın yer yüzünde en büyük kahramanlıklarla muttasıf kılarak yarattığı bir ırktı : Tüıkleıdi, dedelerimizdi..
Onlar ki denize at sürmesini ve ve karada gemi yüzdürmesini biliyor lardı. Yetmiş mandaya çektirilen ve 700 kilo ağırlığında gülle savuran muazzam toplara sur bedenlerinin önünde muhayyerülûkul bir kuvvetle manevra yaptırmak kabiliyetine malik idiler. Macar mühendisi « Ürben » in marifeti Türkün fıtrî azim ve celâ- detile birleşince ortaya bir harika çıktı ve bu, Bizansın bin yıllık tarihini bir hamlede yıkıp tarümar edecek heybetli bir eserdi. Kosova meydan harbinde ateşli silâhları ilk defa kul lanan Türkler İstanbul surları önünde de bu dev cüsse toplara dil verecek
lerdi. Bu sebeple Halicin ağzına
gerili zincir de onlara seddirah ola madıktan başka fazla olarak onlar Marmaıanın iki kapısını kilitlediler. Rumeli ve Anadolu hisarları sade gemilere gülle değil, martileıe de kurşun atan bir muhafaza teşkilâtile iki denizi birbirinden ayırdı. Çanak kale ise bir iğne deliği kadar daraldı ve Bizans yerle gök arasında imdatsız ve ümitsiz kaldı.
Çeşit çeşit kapılı muazzam sürler ardı hakikî bir mahşerdi. Yiğitlerin
harp nârası, kös, nekkare avazesi
ve top tarrakalaıına karışan tekbir seslerile Bizans kiliselerinin kubbe lerinde müdhiş akisler dalgalanırken şiddeti heyecandan tarihin dili tutul
muş olduğu muhakkaktır. Bu, öyle bir hususuyetti ki mazi tarihinin hiç bir safhasında bir eşini bulmağa imkân yoktur. Artık bir «Eosiko» değil yüzlerce, binlerce «bosiko» bir arada Bizans toprağına gelseler gine de mukadder olan akibetin vürudunu tehir etmek kabil olamaz. Vaktile Timurlenk — Beyazıd ihtilâfından istifade eden Bizans için şimdi böyle bir fırsat da mukadder değildir. Türk azmi, Türk
iradesi taallûk ettiği her şeyi
eritecek bir kabiliyetle bu mev’ut zaferi kazanmağa çalışıyordu. Türk milleti yalnız Bizansa değil, onunla beraber tarihe de hâkim olacaktı ve
bu zafer, Bizansla beraber tarihî
hadiselerin seyrini de tebdil edecekti. Netekim elli üç günlük bir muhasara bu aşılmaz kalebentlerinin göğsünü delerek hadiselere yeni bir istikamet verdiği gün « Kostaııtin Dıagazes » in
imparatorluğu ile beraber Bizans
saltanatı da tarihe karışmış bir mazi oldu.
330 — 1453 ...
İşte iki tarih ki biri teşekkülün ve kemâlin, biri de inkıraz ve izmih- lâlin ifadesidir. Birinde mazinin tarihi
yazıldı; birinde istikbâlin tarihi
hazırlandı. Teşekkülden inkıraza giden
yolun biri başı, bili de sonudur.
Uzunluğu asırların imtidadile ölçüle
bilen uzun bir mesafeki hareket
noktasından son muvasalat merhale sine kadar hazan göz kamaştıracak
bir zîbü haşmetle, bazan ve çok
kere de haşyet ye dehşet veren mü- tevâlî musibet ve felaketle doludur,
bu yolu kateden hükümdarlardan
pek azı vardır ki ancak tabiî bir ecelle rahat yataklarında ölmek maz hariyetine erebilmişlerdir. Hançerler, miller, zehirler Bizans tarihinin en tabiî bir nazarla görülen ölüm vası talarıdır. Bu sebeple bütün debdebe ve haşmetine rağmen Bizans tarihi bir facialar destanından başka bir
şey değildir. Tarihin bağrında acıklı bir macera silsilesi inlinde tevali eden bu faciayı biz perdeledik. Zul mün yerine hakkı, ölümün yerine hayatı ikame ettik. Türkün mertlik ve asaleti binlerce yıllık ananesinin en parlak bir örneğile dünya tarihin de bir daha parladı.
« Keııadyos » a patriklik âsâsını bahşeden yeni hâkim ve hükümdarın bu hareketi bir iztiraıın değil vicdanî bir irade ve ihtiyarın tecellisidir, Edyana hürmet, tebayı muhafaza ve siyanet Fatihten bu yana değil, daha
evvelki kadimi tarihlerden Fatih
devrine kadar da hep böyle bir anane halinde sürüp gelmiştir.
Havariyun kilisesinin sakafı altında toplanan hırıstiyan tebeanın mahfuz ve emîn bir hayatın kendilerine bah şettiği neş’e ve neşve ile yeni
bşala-yan bu deviri tarihî içinde bir daha maziye, atfı nazar etmemelerini Bi- zansın mezaliminden kurtulmuş olmal arından daha ziyade Türkün adalet ve himayesine kavuşmuş olmalarına hamledebiliriz. Mazi bir facia idi. Bundan dolayı nevmidî ve hüsran ile burkulan kalplerin sezdiği bu hal Bizansın ruhunda bitmeyen bir elem olarak yaşıyordu. Buna karşı yeni başlıyan devir tarihî ise hayatın ve emniyetin tam manasile bizzat ken disi id i.
Onun içindir ki muhasara esna sında Bizansın zaferi için Ayasofya mabedinde el kaldırıp abalıdan niyaz ve istimdat edenlerin dili bu defa da yeni bir temenni ile Türk himayesinin devam ve istikrarına dua ile meş guldü.
107
Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi