• Sonuç bulunamadı

Merkezi taşrada kurmak: Kayseri örneği

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Merkezi taşrada kurmak: Kayseri örneği"

Copied!
406
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

SOSYOLOJĠ ANABĠLĠM DALI

SOSYOLOJĠ BĠLĠM DALI

MERKEZĠ TAġRADA KURMAK:

KAYSERĠ ÖRNEĞĠ

Ġbrahim NACAK

DOKTORA TEZĠ

DANIġMAN

Prof. Dr. Köksal ALVER

(2)

T. C.

SELÇUK ÜNĠVERSĠTESĠ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü

BĠLĠMSEL ETĠK SAYFASI

Ö ğr enci ni n

Adı Soyadı: İbrahim NACAK

Numarası: 114105001009

Ana Bilim/Bilim Dalı: Sosyoloji / Sosyoloji

Programı: Tezli Yüksek Lisans Doktora

Tezin Adı: Merkezi Taşrada Kurmak: Kayseri Örneği

Bu tezin proje safhasından sonuçlanmasına kadarki bütün süreçlerde bilimsel etiğe ve akademik kurallara özenle riayet edildiğini, tez içindeki bütün bilgilerin etik davranıĢ ve akademik kurallar çerçevesinde elde edilerek sunulduğunu, ayrıca tez yazım kurallarına uygun olarak hazırlanan bu çalıĢmada baĢkalarının eserlerinden yararlanılması durumunda bilimsel kurallara uygun olarak atıf yapıldığını bildiririm.

Öğrencinin imzası (Ġmza)

(3)

T. C.

SELÇUK ÜNĠVERSĠTESĠ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü

DOKTORA TEZĠ KABUL FORMU

Öğ

renci

ni

n

Adı Soyadı İbrahim NACAK

Numarası 114105001009

Ana Bilim / Bilim Dalı Sosyoloji / Sosyoloji

Programı Tezli Yüksek Lisans Doktora

Tez Danışmanı Prof. Dr. Köksal ALVER

Tezin Adı Merkezi Taşrada Kurmak: Kayseri Örneği

Yukarıda adı geçen öğrenci tarafından hazırlanan… baĢlıklı bu çalıĢma …/…/… tarihinde yapılan savunma sınavı sonucunda oybirliği/oyçokluğu ile baĢarılı bulunarak, jürimiz tarafından yüksek lisans tezi olarak kabul edilmiĢtir.

(4)

ÖNSÖZ

Bu çalıĢmanın ortaya çıkmasında, emeği olanların sayısı az değil. Onları zikretmemek büyük bir hadsizlik olurdu. Sadece teĢekkür etmenin yeterli olmayacağını, teĢekkürden çok daha fazlasını hak ettiklerini öncelikle belirtmem gerekiyor. BaĢta akademik eserlerimizi, gündelik dertlerimizden ayrı tutamayacağımızı öğreten, sadece bu çalıĢmanın ortaya çıkmasına değil, aynı zamanda bana yazma, üretme konusunda özel bir iĢtiyak kazandıran danıĢmanım, kıymetli hocam, Prof. Dr. Köksal ALVER‟e özellikle teĢekkür ediyorum. Selçuk Üniversitesi Sosyoloji bölümü hocalarımdan Prof. Dr. Mustafa AYDIN, Doç. Dr. Ertan ÖZENSEL ve Yrd. Doç. Dr. M. Ali AYDEMĠR‟e beni sosyolojiyle buluĢturdukları için ayrıca teĢekkür ediyorum.

Hocalıktan öte muhabbetleriyle, ilmi talep etme konusunda desteklerini her daim yanımda hissettiğim Prof. Dr. F. Beylü DĠKEÇLĠGĠL ve Doç. Dr. Mahmut H. AKIN hocalarıma Ģükran borçluyum.

Akademi ve akademi dıĢındaki hayatımda dostluklarıyla beni yalnız bırakmayan, ayrıca tez yazım sürecinin her aĢamasında doğrudan katkıları olan arkadaĢlarım, Faruk KARAARSLAN, M. Rauf NACAK, Sedat DOĞAN ve Metin EKEN‟e ne kadar teĢekkür etsem az. Ġsimlerini zikretmeyi fazlasıyla hak ediyorlar.

Ailemi unutmam mümkün değil. EĢim Rumeysa‟dan, oğullarım Adem Emir ve Hüseyin Emre‟den öncelikle onları ihmal ettiğim için özür diliyorum. Ama onların sabrı ve tahammülleri olmasaydı, bu çalıĢmayı tamamlamak mümkün olmazdı. TeĢekkürden öte yanımda oldukları için çok Ģükrediyorum.

(5)

T. C.

SELÇUK ÜNĠVERSĠTESĠ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü

Öğre n cin in

Adı Soyadı Ġbrahim NACAK

Numarası 114105001009

Ana Bilim / Bilim

Dalı Sosyoloji / Sosyoloji

Programı Tezli Yüksek Lisans Doktora Tez DanıĢmanı Prof. Dr. Köksal ALVER

Tezin Adı Merkezi TaĢrada Kurmak: Kayseri Örneği

ÖZET

TaĢra konusu son zamanlarda, özellikle edebiyat ve sinema alanında çeĢitli yaklaĢımlarla ele alınmaktadır. Bu çalıĢma ise sosyoloji literatüründeki eksikliği tamamlama amacıyla ortaya çıkmıĢtır. TaĢra kavramının/olgusunun, salt mekânsal bağlama hapsedilmesi ve gayri medeni hasletlerle iliĢkilendirilmesi bir sorunsal olarak görülmüĢ ve bu yaklaĢım hem teorik hem de pratik (saha, uygulama) düzeyde kritik edilmiĢtir. ÇalıĢmanın ilk bölümleri, kent, mekân ve ötekileĢtirme konusunu bir arada değerlendirmeye çalıĢan ve taĢra olgusunu nereye yerleĢtirebileceğimiz konusunda bir perspektif sağlayacak tartıĢmalardan oluĢmaktadır. Sonrasında ise taĢranın ötekileĢtirilmesi hususunun, tarihsel, siyasi, sosyolojik ve kültürel boyutları ele alınmaktadır. ÇalıĢmanın asıl iddiası ise, taĢrayı ötekileĢtirerek ele alan yaklaĢımların, taĢranın sosyo-kültürel gerçekliğine ulaĢabilme konusunda bir eksikliği taĢıyor olduğudur. Bu fikir çoğunlukla merkez ve çevre arasındaki ayrıma odaklanarak iĢlenmeye çalıĢılmıĢtır. ÇalıĢmanın uygulama kısmında ise Kayseri özelinde, Kayseri‟yi taĢra kılan yaklaĢımların, Kayserililer nezdindeki yorumu ortaya konmaya çalıĢmıĢtır. Sosyo-kültürel boyutlarıyla taĢranın, kendi merkezini inĢa ediĢi örneklendirilmeye çalıĢılmıĢtır.

(6)

T. C.

SELÇUK ÜNĠVERSĠTESĠ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü

Öğre n cin in

Adı Soyadı Ġbrahim NACAK

Numarası 114105001009

Ana Bilim / Bilim

Dalı Sosyoloji / Sosyoloji

Programı Tezli Yüksek Lisans Doktora Tez DanıĢmanı Prof. Dr. Köksal ALVER

Tezin Ġngilizce Adı Construction of the center in the provinces: The case of Kayseri

ABSTRACT

Nowadays, the subject of “the provinces” has been discussed in various ways especially in literature and cinema. With this study, our purpose is to add some new knowledge to the discipline of sociology. The issue of provinciality has been surrounded by the studies of space and associated with the uncivilized manner and attitudes of inhabitants of country. In this study, these approaches have been evaluated both theoretically and practically. The first part is focused on the discussion that tries to put together the issues of city, space and othering and to help us to have a point of view about what should we understand the concept of provinces. Afterwards, the matter of othering the “the provinces” has been discussed historically, politically, sociologically and culturally. The main claim of the study is that the approaches which are based on othering the provinces miss the point and could not reach the socio-cultural reality of the provinces. This claim has mainly been focused on the separation of the center and the periphery. The field study of the thesis is based on the comments and ideas of the inhabitanst of Kayseri, especially the comments and ideas about whether Kayseri could be seen as a part of the provinces or not. On the last part, the study has tried to demonstrate the self-construction of the provinces as a “center”.

(7)

ĠÇĠNDEKĠLER

BĠLĠMSEL ETĠK SAYFASI ... ii

DOKTORA TEZĠ KABUL FORMU ... iii

ÖNSÖZ ... iv ÖZET ...v ABSTRACT ... vi GĠRĠġ ...1 I. BÖLÜM KENT ve ÖTEKĠLEġTĠRME 1.1. Kent Hayatı ve Mekan Tasavvuru ... 6

1.1.1.Mekan Algısının DönüĢümü ... 14

1.1.2. Kentsel Mekan ve Yerelin Ġhmali ... 20

1.2. Öteki ve ÖtekileĢtirme Sorunsalı ... 28

1.3. TaĢranın Kültürel Bağlamı ve ÖtekileĢtirme ... 37

II. BÖLÜM TAġRANIN ÖTEKĠLEġTĠRĠLMESĠ 2.1. ÖtekileĢtirilen TaĢra ... 54

2.1.1.Merkez-TaĢra ĠliĢkisinin Asimetrikliği ... 84

2.1.2.TaĢrayı Tanımlamak Yerine Tanımak: Bir YaklaĢım Önerisi ... 90

2.2.“TaĢra Kenti” TartıĢması ... 98

2.3. ÖtekileĢtirilen TaĢranın Seçkinleri ... 104

2.4. TaĢrayı Ötekilikten Kurtarmak ... 110

III. BÖLÜM MERKEZĠ TAġRADA KURMAK: KAYSERĠ ÖRNEĞĠ 3.1. ÇalıĢmanın Genel Perspektifi ... 178

3.2. ÇalıĢmanın Yöntemi... 185

3.3. Kayseri Kenti ... 190

3.4. Merkez Algıları ... 193

(8)

3.6. Kayseri Kimliği ... 202

3.6.1.Hayırseverlik ... 207

3.6.2.Yerli-Köylü Ayrımı ... 214

3.6.3.Ticari Hayata Dair Tespitler ... 229

3.6.3.1.Kafası ÇalıĢanlar Ticarete, ÇalıĢmayanlar Okula ... 235

3.6.3.2.Ticari Kültürün Yereldeki Gücü ... 238

3.6.3.3.ĠĢadamlarının Faize YaklaĢımı... 247

3.7. Kayseri Ġmajı ... 250

3.7.1.Kentin Mekansal Portresi ... 265

3.7.2.Kayseri Ġmgesini OluĢturan Mekansal Özgünlükler ... 271

3.7.3.Bağ Evleri ve Kültürü ... 289

3.7.4.“Oturma” Âdeti ... 295

3.8. Kayseri‟yi Temsil Eden Ġsimler ... 305

3.9. Yerel Dinamiklerin Siyasi Potansiyeli ... 314

3.10.Kayseri‟yi “TaĢralaĢtıran” Olumsuz Algılar ... 327

3.10.1.Sosyal Hayatın Olmadığına Dair EleĢtiriler ... 329

3.10.2.Ġçki Ġçilecek Mekânların OlmayıĢı ... 338

3.10.3.Gündelik Hayatta TaĢralı BakıĢı ... 346

3.10.4.ġehrin, Sanat ve Entelektüel Hayata Katkı Düzeyi... 353

3.10.5.Çocukların BaĢka ġehirde Okumasının Ġstenmemesi ... 355

3.11.“TaĢra” Algısı ve TaĢranın Önemi ... 358

SONUÇ ...373

EK 1: REHBER GÖRÜġME FORMU ...378

EK 2: KATILIMCILAR LĠSTESĠ ...380

KAYNAKÇA ...382

(9)

GĠRĠġ

TaĢra konusunda bugüne kadar birçok çalıĢma yapılmıĢtır. Kaynak olarak yararlanılabilecek veya konuya iliĢkin perspektif kazandıracak türden metinler de bulunmaktadır. Bunların çoğu daha çok edebi türden metinler olsa da, sosyolojik bir çalıĢmada bunlardan yararlanmamak mümkün değildir. TaĢra meselesinin çeĢitli bağlamlardaki ele alınıĢları, çoğunlukla bir bilimsel sorgulama değildir. Aynı zamanda sosyolojik çalıĢmalar açısından literatürde ciddi bir eksiklik bulunmaktadır. Kaynak sıkıntısına rağmen böyle bir konunun seçilmiĢ olmasının temel nedeni, tam da bu sıkıntının aĢılmasına katkı sağlamaya çalıĢmaktır. Dolayısıyla teorik bir zemin oluĢturmak bu açıdan zor olacaktır. Bu yüzden teorik kısmın genel hatları ilk elde ulaĢılan kaynakların tetkik edilmesi ile çizilecektir.

Tezin nasıl bir yöntemle ve yaklaĢımla oluĢturulacağı, taĢra literatürüne yönelik okumalardan sonra belirginleĢmeye baĢladı. Örneğin, neredeyse bütün toplumların yaĢadığı küreselleĢme ve kentleĢme tecrübesinin, mekânsal farklılıkları dolayısıyla da kültürel farklılıkları ortadan kaldırdığı gibi bir görüĢ hâkimdir. Küresel süreçler, teknolojik geliĢmelerle bağlantılı olarak kırsal bölgelerin giderek kentleĢtiğini göstermektedir. KentleĢme sürecinin çeĢitli göstergeleri de sosyal bilimlerin ilgisini çekmiĢ ve uzun zamandan beri kent, kentleĢme ve kentlilik gibi konularda birçok çalıĢma yapılmıĢtır. Zaten batı tarihinde sosyolojinin bir disiplin olarak doğuĢu, kentleĢme olgusuyla irtibatlıdır.

Bütün toplumların mekânsal anlamda tek tipleĢmeye baĢlaması, kültürel olarak da tek tipleĢme yorumlarını doğurmuĢtur. Farklı olanın yok olduğu ve asimile olduğu gerçeği kabul edilmeye baĢlanmıĢtır. Bu yorum veya kabullere karĢı Ģu sorulabilir: Bugün kentlerin ve kentleĢme sürecinin dıĢında kalanlar yok mudur? Ya da kültürel anlamda kente ait olamayan unsurlar ne durumdadır? Aslında taĢra olgusu bu bağlamda bize farklı argümanlar sunabilir. Fakat bunu yapabilmek için bu kent merkezli bakıĢın dıĢına çıkmak gerekir. Merkez-çevre tartıĢmalarında açıkça görüldüğü gibi çevrenin merkeze göre konumlandırıldığı ya da merkez tarafından tayin edildiği meselesi farklı olanı görmeyi imkânsızlaĢtırmaktadır. Yani taĢranın ne/neresi olduğunu merkezden bakarak değerlendirmenin, taĢra hakkında doğru

(10)

bilgiler vermeyeceğini düĢünüyoruz. TaĢraya dıĢarıdan bakıldığında görünmeyen ama taĢranın kendine özgü ve ne olduğunu açıklayan yönleri vardır. Bu yaklaĢımdan hareketle taĢranın yok olmadığını, kentlerde bile farklı Ģekillerde göründüğünü ifade edebiliriz.

Bu çalıĢma taĢra olgusunun literatürde, bir ötekileĢtirme üzerinden açıklandığı varsayımı üzerine kurulmuĢtur. Bu varsayımı destekleyen görüĢler üzerinden öncelikle bir taĢra portresi çizilecektir. Fakat bu portrenin toplumsal gerçekliği yansıtıp yansıtmadığı bu tezin kurduğu yaklaĢım ile iliĢkilendirilerek ortaya konacaktır. Teorik tartıĢmanın diğer bir tarafı “taĢra kenti” kavramsallaĢtırmasının neye tekabül ettiğidir. Çünkü kent üzerine yapılan tartıĢmalar aslında kenti taĢradan ayıran yönlerine vurgu yapmaya yönelik oluĢturulmuĢtur. Bu da aslında taĢranın/taĢraların giderek kentleĢtiği ya da yok olduğu algısını beslemiĢtir. Fakat “taĢra kenti” ifadesinin idealize edilen kent tipolojisine ulaĢamayan yerler için kullanıldığını görmekteyiz. Bu yüzden günümüzde kent olgusunu, taĢradan ya da göç olgusundan ayırarak ele almak mümkün değildir.

Bu nokta esasında, tezin temel sorunsallarından birisini oluĢturmaktadır. TaĢra olgusunu merkezin dıĢında ya da ötesinde bir alan olarak tahayyül etmek, problemli bir bakıĢ açısından kaynaklanmaktadır. Günümüz kentlerini, özellikle Türkiye‟deki kentleri, bugünkü anlamda var eden bizzat taĢralarıdır. Nüfus dinamiği ve mekânsal dokusuyla, kentsel alanı taĢrasından ayırmak zorlaĢmaktadır. Dahası Ġstanbul dahil bütün kentlerimizde kültürel zenginlikler, taĢradan gelen insanlarla mümkün olmaktadır. Eğer kentler, birbirine yabancı insanların bir araya geldiği yerler ise bunu sağlayan, birbirine yabancı olanlar, yani taĢradan gelenlerdir. Dolayısıyla merkezleri merkez yapan da, kentleri kent yapan da taĢralarıdır.

Biz bu çalıĢmada Anadolu kentlerindeki taĢra dokusunun, kent olgusu ile iç içe bulunuĢuna odaklanacağız. Çünkü kente dahil olan, karıĢan bir taĢralı ya da taĢrayı temsil eden unsurlar her neyse, ilk bakıĢta kendisini bariz bir Ģekilde göstermektedir. Bu durum Ģekerin önce suyun dibinde birikmesine, su karıĢtırıldığında ise görünürlüğünü kaybetmekle birlikte suyun tadını değiĢtirmesine benzemektedir. Kentin dokusu içinde taĢralı önce göze batsa da zamanla kentli olmaya evrilmekle birlikte, bu dokuyu dönüĢtürmekte, ona taĢranın rengini

(11)

vermektedir. Bir örnek vermek gerekirse, Kayseri‟de güvenlikli bir sitenin bodrum katında, kadınlar arasında canlı müzikli bir kına gecesi düzenlenmiĢtir. Fakat ne yöneticiden, ne zemin katta oturan sakinlerden izin istenmemiĢ, müsaade alma kaygısı taĢınmamıĢtır. Fakat zemin katta oturanlar çok fazla rahatsız olmasına rağmen, komĢularıyla araları bozulmaması için sakin kalmayı/Ģikâyet etmemeyi tercih etmiĢtir. Bütün bunlar modern kentli tahayyülünde katlanılması zor Ģeylerdir. Fakat rahatsız eden “taĢralılığından” kaynaklı olarak bunu gerçekleĢtirirken; rahatsız olan da köken olarak “taĢralı” olmasından dolayı, bireyci bir refleks geliĢtirmemiĢ, komĢuluk iliĢkileri zarar görmesin diye sessiz kalmayı tercih etmiĢtir. Bu örnek, mekânsal bağlamda kentleĢmiĢ bir ortamda, kültürel anlamda kentlileĢmenin aynı hızda gerçekleĢmediğini göstermektedir. Dolayısıyla, kentsel olanla taĢralı olan, bir arada ve farklı Ģekillerde bulunabilmektedir. TaĢralılık kentte eklemlenip, asimile olan bir Ģey değil, kentte kendisini yeniden inĢa eden bir olguya dönüĢmektedir.

ÇalıĢmanın ele aldığı problematiklerden diğeri, merkez/kent ve taĢra arasındaki iliĢkinin tek boyutlu olmadığıdır. Merkezin “taĢra” kurgusu indirgemeci bir perspektife dayanmaktadır. Merkezin ötekileĢtirdiği ölçüde “taĢra”, taĢradaki toplumsal gerçekliğin sadece bir boyutuna iĢaret eder. Merkezin bakıĢının dıĢında da bir taĢra gerçekliği vardır. Bunu Ģöyle açabiliriz; seçkinler, yöneticiler, devlet, dolayısıyla merkez, toplumsal dönüĢümün temel belirleyicisi olarak kısa vadede etkili olabilmekte ya da bir çatıĢma durumunda çoğunlukla galip gelebilmektedir. Fakat tek tek insanları düĢündüğümüzde onların düĢünsel geliĢimine etki eden temel unsurlar, daha yerel düzeydeki gündelik iliĢkilerdir. Bunu sağlayan aile, sosyal çevre, yerel kodlar gibi yüz yüze bir etkileĢimle gerçekleĢen bir münasebettir. Dolayısıyla ahlakın, değerlerin ve toplumsal normların yüklü olduğu gündelik sosyal iliĢkiler ve bunların kültürel olarak sonraki nesillere aktarımında, halk ya da sessiz çoğunluk olarak uzun vadede daha etkindir. Özetle bir ötekileĢtirme üzerinden tanımlanan taĢra, bir bütün olarak taĢranın sadece bir cüzüdür. TaĢra, bunun dıĢında da bir dinamiğe sahiptir.

ÇalıĢmanın birinci bölümünde genel bir perspektif oluĢturulmaya çalıĢılacaktır. Bu bölümde, ele alınan genel problemin hangi düĢünsel arka plana yaslandığı ortaya konacaktır. Kente ve taĢraya bakıĢın fenomenolojik yaklaĢımı

(12)

ihmal eden yönleri belirtilerek, anlayıcı ve yorumlayıcı yöntem ile bu eksikliklerin tamamlanabileceği gösterilecektir. Bununla iliĢkili olarak araĢtırma yöntemi belirlenirken, bu arka plan hesaba katılmıĢtır. Nitel bir yöntem kullanmak, bir anlamda zorunluluk olmuĢtur. Ayrıca bu bölümde taĢra olgusunun, kent ve mekân tartıĢmalarında, nasıl konumlandığına odaklanılacaktır. Özellikle mekân olgusunun, kent toplumlarında ve kırsal toplumlarındaki imgesel farklılıkları ortaya konmaya çalıĢılacaktır. Sonrasında yerel dinamiklerin, toplumsal değiĢimin makro boyutlarını öne çıkaran yaklaĢımlar, özellikle küresel süreçler karĢısındaki edilgenliği bir sorunsal olarak bu bölümde tartıĢılacaktır. Daha sonra, öteki ve ötekileĢtirme sorununu hangi düzlemde ele aldığımızı belirttikten sonra, taĢranın toplumsal ve kültürel belirleyenlerini (ötekileĢmeye konu oluĢu ile beraber) öne çıkarmaya çalıĢacağız.

Ġkinci bölümde ise, taĢra ve ötekileĢtirme bahsi uzun uzadıya ele alınacaktır. Çünkü siyasi, kültürel, entelektüel pek çok alanda taĢra olgusu bir ötekileĢtirme iĢlevi ile karĢımıza çıkmaktadır. Bu yüzden siyasi düzlemde öne çıksa da, diğer alanlara da nüfuz eden merkez ve taĢra kavramlarını, aralarındaki asimetrik iliĢkiyi kritik ederek tahlil etmeye çalıĢacağız. Bu problematik üzerinden, taĢra olgusuna nasıl bir metodolojik perspektifle yaklaĢılması gerektiği noktasındaki önerimizi sunmayı deneyeceğiz. Devamında ise “taĢra kenti” kavramsallaĢtırmasını ve taĢra seçkinleri olgusunu irdelemeye çalıĢacağız. Bu iki unsur da, teorik düzlemdeki sorunu, Türkiye özelinde pratik düzeye taĢımaya yaramıĢtır. Son olarak, bu tezin en genel anlamda tartıĢtığı probleme, yani taĢranın ötekileĢtirme ile tanımlama teamülüne karĢı, “taĢrayı ötekilikten kurtarma”yı amaçlayan yaklaĢım, özel olarak ele alınacaktır.

Üçüncü bölümde ise, saha araĢtırmasının bulguları ortaya konacak ve taĢranın ötekileĢtirilmesi bağlamında ele aldığımız problematik, Kayseri özelinde değerlendirilecektir. Öncelikle çalıĢmanın nasıl bir metodolojiden hareket ettiği belirtilecek ve araĢtırma sahasına yönelik bazı bilgiler verilecektir. Sonrasında, Kayseri‟nin bir Anadolu kenti olarak Türkiye ve bölge açısında önemine değinilecektir. Daha sonra Kayseri kimliğin oluĢturan sosyo-kültürel özellikler ele alınacaktır. Kayseri imajına, yani Kayseri‟nin nasıl bilindiği ve Kayserilinin nasıl tanındığına dair algılar öne çıkarılacak ve bunlar hakkında katılımcıların görüĢleri

(13)

sunulacaktır. Kayseri‟nin hem kültürel hem de mekânsal portresi sunulurken, bir taraftan da bunlar, taĢralılık bağlamında tartıĢılacaktır. Son kısımlarda ise Kayseri‟yi taĢralaĢtıran olumsuz yaklaĢımlar hakkında, Kayserililer ne düĢünüyor? bunlar ortaya konacaktır. En genel anlamda, Kayseri bir taĢra özelliği gösteriyor mu ya da Kayseri‟ye bir taĢra kenti diyebilir miyiz? bunu tartıĢmaya çalıĢacağız.

Son olarak iki hususu belirtmemiz gerekiyor. Tez içinde taĢra kavramını bazı yerlerde tırnak içinde, bazı yerlerde ise normal bir Ģekilde kullandık. Tırnak içindeki taĢrayı, merkezin ötekileĢtirdiği taĢra anlamında; diğerini ise daha bütünsel anlamda kullandık. Yani merkezin yönelttiği herhangi bir perspektife indirgenemeyen, doğrudan bir ötekileĢtirme ile tanımlanmayan taĢra. Bir diğer husus, bu tez genel anlamda taĢranın sesini/sözünü ortaya çıkarmayı amaçlamıĢtır. Bu yüzden merkezin taĢrayı anlamlandırmasını bir problem olarak kabul ettikten sonra, taĢranın bu problem hakkındaki kanaatlerini tespit etmeye niyetlendik. Zaten merkezin, örneğin Ġstanbullunun, Anadolulu ya da taĢralı hakkındaki algılarını bu çalıĢmaya dahil edemezdik. Çünkü bu, araĢtırmanın sınırlarını aĢan bir boyuta sahiptir. Odağımızı taĢraya yönelterek; hem taĢranın merkezi nasıl algıladığını, hem de taĢralının, merkezlinin kendisini nasıl algıladığı hakkındaki yorumlarını öne çıkarıp, bunları tahlil etmeye çalıĢacağız.

(14)

I. BÖLÜM

KENT ve ÖTEKĠLEġTĠRME

1.1. Kent Hayatı ve Mekân Tasavvuru

Kentin nasıl tanımlandığı ile ilgili yaklaĢımların çok çeĢitli olması öncelikle bizim bu konuya net bir yaklaĢım geliĢtirmemizin önüne geçmektedir. Fakat bu çalıĢmanın kabaca yaslandığı temel soru, “kentlerin modern anlamda neye karĢılık geldiğidir?” Daha doğrusu bu çalıĢma ile modern kent anlayıĢının temel parametreleri ortaya konduktan sonra bu parametreleri tersinden okumak amaçlanmaktadır. Bunu yaparken öncelikle geleneksel modern ayrımı yapmadan kenti kent yapan özelliklere odaklanabiliriz. Kentin doğası hakkındaki yaklaĢımları ile Weber bize bu anlamda bir çerçeve çizmektedir. Weber‟e göre kent, basit olarak yan yana gelen evlerin niceliksel olarak oluĢturduğu büyük bir mahaldir. Ġktisadi olarak ise sakinlerin hayatlarını tarımdan değil, ticaret ve alıĢ-veriĢle kazandıkları yerleĢim yerleridir.1

Bu özelliğiyle Weber, kentten bahsederken yerel nüfusun günlük ihtiyaçlarının yerel bir pazardan ya da hinterlandı içerisindeki insanların ürettikleri ürünlerden karĢılanmasını ifade etmektedir (2012: 88). Weber bu vurguları öne çıkarsa da, sadece bu vurgulara yaslanarak kent anlayıĢımızı inĢa edemeyiz. Çünkü Weber‟in bu iddiaları boĢa çıkaran ifadeleri de söz konusudur. “Her ne kadar bugün tipik bir „Ģehirli‟yi, kendi yiyecek ihtiyacını kendisi üretemeyen biri olarak görüyorsak da, tipik Antik dönem Ģehirlerinin büyük çoğunluğunda baĢlangıçta bunun tam tersiydi. Antik çağların tam Ģehirlisi, bir yarı köylü idi” (2012: 98). Weber‟in ortaçağdan verdiği bazı örneklerde de bunu görmek mümkündür. ġehir sakinlerinin kullanımında kırsal alanların olması, geçmiĢten bugüne “yarı-kırsal Ģehirler” in var olduğuna iĢaret etmektedir.

Normal koĢullarda, Ģehir -demografik ve fiziksel anlamda- ne kadar büyürse, ihtiyaçları topraktan karĢılama imkânı o kadar azalır. Bu yüzden Ģehirde yaĢayanların

1 Büyüklük kriterinin yeterli olacağını söylemekte zordur. Çünkü Weber, yaĢadığı dönem itibariyle

nüfusu binleri bulan pek çok eski Ģehirden (Almanya‟nın doğusundaki Polonya kolonyal bölgesinden) büyük köylerin olduğunu vurgulamıĢtır. Ayrıca Asya ve Rusya‟da var olan ticaret köyleri çok yönlü bir boyuta sahip olmasa da, Weber ticareti tek baĢına Ģehrin ayırd edici özelliği olarak kabul etmez (Weber, 2012: 88-89).

(15)

kendilerine yeterli miktarda otlak ve koruluğa sahip olma ihtimali –köydekilere nazaran- azdır (Weber, 2012: 95). ġehrin genel karakterine vurgu yapılırken bu özelliğe de dolaylı olarak baĢvurulmaktadır. Tarımsal faaliyetlerin yerini ticaretin alması, Ģehirlerin tipik özelliklerindendir. Topraktan faydalanma Ģansının az olduğu yerlerde, insanların ticarete yatkınlıkları bu yüzden fazladır. Anadolu‟da dağlık alanlarda (dağ köylerinde) yaĢayan insanların daha çok ticaretle, düz ovaya yerleĢen köylerdeki insanların ise çoğunlukla tarımla uğraĢtıkları görülmektedir. Bu durum insanların tabiatla kurdukları iliĢkide, çevresel faktörlerden nasıl etkilendiklerini göstermektedir. Bu noktada aĢırı genelleme yapmak doğru olmaz, fakat çoğunlukla böyle olduğunu söyleyebiliriz.

Levis Mumford, milattan önceki yüzyıllarda Mısır ve Mezopotamya bölgesindeki kentlerin yapısı ve dönüĢümü ile ilgili Ģu noktalara dikkat çekiyor: Köylerin, küçük taĢra kentlerinin hatta saray, tapınak, törensel merkezi olan kentlerin çevresi askeri olarak surlarla çevrilmemiĢtir. Kentlerin çevresi bir dizi köylerle çevriliydi ve bu simgesel olarak kapalı bir yapı arz ediyordu. Mumford‟a göre bu kentsel biçimlenmeye –surlarla çevrili yoğun bir yerleĢim olmasını kentin asli unsuru olarak görenler- kent adını yakıĢtıramayanlar olabilir. Bu yüzden Mumford, kentle ilgili bu aĢırı vurguların –izdiham, geniĢ kitleler ve bunları çevreleyen sur- sorgulanması gerektiğini düĢünmektedir. Mumford‟a göre bunlar kentin asli değil, arızî nitelikleridir. Ona göre kent, yapılar yığınından çok, birbiriyle iliĢkili ve sürekli etkileĢim içinde olan iĢlevler kompleksidir, bir kültür kutuplaĢmasıdır (Mumford, 2007: 108). YaklaĢık 5000 yıl önce var olan kentler hakkında bu söyledikleri ile Mumford aslında kentlerin sınırlarını fiziksel unsurlardan çok toplumsal unsurların belirlediğini ileri sürmekteydi. Bu anlamda kenti var eden Ģey, korunması ve savunulması gereken kurumsal ya da bireysel iliĢkiler bütünüdür. Dolayısıyla kentin etrafının çevrilmesi ortasında temel olan bir Ģeyin, özün olduğuna delalettir.

Ortaçağ kentlileri, kentteki hayatı idame ettirme ve kuralları belirleme konusundaki özgürlüğü ifade etmek için birçok kent giriĢine “kent havası

(16)

özgürleĢtirir”2

sloganını kazımıĢlardır (Sennett, 1999: 159). Tarihte bütün kentlerin, bu özelliği sembolik olarak taĢımasalar da toplumsal açından insanları özgürleĢtirdiği söylenebilir. Çünkü kentlerin demografik yoğunluğu diğer yerleĢim yerlerine göre her zaman çok fazla olmuĢtur. Günümüz kentlerinin de benzer Ģekilde insanı özgürleĢtireceğini söyleyebiliriz. Bugünkü özgürlüğün nedeni daha küçük yerleĢim yerlerindeki kapalı iletiĢim ağının çözülmesidir. Herkesin herkesi tanıdığı bir yere göre kent, insanların özel tercihlerini yaĢabilme imkânını artırmıĢtır. Kalabalıklar içinde kaybolmak, insana istediği gibi yaĢama özgürlüğü tanımıĢtır. Fakat burada Ģerh düĢülmesi gereken bir nokta vardır. ModernleĢme daha özelde ulus devlet olma süreci, ülkelere merkezi yönetim sistemini dayatmıĢtır. Bireysel anlamda kentlerin insanı özgürleĢtirdiği söylense de kolektif anlamda bunun bir karĢılığı yoktur. Örneğin, kentliler yaĢadıkları kentin yöneticilerini belirlemede ve yaĢadıkları mekânları dönüĢtürmede ne kadar etkin oldukları tartıĢmalıdır. Kentliler yaĢadıkları mekânları çoğu zaman kendileri tasarlamamıĢlardır. Ya da kendilerini siyasi anlamda temsil eden isimleri çoğu zaman kendileri belirlememiĢlerdir. YaĢadıkları mekânları kendilerinin belirlememesinden çok Ģikâyet etmeseler de, yöneticileri siyasi merkezlerden atandığında yakınma seslerini duymak mümkün olmaktadır.

SanayileĢmenin ve kentleĢmenin doğayı tahrip ettiği artık herkes tarafından görülebilecek bir gerçektir. Lefebvre geçmiĢ ve bugün arasında bir karĢılaĢtırma yaparak Ģunu ifade etmektedir: bugün ekmek ve diğer beslenme ürünleri, dünyanın azgeliĢmiĢ kısımlarında hala ender bulunsa da diğer kısımlarında aĢırı bir bolluk vardır. Fakat geçmiĢte bol olan bazı Ģeyler de ender hale gelmiĢtir. Örneğin mekân, zaman, arzu. Beraberinde su, toprak, ıĢık (2014: 30). AnlaĢılan insanın doğayı tahrip etme hızı, doğanın kendinin yeniden üretme hızından daha fazla. Hiç kimsenin sahibi olmadığı mekânlar giderek azalmaktadır. Ayrıca kentlerde yaĢayan insanların sahip olduğu mekânlar da giderek daralmaktadır. Belli bir kentte insan sayısının artması, kaçınılmaz olarak yaĢanılan mekânları ve ebatlarını sınırlayacaktır. Bütün bunların nedenini modernleĢmeye yükleyebiliriz. Çünkü modernite mekâna has özellikleri dönüĢtürmüĢtür. Kentsel mekânı ancak “homojenlik, parçalılık ve hiyerarĢiklik”

2 Weber, bu ilkenin orta ve kuzey Avrupa Ģehirlerinde ortaya çıktığını ifade etmiĢtir. Lordlar, esir ve

köleleri kendisine tabi kılma gücünü kaybediyordu. ġehirde yaĢamanın bir kuralı olarak özgürlük ilkesi hâkimdi. (Weber, 2012: 127).

(17)

(Lefebvre, 2014: 26) bağlamında tanımlayabiliriz. Ġnsanların yaĢam alanlarının daralmasının baĢka bir sebebi de budur. Örneğin kentsel alanda herkes istediği her yerde yaĢayamaz. Mekânlar sınıfsal, iĢlevsel, ideolojik vb. kriterlere göre belirlenmiĢtir. Park bahçe olarak tasarlanmıĢ bir yere ev inĢa edilemez, birçok binanın oluĢturduğu bir sitenin içerisine bir ticarethane kurulamaz, bir üniversite kampüsüne nizamiye kapıların dıĢında girilemez. HiyerarĢilere göre parçalanmıĢ mekânlar, kendi içerisinde bir homojenlik dayatmıĢ, sonuç olarak insanların hareket alanları modern mekânlar tarafından belirlenmiĢtir.

20. yüzyılın baĢlarında nüfusu 10 milyonları bulan ve dünyanın en büyük Ģehirlerden biri olan New York, bugünde küresel kent denince akla il gelenlerdendir. Dünyanın ticaret merkezi sayılan bir yeri ve dünyaca tanıdan gazetelerinden birini barındırmasıyla, ülke sınırlarını aĢan bir özelliğe sahiptir. Bugün halen demografik olarak dünyanın 3. büyük Ģehri sayılmaktadır. New York metropoliten bölgesindeki Ģehirlerin, “geliĢmekte olan ülkeler” deki görünüĢüne bakılırsa sosyal açıdan canlı ve kültürel çeĢitliliğin çok fazla olduğu düĢünülebilir. Fakat perspektifin yönü değiĢtirildiğinde aynı Ģey söylenemeyebilir. Örneğin Jane Jacobs, New York‟a bağlı 5 kentten (five boroughs) biri olan Bronx için aynı Ģeyi düĢünmemektedir. 1.5 milyon nüfuslu bir yer olan Bronx ona göre, giderek tenhalaĢan, sosyal tesis ve kentsel çeĢitlilik açısından sınıfı geçemeyen bir yerdir (Jacobs, 2011: 117). Jacobs‟un Detroit Ģehri için kullandığı “akĢam yediden sonra Ģehir merkezi tamamen terk ediliyor” ifadesi idealize kentsel yaĢamdan oldukça uzaktır. Jacobs‟un, dünyanın en kozmopolit Ģehirleri hakkındaki bu söylemleri baĢka açılardan bir karĢılaĢtırma yapmamıza imkân vermektedir. Türkiye özelinde değerlendirildiğinde, Anadolu kentlerine nispeten büyük Ģehirlerden gelen insanlar, bu durumdan muzdarip değiller midir? Bu insanlar çoğunlukla Anadolu Ģehirlerinin sosyal açıdan geliĢmemiĢ olduğunu düĢünmektedirler. Bu bize aslında kentlerin de insani özellikler gibi izafi bir nitelik taĢıdığını göstermektedir. Ayrıca kentleri tanımlayacak nesnel ölçütler yeter kadar veri sunmamaktadır. Ġktisadi açıdan geliĢmiĢ ya da sosyal etkinliklerin çok çeĢitli olması yaĢayan bireyler nezdinde bir anlam kazanmaktadır. Bireyler ve kurumlar, toplumsal çevreyi fiziksel olarak inĢa ederken, aynı zamanda mekân

(18)

hakkındaki tahayyüller de simgesel olarak inĢa eder. Bu anlamda bireyin mekân algısı ve imgesi, bir yeri büyük Ģehir, köy ya da taĢra kılmaktadır.

Jane Jacobs, “Büyük Amerikan ġehirlerinin Ölümü ve YaĢamı” kitabında Ģehirlerde yaratılacak verimli bir çeĢitlilik için bazı gereklilikleri ön plana çıkartmaktadır.

i)Semti oluĢturan unsurların olabildiğince büyük bir kısmı birden fazla birincil bir iĢleve sahip olmalıdır. Böylece insanlar farklı saatlerde dıĢarı çıkacak ve semti farklı amaçlar için kullanacaktır. ii)Blokların çoğu kısa olmalıdır, yani sokaklar ve köĢe dönme fırsatları sık olmalıdır. iii)Semtte farklı yaĢta ve durum da binalar karıĢık halde olmalı. iv)Semtte her türden insan yoğunluğu yeterli olmalıdır (Jacobs, 2011: 172).

Bütün bu özelliklere bakıldığında, her birinin farklı bir iĢleve tekabül ettiği söylenebilir. Kent merkezlerini oluĢturan yapıların birden çok iĢleve sahip olması, insanların farklı zamanlarda bu mekânlarda bulunması sağlayacak ve bu durum kentte özel bir dinamik katacaktır. Örneğin, resmi kurumların, eğitim kurumlarının

ve sosyal faaliyet alanlarının her biri gündüz belirli saatler arasında hizmet verdiğinde, bu saatlerde aĢırı yoğunluk, kalan zamanlarda da aĢırı bir tenhalık söz konusu olacaktır. Ayrıca insanların barındıkları evler ve binaların uzun sokaklar oluĢturacak derece sık olması ve boĢluk olmaması aynı semtte oturan insanların karĢılaĢma ihtimalini azaltacaktır. Bu anlamda bloklar arasında sokakların çok olması kentsel yoğunluğu ve iliĢkiselliği sağlamak için bir gerekliliktir. Jacobs‟un öne sürdüğü bu gereklilikler sadece Ģehir planlamacılarının uygulaması beklenen kriterler değildir. Farklı bir bağlamda değerlendirildiğinde vurgulanan bazı unsurları kentlerimizde görebiliriz. Örneğin farklı yaĢta binaları kent merkezini çevreleyen alanlarda bir arada görebiliriz. Bunu üreten ise planlamacılar değildir. Farklı zamansal dilimlerinde kentte göçen insanlar, buralarda inĢa ettikleri yapılarla kendiliğinden bu çeĢitliliği üretmiĢlerdir. Günümüzde yüksek katlı binaların yoğunlaĢtığı, güvenlikli sitelerin geniĢ alanları kapladığı merkezi yerlerde ise sanki yeknesaklık idealize edilmektedir. Bu yüzden yeni, lüks ve tekdüzeliğin yanında biçimsel olarak aykırılığa ve eskiliğe yer verilmemektedir. ġehir planlamacıların bulaĢmadığı, tamamen kent sakinlerinin inisiyatifiyle Ģekillenen mekânlar kaçınılmaz

(19)

olarak kültürel dokuya uygun olarak Ģekillenmektedir. Ayrıca büyük alanları kaplayan fiziksel yapılaĢmalar olmadığı için insanların karĢılaĢma, yüzleĢme ihtimali fazladır. Evlerin üzerine yerleĢtiği parseller cetvelle çizilmiĢ olmadığı için, sokaklar ve sokakların birleĢtiği noktalar daha yoğundur. Modern kentleri dizayn eden planlamacıların ise geniĢ caddeler ve geniĢ sokakları kurguladığı bariz bir Ģekilde görünmektedir. Ayrıca çok sayıda ve yüksek katlı apartmanların olduğu sitelerin çevresinde sokaklar hem uzun hem de kimsesizdir. Bu müdahalelerden nasibini almamıĢ alanlarda ise daha çok kentin kenar semtlerinde sokak ve ev arasında iliĢki daha canlıdır. “Sokak ne kadar dar ise o denli iç avlunun, evin, bir tür uzantısı olarak yaĢanır. Evle iliĢkili çevrede bir tür ek mekân gibidir. Orada, bir yabancı asla rastgele gezinemez, ev kılığıyla kayıtsızca dolaĢmak da ayıplanmaz. Burada, kendi evinde kalınır gibidir.” (Paquot, 2011: 14). ġehir felsefecisi Thierry Paguot‟un Antik Roma üzerine bu gözlemlerini bugün kullanmakta bir beis yoktur. Türkiye‟deki geleneksel mahalle dokusu için de benzer tespitler kullanılabilir. Bu anlamda sokaklar hem ev hanımlarının hem de çocukların mekânıdır. Çok sayıda insanın yaĢadığı apartmanların yoğun olduğu semtlerde ise insanlar geniĢleyen sokaklardan çekilmektedir. Artık evlerinin önündeki sokağa sahip olmadıklarını düĢündükleri için yaĢam alanları onlar için giderek daralmaktadır.

Kentin ve metropolün nasıl bir düzen ortaya koyabileceği ile ilgili bir ideal ortaya koyan düĢünürlerden birisi de Kevin Lynch‟tir. Ona göre bir kent ya da metropol katmanlı bir düzen ortaya koymayabilir. Süreklilik ve bütünlük arz edecek karmaĢık bir deseni olabilir. (2013: 132). Bunun için ideal kentten beklenen tekrar değil, sürekliliktir. Kenti oluĢturan fiziksel özelliklerde bunu görebiliriz. Örneğin, evlerin/binaların duvarlarının rengi aynı ise biçimleri farklı olmalıdır. Biçimsel olarak benzeyen yerlerinden de farklı renkler taĢıması gerekir. Bu sayede süreklilik sağlanmıĢ olacaktır. Hem biçim hem de renk açısından bir tekdüzelik varsa bu kenti tekrarlarla boğmak anlamına gelecektir. Güvenlikli sitelerin, alıĢ-veriĢ merkezlerinin, kamu kurumlarının, kent peyzajlarının benzer Ģekillerde inĢa edilmesi farklı kentlerin de birbirine benzemesi sonucunu doğurmuĢtur. Herhangi bir modern kenti gezmekle diğer kentlerle ilgili belirli kanılara sahip olunabileceğini iddia edenler bu görüĢe yaslanmaktadırlar. Hâlbuki “caddelere değerini veren, gözün görmeyi ummadığı bir

(20)

Ģeyi keĢfetmenin gücüdür.” (Sennett, 1999:176). Gözlerin gördüğü tekrarlar bu yüzden insanların bir kenti keĢfetme iĢtiyakını elinden almaktadır. Örneğin, bir turistin üç tekerlekli arabası ile seyyar satıcının fotoğrafını çekmesi, bu tekdüzeliğin dıĢında bir Ģeyleri keĢfetme hevesinin sonucudur.

“Ġnsanlar birbirlerine yakın yaĢadıkları için mi birbirlerine benzerler yoksa birbirlerine benzedikleri için mi birbirlerine yakın yaĢarlar?” bu soruya verilecek cevabı belirlemek David Harvey‟e göre zordur. Çünkü farklı koĢullarda her iki süreç diğerinden önce gerçekleĢebilir. Ona göre iĢçiler, aynı mekânı paylaĢan diğer insanlarla birlikte iĢçi sınıfını yeniden üretirler. Mavi yakalılar mavi yakalı iĢgücünü, beyaz yakalılar beyaz yakalı iĢgücünü yeniden üretir. Dolayısıyla Harvey (2002: 163), mekânsal farklılaĢmayı bireysel tercihlerden ziyade kapitalist üretim sürecinin ürünü olarak görmektedir. Ġktisadi geliĢmiĢlik düzeyi, insanların yaĢadıkları yerleri benzeĢtirmekte ya da farklılaĢtırmaktadır. Modern kent mekânlarını bu perspektife bağlı olarak okumak mümkün olabilir. Fakat farklı kentleĢme/kentlileĢme tecrübeleri bize mekânsal farklılaĢmanın farklı kriterlere bağlı olabileceğini gösterebilir. Örneğin, ekonomik durumu farklı ama aynı kırsal bölgeden gelen insanlar, kentte bir arada yaĢayabilmektedir. Bu yüzden iktisadi geliĢimi pek çok etkenden birisi olarak görmek daha doğru olacaktır. Köylerden kente gelenler çoğunlukla birbirine benzedikleri için birbirilerine yakın yaĢarlar. Fakat nispeten zengin olan bir köylü, kentlileĢme sürecinde diğerlerinden farklı ve hızlı bir dönüĢüm yaĢayabilir. HemĢerileri nezdinde “çok çabuk bozulduğu” düĢünülse de bindiği taĢıtı, oturduğu evi, kullandığı eĢyaları zamanla değiĢtirerek kentte özgü kültüre adapte olabilir.

Günümüzde kentler fiziksel olarak yapılar yığınından ibaret görülmektedir. Fakat toplumsal anlamda bir etkileĢimden söz etmek ile yapıların yoğun olması paralel bir durum mudur? AlıĢ-veriĢ merkezlerinin, apartmanların, güvenlikli sitelerin, sosyal tesislerin iç içe olduğu yerlerde sosyolojik, iletiĢimsel ya da genel anlamda kültürel bir etkileĢimden bahsetmek zordur. Modern kentlerin bu yoğun ve hızlı –fiziksel- yapılaĢması, insanlar arasındaki etkileĢimi azaltan bir etki yaratmaktadır. Ġnsanlar ev, okul, iĢ ve boĢ zaman faaliyetleri arasındaki yaĢamında diğer insanlar ile minimum düzeyde iliĢki kurmaktadırlar. Modern kentli bir birey diğer insanlarla karĢılaĢmadan evinden iĢine, iĢinden eğlenmeye gidebilmektedir.

(21)

Kentin elitleri sayılan ekonomik, entelektüel, politik sermayesi yüksek kimselerin böyle bir yalıtılmıĢ bir hayatı olabilmektedir. Ayrıca bu kimselerin yaĢam alanlarının sınırları bilinçli olarak çizilmiĢ ve yabancıların bu alana girmesinin önüne geçilmiĢtir. Modern kent yaĢamına özgü bu kültürü kentsel alanın bütünü için söylemek mümkün değildir. Özellikle son yüz yılda yaĢanan iletiĢim ve ulaĢım teknolojilerindeki geliĢim ve insanların bu imkânları yoğun bir Ģekilde kullanması hesaba katılırsa mekânsal sınırların ortadan kalktığı bile söylenebilir. Ġnsanların uluslararası, ulusal, yerel enformasyona ulaĢımında ekonomik sermaye artık olmazsa olmaz değildir. Ayrıca kentsel mekânlar tamamıyla birbirinden yalıtılmıĢ değildir. BüyükĢehir vasfı taĢıyan kentlerin merkezlerinde bile farklı unsurlar bir arada bulunabilmektedir. Bu anlamda kentin merkezleriyle çevreleri birbirlerinden net bir Ģekilde ayrılmıĢ değildir. En merkezi semtlerinde bile kentin taĢrasına ait unsurlar bulunabilir.

Kentsel mekânda sınırların belirli ekonomik sermayesi olanlar ile olmayanlar arasında çizildiğini gündelik pratiklere bakarak göstermek çok kolay görünebilir. Özellikle bir iĢ adamının ya da bir profesörün, “fakir” veya “cahil” bir kimse ile gündelik yaĢamında karĢılaĢma ihtimali çok azdır. Fakat aynı sosyal sermayeye sahip baĢka bir kimse ise bilinçli bir tercih ile ya da benzer bir kökenden geldiği için “sıradan” vatandaĢlarla iliĢki halinde olabilir. Dolayısıyla insanların tercihleri dıĢında belirlenmiĢ steril bir yaĢam yoktur. Kentlerin bütününe bakıldığında en zıt kategorilerde yer aldığı düĢünülen insanların yakın iliĢkileri söz konusu olmaktadır. Modern kent tasavvurunu ifade eden rasyonel olarak kurgulanmıĢ mekânlar ve iliĢkilerin, olgusal düzeyde karĢılığı aynı netlikte değildir. Çünkü modern kentlinin öteki olarak kurguladığı yerlilik, kırsallık ve taĢralılık hala günümüz kentlerini betimleyen hususiyetlerdendir. Kentin dıĢında, ötesinde olarak tahayyül edilen unsurların (köylülük gibi) bir baĢka açıdan kentle iç içe kenti kurduğu bile söylenebilir.

(22)

1.1.1. Mekân Algısının DönüĢümü

“Doğayla baş başayken kendimizi öylesine rahat ve keyifli duymamızın nedeni, doğanın bizim hakkımızda bir görüşü olmayışıdır.”

(Gasset, 2011: 94). Nasıl ki zaman mefhumu sadece tarih alanına bırakılacak kadar bir konu değilse, mekân da aynı Ģekilde sadece coğrafya ve mimariye bırakılacak bir konu değildir. Ġnsanın tabiatta iĢgal ettiği alanlar, diğer insanlarla ve çevresiyle kurduğu iliĢkiler ölçüsünde dönüĢmüĢ ve bu anlamda bir kültür ürünü haline gelmiĢtir. Ġlkel toplumlardan bu yana insanoğlu tabiatla iliĢkisinde pasif ve aktif olma gerilimi arasında kalmıĢtır. Ya iklim Ģartlarının toplayıcılığa elveriĢli yerleri ya da bir nehir kenarını yaĢamak üzere seçmiĢlerdir. Bir noktaya kadar pasif bir rolü olduğu düĢünülse de yerleĢik hayatın baĢlangıcı olarak kabul edilen tarım ile birlikte insan hem beslenme yöntemini değiĢtirmiĢ hem de yaĢadığı çevreyi buna uygun olarak dönüĢtürmüĢtür. Ġnsanın ihtiyaçları doğrultusunda çevresini ĢekillendirmiĢ olması o yerlerin artık bir kültür ürünü olduğunu aynı zamanda mekânsallaĢtığını göstermektedir. Felsefeden tarihe, antropolojiden halkbilimine, psikolojiden sosyolojiye birçok disiplin doğrudan ya da dolaylı olarak insanın evren, tabiat, çevre, mekân ile kurduğu iliĢkiyi incelemiĢtir. Ġnsan binlerce yıldır bir çevrede yaĢıyor olmasının ve içinde bulunduğu çevreyi kültürün etkisiyle mekânsallaĢtırmasının tarihi bunu bir inceleme nesnesi olarak gören bilimin tarihinden çok eskidir. Bu nedenle mekânın, tarihten ve insandan bağımsız kendinde bir varlığının olduğunu kabul etmek zordur. David Harvey bu sorunu Ģöyle açıklıyor: “Mekânı mutlak bir kavram olarak görürsek, maddeden bağımsız „kendinde Ģey‟ haline gelir. Göreli mekân görüĢü, ise onun birbiriyle bağlantı halindeki nesnelerin varlığı sayesinde var olan, bu nesneler arasındaki bir iliĢki olarak anlaĢılmasını gerektirir. Mekânın göreli olarak bakılabileceği baĢka bir yön daha var ve ben bunu iliĢkisel mekân olarak adlandırmayı seçtim.” (2003: 18). Tek baĢına bir mekânı tanımlamanın ya da tasvir etmenin biliĢsel düzeyde bir karĢılığı olmayabilir. Fakat onu kuĢatan diğer etmenlerin hesaba katılması, farklı iliĢkileri dikkate alarak bir kıyaslama yapma imkânı tanıyabilir. Biz burada bir mekânla kurulan iliĢkiselliği farklılaĢtıran temel etken

(23)

olarak gördüğümüz, bireye olgusuna odaklanacağız. Mekân algısı ya da tasavvuru bu sayede, bireylerin sahip olduğu algılarda(tasavvurlarda) ortaya çıkacaktır.

Bireyin yaĢadığı çevre hakkında nasıl bir imgeye sahip olduğunu sadece önemsiyor değiliz. Ġmgeleri bizim mekân hakkında ulaĢabileceğimiz yegâne kanaatler olarak kabul ediyoruz. Bu imgelerin ötesindeki mekânın gerçekliği bizim açımızdan ulaĢılamaz ve bilinemez hususlardır. Çevre ile kiĢinin iliĢkisi, imgeye Ģekil veren temel Ģeydir. Fakat kiĢinin anlam dünyası, gündelik deneyimleri vb. etkenler, çevrenin sunduğu çeĢitliliği imgesel düzeyde daraltabilir. Lynch‟e göre bu anlamda imgesel tutarlılığın sağlanabilmesi için uzun süreli aĢinalıklara ihtiyaç duyulur. Ona göre düzenli ve dikkat çekici olmayan gerçek bir Ģey, uzun süreli aĢinalıklar sonrasında hafızada kimlik ve yapı kazanır. Lynch‟in verdiği Ģu örnek daha açıklayıcıdır: “sürekli dağınık bir masaya sahip olan birisi, baĢkası tarafından bulunması zor olan bir Ģeyi, aĢina olduğu için kolaylıkla bulabilir” (2013:7). Hatta baĢka biri tarafından masanın düzeltilmesi o kiĢinin aradığı Ģeyi bulamamasına bile neden olur. Lynch‟in bu yaklaĢımı, bizim yöntemsel olarak istifade edeceğimiz temel hususlardandır. Kent kimliğini oluĢturan sosyal, kültürel, mekânsal, siyasi vb. organizasyonları birer aktör olarak deneyimleyenler, aĢinalıkları sayesinde araĢtırmada amaçlı olarak sorunsallaĢtırdığımız öğeleri kolaylıkla seçeceklerdir.

Sennett‟e göre (1999: 127), eğer bir insan herhangi bir mekânda kendini içinde kaybolmuĢ hissediyorsa yani bir caddede, meydanda, devasa büyük bir kapalı mekân içerisinde insanın bedeninin hareketleri mekâna nispetle orantısızsa o mekân ölçü dıĢıdır. Bir kaldırım insanın rahatça yürümesine engelse alçak bir tavan gibidir. Bu anlamda bireyin toplumsal ve fiziksel çevrede iĢgal ettiği alanının sınırlarını bedeni oluĢturmaktadır. Bedeniyle var olan insanın mekânla kurduğu iliĢkide, artık nasıl bir yönelimin olması gerektiği gündeme gelmektedir. Mekânlar mı insanların hareketlerine nispetle oluĢturulmalı yoksa mekânların sağladığı imkânlar nispetinde mi insanlar hareket etmeli? Mekânın ölçü dıĢı olmaması gerektiğini ve insanlara hareket alanları dayatmayan bir yöntemi gösteren ilginç bir anekdot vardır: Bir ülkede çim alanlarının fazlaca olduğu bir park yeri yapılmıĢtır. Fakat insanların yürüyüĢ yapacağı yerler, yaya yolları önceden belirlenmemiĢtir. Bir süre sonra insanların çimenlerin üzerinden geçtiği yerler iz olduğu için, yetkililer o izlerin

(24)

üzerine yaya yolunu inĢa etmiĢlerdir. Bu hikâyenin nerede ve hangi zaman geçtiğini bilmemekle beraber, modern kent planlamacılarına söyleyeceği çok Ģey vardır. Çevre tasarımının ve mekânların boyutunun, beden hareketlerine oranla oluĢturulması meselesi bize ideal bir mekân tasarımının ipuçlarını vermektedir. Meydana getirilen mekânsal biçimlerin, insan ölçüsünde, insanı ezmeden rahat ve bilinçli iliĢki kurmak üzere tasarlanması gerektiği ile sürerek Turgut Cansever (2013: 37), küçük olanın güzel olduğuna iĢaret etmektedir. Daha sonra değineceğimiz üzere mekânları iĢlevlerine göre tasarlamak ya da dönüĢtürmek, örneğin evin bir odasını bölmek ya da yeni “oda çıkmak” modern mekân tasavvuruna aykırıdır. Diğer türlü modern kentsel yapılarda biçimsel değer daha önemlidir. Yapının biçimsel bütünlüğünü bozmamak için müdahale edil(e)mez. Esasında insan o mekâna mahkûm gibidir.

Ġnsanın mekânla olan iliĢkisini açıklamak üzere G. Bachelard‟ın bir sözüne -“Ġnsanın mekânla iliĢkisi iki yönlüdür; insan mekân içinde, insanın içinde mekân”- atıfta bulunan ġaban Sağlık, taĢranın mekânda neresi olduğundan çok insan algısıyla ilgili bir durum olduğunu ortaya koymaktadır. Ona göre belirleyici olan mekân değil, insan algısıdır (2010: 69). Ġnsanın içindeki mekân vurgusu, insanın sahip olduğu mekân imgesine yani mekâna yüklediği anlama iĢaret etmektedir. Bu anlamda insanın yaĢadığı mekânı deneyimlemesi ve bu deneyimin algısındaki karĢılığı önem kazanmaktadır. Farklı deneyimlerin mekânı nasıl farklı tasvir ettiğine örnek olarak Murat Belge‟nin Londra‟da haftalık yayınlanan iki dergiyi kıyaslamasına bakabiliriz. Turistler ve yerliler için hazırlanan bu dergiler kentte olan biten programlar, gidilip görülecek mekânlar hakkında bilgiler vermektedir. Dergiler hem aynı kenti anlattığı için hem de sunduğu kitle açısından birbiriyle örtüĢen bilgiler sunsa da birbirinden farklılaĢan yönleri vardır. Bu ayrım bir kentlinin yaĢadığı kentte kullandığı ve gözüne çarpan mekânlar ile varlığından haberdar olmadığı ve uğramadığı mekânlar arasındaki ayrıma tekabül etmektedir. Çünkü “birinci derginin size çizdiği rotalarda herhangi bir anlamı olmayan küçük ve sapa bir sokak, ikincinin rotasında eriĢmeniz gereken bir hedef oluverir.” (Belge, 1984: 20). Londra, Ġstanbul ya da baĢka Ģehirler mekânsal ya da kültürel olarak birbirilerinden farklı olsalar da kendi içlerinde bir bütünlük arz edebilirler. Fakat bu bütünlük sahip olunan Ģeylerin birbirinin benzeri ya da aynısı olduğu anlamına gelmemelidir. Ġnsanlar sahip oldukları kültürel

(25)

süzgeçler3

ile iç içe geçen ve karmaĢık bir ağ gibi görünen olguları birbirinden ayıracak bir filtrelere sahiptir. Bunu bahsi geçen örnekte olduğu gibi her bir kentlinin yaĢadığı kentle kurduğu iliĢkide de görmek mümkündür.

Çevresel imgeyi oluĢturan üç bileĢen vardır. Bunlar Lynch‟e göre, kimlik, yapı ve anlamdır. Bir nesnenin tanımlanmasını ve diğer Ģeylerden ayrıĢtırılmasını sağlayan Ģey, bu üç bileĢenin gerçeklikte bir arada olmasıdır. Bu imgeyi geliĢtirmek, çevreyi yeniden düzenleyerek ya da algılayanı geliĢtirerek mümkündür.4

(Lynch, 2013: 11). Ġmgeyi oluĢturan Ģey sadece mekânsal (fiziksel anlamda) gerçeklik değildir. Lynch‟in vurguladığı yapı bileĢeni bu anlamda daha çok fiziki unsurlara tekabül etmektedir. Anlam ise algılayan özne olarak insanın ürettiği bir Ģeydir. Ġmgeyi geliĢtirmek ise gözleyen ile gözlenen arasındaki iliĢkinin sıhhatini arttırmaktır. Yani fiziksel mekânda hiç bir değiĢiklik olmasa da algılayan öznenin sahip olduğu anlamda bir değiĢikliğin olması çevresel imgeyi dönüĢtürecektir.

Birey mekânla iliĢkisine odaklanırken ihmal edilmemesi gereken iki nokta vardır. Birincisi üretim ve tüketim sürecinde mekânın aktif ya da pasif olması, ikincisi mekânları birbirinden ayıran çizgilerin net olup olmamasıdır. Öncelikle toplumsal bir iĢleve karĢılık gelen mekânlar, sosyal normlar gibi insanların içerisine doğduğu unsurlardır. Dolayısıyla kültürel ya da iktisadi üretim süreçlerine kaçınılmaz olarak etkisi vardır. Lefebvre, hammadde, mübadele ağları, enerji akıĢı gibi unsurların hem mekânı Ģekillendirdiğini hem de mekân tarafından belirlendiğini iddia etmektedir (2014: 111). Bu tasarı, birey toplum dikotomisindeki toplumun bireyi, bireyinde toplumu belirlemesi Ģeklinde ifade edilen genel yaklaĢımın bir yansımasıdır. Bireylerin toplumsal eylemlerinin nedenleri, mekânsal örüntülerle açıklanmaya çalıĢıldığında, belirli bir mekânı iĢaret etmek zordur. Bunun nedeni mekânların birbirlerini sınırlandıran ya da hudutlarıyla birbirine çarpan Ģeyler olmamasıdır. Çünkü toplumsal mekânlar iç içe girmiĢ veya üst üste binmiĢ haldedir (Lefebvre, 2014: 112). Örneğin, iĢe gitmek üzere servise binen iĢçilerin yolda yapmıĢ oldukları kaza, kanunen iĢ kazası olarak nitelendirilmektedir. Kaza iĢ sahası dıĢında

3

“Kültürel süzgeç” tabiri Murat Belge‟ye aittir.

4 Konya‟nın muhafazakârlık algısı üzerine yapılan bir araĢtırma, Konya hakkında olumsuz algılara

sahip olan öğrencilerin, yıllar sonra, belirli yaĢanmıĢlıklar sayesinde bu algılarının nasıl dönüĢtüğünü göstermektedir. Bkz. (Akın vd., 2013)

(26)

gerçekleĢmiĢ olsa da iĢyeri ile iĢçileri birbirine bağlayan ulaĢım güzergâhı, servis aracı ile iĢ tanımın içerisine alınmıĢtır. Çünkü iĢçi, o iĢe gitmek zorunda olmasa ne o araca binecek ne de o güzergâhı kullanacaktır. Bu anlamda mekânlar kendi iĢlevlerini yerine getirirken baĢka mekânlarla irtibatlıdır. Özetle söyleyecek olursak, bir A mekânının sınır çizgileri, B ya da C mekânının sınır çizgileri değildir. Her biri kendi iĢlevi doğrultusunda diğer mekânları iĢgal ederler. Farklı mekânlar arasındaki bu iç içe geçiĢler ve mekânların etken ve edilgen oluĢundaki muhtelif ihtimaller, insanların eylemlerini hangi saiklerle gerçekleĢtirdiğini bulmayı zorlaĢtırmaktadır.

Bireyin toplumsal mekân içinde iĢgal ettiği alan –biraz önce söylediğimiz üzere-sadece bedeniyle sınırlı değildir. Her birey bedenine en yakın olandan uzağa doğru diğer insanlarla çeĢitli derecelerde iliĢki kurar. Bu iliĢki uzaktan yakına doğru, sıradan olandan samimi olana doğru bir yönü vardır. Bu iliĢkiyi kavramsallaĢtıran Amerikalı antropolog Edward T. Hall‟dur. Sosyal psikoloji terimi olarak kullanılan proksemi, mekânın bireylerarası iliĢkilerde ve iletiĢimde kullanıĢ biçiminin incelenmesidir (Paquot, 2011: 99). Bireyin diğer insanlarla kurduğu iliĢkilerdeki sosyal mesafesi, fiziksel mesafelerle bağlantılı olarak adlandırılmıĢtır. Bir kimsenin 15 ile 45 cm arası mesafe yakınında olduğu halde rahatsız olmayacağı kiĢiler, o kimsenin mahrem/samimi alanına girmektedir. 45 ile 122 cm arası kiĢisel, 122 ile 360 cm arası sosyal, 360 cm üzeri ise kamusal mesafeyi oluĢturmaktadır. Bu sınıflandırma gösteriyor ki, bireyin mahrem ve kiĢisel alanı içerisine dâhil ettiği kimseler ile sosyal ve kamusal ölçüde mesafe kurduğu kimseler arasında belirli ölçülerde fark vardır. Anne, baba, eĢ ve çocuklar arasındaki mesafenin fiziksel anlamda çok yakın olabilmesi, birliktelik duygusu anlamında diğerlerinden daha baskın olacaktır. KiĢisel mesafede kurulan arkadaĢlıklar ve dostluklar da benzer Ģekilde yakınlık kuran insanlar arasında biz duygusu oluĢturacaktır. Fakat sosyal ve kamusal mesafe bu anlamda bir topluluk duygusu oluĢturma da diğer ikisi kadar etkili değildir. Çünkü birbiriyle böyle bir mesafesi olan insanlar, ortak bazı değerleri ve sembolleri paylaĢsalar da bu sembollere verdikleri anlam aynı olmamaktadır. Ġnsanlarla farklı düzeylerde iliĢki kurulmasına sebep olan bu mesafeler, bir yere/mekâna ait olma hissini doğuran ve besleyen temel unsurlardandır. Köyde, kasabada ya da Ģehirde farklı mekânsal ağları dolaĢan birey, mahrem ve kiĢisel

(27)

mesafesine dâhil ettiği mekânları daha fazla benimsemiĢ olacaktır. Farklı etnik kökendeki insanların yaĢadığı bir mahallenin içinden geçmekle sadece sosyal düzeyde iliĢki kurulmuĢtur. Fakat o mahallede bir süre yaĢamıĢ olmak ise mahalleliler ile kiĢisel ya da samimi bir iliĢkinin doğmasına neden olacaktır. Bu yakın iliĢkiler, o kimsenin “o yere ait olma hissini pekiĢtirecek ve o yerin sakini” (Cantek, 2011: 292) haline getirecektir. Ġnsanın doğduğu yerden ziyade doyduğu yeri sahiplenmesi gerektiğini salık veren geleneksel bir öğreti vardır. Bu tavsiyeye göre insanlar “ekmeğini yediği”, yani geçimini sağladığı yere/Ģehre karĢı vefasızlık yapmamaya çalıĢırlar.

Bireyin çevresiyle kurduğu iliĢkideki dönüĢümü görebileceğimiz en belirgin kıyas malzemesi, insanın doğa ile kurduğu irtibattır. Halen sosyal bilimciler, toplumsal yasalar üzerine tahlillerini doğa bilimleriyle karĢılaĢtırarak yaparlar. Çünkü ilkel toplumlardan bu yana yaĢanan dönüĢümü de kırsal toplumların kentleĢme serüvenini de kentlerde göçlerle meydana gelen mekânsal kültürel değiĢmeyi de insanoğlunun tabiatla iliĢkisindeki farklılaĢma üzerinden açıklamak mümkündür. Ġnsanoğlu tabiatın sunduğu imkânlardan ilk aĢamada toplayarak, sonrasında belirli aletlerle avcılık yaparak yararlanmıĢtır. Tekniğin geliĢmesiyle birlikte doğadaki ürünler sürekli dönüĢtürülerek insanlığın kullanımına sunulmaktadır. Örneğin, bitkiler baĢta beslenme amacıyla değerlendirilirken, sonrasında belirli renkler elde etmek için kullanılmıĢtır. Ağaçlar sadece ısınma amaçlı kullanırken, artık ev için mobilyalar elde etmek için kullanılmaktadır. Özetle tabiatla kurulan iliĢki basit bir alıĢ-veriĢten, daha karmaĢık ve insanın daha fazla tükettiği bir konuma evrilmiĢtir. Hiçbir Ģeye sahip olmadığını düĢünen insan, ya bütün ihtiyaçlarını doğadan karĢılayarak ya da kendisini tabiat olaylarından ve vahĢi yaĢamdan muhafaza ederek var olmaya çalıĢmıĢtır. Ġnsanın doğayla bu iliĢkisine baktığımızda her durumda güçsüz, aciz ve zayıf bir insan profili ortaya çıkmaktadır. Ġnsanın doğa karĢısında gücünü kanıtladığı dönem ise modern çağ olarak adlandırılan bir kırılma sürecidir. Çünkü modern öncesi dönemde sınırsız olduğuna inanılan, hava, toprak, su gibi canlı varlığının temel bileĢenleri giderek azalmıĢtır. AĢırı sanayileĢme, doğayı engellenmesi zor bir Ģekilde tüketerek insanlık için yeni Ģeyler üretmiĢken, aĢırı kentleĢme de bu ürünleri hızla tüketmektedir. Devasa sanayi

(28)

kuruluĢlarının ve dolayısıyla kentlerin yeryüzünde kapladığı alan geniĢledikçe tabiatın nefes alma eĢiği giderek daralmaktadır. Bu yüzden kentleĢmenin sınırlarının zorladığı yerlerde toprağın üstü betonlarla kapatılmıĢtır. Kentlerde kullanılan Ģebeke suları içilmeyecek derecede kirlenmiĢtir. Havanın kalitesi giderek düĢmektedir. Bütün bunlar bir yönüyle insanın doğayı alt etmeye çalıĢtığının bir göstergesidir. Sennett‟in Ģu ifadesi bahsi geçen hususu özetler niteliktedir: “Bir toplumun modernliğini gösteren güç, icatlarla dünyayı denetim altına alan insanlarla ilgilidir.” (1999: 175). Denetim altına alan insanlar çoğunlukla kentlerde yaĢayanlar olduğu için, kentleri bu anlamda masum yerleĢim yerleri olarak göremiyoruz. Tersine günümüz dünyasında bu sürece su taĢımayan kesimler de bulunur. Çünkü her toplumun tabiatla ilgili derdi aynı değildir. Kırsal yaĢamın yaygın olduğu yerlerde insanların tabiatla kurduğu naif iliĢkinin sürdüğü gözlemlenmektedir. Örneğin, tarımla uğraĢan bir köylünün mevsiminde bol yağmur yağması ile ilgili bir beklentisi vardır. Geçimini sağlayabilmek için doğanın ona belirli lütuflarını göstermesi gerekmektedir. Ayrıca köylü toprağın verimli olmasını da temenni etmektedir. Fakat bir kentlinin bununla ilgili bir derdi yoktur. Yağmurun yağmaması, topraktan ürünlerin alınamaması dolaylı olarak bir kentliyi etkilese de, kentsel alanda hâkim olan iĢbölümüne göre bununla dertlenmek kendisine düĢmemektedir.

1.1.2. Kentsel Mekân ve Yerelin Ġhmali

Kent, mekân ve kentsel mekân olgularını ele alırken, tartıĢmaya dâhil edeceğimiz noktalardan birisi yerellik hususudur. Fakat yerelliği bir analiz birimi olarak kavramsallaĢtırmak zordur. Çünkü sınırları, teoriden ziyade gündelik yaĢamdaki bilgiler ve pratiklerden yola çıkarak belirlenmektedir. Bu, yerel bir örgütün, sınırları içerisinde yaĢayan insanların tamamını ne derece temsil ettiğinin net olmaması ile iliĢkilidir. Yine de yerel olanın mekânsal ya da toplumsal eylemlerle sınırlarının çizilmesi, örgütsel pratikler de daha da mümkündür (Berner, 2007: 147). Yerel olanın, dikotomik bir iliĢki kurabileceğimiz ulusal, küresel, kentsel olandan hangi kriterlere göre ayrılacağı her zaman sorun olmuĢtur. Sosyoloji disiplinin temel tartıĢmalarından biri olan toplum ve topluluk ayrımında da bunu görmek mümkündür. Bu konudaki temel yaklaĢımlardan birisi Anthony Cohen‟e aittir. Ona göre (1999: 57) topluluğun sınır iĢaretleri, ritüellerdir. Topluluğu oluĢturan Ģey, ortak

(29)

olduğu düĢünülen semboller değildir. Bunu topluluğu oluĢturan fertlerin ortak sembollere verdikleri anlamı deĢifre ederek ortaya koyabiliriz. Örneğin, birbirine aĢık olarak evlenen iki kiĢinin, evlendikten bir süre sonra aĢk üzerine konuĢtuklarında aĢktan ne kadar farklı Ģeyler anladıkları ortaya çıkabilir. Bu durumda onları birleĢtiren Ģey aĢk üzerine ortak kanaatlerinin olduklarını varsaymalarıdır. Aynı Ģekilde topluluğu oluĢturan semboller de böyledir. Fertler sahip oldukları ortak sembollere/değerlere aynı anlamı yüklediklerini zannederler. Sembollerin tek tek bireyler için ne anlama geldiği ikinci plandadır. Biraz önceki örnekte olduğu gibi farklılıklar bireysel düzeydeki iliĢkilerde ortaya çıkmaktadır. Bu yüzden gözlemlenebilir bazı davranıĢ örüntülerinin topluluğu oluĢturduğunu söylemek daha doğru olacaktır. Ritüellerine ne anlam yükledikleri birbirinden farklı olsa da benzer ritüellerin olması kuĢatıcı bir özellik olarak kabul edilebilir.

Herhangi bir mekânı “yerel” olarak nitelendirmek, belirli bir yere ve onun sınırlı olduğuna iĢaret etmektir. Fakat bu sınırlılık coğrafi olmaktan önce toplumsal bir kategoridir. Çünkü yerel mekânlar aktörlerin sadece ikamet ettikleri yerler değil, yaĢamlarının çoğunu geçirdikleri, farklı birçok toplumsal iliĢki içerisinde bulundukları yerlerdir (Berner, 2007:145). Fiziki boyutlarıyla bir mekânın sınırları yerelliğiyle paralel olarak görünmez. Bir kasabanın ya da beldenin idari sınırlarını, yerel sınırları olarak kabul edemeyiz. Örneğin memurlarıyla birlikte belediye binaları, nispeten büyük ilçelerdeki hükümet konakları, okullar, jandarma ve polis karakolları merkezin yereldeki bir uzantısıdır. Bu yüzden yereli mekânsal anlamıyla düĢündüğümüzde bile net bir çerçeve çizemiyoruz. Yerel aktörler bireysel ve kamusal ihtiyaçlarını giderirken, muhtelif mekânlarda muhtelif iliĢkilere girmektedirler. Buradaki iliĢkilerin karmaĢık olmasına bakarak mekânlarında birbiriyle yan yana ve iç içe olduğunu söyleyebiliriz. Demografik olarak en küçük yerleĢim yerlerinde ve günümüz metropol kentlerinde gözlemlenen bazı olgular, neyin yerele, neyin küresele ait olduğu belirlemeyi zorlaĢtırmaktadır. Özellikle çarpık kentleĢmenin bir sonucu olarak görülen bu bir aradalık, küresel ile yereli, zengin ile yoksulu, gökdelen ile gecekonduyu yan yana getirmiĢtir. Erhard Berner (2007: 140), bu durumu hem küreselleĢmenin bir sonucu hem de bütün metropollerin karakteristik özelliği olarak vurgulamıĢtır. Birçok boyutuyla küreselleĢme süreci,

(30)

yerelin kendisini sunuĢ biçimini de yerelleĢme ile kurulan iliĢkiyi de farklılaĢtırmıĢtır.

YerelleĢme, “egemen olmayan sınıflardan çeĢitli grupların, yerel bir kimlik araması ve günlük yaĢamın odak noktalarını oluĢturacak yerellikler yaratması” demektir. (Berner, 2007: 140). Yerel kültürlerin ve kimliklerin küresel düzeyde kendini göstermesi, esasında küreselleĢmenin sonuçlarından biridir. Her türlü yerellik, küreselleĢme süreciyle paralel olarak iktisadi, siyasi, toplumsal açılardan görünürlük kazanmaktadır. Yerel değerlerin bilinçli olarak örgütsel ve planlı bir Ģekilde ifĢa edilmesi, yeni bir Ģeydir. Bizatihi yerel olan eskiye, geleneksel olanla halen süren irtibata tekabül ederken, kü-yerel olan bugüne aittir. Yani bütün yerellikler, kapitalist pazarın yeni emtiaları olmaktadır. Tüketim araçlarının ülke sınırlarını aĢarak dünyanın her yerinde olması durumunu George Ritzer „her yerdeymiĢ gibi görünme‟ olarak adlandırıyor. Rusya‟nın uzak bir kentinde Mc Donalds‟a giden bir müĢteri eylemine hem uluslararası bir hava katar hem de Amerikalılar gibi yemek yemiĢ olur (Ritzer, 2000: 202). Ayrıca Türkiye ve Yunanistan‟da yaygın olarak tüketilen simidin uluslararası pazarda yer etmesi, yerelleĢme sürecinin bir sonucu olarak görülmektedir. KüreselleĢme ya da kü-yerelleĢme bütün toplumları ve insanları aynı derecede etkileyecek düzeyde evrensel bir olgu olarak görmek doğru olmaz. Örneğin, bugün Anadolu kentlerinde farklı saiklerle ulusal ve uluslararası tüketim unsurlarına rağbet etmeyen, dahası bunları tüketmeyi olumsuzlayan insanlar vardır. Bu yerel olanı önceleyen, evrensel olanı yadsıyan, küçümseyen toplumsal bir reflekstir. Mc Donalds‟a, Burger King‟e gitmemek, Coca Cola ve diğer ürünlerini tüketmemek esasında yerel bir dirençtir. Bu gibi örnekler gösteriyor ki “yerel kimlikler küreselleĢmenin önünde silinip yok olmayı beklemiyor” (Gannam, 2007: 189), bu anlamda pasif değildir. Pasifliğin tersine yorumlanacak bir teamüle karĢılık gelebilecek bu gibi direnç mekanizmaları ne küreselleĢme sürecinin ne de kü-yerelleĢme temayülünün bir parçasıdır. Bu insanları ya da toplulukları yerel kimlikleriyle küresel toplumda var olmaya çalıĢanların dıĢında tutmak gerekir. Çünkü böyle bir kaygıyla hareket ediyor olmak da küresel sistemin çarkını döndürecek bir etki yaratır. Dolayısıyla yerelin ürettiği

(31)

kültür ya da ürün küresel pazarı süsleyecek ve çeĢitlendirecek tezgâhlardan birisi olmak durumunda kalacaktır.

Küresel ölçekte kendisine yer bulabilen yerel kültürler belirli türden bir yapılanma Ģekline sahip olması beklenir. Çok sayıda toplumsal iliĢki, etkileĢim ve karĢılıklı bağımlılık içerisinde insanlar, birbiriyle örtüĢen pek çok ağ kurarak, biz bilincinin temelini atmaktadırlar (Berner, 2007: 154). Görünürlük kazanmanın ya da dikkate alınmanın ancak belirli kiĢi, aile, dernek, ideoloji vb. unsurlar etrafından toplanan örgütlü yapılarla mümkün olduğu düĢünülmektedir. Günümüzde herhangi bir kamusal problem etrafında toplanan ve bunu resmi bir program çerçevesinde ilan eden kuruluĢlar, aynı hassasiyeti taĢıyan geniĢ bir toplumsal tabana sahip olduklarını düĢünürler. Muhalefet düzeyinde temsil edilen partilerin programlarında ve mitinglerinde dillendirilen halk vurgusu böyle bir örgütselliğin sonucudur. Muhaliflerin siyasi söylemlerini oluĢtururken kullandıkları “halk bunu istiyor, Ģunu istemiyor” Ģeklinde ifadeler, kendi örgütsel tabanının ürettiği Ģeylerdir. Türkiye‟de seçimler dıĢında, siyasi partilere üyelik ya da destekleme oranının çok düĢük olduğu bir gerçektir.5

Dolayısıyla siyasi olsun olmasın örgütlü yapılar, kamusal algı düzeyinde kendilerini öne çıkarabilmektedir. Ayrıca çeĢitli lobi çalıĢmaları aracılığıyla siyasete etkide bulunabilmektedir. Bu yaklaĢımı tersinden okursak, özellikle yerel iliĢki ağlarının ötesine geçemeyen insanların böyle bir birliktelik duygusuna sahip olmadıkları ve kamusal düzeyde bir etkinliklerinin olmadıkları söylenebilir. Büyük yerleĢim merkezlerinde, kentlerde, ulusal ya da uluslararası platformlarda etkinlik göstermek gibi bir kaygısı olmayan insanlar, yani sessiz yığınlar sırf bu sebeple “yok” hükmündedirler. Yerel düzeydeki beklentilere karĢılık gelen fakat örgütlü ve görünür olmayan düĢünceler, talepler, beklentiler özetle gündelik yaĢamı kuĢatan birçok Ģey resmi kurumsal iĢleyiĢin dıĢında kalmaktadır. Yine de günümüzde demokratik bazı uygulamalar, örgütsel olmadıkları için ön planda olmayan fakat çeĢitli imkânlar elde edildiğinde seslerini ortak bir Ģekilde

5 “Türkiye‟de Gençlerin Katılımı” ana baĢlığı ile yapılan bir araĢtırma gösteriyor ki herhangi bir siyasi

partiye ya da gençlik kollarına üye olmayan aynı zamanda üye olmayı istemeyenlerin oranı %76,5. Bu istatistik Ģöyle yorumu yapmaya izin vermektedir. Tek tek bireyler politik olma konusunda genel ya da yerel seçimlerde tavrını gösterse de, genel anlamda örgütlü siyasi yapılarda aktif olarak rol almamaktadırlar. Dolayısıyla örgütsel yapılar bir grup insanın varlığını ifade etse de onların toplumsal açıdan yaygınlığı ve meĢruluğu aynı derecede geçerli değildir. (bkz. http://www.sebeke.org.tr/wp-content/uploads/2014/02/turkiyedegenclerinkatilimi.pdf)

Referanslar

Benzer Belgeler

(2000) Bitki Embriyolojisi Laboratuar Kılavuzu, Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi Döner Sermaye İşletmesi Yayınları No:58, s.357. (1993) Bitki Morfolojisi ve

Bu sırada, akıllardan hiç çıkmayan Armory Show’u ve 1929 yılından beri faal olan Museum of Modern Art (MoMA)’ı ikinci sebep olarak göstermek mümkündür;

2018’den bu yana ülke gündemin- de olan millet bahçeleri üzerine yapılmış akademik çalışma sayısı sınırlı olsa da, bu yazıda öncelikle yapılmış olan çalışma-

Roma döneminden bu yana kesintisiz yaşamın sürdüğü ve Osmanlı Devleti'nin ilk başkenti olma ayrıcalığını taşıyan bir kentin buna yak ışır şekilde gelişmesi;

Dersin İçeriği This class includes qualitative phenotype management and genetics, quantitative phenotype management and geneics, sex reversed stock breeding, chromosomal

My first visit was to the hospital for freedmen and refugees, in charge of Major Augustus, colored surgeon in the army.. This hospital was the

Sorrow and suffering has made its ravages upon her—she was less the object to be desired by the fiend who had crushed her to the earth; and as her children grew, they bore too

Il com- plesso fu inaugurato nel 1973 e le due torri divennero così gli edifici più alti del mondo e l’emblema della città di New York.. Furono distrutte l’11 set- tembre 2001 da