• Sonuç bulunamadı

Ahmet Mithat’ın “Gazi Osman” Oyununa Dair Eleştirisi

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Ahmet Mithat’ın “Gazi Osman” Oyununa Dair Eleştirisi"

Copied!
18
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

İnci Enginün

*

A CRITIC OF A PLAY, GAZİ OSMAN BY AHMET MİTHAT

ÖZ: Ahmet Mithat’ın Zuhur-ı Osmaniyan adlı yarım kalmış bir oyun eleştirisi, kaynaklarda onun bir oyunu olarak geçmektedir. Bu eser Vaçidi tarafından Türkçeye çevrilen Aleksandre Yani Istamatyadis’in Gazi Osman adlı eserinin eleştirisidir. Eleştiride Ahmet Mithat oyun bölümlemesi ve kelimeler üzerinde durduğu gibi, Osman Gazi’nin, Mal Hatun’un sözleri ve davranışlarını beğenmez. Gazi Osman oyununu okuyunca Ahmet Mithat’ın eleştirilerini haklı bulmak zorlaşır. Zira oyun döneminin oyunlarından çok daha derli topludur ve eserde bir çeşit kâhin gibi kullanılan Çingene kızları, Macbeth oyununun etkisini gösterir. Bu yazıda oyun tanıtılacak ve Ahmet Mithat’ın görüşleri tartışılacaktır.

Anahtar Kelimeler: Ahmet Mithat, Aleksandre Istamatyadis, Macbeth, Gazi

Osman, Zuhur-ı Osmaniyan, oyun eleştirisi.

ABSTRACT: Ahmet Mithat’s Zuhur-ı Osmaniyan (Emergence of Ottoman), is an uncompleted critical article of a play named Gazi Osman by Aleksandre Yani Istamatyadis. The play was translated into Turkish by Vaçidis. In his critic Ahmet Mithat disagrees the usage of acts and scenes in the play and some words. After reading Gazi Osman, it is not easy to agree with Ahmet Mithat’s critics. The play is much more decent than the most of the plays written at the time. The Gypsies who foresee the future events in the play remind the Macbeth’s witches. In this article the play and Ahmet Mithat’s views will be discussed.

Keywords: Ahmet Mithat, Aleksandre Istamatyadis, Macbeth, Gazi Osman,

Zuhur-ı Osmaniyan, play criticism.

Yeni Türk Edebiyatı Dergisi, Sayı 12, Ekim 2015, s. 83-100. * Prof. Dr., Marmara Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Emekli Öğretim Üyesi.

(2)

...

Sadece bir forma olarak basılan ve kaynaklarda da oyun olarak geçen Zuhur-ı Osmaniyan adlı kitabın nüshalarına pek sık rastlanmamaktadır.1 Bu metni okuduktan sonra, metinde eleştirilen Osman Gazi adlı oyunu ve Ahmet Mithat’ı pek kızdıran noktalarını da merak etmiştim. Bu yazıda hem Osman Gazi adlı eseri hem de Ahmet Mithat’ın yönelttiği eleştirileri ele alacağım.

Ahmet Mithat’ın, daha ilk cümlesinde hangi dilden çevrildiğini bilmediğini be-lirttiği eserin yazarı, Alexandre Yani Istamatyadis’tir (1838-1891).2 Aşağıda görüldüğü gibi iki kütüphanede bulunan eserin yazarının adında ufak farklılıklar vardır. Alexandre Yani Istamatyadis doktordur, Fransızca olarak yazdığı bazı oyunları da bulunmaktadır.3 Ahmet Mithat, Gümrük Emanatı baş mütercimi olan Vaçidi’nin bu kitabı hangi dilden çevirdiğini bilmediğini yazsa da Fransızca veya Rumcadan çevrilmiş olmalıdır.

Bu eleştiride dikkati çeken iki nokta var. Birincisi Ahmet Mithat Efendi, o dö-nem tiyatrolarının ortak niteliklerini yansıtan bu kitaba neden bu derece öfkelenmişti, ikincisi de yazdığı eleştiri niçin tamamlanmamıştı? Bu noktada sansürün müdahalesi şüphesiz olmalı; fakat sebebinin ne olduğu belirsizdir.

Oyunun kahramanları, Selçuk Sultanı Alaaddin, onun seraskeri Osman, karısı Mal Hatun, oğlu Orhan, Mal Hatun’un babası Şeyh Edebalı, bir diğer serasker Abdurrah-man, Osman’ın arkadaşı Köse Mihal, Mal Hatun’un cariyesi Ayşe, Osman’ın zenci kölesi Zafer, Alaaddin’in yaveri Ömer ve Üç Çingene kızı ile Osman’ın çevresidir. İki de düşmanı vardır. Bilecik ve Yenişehir beyleri Valokoma ile Alber. Bunun dışında “Silahşoran, Yaveran, Zabitan, Frenk sipahileri, Neferat-ı askeriye, Frenkler, Tatarlar”. Eşhas verilirken Çingene kızları da son kümeye sokulmuştur. Fakat onların eserdeki işlevleri figüran diye geçilemeyecek kadar önemli olduğu için ben onları da Osman’ın çevresindekiler arasında zikrettim.

1 Orhan Okay’da bu kitabın adı geçmez (Batı Medeniyeti Karşısında Ahmed Midhat Efendi, Ankara:

Atatürk Ü. Yayınları, 1975).

2 Istamatyadis, Gazi Osman sene 699 ila 709; üç fasıldan ibaret tiyatro oyunu, mütercimi: Yanko P.

Vaçidyan, Dersaadet, 1294 [1878], 84 s. Kitabın İBB Taksim Atatürk Kütüphanesi’ndeki nüshasında yazarın adı Yanko olarak geçmektedir. Metin And, Stamatiadis adını taşıyan iki yazar olduğunu belirtir;

Gazi Osman yazarının bir ikinci oyununun da adını verir: “Paris’te başlayıp İstanbul’da biten Paris’te Bir Öğrenci adlı oyunu 1872’de İstanbul’da oynanmıştır” der. bk. “Eski İstanbul’da Yunan Sahnesi”

s. 91. Metin And, bu sayfada ayrıca Stamatiades’in Samos’lu Orphelius adlı oyunun oynandığını da belirmiştir. Gülçin Tunalı, Another Kind of Hellenism? Appropriation of Ancient Athens via Greek

Chan-nels For the Sake of Good Advice As Reflected in Tarih-i Medinetü’l-Hukema adlı doktora tezinde, 19.

yüzyıl İstanbul’unda en başarılı oyunlardan olan Doktor Alexander Stamatiadis’in Chios enslaved adlı oyununun Giridî Rifat tarafından Türkçeye çevrildiğini (Hata-i Nisvan yahut Sakız Esirleri, 1291/1874), fakat kitabın üzerinde yazarının adı bulunmadığını belirtir (s. 194).

3 Hochman, McGraw-Hill Encyclopedia Of World Drama; Gondicas - Issawi, “One may also mention

(3)

Gazi Osman sene 699 ila 709, üç fasıldan ibaret bir tiyatro oyunudur. Fasl-ı evvel’de Şeyh Edebalı’nın evindeki “tarz-ı kadim üzere döşenmiş bir odada” Mal Hatun, cariyesi Ayşe ile konuşur. Sabah ezanı olduğu halde Osman’ın hâlâ gelememiş olmasından endişededir. Bu sırada yaklaşan Osman’ın söylediği şarkı duyulur:

Güneş sana güler tal’at-nümâdır Saba güherleri bak bî-bahadır (...)

Mal Hatun, âşık olduğu Osman’ın sesiyle heyecanlıdır, Ayşe kapıyı açmaya gider. Osman Mal’in elini öper, ikisi de birbirini özlemiştir. İkisi de birbirlerini küçüklükle-rinden beri tanırlar. Birbirlerine kalp çarpıntılarını anlatırlar. Mal Hatun zaman zaman kapıldığı kıskançlıkları da dile getirir. Osman, Mal Hatun’un kendisine isnat ettiği vefasızlığın “büyük haksızlık” olduğunu söyler. Onun kendisinden de Mal Hatun’dan da şüphesi yoktur. Teskin edilen Mal Hatun rahatlarsa da bir endişesi vardır. Sultan Alaaddin kızını kimseye vermemiştir, bu da Sultanın, onu Osman’a vermek istediğini düşündürmüştür. Osman o konuda da gönlünün rahat olmasını söyler. O gün sultanın huzuruna çıkacak ve Mal ile evlenmek üzere iznini alacaktır.

Dinle sevgili Mal’im! Sana ne derece muhabbetim olduğunu lisan ile anlatmak mümkün değildir... Çünkü insanın lisanı kalbin rakîk hisabâtını edaya kadir olamaz... Sana yalnız şunu derim ki bu dünyada vatanımdan sonra sevdiğim birisi varsa o da sensin... Bugün hünkârımızın huzuruna çıkacağım. İnşallah nikâhımıza müsaade buyurmasını arz edece-ğim... Ümit ederim ki ol âlicenab ve pederin bu nimetini kullarına ihsan edeceklerdir... Ey gözümün nuru! Müfarakat zamanı geldi. Öğle üstü inşallah meserret haberini getiririm (s. 11)4

diyerek ayrılır. Osman için Mal Hatun’la evlenmek şarttır: “... Fakat sen de hatırına getir ki vücut için sağlık, hayat için ab u heva, ehl-i iman için cennet lazım olduğu gibi bana dahi senin lütfunla nikâhın lazımdır.” (s. 12) “dedikten sonra Mal Hatun’un elini öperek kapıdan dışarı çıkarken bir temenna” eder.

Mal onun arkasından dua eder:

Ya Rab! Sen ki kalbimi suzan eden kedere âgâh ve Osman’a olan muhabbetimin derecesine vâkıfsın elbette muradımı hasıl etmek şanındandır... Şayet Osman’a olan muhabbetim şan u şöhretine mani veya saadet-hâline engel olacak olursa bu âciz kölenin niyaz ve tazarruunu kabul eyleme... Olmaya ki bir gün vücuduma lanet etsin. Onsuz dünya bana haram olacağından şimdiden bari canımı al (s. 12-13).

Mal Hatun’a babası, hünkârın Osman’ı çok sevdiğini, bugün de ona sevinçli bir 4 Istamatyadis, Gazi Osman sene 699 ila 709; üç fasıldan ibaret tiyatro oyunu, mütercimi: Yanko P.

(4)

haber getireceğini söylemiştir. Ayşe ile Mal Hatun bu konuda konuşur, tahmin yürütürler. Edebalı geldiğinde hünkârın davet ettiği meclise gideceğini ve zannına göre “bu meclis Osman’ın temin-i istikbal ve saadet-hâli için” olduğunu söyler. Ve hünkârın Osman hakkında hayırlı bir nikâh teklif edeceğini ve bunun da onu “taht-ı saltanata” çıkaracağını söyler.

Mal Hatun bu sözlerle sarsılır, sararır, bayılacak hâle gelir. Kalbinin bunu önceden hissettiğini kendi kendisine söyler. Edebalı kızının Osman’a âşık olmuş olduğunu an-lasa da anlamazlıktan gelir. Mal Hatun “Ah babacığım kızının gönlünü kavuran kedere vâkıf olaydın Osman hakkında olan efkârını açmazdın” der. Edebalı şöhreti ufukları tutan Osman’ın, fakir Şeyh Edebalı’nın kızıyla evlenmesinin uzak olduğunu söylerse de Mal Hatun, “Sözünü peder makamında tutup hürmet ve riayet eden ve hatırını gö-zetip teveccühünü kazanan Osman küçük yaşından beri beraberince yaşayarak bugün sevmekte olan kızını niçin nikâhına almasın?” diye sorar.

Mal Hatun Osman’ın da onu sevdiğini ve babasıyla konuşacağını söyler. Edebalı “Ya hünkârımız bugün Osman’ı damat etmek isterse...” (s. 16) diye endişelenir ve “Bugün sultanıma olan borcumla sana olan şefkatim arasında kaldım...” der.

Aşk konusunda kadınların daha köktenci olduklarını Mal Hatun ile Ayşe’nin sözleri açıklar. Mal Hatun eğer Osman kendisine verdiği sözden dönerse, ondaki taht hırsının gücüne hükmedecektir. Ayşe buna ihtimal vermez, ama eğer sözünden dönerse, bu Osman’ın Mal Hatun’unun “sevdasına layık” olmadığıdır.

Şeyh Edebalı’nın kendi kendisine endişeyle söylenmesi aslında drama sanatı açısından önemlidir. Destanın tanıttığı Şeyh Edebalı’nın içine düştüğü ikilemi verir ki bu yönü bir bakıma halk hikâyelerinde, çocuklarının duygularından habersiz olan gafil babalara onu yaklaştırmakla birlikte, sultanın emri karşısında bir de görev so-rumluluğu bulunmaktadır. İki çocuğun büyürken birbirlerini sevmeleri onu memnun etse de durumun güçlüğünden sıkılır ve “teferrüç” için bahçeye çıkar. Eserde günlük konuşma dili hâkim olduğundan, buradaki “teferrüç” kelimesi insanı şaşırtmaktadır.

Altıncı Meclis’in yer aldığı sahne süslüdür ve herkes rütbesine göre “koltuklara” oturmuştur. Bu ifade yazarının Avrupa oyunlarının etkisinde olduğunu göstermektedir. O fevkalade toplantının sebebini Alaaddin açıklar: Düşmanın karşısına çıkmadan önce tahtına “meşru bir vâris bırakmağa” karar vermiştir. Erkek evladı olmadığı, kendisi de yaşlandığı için kızı Emine’yi kendisinin yerini alabilecek biriyle evlendirmek iste-mektedir. Serdarları ve Şeyh Edebalı, onu tasvip ederler. Alaaddin daha önce Moğol şahının oğlu Hasan Bey’in, kızıyla evlenmek isteğini, ancak onun asıl amacının devleti ele geçirmek olduğundan reddettiğini söyledikten sonra damat olarak Osman Bey’i seçtiğini şöyle açıklar:

(5)

İşte bir taraftan devletimin iclalini ve diğer taraftan dahi Emine Sultan’ın ikbalini arzu eylediğimden muzafferiyatı yaşından ziyade, kavgalarda arslan gibi şecî, mağluplarına kuzu gibi mülayim, yârına vefadar, ağyarına korkunç, benim dahi derece-i nihayede hüsn-i teveccüh ve meveddetimi kazanan, zabitanım arasında en tedbirlisi ve sultan silsilesinden olduğu halde askerinin muhabbetini kazanmak için damarlarında cevelan eden zade kanını unutarak neferleriyle arkadaş gibi geçinmekten ve uruk-ı hamiyetlerini tahrik etmekten asla kaçınmayan bir gence nazar-ı şahanem düştü... (s. 21-22)

der. Bu gencin adını söylemesine lüzum yoktur. Herkes anlamış ve tasvip etmiştir. Osman hükümdarın teveccühüne teşekkür eder. Ama onun istediği sadece asker olarak görevine devamdır. Osman herkese teşekkür ettikten sonra “evlat babasına lakırdı söylercesine” sırrını açıklamak ister. Annesi küçükken ölmüş, Edebalı ile karısı Ni-lüfer onu büyütmüştür. Kendisi de NiNi-lüfer Hatun’un son dileğini yerine getirecektir:

Ey şah-ı mürüvvet-penahım! Bu kulun henüz çocukken felek beni anamın kucağından ayırdıydı. Bu yetim hâlimde melek yürekli bir kadın bana merhamet ve şefkat edip ya-nına aldı ve âdeta kendi evladı gibi bakıp validemin eksikliğini asla hissettirmedi. Akran ve emsalim arasında beni mahcup ve mükedder gördükte aguş-ı şefkatine alıp öper ve kemal-i muhabbetle kucağına alır ve gözyaşlarımı silerek kulunu memnun ederdi. Aziz ve kıymetli vaktimi beyhude geçirmeğe bırakmayarak Cenab-ı Hakka olan vazifemi vatan-ı aziz ve sultanıma olan borçlarımı ihtar ederek ikmal-i terbiyeme gayret ederdi. İşte Cenab-ı Hak dahi bu kadının kalbine göre mükâfat edip kendisine huri-i cennet-misal biri kız ihsan buyurdu, lakin bundan öksüze olan şefkatini asla unutmayıp bilakis ikisinin dahi terbiyelerine bakarak gece gündüz kucağında ve kâmil ve fazıl bir pederin sayesi altında büyütürdü. Hayfa ki felek bu iki masumun saadet-i hâllerine haset ederek analarından ayırdı. Rahmetli kadıncağız ol şirin şirin gözleri kapamazdan evvel kerimesini kucağına alıp kemal-i şefkatle öptükten sonra bana verip ‘İşte bu fani dünyada canımdan ziyade sevmiş olduğum kızımı sana emanet ettim. Sen onun dünya ve ahiret hamisi olacaksın’ deyip gözünü kapatır, rahatla can teslim eder. Kulun kemal-i hüzn ü kederimden ağlayarak ol müthiş dakikada bir cevap verememişsem de mağfurenin şu son muradını icra etmekte Cenab-ı Hakka yemin ve ahd-i bâtın eyledim... (23-24).

Bu açıklamadan sonra içinde bulunduğu ikilemi sultanına arz eder: “Ya merhume-ye ettiğim ahd ü merhume-yemini merhume-yerine getirmeyip hânis-i merhume-yemin olmalıyım yahut hünkârıma itaatsizlik gösterip küfran-ı nimet etmeliyim. İşte hâlim bu... Beni bu müşkil hâlden kurtaracak sultanımdır.” (s. 25)

Beklenenin aksine Alaaddin kızının “ne kıymetli koca” kaybettiğini söyler. Edebalı ise hükümdardan bu dileği kabul etmemesini ister. Osman telaşlanır. Onun üzerine Edebalı Osman’ın annesinin görmüş olduğu rüyayı nakleder:

Sultanım! Osman’ın anası Osman’ı daha dünyaya getirmezden evvel bir rüya görmüştü, şöyle ki: Güya hâli ve ağaçlardan eseri olmayan bir sahrada oturmakta iken nâgâh göğsünde bir çınar ağacı yetişmiş ve kendisi dahi ol çınarın kökü olup yere batmıştı. Ağaç yere kök

(6)

tutunca ol derece büyümeğe başlamıştı ki dalları, budakları bütün sahrayı kaplamıştır. Badehu şirin bir rüzgâr esip ağacın yapraklarını dünyanın dört köşesine saçmıştır. İşte bu rüyadan sonra uyanıp Osman’ı dünyaya getirmiş ve bunun üzerine kendisi dahi bu dünyadan dar-ı bekaya âzim olmuştur (s. 26).

Alaaddin Osman’ın da daha önce “garip garip rüyalar” gördüğünü söyleyerek onları dinlemek ister. Osman “Anamın rüyasıyla kulunun rüyalarında olan mutabakat pek acibdir...” diye söze başlayarak seferde, aklı fikri “cihatta” iken “yedi gece sırayla” gördüğü rüyaları anlatır:

Güya Mal ile beraber bir yerde ve daima o mevkide oturup istikbalimizden bahsederken nâgâh Mal’in göğsünden yarım ay yıldız peyda oldu. Bir ucu kendi göğsünde olduğu halde öbür ucu semaya uruç ederek bir yay şekline girdiğinde benim göğsüme saplanıverdi. O sırada göğsümde bir çınar ağacı peyda olarak ol derece büyüdü ki dalları ol mürtefi atlas ve boğa ve Balkan ve Çerkes dağlarını istiab eder ve kökünden dahi Fırat ve Şat ve Nil-i mübarek ve Tuna ve Meriç nehirleri kaynayıp sularında türlü türlü gemiler gezerdi. Ansızın şiddetli bir rüzgâr esip ol çınarın yapraklarını düşürmeğe başladı. Düşen yaprak birer kılıç heyetini alır ve her tarafa alelhusus iki zümrüt arasında elmas gibi parlayan ve Karadeniz’le Akdeniz kilitlerini tutan bir şehrin üzerine yürürdü... Hikmet-i Huda! Çınar ağacından bir kuş sedası gelip “Osman! Osman! Ahfadının mesken ve mevası işte orasıdır” deyip dururdu (s. 27).

Alaaddin bu rüyaları “Cenab-ı Hakk”ın emri sayar. Edebalı rüyayı biraz farklı yorumlamıştır, fakat Alaaddin ona sadakatı için teşekkür ettikten sonra “seraskerim olan Osman’a Allah’ın emriyle kerimeni isterim” der (s. 28).

Edebalı ve Osman hükümdara teşekkür ederlerken o Osman’a bir görev verir: “Avdetinde Yarhisarı’nın anahtarlarını getir... Bu muvaffakiyetinin mükâfatı da Mal Hatun’un sana ihsanıdır” der (s. 29).

Birinci “fasıl”da geleneğin rüyası iki kaynakla pekiştirilmiş, devletin ilk kurucu-larının karakterleri hakkında bir fikir verildiği gibi, kadın ve erkeğin evlilikte kendi tercihlerine bir de gelenekte belirtilen kaderin etkisi eklenmiştir.

İkinci “fasıl” Osman’ın konağındaki yine “tarz-ı kadim üzere döşenmiş müzey-yen” bir odada geçer (s. 30). Mal Hatun, Osman ve Orhan bir mutlu ailedir. Aradan altı yılın nasıl geçtiğini fark etmemişlerdir. Mutlulukları Orhan’la pekişmiştir. Mal Hatun kocasının yokluğunda onunla oyalanmaktadır. Orhan annesini de babasını da çok sevmektedir. Üstelik neden sevdiğini de açıklayabilir. Artık o da babasıyla birlikte “kavgaya” gitmek istemektedir. Herkesin babasını sevmesinden mutludur, onun gibi zaferle dönmeyi hayal etmektedir. Bu sahnede okuyucunun tanıdığı beş yaşındaki Orhan hiç değilse on beş yaşındaki gibi konuşmaktadır. Annesinin “Demek ki sen dahi büyüdüğün vakit valideni bırakarak baban gibi kavgalarda dolaşacaksın” (s. 32) demesine Orhan’ın verdiği “Elbette! Çünkü bir sultanın himayesi altında yaşayan bir

(7)

adam o sultana ve doğup büyümekte olduğu vatanına hizmet etmek borcudur. Erke-ğin şanı da budur. Hatta vatanıma olan şu borcu bana anlatan ve kalbimin hissiyatını galebe ettiren sensin” (s. 32) cevabını verir. Osman’ı bu cevap çok memnun etse de okuyucuyu gülümsetir. Bence bu aksamayı eleştirisinin başında Ahmet Mithat’ın belirtmemesi şaşılacak bir durumdur.

O gün Orhan’ın doğumunun beşinci yılıdır, yüreğindeki cesaret, damarlarındaki “gazi kanı” onu hemen “cihat”a çağırsa da, eğer babası izin vermezse, on yaşına gel-diğinde, mutlaka babasıyla cenge gitmeye ahdetmiştir (s. 32).

Annesi onun akranlarıyla görüşmek yerine “eskiden askerlikte pişmiş ihtiyarlar”ı konuşturmaya çalıştığını ve “bana bir kargı al” tacizlerinden kurtulmak için, bir kargı aldığından beri Orhan’ın “bütün gün bahçede onunla talim” ettiğini anlatır. Babası bunlardan hoşlanmıştır. O da oğluna “altından bir kılıçla sırmalı elbise” yaptırmış ve “cümbüş etmek ve türlü türlü şarkılar okumak” için “birtakım çingene kızları” getirtmiştir; ama asıl amacı Orhan’ın falına baktırmaktır (s. 33).

Orhan babasının hediyesi kılıcı kuşanır, Çingene kızları şarkı söylerler.

Çingenedir unvanımız / Dallardadır destanımız Her yerde var eyvanımız / Meh şema-ı suzanımız Berg-i şecer yorganımız /Bad-ı seher mihmanımız Çingenedir unvanımız / Dallardadır destanımız

---Bî-meskeniz turna misal /Yoktur bizimçün mülk ü mal Dem-sazımız zurna kaval / Esvabımız kıldan çuval Ekl eyleriz hep kaşkaval / Açmaktayız bakla ile fal Çingenedir unvanımız / Dallardadır destanımız (s. 35-36)

Osman’ın emri üzerine kızlar, Orhan’ın avucuna bakarlar.

ÇİNGENE KIZLARINDAN BİRİNCİSİ– Efendim! Oğlun meşhur bir ağacın meyvalı meyvalı dalı olacaktır.

İKİNCİSİ– Efendim! Oğlun kara kuş gibi göğe kadar uçacaktır.

ÜÇÜNCÜSÜ– Efendim! Oğlun yıldırım düşer gibi dünyayı sarsadacaktır.

YİNE BİRİNCİSİ– (Tekrar Orhan’ın avucuna bakarak) Babası gibi şan ve şöhret kaza-nacaktır.

İKİNCİSİ– Karakuş gibi önüne binlerce kuş katıp tir tir titrettirecektir. ÜÇÜNCÜSÜ– Nuruyla zulematı def edecektir.

YİNE BİRİNCİSİ– Dalın yaprakları bütün dünyayı kaplatacaktır. İKİNCİSİ– Namıyla dünyayı korkutup zangır zangır sarsadacaktır.

ÜÇÜNCÜSÜ– O kadar şöhret kazanacaktır ki parlaklığı bir yıldızdan maada tekmil yıldızlara perde olacaktır.

(8)

dedikten sonra yeni bir şarkı okurlar:

Falına baktık o sultanın heman Tâlii olmuş idi pertev-feşan Uçacak şahin gibi bir asuman Edecek ay yıldızı tac u nişan Yere indikte o şah-ı serveran

Bulacak adliyle arayiş cihan (s. 35-37)

Orhan’ın doğum gününün kutlanmasındaki cirit oyununa “birtakım Frenk sipa-hileri” de katılırlar. Orhan da onları seyre gitmek ister. O Çingenelerin şarkısından çok “Atların süratli koşuşunu ciritlerin birbirine dokunduğunu görmek”ten daha çok hoşlanmaktadır (s. 38).

Osman oğlunun talihini kızlardan sorar. Sırayla üçü de şunları söyler:

“Efendim! Oğlunun başına bir taç hazırlandığını okudum... Seni de bir ağaç şeklinde gördüm... Bu ağacın bir dalından birçok dallar çıkacak... Uzatmayalım. Oğlun padişahlar padişahı olacaktır.

İKİNCİSİ– Karakuş gibi göğe kadar uçup orada ay yıldızı kendisine taç edinecek... Bu ay yıldızlı taç nerede görünecek olursa bütün milletler titreyerek kaçıp batmak için bir selamet yeri arayacaklar... Uzatmayalım oğlun gaziler zümresinin zümrüdü olacaktır. ÜÇÜNCÜSÜ– Geceleyin şimşek nasıl parlarsa oğlunun namı da dünyada öylece parlayıp artık zeval görmeyecektir... Uzatmayalım kazanacağı şan pek büyük olacaktır” (38-39).

Onlardan etkilenen Osman kendi falına da baktırır. Fakat onun falı ürkütücüdür.

ÇİNGENE KIZLARINDAN BİRİNCİSİ–(Kemal-i taaccüble) Vay! Vay! Ayağına yılan dolaşıyor.

İKİNCİSİ–Lakin korkma! Bir ejder gözünü dört açıp seni tehlikeden gözetiyor. ÜÇÜNCÜSÜ– Kırlangıç kuşları beşinci defa öter ötmez başından şevkler saçılacaktır. OSMAN– Bu lakırdılarınızdan bir şey anlayamadım... Açık söyleyin bakalım. Dediğiniz nedir?

ÇİNGENELERDEN BİRİNCİSİ– Efendim! Tehlikedesin. MAL– Aman ya Rab! Bunlar ne diyorlar...

ÇİNGENELERDEN İKİNCİSİ– Bir dostun var. O seni tehlikeden kurtaracaktır. MAL– Oh! Kalbim rahat etti...

ÇİNGELERDEN ÜÇÜNCÜSÜ– Beş seneden sonra taç giyeceksin. Sultan olacaksın. MAL– Hiç öyle şey mümkün mü?

ÇİNGENELERDEN BİRİNCİSİ– Binler yaşa sultanım. İKİNCİSİ– Binler yaşa hünkârım.

ÜÇÜNCÜSÜ– Binler yaşa padişahım

OSMAN– Baksana Mal’im! Ne diyorlar? Ben Sultan olayım! Ya Alaaddin? Hayır, hayır bu mümkün değil. Yanlış. Kızlar! Yanılıyorsunuz.

(9)

Bu üç Çingene kızının Orhan’ın geleceğini söyleyiş şekilleri Macbeth’in cadılarla olan ilk konuşmasını andırır. Köse Mihal’in geldiği bildirildiğinde Çingene kızlar sıra-sıyla “Yılan baş göstermeğe başladı.” “Ejder gözlerini dört açtı.” ve “Allaha emanet ol kadınım! Yine görüşürüz” (s. 42) cümleleriyle veda ederler. Çingenelerin söylediği Mal Hatun’u endişelendirse de Osman fazla ciddiye almaz. Valokoma dostunun düğününe gideceklerdir. Karısının hazırlanmasını ister. Mamafih o da biraz tedirgin olmuşsa da, Allah’a sığındığı için yine de rahattır.

Köse Mihal Valokoma’nın yaverini tedavi ettirmiştir. O da efendisinin düğününe gitmemesi için Köse Mihal’i uyarmıştır. Efendisine hain olmamak için daha fazlasını söylemek istemese de Mihal onu sarhoş edip ağzından laf alır. Valokoma Osman’ı öl-dürecektir, karısına göz dikmiştir. Bu sözler Osman’ı öfkelendirir, ama “Valokoma’dan böyle bir kahpeliği” ummaz. Zira Valokoma “halim” bir adamdır, Osman onun hayatını iki defa kurtardığı gibi Bilecik’e de bey olarak göndermiştir. Köse Mihal arkadaşını oraya gitmekten men edemediğine göre, onu korumak için birlikte gidecektir. Hiç değilse karısını ve çocuğunu götürmemesini ister. Ona göre Valokoma “zehirlerini dişlerinde taşıyan yılanlar kadar halimdir” (s. 47).

Osman hazinelerini de götürecektir. Köse Mihal “hareminden de Mal Hatun’dan maadasını beraber alalım gidelim” (s.48) der. Zira o da mukabil bir tuzak hazırlamıştır. Valokoma, Alber, Hasan, Abdurrahman ve Frenk sipahileriyle konuşmaktadır. Hasan “Açık söyleyin beni düğüne mi davet ettiniz yoksa adam öldürmeğe mi” diye sorarken oradakiler güler. Valokoma Osman sağ kaldıkça Hasan’ın geleceği olmadığını söylemektedir, sadece Karahisar muhafızıdır, hâlbuki Osman ilerlemektedir. Ne Hasan ne de Abdurrahman bu alçaklığın sebebini anlayamazlar. Çünkü Osman, Valokoma’ya çok yardımcı olmuştur, yine de o “intikam” almak niyetindedir, onu kıskanmaktadır. Valokoma’nın arkadaşı Alber, onları fikirlerini veya onaylarını almak için çağır-madıklarını söyler: “Sizi buraya çağırdığımıza sebep Osman’ın hazinelerini birazdan damadım olacak Valokoma ile beynimizde taksim ettiğimizde size dahi pay çıkarmaktır” (s. 51). Hasan bunu “Bugün şeytanlıkla hilekârlık evleniyorlar” diye niteler (s. 51) ve bu daveti kendilerine yapılmış “hakaret sayarlar”.

O sırada haberci “Önlerinde bir zenci olduğu halde kale kapısı önüne bir harem kervanı geldi. Yanlarında dahi ufak tefek sandıklar yüklü birkaç beygirler vardır” haberini getirir. Valokoma “Evet! Evet! Haremi buraya getirin, sandıkları da kalenin büyük salonuna yerleştirin” (s. 52) emrini verir. Hasan ile Abdurrahman orada kalıp “Osman’ın ırzını vikaye” edeceğini söylerler (s. 53).

Haremler örtülüdür. “Efendimiz ve dostunuz olan Osman dostluğunuza güvenerek bizi buraya gönderdi, kendisi dahi birazdan gelecektir. Erkekler yanında açık gezmek bizce yasak olduğundan yaşmağı çıkaramayız” der.

(10)

Hasan homurdanmaktadır. Valokoma “Osman’ın parasını beynimizde kardeşcesine pay edeceğiz. Haremine gelince kadınlara rica ederiz örtülerini kaldırsınlar. Muvafakat ederlerse ne âlâ... Etmedikleri halde güzellikte meşhur olan Mal Hatun’u ben kendim için alıkoyacağım. Kalmışlarının icabına siz bakınız ben karışmam” der (s. 55). Abdur-rahman kılıcını çekmeye hazırdır, kadınlardan biri onu durdurur ve Valokoma’ya bu yaptığını Osman yapsa ne derdin diyerek “Ananın, nişanlının aşkına olsun misafirlik gibi aziz şeye halel getirme. Kendilerini muhafaza etmeğe kudretleri olmayan kadın-ların namuskadın-larını berbat etmek arzusunda bulunma” ricasını eder (s. 58) Valokoma, Mal Hatun olup olmadığını sorar, kadının “evet” cevabı üzerine onu kucaklamaya kalkışır. O zaman harem halkı üstlerinden “carlarını atınca” Köse Mihal ile birlikte silahlı askerlerle karşılaşırlar. Alber ile Valokoma hilelerinin ortaya çıktığını anlarlar. Durumu haber almış olan Alaaddin de gelmiştir. Valokoma ile Alber birbirlerini suçlamaya kalkışırlar. Osman araya girerek bunların ülkeden uzaklaştırılmalarını ister. Alaaddin Osman’ın “mürüvvet”ine hayrandır. Osman Köse Mihal’e dostluğu için teşekkür eder. Sultan da onu “paşa eder”. Hasan’ı Bilecik, Abdurrahman’ı da Yenişehir’e bey olarak tayin eder.

Oyunun üçüncü faslı Sultan Alaaddin’in ordugâhında geçer. Vakit gece, ortalık karanlıktır. Abdurrahman ile Hasan Tatar şahının hücumu karşısında yeterli tedbir al-madıklarından şikâyet etmektedirler. Eşlerini çocuklarını korumak yerine Konya kalesi önünde beklemektedirler. Beklemekten bıkmışlardır. Hasan bir an önce savaşıp şehit olmak ister. Osman’ın yetişip yetişemeyeceğini merak ederler. Düşman geçtiği yeri yakıp yıkmakta olduğu için askerin de cesareti azalmaktadır. Tatar askerinin arasında Alber ile Valokoma da bulunmaktadır. Hasan onları bir daha ele geçirirse öldürecektir. Karakolları teftişe çıkarlar.

Çadırından çıkan Alaaddin gördüğü rüyanın etkisindedir: Bunu ikbalinin düşüşü olarak yorumlar. Rüyası durumu açıkça göstermektedir:

Güya yüksek bir dağın tepesinde koca bir çam ağacı gölgesinde oturup askerimin talimini mağrur mağrur seyrederken birkaç sene sonra karşımda resm-i geçit eden bahadırlardan kimse kalmayacağı, birdenbire hatırıma gelip beni bir merak bastı ki tarif edemem... Gözümden yaş geldi. Bu esnada bir baykuş zuhur edip bana “Sultan! Sultan! Âlemde acınacak kimse kalmadı da şunu bunu mu teessüf edip duruyorsun” dedi. Hiddetimden baykuşu kovmağa kalktım, lakin musibet kuş kahkahaya başlayarak yine “Sultan! Sultan! Gözünü gökyüzüne doğru dikeceğine bir kere yeryüzüne bak! Dedi... Ne görsem! Güya koca bir deniz dalgaları gittikçe cesametlenerek bütün askerimi bastıktan sonra dehşetli ve korkunç gürültü ile üzerime hücum eyledi. Korkumdan kaçmak istedim lakin dalgalar her tarafımı sarıp selamet yolunu kapadı ve büyüye büyüye yaklaştı. Ansızdan Osman dalgaların üzerinde askerime doğru yürüyerek tutabildiğini kaldırıp ölümden tahlis eder-di. “Osman! Osman!... İmdat!” diye bağırdığımda Osman da sesimi duyar duymaz bana doğru koştu. Elimi uzattım. Fayda etmedi çünkü dalgalar beni sarıp topuğuma kadar ve

(11)

daha sonra belime kadar çıka çıka beni boğmak raddesine geldi. Osman elini uzatıp beni kurtarmak istedi, lakin mümkün olmadı. Tacımın tüyünden başka şey eline geçmedi, ben de dalgaların dibine gömüldüm. İşte yüreğimde ağır bir taş parçası var da kalkmıyor. Bu gece gözlerim uyku görmedi. Sabah dahi yaklaştı. Uykuda bile rahat edemiyorum (65-66).

Abdurrahman koşarak gelir ve teftiş sırasında “karşıki dağın tepesinde mehtapta birtakım silah parıltısı” gördüklerini haber verir. Alaaddin askerin “sessiz sedasız” kal-dırılıp üç kola ayrılmasını, birinci kola Abdurrahman’ın, ikincisine Hasan’ın kumanda etmesini emreder, üçüncü kola kendisi kumanda edecektir (s. 69).

Tatar’ın başında “mağrur ve gaddar Hasan” vardır. Onun cezasının verildiğini görmek ister. Kendisi şehit olmaya hazırdır.

Bu arada Osman yetişmiştir. Ama çadırlarda kimseyi göremeyince geç kaldığını sanır. Karakol neferi, sultanın bizzat orduya komuta ettiğini söyler. Osman askerlerine hücum emrini verir:

Askerler! Köylerimizi, kalelerimizi, evlerimizi ateşe verip harap etmek, haremlerimizin ırzına tasallut etmek, babalarımızı analarımızı bilcümle taallukatımızı kılıçtan geçirmek, çocuklarımızı esir alıp namımızı mahvetmek emeliyle hain hain üzerimize hücum eden düşmanı bizzat sultanımız ordusu başına geçip kahr ve tedmire gitmiştir. Yiğitlerim! Şimdiye kadar sizi çok kereler fütuhat meydanlarına çıkarıp kazandığımız şan ve şeref dünyanın dört tarafına aksetti. Lakin bugünkü cihat fütuhat cihadı değildir. Bugünkü ci-hatta ecdadımızın şehit kanlarıyla yoğrulmuş her bir taşı bin cevher-i can eden vatanımızı, padişahımızı, evlerimizi, hâsılı dünyada en mukaddes ve en aziz tuttuklarımızı vikaye edeceğiz. Himaye edeceğiz. Evlatlarım! Bu kavgada giden şehit kalan hüsn-i misal olur, ecel cümlemize vardır lakin din ve millet uğruna feda olunanların namını tarih ibka eder. Ahlafımız nam ve nişanımızı tazimle yad ederek canımıza rahmet okuyacaklar. Ecnebi-lerse namımızı işittikçe ettiğimiz kahramanlıklara hayrette kalıp bizi medh ve senadan hâlî kalmayacaklar. Kahramanlar! Silahları kaldırın da düşmana arkayı çevirmek arını irtikâbdan yanımda cümleniz ölmeği tercih edeceğinize ahdedin (s.72-73).

Çingene kızları görülürler ve yine kehanetlerini sırayla söylerler:

Bugün yine ahiret kapıları küşat olundu.

BİR DİĞERİ– Eyvah! Eyvah! Bugün nice valideler ağlayacak. Nice evler yıkılacak. Nice çocuklar öksüz kalacaktır.

BİR ÜÇÜNCÜSÜ– Bugün bir taht mahvolup yerine gelecek yenisi öyle kavi olacaktır ki dünyalar durdukça duracaktır (73).

Gürültüler artarken sultan çadırının arkasına gizlenirler. Gelenler Orhan’ı aramaya çıkmış olan Mal Hatun ile Ayşe’dir ve çok yorgundurlar. Çingene kızları ortaya çıkıp korkmamasını, oğlunu “Cenab-ı Hakkın” koruduğunu söylerler (s. 74) ve çadırın arkasına gizlenirler.

(12)

Birtakım Türkler Alber’in kumanda ettiği Tatar askerinden takip olunarak gelip Tatarlarla kılıç kılıca gelirler. Bu aralık Orhan ile Zafer seyf be-dest yetişip muhare-beye karışırlar. Orhan Alber’e meydan okur. Onun sesini Mal Hatun duyar. Kızlar, onu alıkoymaya çalışırlar, çocuğunun ölümüne sebep olma derler. Alber Orhan’la alay eder: Sütannen bugün sana süt verdi mi?

Kızlar şarkı söylerler.

Saat bu saattir tamam Kahr-i adûya et kıyam Tac-ı zaferle ol bekâm Hun-ı adû la’l-ı feri Tezyin eder tac-ı seri

Orhan kılıcını Alber’in göğsüne saplar. Orhan şarkıyı duymuşsa da Zafer duy-mamıştır. Yeni düşman gelmekte Valokoma ve yanındaki Tatar’ları Köse Mihal ve maiyetindeki iki Türk kovalamaktadır. Valokoma, “Dur namert. Arkanı çevirme yoksa âlimallah kılıcı iki kürek arasından yersin” diye bağırır. Onlar kılıç kılıca geldiklerinde Orhan Valokoma’nın üzerine atılır ve onu öldürür. Kızlar yine şarkı söylerler.

Gerçi bu bir ceng-i azîm Lakin çalış Allah kerim Tevfik-i Hak olsa nedim Hun-ı adu la’l-i feri Tezyin eder tac-ı seri

Köse Mihal Orhan’ın cesaretine hayran kalmıştır. Onun elini öper (s. 78). Osman maiyetindekilerle gelir. Orhan’ı görünce şaşırır. Oğlunun iki haini öldür-düğünü görürse de hiçbir şey söyleyemez, çünkü düşmanın Sultan Alaaddin’ın etrafını sardığı haberi gelmiştir. Giderler... (s. 78)

Çingene kızları yine olacakları sırayla haber verirler:

Haydi Osman! Sultan Alaaddin’e vereceğin selam sondur. İKİNCİSİ– Bugün kaderin hükmü yerini bulacaktır.

ÜÇÜNCÜSÜ– Bugün padişahlık Osman’a geçecektir. Binler yaşa âl-i Osman!

dedikten sonra çadırın arasına çekilip gizlenirler. Köse Mihal yaralıdır; fakat kendi-sini taşıyan askerleri sultana yardıma gönderir. Sultan yaralı olarak getirilir. Savaşın ne olduğunu sorar. Zafer kazanılmıştır. Hasan ölmüş, Abdurrahman ağır yaralıdır. Alaaddin kendisinin de onlara katılacağını söyler (s. 81). Köse Mihal ile kucaklaşır, dışardan zafer borularının sesi gelir. Orhan girerek müjdeyi verir. Osman düşmanı takip etmektedir. Alaaddin kim olduğunu sorduğu Orhan’ın, Osman’ın oğlu olduğunu

(13)

görünce sevinir, onu öper. Osman döndüğünde son zafer müjdesini getirir. Alaaddin, kızı Emine’yi Mal Hatun’a, oğlum dediği ordusunu da Osman’a emanet eder. Başındaki tacı Osman’ın başına kor ve “ Ey askerim! Ey ahalim! Yeni padişahınız Osman’dır. Binler yaşa Sultan Osman! Binler yaşa Gazi Osman!” der. Bulunanlar “Yaşa!... Bin-ler yaşa!” derken Alaaddin’in son sözü “ Rüya yerini buldu” olur. Gazi Osman onun elini öper, askerler silahların ağzını aşağıya indirirler”, Gazi Osman diz çöküp Sultan Alaaddin’in elini öper.

*

Özetlediğim bu oyun hakkında Ahmet Mithat 16 sayfası müstakil bir kitap gibi neşredilmiş olan bir eleştiri yazmıştır. Tamamını göremediğim Zuhur-ı Osmaniyan5 adlı bu eser sadece birkaç kütüphanede bulunmaktadır. Bu formanın devamı çıkmamıştır. Bu eleştiri Mithat Efendi’nin Aleksandr Istamatyadis’in yazdığı, Yanko P. Vaçidi tara-fından Türkçeye çevrilen üç fasıllık Gazi Osman 699-709 adlı oyun6 hakkında yarım kalmış bir makaleye benzemektedir. Mithat Efendi bu eseri tanıtırken kendisinin de başkalarından yararlanmaktan kaçınmadığını belirtir ve eser hakkındaki görüşlerini yazar. Durmadan yazan Ahmet Mithat’ın bu yazıyı yazış sebebini aramak lüzumsuzdur.

Yine de akla bazı sorular gelmekte. Acaba Ahmet Mithat kendisi de Osmanlıların kuruluşuyla ilgili bir eser yazmak istemişti de bu oyunu vesile sayarak Osmanlı tarihiyle ilgili bir oyun hakkındaki görüşünü mü yazmak istedi? Gazi Osman hakkında yapılmış bir incelemeye rastlamadığım gibi Zuhur-ı Osmaniyan hakkında da bir değerlendirme görmedim.7 Üzerinde hiç durulmamış olan bu eser hakkında şimdilik tek bilgimiz bu bir formalık yarım makaleden ibarettir. Mithat Efendi tarihimizle ilgili eserlerde özel bir dikkat sarf edilmesi gerektiğine inanır, tarihle ilgili yanlış bilgi verilmesine karşıdır. Onun bu millî duyarlığını göstermesi bakımından bu makale anlamlıdır. Ancak Gazi Osman’ın bu kadar sert bir eleştiriyi hak edecek yanı olmadığını da belirtmek isterim. Mithat Efendi anlaşılan İstanbul’da çalışmakta olan İstamadi’nin Türkçe yazmamasına kızmıştır. Eserin dili çok sadedir, Vaçidi’nin Türkçeye hâkim olduğu görülmekte. Ayrıca yapısı bakımından da eserin başında ve sonunda yer alan Çingene kızların fallarının Macbeth’in cadılarını andırdığını ve çok daha yumuşak ve toplumda yadırganmayacak şekilde ifade edildiğini de belirtmek gerekir.

“Osman Gazi serlevhalı tiyatro oyunu hakkında tedkikat-ı edebiye” başlığını eserin yazar ve çeviricisinin adları takip eder. Ahmet Mithat, yazarın doktor olduğunu,

5 Zuhur-ı Osmaniyan, Muharriri: Ahmet Mithat, Sahibi Mehmet Cevdet, Kırk (Ambar) İlâvesi Tiyatro

Gözü, Maarif Nezaret-i Celilesinin ruhsatıyla ilk defa olarak Bâb-ı Âli civarında Ebussuud Caddesinde 8 numrolu Kırk Anbar matbaasında basılmıştır, İstanbul 1294, 16 s.

6 Yazarın adının imlâsı kitabın künyesinin bulunduğu Tiyatro Bibliyoğrafyası (1859-1928)’ndan alınmıştır.

Mithat Efendi bu adı Aleksandri İstamadi şeklinde kaydetmiştir.

(14)

eserini hangi dilde yazdığını bilmediğini ifade eder, çevirici ise Rüsûmât emaneti ser-mütercimi Yanko P. Vaçidi’dir. Oyunun devletimizin kurucusu Osman Gazi’nin ilk ortaya çıktığı günlerle ilgili olduğunu belirttikten sonra şöyle devam eder:

Ol nam-ı âliye mensubiyetle müftehir olan millet-i muazzama efradından olduğumuz için bu eseri bir dikkat-i mahsusa ile mütalaadaki mecburiyetimiz muhtac-ı izah değildir. Sâniyen neşriyat-ı cedîde hizmetinde bulunan ihvan-ı zamanın hiç olmazsa peyrevlerin-den bulunduğumuz için bu misilli eserleri yalnız görmek ve okumakla iktifa edecek olan erbâb-ı mütalaa gibi değil, icabına göre taklide dahi heves eyleyecek bir müellif şakirdi gibi bir dikkat-i mahsusa ile okumak lüzumu bizim için derkârdır.

Ahmet Mithat bazıları gibi “taklidi takdîh “ etmediğini, kendisi gibi “fikr-i icada mâlik olmayan” heveslilerin hiç değilse heveslerini taklit yoluyla gidermelerinden yana olduğunu belirtir. Bu kitabı dikkatle okumuştur. “Eslâf-ı azâm-ı Osmaniyanın mehasin-i harekât-ı merdane vü bahadıranelerini ebnâ-yı zamana irae etmek gibi bir niyet-i hayrda bulunmalarından dolayı müellif ve mütercim-i mumâileyhimayı cid-den şayan-ı tebrik” görmüş fakat “oyunun tertib ve tahriri ve bilhassa tarihe suret-i tatbikince bazı mahallerini yine kendi zihnimizde tasavvur eylediğimiz suretlere, hakikatlere muvafık” bulmamıştır.

Aslında sadece bu cümle bile Ahmet Mithat’ın eleştiri anlayışının yanlışlığını gösterir. Hiç kimse bir başkasının tasavvur ettiği şekilde bir konuyu işlemez, işlerse de ortaya birbirinin kopyası eserler çıkar. Fakat Ahmet Mithat bu konularda kendisini tek haklı ve otorite saymaktadır.

Eseri sadece gözden geçirmekle yetinmemiş, bu tarihî “piéce historique” yani esası tarih üzerine ibtina eden oyunlardan olduğu için kendisi dâhil başkalarının da örnek alacakları bu eseri yanlışlardan korumak için bu eleştiriyi yazmıştır. Her ne kadar başkalarının eleştirilerine karşı pek de anlayışlı davranmasa da Ahmet Mithat “Her türlü eser üzerine edilecek tedkikat ol bâbda ikmal-i nevakıstan başka bir şeye hizmet etmeyeceği cihetle zannederiz ki bu hareketimiz manen ve maddeten faydasız kalmaz.” demekten kendisini alamaz.

Ahmet Mithat oyunda üç noktayı uygun bulmamıştır. Birincisi “oyunun tiyatro sanatınca nevakısı, ikincisi sûret ü reviş-i eş’ârı ve üçüncüsü (hâlbuki asıl ehemmi-yetçe birincisi) tarihe ve ahlak u âdâb-ı Osmaniyeye vü İslâmiyeye suret-i tatbikidir.” İlk madde “Fasıl” ve “Meclis” kelimelerinin kullanılışıdır. Ahmet Mithat kendisinin “Fransızca (act)” karşılığı olarak Türkçede “perde” kelimesini kullanmış olduğunu ifade eder; ancak “Murad lafız muarazası değildir.” “Akt”a fasıl denilmiş perde denilmiş bir beis yoktur. Ancak “akt”, fasıl, perde vesair lafızlarıyla tefhim edilmek istenilen şey oyundan bir perde açılıp da kapanıncaya kadar devam edecek olan parça demek olacağı malum ve müsellem olmak lazım gelir” der. Ancak Gazi Osman üç fasıldır

(15)

ve fasıllar kendi içlerinde tamamlanmaktadır. Burada Ahmet Mithat’ın söylediği gibi bir yanlışlık yoktur.

Fransızların “(scène) dedikleri “meclis” ise bir perde seyrettirildiği müddet zarfın-da “sena (scena) yani saha-yı temaşa üzerine yeniden azarfın-damlar girip de sahanın sûreti tebeddül etmesinden mütevellittir.”

Ancak “sen”ler öyle bir surette tertip olunurlar ki oyunu tiyatroda temaşa edenler-den tiyatro sanatına az çok vâkıf olmayanlar bu taksimedenler-den hemen haberdar olmazlar. “Çünkü zikrolunan ikinci taksimât bir kerre açılmış olan perdenin kapanmasını icab etmez.” İşte Ahmet Mithat’ın bulduğu yanlışlık bu noktadadır. Perde boyunca perde kapanmayacağına göre meclislerin aynı mekânda geçmeleri gerektiğini savunan Ahmet Mithat “Osman Gazi oyununda tiyatro sanatının bu icabına dikkat edilmemiş” olduğunu birinci faslın altı meclisinden beşinin “Şeyh Edebalı Hazretlerinin hânesinde tarz-ı kadîm üzre döşenmiş bir odada” geçtiği halde, bir meclisin “Konya Sultanı Alâaddin’in divanında” on bir meclise ayrılmış ikinci faslın yedisinin “Osman Gazi’nin konağında” dördünün “Valokoma tekfurunun ikametgâhında” geçtiğini, üçüncü perdede de “buna yakın bazı noksanlar” olduğunu belirtir. Hâlbuki üçüncü fasıl ordugâhta Alaaddin’in çadırı civarında geçtiği için herhangi bir mekân değişikliği yoktur.

Ahmet Mithat ikinci ve belki de en önemli itirazını şöyle ifade eder:

Böyle şahane ve kahramanane bir oyunda işin içine birtakım çengâne kızları katılması ve bunlar ağzından söylenmek üzere birtakım şarkılar konulup hâlbuki şarkılar opera ve operet dedikleri oyunlara veyahut birtakım hezl-âmiz şeylere mahsus olduğundan Osman Gazi gibi tarihçe ehemmiyet-i âlü’l-âli derkâr ve onun malum ve meşhur olan vak’a-ı âşıkanesi gibi kutsiyet ve ulviyeti bedihî ve aşikâr bulunan bir meselenin bu surete ferag edilmesi tarih-i millîsini takdis eden Osmanlıları pek de hoşnut edemeyecek ahvaldendir gibi kıyas ederiz.

Bu ifade Ahmet Mithat’ın kendi uygulamalarına uymaz. Ahmet Mithat’ın Çengi oyunu operet olmadığı halde orada iki şarkı vardır. Ayrıca Gazi Osman’da ne Osman’ın duygularını açıklamak için şarkı söylemesi ne de oyunda dramatik yapı açısından işlevsel bir yeri bulunan Çingene kızlarının şarkıları uygunsuzdur. Ahmet Mithat’ın bu yorumuna katılmak imkânsız görünmektedir.

Ahmet Mithat bundan sonra tek tek kelimelerin doğru ve yanlış kullanılmalarına geçer. Bu, dönemin çok yaygın bir eleştiri şeklidir ve Ahmet Mithat’ın eserleri de bu tür pek de anlamlı olmayan eleştirilerden nasibini almıştır. Özellikle Çerkez Özdenler’le ilgili bu türden eleştiriler mevcuttur ve Ahmet Mithat da onlara karşı susturucu bir tavır takınmıştır. Ahmet Mithat’ın takıldığı ifade örnekleri şunlardır: “Şu ferahnâk seda kalbimin en derin aktârına geçip her bir kılına tesir ediyor”(s. 5), “rûy-i cemâlini”, “yaya

(16)

ben-zer kirpiklerini”(s.6), (Kirpiklerin oka, kaşın yaya benzetildiği halde neden burada değiştirildiğini anlamamıştır.) “Nevme daldığında cananlar gelip Osman’ın sana olan muhabbetinin derecesini hiç mi anlatmadılar?” (s. 5),”kumru kuşundan sor ki” (s. 7) “ikimize de haset eden feleğe” (“haset”in sin yerine “sat” ile yazılmış olmasından doğan tertip hatasına). “Mal Hatun’un kalbine müstevli olan ‘acı kederi’ ta kederin tatlısını görmeyince ve tadını tatmayınca anlayamayacağız.” (s. 8) Mal Hatun’un “gözlerim nâlân” “lisanım giryan” (s. 8), “olmaya ki bir gün vücuduma lanet etsin” (s. 13) “Edebalı’nın kendi kızına “ciğerim” diye tabir etmesi öteden beri müteârif olan “ciğer parçam” tabirinden daha edîbâne ise bunun dahi badema misal ittihazı müsaade-i üdebaya menûttur” (s. 14), “perişaniyet” denilmiş olmasına bir şey di-yemeyiz. Zira tabir-i fasîhten efsah olmak derecesine yaklaşmış bir galat-ı meşhur mertebesine varmıştır (s. 17). “‘Cenabü’l-Gafuru takaddese zâtuhu ani’ş-şevaib[i’n-] naksı ve’l-kusur hazretleri’ suretindeki cümle-i Arabîyenin derece-i fesahati tedkika muhtaç kalır” (s. 20). “Yaz çiçeği şebneme muhtaç olduğu gibi gözüm dahi mütemadi nur-ı cemalini seyre muhtaç...” şu söz bozulup tekrar tertip edilse pek güzel bir şey olabilirdi” (s. 22). Ahmet Mithat’ın teklif ettiği düzeltilmiş şekil şudur: “... tesir-i aşkınla ağladığım zaman eşkimi gül yüzün üzerine akıtmaktayım” denilecek olsaydı bir şeye benzeyebilirdi zannolunur” (s. 22). Son olarak da “bu yemininden seni muaf tutarım” denilmesi nasılsa zihnimize sığışamadı. Zira yeminin bir kabahat olduğuna kani olamadık ki hatta affına dahi lüzum görelim” (s. 28) der.

... tiyatro oyunu olmak üzere ortaya konulan âsârın pek çoğunda buna yakın hâller görü-nebilir. Eğer bu oyun dahi komşu kızının komşu oğluyla bir muaşakasından ibaret olsaydı nazar-ı tedkikten geçirmeğe hâcet dahi kalmazdı. Ancak oyunun zemini pek mühim oldu-ğundan şâhane bir oyunda yine ona layık lisan aramamak olamaz itikadındayız.

Böylece Ahmet Mithat ana fikrine geri döner. Ve “oyunun tarihe ve âdât ve ahlak-ı İslâmiye vü Osmaniyeye sûret-i tatbiki”nden söz eder.

Oyunun başında “Osman Gazi Mal Hatun’un tazimen elini öp”müştü. Halbuki “ahlak-ı Osmaniye vü İslâmiyede erkeklerin kadınları tazimen ellerini öpmesi malum olmayıp bilakis kadınların tazimen erkeklerin ellerini öptükleri malumdur.” Avrupa eserlerinden okuduklarında “prenses mertebesinde bulunan kadınların ellerini öpmek mutat olduğu gibi maşukasına en ziyade muhabbet ve hürmet eden âşıklar”ın da ka-dınların elini öptüklerini görmüştür; fakat “hem millî hem de esası tarih-i millimize mübteni böyle bir oyunda ahlak ve âdât-ı ecnebiyeyi Osmanlılara tatbîk etmek âdeta yakışık almaz bir isnat hükmünde kalır.”

Hele Osman Bey gibi müddet-i şebâbında hiss-i kahramanîden başka bir hissin icab eyle-diği tavırda bulunmamış olan bir bahadır ile Mal Hatun gibi zamanında ismet-i kâmile ile şöhret bulmuş olan bir kızın âşıkane ve müştakane mülakât ve müşafeheleri öyle bir surette

(17)

gösterilmiştir ki yekdiğeriyle zevc ve zevce olacak iki gencin şu yoldaki müşâfeheleri İslâm familyaları miyanında hiçbir vakitte mesbuk olmayıp bu suret olsa olsa Ferhat ile Şirin ve Aslı ile Kerem hikâyelerinde yakışır. Tarihin sıhhatine şehadet ederek izahat-ı lazımesini dahi verdiği bir vak’a-ı sahîhada ise bu kadar başı açık lafızları yoktan var ederek sıhhat-ı mahza olmak üzere ortaya koymak hadd-i zatında pek latîf, pek âli olan vak’anın letafetini gidermekten başka bir şeye hizmet etmez zannederiz. Bâhusus ki Os-man Gazi’nin Mal Hatun’u topu bir kere o da bittesadüf görmüş olduğu tarihte musarrah iken böyle kırk yıldan beri yekdiğerinin nâire-i hasret ü iştiyâkıyla yananlar suretinde gösterilmeleri bilkülliye fazla kalır. Vâkıâ oyunun musavvir ve muharriri olan zât Osman Bey ile Mal Hatun’u bir yerde büyütmüş ise de bunun derece-i sıhhati aşağıda başka mahalde bahsedilecektir. Yine bu bahiste pederi Edebalı Hazretleri Osman Bey’i sevip sevmediğini kızından sorduğu zaman Mal Hatun itiraf-ı aşk u muhabbet ettikten mâada Sultan Alaaddin’den kendi izdivaçları için ruhsat istidâsında ısrar etmesini ekiden pederine tenbih ediyor ve bu meselenin teferruatından olmak üzere Konya Sultanı Alaaddin’in bir kerimesi olarak bunu Osman Gazi’ye vereceği ve ol bâbda bir meclis akdolunduğu ve Edebalı’nın meclis-i Sultana mülâzemet eder bir zât idüği ve Osman Gazi’nin Sultan’a damat olmağı reddeylediği gibi birtakım hususat gösteriliyor.

Bu hususata dair mütalaa-güzârımız olan tarihlerde sarahat görememiş olduğumuzu red için senet ittihaz edemeyiz. Zira ihtimal ki oyunu tahrir edenin mütalaa eylediği tevârihte bunlara dair malumat-ı sahîha vardır. Lâkin işin şu cihetini hükmedebiliriz ki ahlak-ı İslâmiye vü Osmaniyede bir kızın kendi pederine “ben filan delikanlıyı seviyorum, onun için yanıp bayılarak...

Ahmet Mithat, metninin bundan sonrasını neşredememiştir. Ancak bu son cümlelerdeki itirazlarını makul karşılaşmak zordur. Zaten çok ayrıntılı olarak elde bilgi olmayan dönemler, kişiler sanat eserine nakledilirken birçok eklemelerin yapılması tabiidir. Osman Gazi’nin Mal Hatun’u sevdiği, Edebalı’nın evinde kaldığı gibi efsane türü nice hikâye de halk kültüründe bulunmaktadır. Bir oyun yazarının bunlardan yarar-lanmasından daha tabii ne olabilir?

Mal Hatun’un Osman’ı sevdiğini açıkça söylemesindeki engel nedir? Ahmet Mithat’ın “ahlak-ı İslâmiye ve Osmaniye”ye sığınarak bunu reddetmesine saşmamak imkânsızdır. Çünkü gençlerin kendi seçtikleriyle evlenmelerini savunurken Ahmet Mithat’ın kadın kahramanları da, babalarına hayli sert bir şekilde karşı korlar. Ahmet Mithat Açıkbaş oyununun Yekta’sının babasıyla olan konuşmalarını unutmuş muydu? Gençlerin eşlerini seçmelerinde kadın erkek ikisine de serbestlik tanınmasını savunur-ken bunu altı yüz yıl öncesinde tasavvur etmeye neden karşı çıkmaktadır? Osmanlı Devleti’nin kurucusuna karşı yakışıksız bir davranış olarak görmesine katılmadığım gibi oyunların altı yüz yıl önce yaşamış hanedan temsilcileri için değil, yazıldıkları günün ve sonrasının okuyucu/seyircisi için olduğunu unutmamak gerekir. Bu noktadan da Osman Gazi ile Mal Hatun’un evlilikleri, devletin düşünce ve davranış serbestliğini kuruluş yıllarına kadar götürmekle, 19. yüzyıl içinde çok iyi bir örnek teşkil etmektedir. Gazi Osman konusunu devletin kurucusunun gençlik günlerinden almış; fakat

(18)

ona karşı hiç de saygısızca bir dil kullanmamıştır. Çingene kızlarının falları geleceği hissettirdiği gibi şarkılar ve rüya gelenekle güçlü bir bağ kurmuştur. Özellikle rüyanın âdeta kaderin habercisi gibi farklı kişiler tarafından görülmüş olması da değişik bir kullanılıştır. Devletin ilk kurucularının yiğitlik kadar sadakat, dostluk, aşk ve sevgiyle şekillenen hayatları, gelecek için sağlam bir temelin atılmış olduğunu da göstermek-tedir. Gazi Osman’ın dönemin oyunları arasındaki eli yüzü düzgün oyunlardan biri olduğunu söylemek mümkündür.8

Bu metinleri okuduktan sonra keşke bu eleştirinin tam metni elde olsaydı da eleştirisinin asıl amacı anlaşılabilseydi demekten insan kendisini alamıyor.

KAYNAKLAR

Ahmet Mithat Efendi, Zuhur-ı Osmaniyan, Muharriri: Ahmet Mithat, Sahibi Mehmet Cevdet, Kırk (Ambar) İlâvesi Tiyatro Gözü, Maarif Nezaret-i Celilesinin ruhsatıyla ilk defa olarak Bâb-ı Âli civarında Ebussuud Caddesinde 8 numrolu Kırk Anbar matbaasında basılmıştır, İstanbul 1294, 16 s.

, Bütün Oyunları, haz. İnci Enginün, İstanbul: Dergâh Yayınları, 1998.

And, Metin, “Eski İstanbul’da Yunan Sahnesi” Tiyatro Araştırmaları Dergisi, Ankara Ü. DTCF, Tiyatro Araştırmaları Enstitüsü, S. 3, 1972, s. 91.

Gondicas, Dimitri - Issawi, Charles Philip “One may also mention Alexander Istamatyadi, who wrote a patriotic play, Gazi Osman (1878)” Ottoman Greeks in the Age of Nationalism: Politics, Economy, and Society in the Nineteenth Century, 1999, https://books.google.com. tr/books?id=JJcPAQAAMAAJ, [erişim tarihi: 29 Ocak 2015]

Hochman, Stanley, McGraw-Hill Encyclopedia Of World Drama, 1984, https://books.google. com.tr/books?id=WOAHl9i-n0EC [erişim tarihi: 29 Ocak 2015].

Istamatyadis, Etibbadan Aleksandr Yani, Gazi Osman sene 699 ila 709, Üç fasıldan ibaret tiyatro oyunu, mütercimi: Yanko P. Vaçidyan, Dersaadet, 1294 [1878], 84 s.

Tiyatro Bibliyoğrafyası (1859-1928), haz.Türkân Poyraz, Nurnisa Tuğrul, Ankara: Milli Kü-tüphane Yayınları, 1967.

Tunalı, Gülçin, Another Kind of Hellenism? Appropriation of Ancient Athens via Greek Channels For the Sake of Good Advice As Reflected in Tarih-i Medinetü’l-Hukema (zur Enlangung des Grades einer Doktorin der Philosophie in der Fakultat für Geschichtswissenschaft der Ruhr Ungversitat Bochum vorgelegt von Gülçin Tunalı) Dr. Tezi, http://www-brs.ub.ruhr-uni-bochum.de/netahtml/HSS/Diss/TunaliGuelcin/diss.pdf [erişim tarihi: 3 Şubat 2015]

8 Istamatyadis’in tarihî oyunlara meraklı olduğu ve Türkçeye Hata-yı Nisvan veya Sakız Esirleri diye

çevrilen eserden de anlaşılmaktadır. Bu oyunda Sakız halkının Cenevizlilere karşı isyanları çok anlamlıdır ve adalarda başlamış olan isyan hareketlerine bir gönderme sayılabilir. Çevirisi hayli kötü olan eserin yapısı da Gazi Osman ile kıyaslanamayacak kadar melodrama has unsurlarla doludur. Fakat bir çeviri eserin aslına yönelik eleştirilere, sadece çevirisine bakarak kalkışmak doğru değildir.

Referanslar

Benzer Belgeler

The purpose of this research is to understand the correlation factors between cirrhotic fatigue and quality of sleeping based on the personal characteristics blood test and

Comparison of nutrition-related factors between normal weight and obese group..  The prevalence of obesity is increasing

Çalışmamız MS’de vestibüler sistem tutulumu açısından MS’de ilk atakta (% 70) veya hastalığın seyri sırasında (% 80) ortaya çıkan vestibüler

Vaşak, yaban ke- disi, karakulak, sazlık kedisi gibi diğer türler yaşamlarını yaban hayatta devam ettirme- ye çalıyor.. Bu sayımızda yaban kedilerinden sazlık

Müftülüğe, böyle durumlarda kadının iddet bekleyip beklemeyeceği hakkında sorular geldiği gibi, boĢanma esnasında bir baĢka erkekle yapılan evlilik

İlmî Dede Mesnevî’nin irşad kitabı olmasını Şerh-i Cezîre’sinin mukaddimesinde; “Hazret-i Hudâvendigâr kaddesenallâhu bisirrıhi’l-‘Azîzü’l-Ğaffâr

Treg hücre oranı ve sayısını, otoimmünite tespit edilen erişkin sIgA hastalarında tespit edilmeyene göre, istatistiksel olarak anlamlı olmasa da, daha düşük

Bugünkü İstanbul Şehir Tiyatrosu'nun temeli olan Darülbedayi'nin kurucusu, çağdaş Türk tiyatrosu­ nun öncüsü, ilk sesli ve renkli Türk filminin yönetmeni.