• Sonuç bulunamadı

AHKÂM DEFTERLERİNE GÖRE 18. YÜZYIL ORTALARINDA URFA/RUHA'DA YÜKSELEN YEREL GÜÇLER VE BUNLARIN DEVLET VE ÇEVRELERİYLE İLİŞKİLERİ

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "AHKÂM DEFTERLERİNE GÖRE 18. YÜZYIL ORTALARINDA URFA/RUHA'DA YÜKSELEN YEREL GÜÇLER VE BUNLARIN DEVLET VE ÇEVRELERİYLE İLİŞKİLERİ"

Copied!
26
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Yıl 11, Sayı XXXVI, ss. 104-129. Year 11, Issue XXXVI, pp. 104-129.

DOI No: http://dx.doi.org/10.14225/Joh1371

Geliş Tarihi: 27.08.2018 Kabul Tarihi: 10.10.2018

AHKÂM DEFTERLERİNE GÖRE 18. YÜZYIL ORTALARINDA

URFA/RUHA'DA YÜKSELEN YEREL GÜÇLER VE BUNLARIN

DEVLET VE ÇEVRELERİYLE İLİŞKİLERİ

1

Ercan GÜMÜŞ

2

Özet

18. yüzyıl, Osmanlı Devleti yönetiminin yerel güçler lehine güç kaybettiği bir dönem olarak değerlendirilmektedir. Osmanlı toprak sistemi ve buna bağlı vergi sisteminin bu dönemde asli fonksiyonunu yitirdiği, kadimden gelen uygulamaların terk edilerek mali ihtiyaçların şekillendirdiği iş göremez köhne bir yapıya döndüğü sıklıkla tekrar edilen hususlardandır. Bu meyanda, devletin kontrol ve otorite boşluğunun yerel güçlerce doldurulduğu düşünülmektedir. Urfa/Ruha gibi aşiret ilişkilerinin güçlü olduğu idare sahalarında ayan ve eşraf yanında, aşiretli aileler de devlet kademesinde askeri unvanlar elde etmişlerdir. Bu sıfatlar, dergah-ı mualla kapıcılığı, alaybeyi, bölükbaşı gibi askeri rütbeler, çoğunlukla voyvoda gibi mali ve idari unvanlar, sipahi ve zaim gibi payelerdir. Zaman zaman aşiretli ailelerin ve aşiret mensuplarının meskun oldukları mahallerde karye ve nahiye ahalileriyle, bazen ise diğer ayan ve eşrafın oluşturduğu yerel askeri bürokrasiyle çatıştığı kaynaklardan takip edilebilmektedir. Bu haliyle Millizadeler, Fettahzadeler gibi yerel eşraf güçlerinin yanında Millî, Kîkî, Cihanbeyli (Canbegli), Karakeçi, Kırvarlı, Zırkî, Mirdasî, Berazî-Çûbî, Halallu, Gergerî, Badıllı, Pirlî, Şeyhan Abbas aşiretleri ve Bucak nahiyesi mensuplarının kendi aralarındaki çatışmalarına veya devlet önündeki durumlarına dikkat çekilecektir.

Çalışma, 1 ve 2 numaralı Diyarbekir Ahkâm Defteri’nden elde edilen 1742-1763 yıllarına tarihlenen bazı belgelere dayanmaktadır. Çalışma, coğrafi olarak Ruha, Siverek, Nizip, Harput, Suruç, Rakka ve Amid idari sahalarını kapsamaktadır.

1 Bu çalışma, 6-8 Nisan 2018 tarihinde düzenlenen "III. Uluslararası Osmanlı Sancağından

Cumhuriyet Kenti’ne Urfa Tarihi Sempozyumu"na sunulan “18. Yüzyıl Ortalarında Ruha/Urfa ve

Çevresinde Ayan ve Aşiret Çatışmalarına Dair Bazı Değerlendirmeler” başlıklı tebliğin muhteva,

kaynak ve anlatım bağlamında yeniden düzenlenip zenginleştirilmiş halidir.

2 Dr. Öğr. Üyesi, MAÜ Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü,

(2)

Anahtar Kelimeler: Urfa/Ruha, Ayan-Eşraf, Milli Aşireti, Karakeçi Aşireti, Fettahzadeler.

Emerging Local Powers In The Mid-18th Century In Ruha/Urfa And Its

Environs and Their Relations With The State And Their Neighbours As

Per Ottoman Verdict Registers

Abstract

18th century is evaluated as a period when Ottoman Empire’s administration lost its power on behalf of the local powers. It is one of the repeated points that Ottoman ground system and so the tax system lost their main function in the period, and they turned into a non-functional fusty structure that the financial needs were formed as the ancient implementations were given up. Moreover, it is thought that the state’s control and authority gaps were filled with the local powers. The families with a tribe obtained the military positions in the state as well as the landed proprietor and gentries in the administrative areas where the tribal relations such as Urfa/Ruha were strong. These positions are the military ranks such as being big gate keeper, the commandant of timariots, the commandant in the guild of janissaries, mostly financial and administrative positions such as voivodina, degrees such as the cavalryman and feofee. It can be seen from the sources that the town and district people had conflict with the local military bureaucracy which included the other landed proprietor and gentries in the quarters that the families with a tribe and the members of an tribe dwelled on. So it will be pointed on the conflicts between the tribes such as Milli, Kiki, Cihanbeyli, Karakeçi, Kırvarlı, Zırki, Mirdasi, Berazi-Cubi, Halallu, Gergeri, Badıllı, Pirli, Şeyhan Abbas with the local gentry power such as Millizades and Fettahzades and the members of district, Bucak or on their situations in front of the state.

The study is based on some of the documents which were obtained from The Verdict Register with 1 and 2 numbers in Diyarbekir and which were dated to the years of 1742-1763. The study includes the administrative areas geographically in Ruha, Siverek, Nizip, Harput, Suruç, Rakka and Amid.

Key Words; Urfa/Ruha, notables-ashraf, Milli tribe, Karakeci tribe, Fettahzades.

Giriş

19. yüzyılda Sultan II. Abdulhamid'e Milli İbrahim Paşa'yı şikayete giden Siverek eşrafının ve Karakeçi aşireti reisinin hikayesi meşhurdur. Anlatıya göre, Siverek'ten şikayete gelenlerin önünü kesmek için padişah, öncelikle dava edilecek kişinin hal ve hatırını "oğlum" methiyle sormuştur.3

3 "Karakeçi Aşireti reisi, Milli İbrahim Paşa’nın haksızlıklarını şikayet için Padişah huzuruna

(3)

Bu rivayet/olay, Ruha/Urfa ve çevresinde aşiret önde gelenleriyle ayan ve eşraf arasındaki çekişme ve gerginliklerin uzunca süre devam ettiğini, yerelde konum/pozisyon kapma mücadelesinin anılanları, devletin en tepesine bile şikayete yönlendirdiğini göstermektedir. Bundan da öte, devlet idaresi yereldeki güçleri dengelemek için zaman zaman bunlar arasında tercihlerde bulunurken, desteği kotaran güçler kontrol dışına çıkıp merkezi bile bazen dinlemeyecek kadar güç sarhoşu olurken, ihmal edilenler çeşitli şekillerde mağduriyet belirtip sık sık gücün kaynağına şikayete gitmiştir.

İnceleme döneminden neredeyse 150 yıl sonra beliren bu durum, merkezin yerel güçlerden bazılarını diğerlerine göre uzun dönemli müttefikler olarak tercih ettiğini göstermektedir. Ancak 18. yüzyıl ortaları için daha karmaşık bir görüntü söz konusudur. Muhtemel karmaşayı Ruha/Urfa ve çevresindeki idarecilere gönderilen hükümlerden takip edebilmek mümkündür. Öyle ki, aynı konuda 4 defa ferman sâdır olduğu halde çözülemeyen çatışmalı sorunların varlığı, yerelde bir karmaşa yaşandığını ihtimal dâhilinde tutar.

Anılan karışıklıkta, merkez açısından yerelin yani periferinin müdahaleye uzak olması, arada aşılması güç koşulların yarattığı imkândan yoksunluk önemli olmalıdır. Merkezin taşraya müdahalede ağır kaldığı ve çoğu zaman taşrayı kontrol edemediğine dair 1750'li yıllardan bazı kayıtlar dikkat çekmektedir. Özellikle vergi toplama işlerinin malikâne usulüyle ömür boyu alınır hale gelmesiyle4 Osmanlı Devleti'nin

taşrasında/periferisinde kaotik bir ortam oluşmuştur. İltizam usulünün yerini 1695 yılından sonra alan malikâne sisteminde devletin alacaklarını tahsil işi ömür boyu vergi tahsili imkânının genellikle yerel seçkinlere geçmesiyle sonuçlanmıştır. Ortada toplanan verginin büyük kısmı, taşradaki malikâne sahiplerine kalmıştır. Buna dair bir kayıtta yereldeki ayanın ve devletin kazanç-kayıp bilgileri dikkate değerdir. Buna göre devlet için toplanan her 100 guruşun sadece 24'ü hazineye ulaşırken 76'sının malikâneyi alana kaldığı anlaşılmaktadır. Bu vergi tahsilatının devlete maliyeti yüzde 75'e dayanmıştır. Bunun ise sadece hazineye değil vergi mükellefi halka da ek yük bindirdiği vurgulanmıştır. Çünkü hazine, açıklarını yeni yükler belirleyerek kapatmaya gitmiştir.5

Osmanlı ve Avrupa'yı mukayese eden Çizakça'ya göre bu durum, yani vergi kaybı, Avrupa'nın güneyindeki ve batısındaki ülke krallıkları ve prensliklerinde yüzde 3 civarındadır. Çizakça'ya göre, vergi tahsilatının maliyetini feragat edilen vergiler olarak

dediği, ayrıca, talana uğrayan bazı aşiret reislerinin kendisini saraya şikayet edeceklerini belirtmeleri üzerine İbrahim Paşa’nın: “Babam Abdülhamid’e ellerinden öptüğümü söylemeyi de ihmal etmeyin” karşılığını verdiği iddia edilmiştir (Bkz. Esma Ocak, Bir Filozofun Özel Yaşamı Ziya Gökalp, Birharf Yayınları, İstanbul 2006, s. 44, 46'den naklen Mehmet Rezan Ekinci, Osmanlı Devleti Döneminde Milli Aşireti, (Fırat Üniversitesi SBE), (basılmamış doktora tezi), Elazığ 2017,

s. 341).

4 Mehmet Genç, “Osmanlı Maliyesinde Malikane Sistemi”, Devlet ve Ekonomi İçinde, İstanbul

2000, s. 99-153'ten naklen Murat Çizakça, "Osmanlı Devleti ve Ekonomik Hayat", Cambridge

Türkiye Tarihi 1453-1603, editör: Suraiya Faroqhi-Kate Fleet, Çev.: Bülent Üçpunar, C. 2, Kitap

Yayınevi, İstanbul 2016, s. 320.

(4)

kabul etmek gerekirse, Osmanlılar'ın aşırı derecede yüksek ve dezavantajlı oranlarda borçlandığı sonucuna varılır. Nitekim devlet idarecileri bunu görmüş olacak ki, 1768-1774 harbinden sonra mukataa hisseleri "esham" denilen yeni sisteme geçirilmiştir.6

Kimi araştırmacılar devlet aleyhine gelişen bu durumu “kırıntıyı devletin alıp ekmeği yerel güçlere” bırakması olarak tanımlamıştır.7 18. yüzyılda Osmanlı idaresinin

taşradaki dönüşümünü “imparatorluğun taşralaşması, taşranın Osmanlılaşması” şeklinde farklı bir bakışla yeniden resmedenler de vardır.8 Her iki görüşün de vurguladığı

değişimin 18. yüzyıl ortalarında Ruha/Urfa ve çevresi için de geçerli olduğunu düşündüren çok sayıda belge/vesika mevcuttur. Bu meyanda vesikalarda ilk dikkat çekenler Millizadeler gibi aşiretliler9 ile Fettahzadeler gibi yerel bürokrasiye yaslanmış

ve aşiret desteğinden mahrum ailelerdir. Bunlar arasındaki kavgalarda merkezin, askeri

6 Mehmet Genç, "Esham", TDV İslam Ansiklopedisi, C. 11, İstanbul 2006, s. 376'den naklen Murat

Çizakça, age, s. 320.

7 Dina Rizk Khoury, Osmanlı İmparatorluğu'nda Devlet ve Taşra Toplumu: Musul 1540-1834,

Çev.: Ülkün Tansel, TVYY, İstanbul 1999.

8Buna göre Osmanlı taşrası 18. yüzyılda taşrada kalanlara yeni ve farklı imkanlar sunmuştur. Ali

Yaycıoğlu, taşranın yerel güçler kadar İstanbul, Viyana ve Paris’te tutunamayanlara yeni merkezler sunduğunu ileri sürmüştür. Taşradaki ayan ağaları buranın yeni egemenleri olurken kendilerine bağlı yeni bürokrasi ve zengin ailelerin de belirdiğini vurgular. 18. yüzyıla ait resmi küçük ölçekte okuyan Yaycıoğlu, savını desteklemek amacıyla Doğubeyazıt’taki İshak Paşa ve kurduğu saraydan Yozgat’taki Çapanoğulları ve kurdukları şehre, Yanyalı Tepedelenli Ali Paşa’ya kadar geniş bir coğrafya ve zaman diliminden örnekler sıralar. 18. yüzyılda Osmanlı zenginliğinin üretildiği yeri taşra olarak işaret eden Yaycıoğlu, bu zenginliği kontrol edenlerin de haliyle buradaki seçkinler olduğunu, merkezin buradaki doğrudan kontrolü yitirmesinin bölgeselleşmeye yol açtığını belirtir. Yine Yaycıoğlu’na göre taşrada ekonomik, askeri ve ilmi yapıları kontrol eden seçkinler vezirlik, paşalık, mütesellimlik, muhassıllık gibi askeri payeleri üstlenerek Osmanlı Devleti’nin kurumsal yapısında kalmayı başarabilmişlerdir. Merkez için ise taşradaki gücü tutanlarla işbirliğinde bulunmanın imparatorluğu yerelde var edebildiği değerlendirilmiştir. Karşılıklı ilişki taşra elitlerini Osmanlılaştırmıştır. Son halde 18. yüzyılda Osmanlı merkez-taşra ilişkisi “imparatorluğun

taşralaşması, taşranın Osmanlılaşması” diyalektiğiyle izah edilmektedir (Ali Yaycıoğlu, “Taşranın

İmparatorluğu: Osmanlı Dünyasına Merkezden Bakmamak”, Değ.: F. Samime İnceoğlu, BSV

Bülten, Sayı: 73, İstanbul, 9 Ağustos 2010).

918. yüzyıldan süregelen ve inceleme alanında güçlü bir sosyal görünüm arz eden aşiret yapısını

ilkel bir örgütlenme olarak takdim eden Ziya Gökalp, bu örgütlenmenin kendi gözlemlerinin dayandığı dönemdeki varlık gerekçesini geçmişten devralınan “iltizam usulüne” bağlamıştır. İltizam usulünü, hükümete ait yetkilerin para karşılığında halktan bir ferde satılması olarak izah eden Gökalp, devletin iltizamı iyi ya da kötü olmasına bakmadan birilerine vermesinin, “mültezim” denen kimselerin halka ve köylüye her türlü kötülüğü yapmasına yol açtığını ileri sürer. 19. yüzyılın sonlarına ait değerlendirmelere dayanan eserinin ilgili bölümünde Gökalp, iltizamın kaldırılmasını önerir ve bunun Anadolu köylüleri için “büyük bir nimet olacağını” belirtir (Ziya Gökalp, Kürt

Aşiretleri Hakkında Sosyolojik Tetkikler, Sad.: Yalçın Toker, Toker Yayınları, İstanbul, 2007, s.

(5)

ve idari ünvan taşıyanlardan yana tutum sergilediğini düşündürecek kimi veriler dikkat çekmektedir.

Osmanlı Devleti'nin klasik yönetim ve toprak sisteminin artık yürütülemez bir hale dönüştüğü ve ömrünü tamamladığından mütevellit yerelde kaos gibi bir çok sorunun da sebebi olmak şekliyle 18. yüzyıl önem taşır ve buna dair son yıllarda artan araştırmalar bu hususu gün yüzüne çıkarmaktadır. Uzun ve yüklü finans gerektiren seferlerin hem merkezi hem de taşrayı çöküntüye sürüklemesi 16. yüzyılın sonlarından itibaren başlamıştı. Fazlasıyla ihtiyaç arz eden sefer masrafları devleti hazineyi tüketme noktasına vardırmış olmalıdır. Bu sarfiyat Osmanlı mali sisteminin yürütülemez hale gelmesine ve sonrasında bağlı bulunduğu kadim kanun, kural ve kaideleri terk etmeye başlamasına, dolayısıyla sistemin çöküşüne ve taşrada kontrolü çok zor olan yeni güçlerin doğmasına sebep olmuştur. Çalışma esas olarak ortaya çıkan bu zümrelerin Ruha/Urfa ve çevresinde yaşanan çatışmaların hem merkeze hem de merkezden yerele dönüşünü incelemek suretiyle dönem hakkında da bazı tartışmaları ele almaktadır.

Çalışmada ağırlıkla ahkâm kayıtlarına müracaat edilmiştir. Ahkâm defterleri, Osmanlı defterolojisinde önemli bir yere sahip olup, çoğunlukla merkez ile yerel arasındaki yazışmaları içermektedir.10 Çalışmanın zaman aralığı ise bir ve iki numaralı

defterin tarihlendiği 1742-1763 yıllarıdır. Ahkâm ve şikayet defterlerinin taşıdığı öneme binaen bu kaynaklara birkaç cümle ile değinmek gerekir. İnalcık’a göre Orta-Doğu devlet ve hükümet sisteminin temel prensibi adalet kavramına dayanır. Adalet kavramı ise, halkın şikâyetlerini doğrudan doğruya hükümdara sunabilmesi ve onun emriyle haksızlıkların giderilmesi anlamına gelir. Divanın temel görevi budur ve divana yapılan başvuruların temel sebebi sultanın daima orada hazır olduğuna duyulan inançtır. İnalcık, bazen sultanın burada doğrudan doğruya halktan şikayet topladığına da değinmiştir. Sultana dilekçe ile yapılan başvuruya rik’a dendiğini, divan dışında cuma selamlığında veya ava gidip gelirken de sultana başvuru yapılabildiğini, sultanın dikkatini çekmek amacıyla saraya yakın yerde ateş yakma adeti olduğu ve bu haktan 17. yüzyılda İngiliz tüccarların da faydalandığını, sultana doğrudan ulaşabilmenin onun Tanrı’dan başka kimseye hesap vermeyen tek otorite olmasından ve kötülükleri bertaraf edeceğine duyulan inançtan kaynaklandığını belirten İnalcık, sultanın adaletin son başvuru yeri olduğunu kaydetmiştir.11 İnalcık’a göre bu yaklaşımdan kaynaklı olarak Osmanlı

10 "Kanunnamelerle hükümlerin ve nizam mahiyetinde olan kararların aynen kaydına mahsus

defterlerin adı idi. Kalemlerin her birinde böyle bir defter bulunur, o gibi şeylerin örnekleri olduğu gibi oraya geçirilirdi. Muameleleri vâsı olan kalemlerde her sene için ayrı ayrı defter tutulurdu. İşleri o kadar geniş olmıyanlarda ise bir kaç seneliği bir araya getirilir, defter dolunca yenisine kaydedilirdi. Çok dikkat ve itina ile tutulan bu defterler daimî bir müracaat yeri idi. Eski bir muamele, yahut bir iş mevzuu bahsolduğu zaman bu defterlere bakılır, ona göre mütalaâ beyan veyahut muamele ifa edilirdi.", Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, C.

1, MEB, İstanbul 1971, s. 30.

(6)

idaresinde bir takım kurumlar ve onlara bağlı arşivler bu şekilde ortaya çıkmıştır. Arşivlerdeki şikayât defterleri, arz-i mahzarlar, bu kurumun işleyişi ile oluşmuştur.12

İnceleme dönemi olan 18. yüzyıl idari ve mali avantajın yerel güçler lehine, devlet merkezinin aleyhine döndüğü bir dönemdir. Bu dönemde Ruha/Urfa, bazen Rakka, bazen de Diyarbekir eyaletine bağlıdır ve hukuki olarak kaza, idari olarak ise sancak konumundadır.

Osmanlı toprak sisteminin bu dönemde asli fonksiyonunu/işlerliğini yetirmiş olması, yerelde yeni bir düzen biçimini doğurmuştur. Vergi tahsili hususunun devlet aleyhine döndüğü bu yüzyılı "Osmanlı'nın kırıntılarla yetinip ekmeği başkasına bırakması" olarak tanımlayanlar olduğuna yukarıda değinilmişti. Malikâne sistemiyle iltizamı ömür boyu alma hakkı edinen taşradaki "eşraf ve ayan"13 yeni dönemin rakip

12 İnalcık, age, s. 49; Aynı yerde, veziriazamı ilgilendiren tüm siyasi işlere ait emirlerin, herhangi

bir konuya dair padişah hükümlerinin Mühimme defterlerine kaydedildiği, 17. yüzyılda, Mühimmelere giren hükümlerin konularına göre ayrı defterlere geçirilmeye başlandığı, böylece Mühimmeler yanında Ecnebi defterleri diye bilinen seri ile Şikayat Defterleri, Nâme Defterleri, Ahkâm Defterleri ve sonraları Nişân Defterlerinin ayrı seriler olarak ortaya çıktığı, reaya/askeri, zımmi/Müslüman, herkesin şikayet için arz sunma hakkının bulunduğu, kaza halkını temsil edenlerin doğrudan doğruya kadıya gidip onun vasıtasıyla arz-ı halde bulunabildikleri ve buna da arz-ı mahzar dendiği, ayrıca halktan bir şahsın doğrudan doğruya arz-i halde bulunabildiği, askeri-resmi kişilerin dilekçesi için yalnızca arz kelimesinin kullanıldığı kaydedilmiştir (İnalcık, age, s. 50-51). Konularına göre şikayetin kişi mağduriyetini içerebildiği gibi vakıf gibi bir kurumu da kapsayabildiğine değinen İnalcık, haksızlık, zarar durumları, eşkıyanın veya memurların soygunculuğu, bir mahkeme kararını tanımama, borcunu ödememe, genellikle kanuna aykırı hareketlerden doğan şikayetlerin yoğunlukta olduğunu belirtir. Ayrıca bir yöre halkının yıkık bir köprünün tamiri için baş vurması, köylünün toprak anlaşmazlıkları veya bir tımar erinin köylüden alamadığı vergilerin de bir şikayet konusu olduğu, bütün bu hallerde, söz konusu olan şeyin, özel zararlar olup kamu zararı olmadığına değinen İnalcık, kamuya ait işlerin Mühimme defterinde kayıtlı hükümlerle karşılandığını belirtmiştir (İnalcık, age, s. 51).

13 Klasik Osmanlı idaresinde ayan ve eşraf bir şehrin en etkili ve en zengin vatandaşları demekti.

İnalcık'a göre bunların hepsi basit bir menşeden, ya resmi mevkileri istismar etmek suretiyle yükselmiş bulunan mevcut küçük mahalli zümreden veya aynı şekilde hareket eden yeniçeri subaylığından gelmekteydi. Konumuz açısından ise aşiretli büyük ailelerin üyeleri ve seçkinleri bu sınıfa dâhil olmuşlardı. Yine İnalcık, bu sayılan ailelerin 1695-1610 yılları arasındaki büyük kargaşa sonrasında değişen şartlarda vergi müstahsilleri olarak ortaya çıktıklarını, zamanla bunların taşrada feodal beyler haline dönüştüklerini, tımarlı ordusunun çökmesinden sonra ise taşrada kendilerini halka onların hamileri olarak gösterdiklerini ve çoğu zaman sultanın valisi ve kadısını ellerinde basit kuklalara döndürme maharetine kavuştuklarını kaydeder. Ayrıca iltizamın yanında güçlerini miri toprakları kiralayarak arttırdıklarını belirtir (Halil İnalcık, “Osmanlı Toplum Yapısının Evrimi”, (çeviren: Mehmet Özden-Fahri Unan), Türkiye Günlüğü, Yaz-1990, sayı: 11, s. 33). Ayan kelimesini Nagata’dan naklen tanımlayan Başarır, kelimenin “bölge ileri gelenleri” anlamını taşırken 18. yüzyılda artık bu anlamından sıyrılarak idari vazifeleri sebebiyle yerel halk ile merkez arasındaki ilişkiyi yürütenlere dönüştüğünü, hatta voyvodalık, mütesellimlik, muhassallık ve valilik gibi memuriyetleri kazanan imtiyazlı bir grubu tanımlar hale geldiğini belirtir

(7)

politik gücü olurken taşrada ekmeği de ele almıştır. Çalışmamızda bu yerel güçlerin bazen birbiriyle bazen yerel ehl-i örfle ve bazen de aşiretlerle mücadelelerine örnekler sergilenmektedir.

Taşradan gelen karşılıklı şikayetler arasında kalan devlet yönetimi, muhtemelen voyvodalık vb. askeri sıfatları yüklenen ve havass ile malikanelerin gelirlerini toplayan vergi toplayıcılarını desteklemiş olmalıdır. Yani vergi toplayıcısı kim ise devlet ondan yana tutum ve destek sunmuş olmalıdır.

Çalışma döneminde hem toprak sisteminin hem de vergi toplama usulünün yürütülemez oluşu, taşradaki başıboşluğu beslemiş ve yerel güçlerin devlet aleyhine güç kazanmasına ve idari sistemde askeri payelere kolayca ulaşabilmelerine imkân tanımıştır.

Ruha/Urfa ve çevresinde halen görülebilen aşiret türü ilişkilerin Osmanlı defterolojisine yansımasını bu bağlamda takip etmek çalışmanın istikametini belirlemiştir. Bu aşiretler Millî, Karakeçi, Kîkî, Şeyhan Abbas, Pirlî, Kırvarlı, Zırkî, Çûbî (inceleme döneminde Berazi'nin koludur), Bucak (bu tarihlerde nahiye ve karye olarak ifade edilmişken sonraları aşiret olarak nam salmıştır), Mirdasî, Badıllı, Fettahoğulları, Cihanbeyli (Canbegli), Halallu (?) ve Gergerî'dir. Bu aşiretler Ruha/Urfa ve çevresinde meskûn aşiretlerin Ahkâm kayıtlarına yansıyanlarıdır ki muhtemel aşiret yelpazesinin sadece küçük bir görünümüdür.

1- 18. Yüzyılda Ruha/Urfa ve Çevresinde İltizam ve Tımar Devriyle Devletlüleşmek

18. yüzyılda İmparatorluğun vergi ve toprak sisteminin durumu, aynı dönemde yaşanan yerel çatışmaları beslemesi açısından önem taşır. İşlerliğini yitirmiş bu sistemin inceleme yıllarındaki durumu, istikrarsızlığın da sebepleri arasındadır.14 Eşraf ve ayanın

(Nagata, Y. Tarihte Âyanlar, Karaosmanoğulları Üzerinde Bir İnceleme, TTK, Ankara 1997, s. IX’dan naklen Özlem Başarır, “Diyarbekir Voyvodalığı Aklâmı Malikanecileri Örneğinde XVIII. Yüzyılda Yatırımcıların Kimlikleri Üzerine Bir Değerlendirme”, Hacettepe Üniversitesi Türkiyat

Araştırmaları Dergisi, 2011 Güz (15), ss. 39-61, s. 41).

14 17. yüzyılda devletin gerileme sebeplerinin tespiti amacıyla başlayan risale ve layiha türü raporlar

ile sorunlara çözüm arama gayretinin en bilinen örneklerinden olan Koçi Bey Risalesi'nde bu hususa ayrıntılarıyla değinilmiştir. Buna göre kadim adetlerin terkiyle tımar sistemi bozulmaya yüz tutmuştur. İnceleme döneminden yaklaşık bir asır önce kaleme alınan bu hususun etkilerinin arttığı anlaşılmaktadır. Nitekim Koçi Bey eserinde 1584 yılına gelinceye kadar bu toprak ve tarlaların ocakzadelerde ve dolayısıyla ehil kimselerde olduğunu belirtir. Zikredilen tarihten sonra liyakatın terkedilerek ehil olmayan "şehir oğlanı ve reaya kısmından" kimselerin eline geçmesiyle tımar ve zeametlerin bozulduğunu, İstanbul'daki vükela ve ileri gelenlerce gereği dışında dağıtılmasıyla sistemin yozlaştığını ve askerin bozulmasıyla neticelendiğini kaydeder. Taşra yerine merkezden dağıtılmaya başlanmasıyla tımarların hep kavgalı hale geldiğini, bunlardan sadece onda birinin kavgasız olduğunu, divanın bu sorunlardan başka işlerle uğraşmaya zamanı kalmadığını, öyleki eskiden bu konularda bir defa ferman çıktığında yer yerinden oynarken şimdi aynı konuda birbirine aykırı bin berat ve karar mektubu verildiğini, anılan hususlar ve daha gayrısından mütevellit tımar ve zeamet ahvalinin gayet kederli olduğunu ve derhal bununla ilgilenilmesi gerektiğini kaydetmiştir

(8)

hâkim pozisyonlara kavuşmasında Osmanlı vergi sisteminin ve toprak sisteminin değişim ve dönüşümü önem arz eder. Taşrada vergi tahsil işine girmiş çoğu güçlü aileler tımara da el atmışlardır. Nitekim aşağıda buna dair kayıtlar yer almaktadır.

Ruha/Urfa ve çevresinde aşiret mensubu ya da asilzade/eşraf gibi yerel güçlerin etkinliklerini arttırmalarında ve devlet nezdinde desteklenir duruma gelmelerinde, işlerliğini yitirmiş tımar sisteminden devirler almak suretiyle askeri unvanlara ulaşabilmelerinin etkili olduğu düşünülmektedir. Bir yerde tımar tevcihiyle vergi toplama işini yüklenmek oranın ehl-i örf idarecileri/resmîleri arasında yer almak demekti ve bu da unvanı alanlar için geniş bir iktidar imkânı sunmuş olmalıydı. İncelenen ferman vb. metinlerde bu görevi uhdesine almış ve "dame mecduhu", "zide kadruhu"15 gibi dua

ifadeleriyle anılmış unvanlılar arasında zikredilen aşiretliler, resmi yazışmaların gönderildiği yerlerde bir şekilde iktidarlarını da sağlamlaştırmış oluyorlardı. Bu sıfatlar onlara yaşam sahalarında idari bir meşruiyet sağlamaktaydı. Bu sıfatları getiren unvanlar ise bu dönemde “kayd-ı hayat şartıyla” alınabilmekteydi. Bu ise malikâne usulü ve tımar sisteminin yapısından kaynaklanmıştır. Ahkâm vesikaları arasında bir belge bu konuda düşündürücü bilgiler sunmaktadır. Bağdat valisine gönderilen hükümden, Gerger Alaybeyi es-Seyyid Mehmed'in divana mektup gönderdiği anlaşılmaktadır. Buna göre Siverek'in Çabakdan/Çıbıkdan nahiyesinde Çırağım adlı karye ve gayrısında 6548 akçe tımara mutasarrıf Seyyid Yusuf v. Ali'nin tımarını 1154/1741 senesinde Millioğlu Ahmed'e kasr-ı yed (el çekme) şartıyla devrettiği ve Siverek kadısının bu hususu belirten bir hücceti kendisine verdiği kaydedilmiştir. Anlaşıldığı kadarıyla Millioğlu Ahmed bu belgeyle tımar devralmaktadır.16 Bu belgede devir işlemine dair bir fiyat zikredilmemiştir.

(Koçi Bey, Koçi Bey Risalesi, Haz.: Zuhuri Danışman, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ankara 1985, s. 57-59).

15 Dame mecduhu: ululuğu büyüklüğü daim olsun (www.lugatim.com/s/dame, 21 Mart 2018

tarihinde ulaşıldı), zide(t): artsın, kadruhu: büyüklük

(www.osmanlicasozluk.speakdictionary.com/Zide.html, 21 Mart 2018 tarihinde ulaşıldı). Her iki sıfatın da yeniçeri ağası vekili, kapucubaşı, kethüda, bostancıbaşı, ocak çavuşu gibi askeriler için kullanıldığı belirtilmiştir (Mustafa Kılıç, "Osmanlı Tarih Araştırmalarında Mühimme Defterlerinin Yeri ve 107 Numaralı Mühimme Defteri", Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, C. VII/2, Aralık, Sivas 2003, s. 249-260).

16 DAD 1; 30-2, evail-i Rebiülevvel 1156. Belgeden devir işleminin alaybeyine arz edildiği, berat

alınmak üzere Asitane’ye gönderildiğinde bunu götüren kişinin öldüğü, Ruha sakinlerinden Bektaş adlı birinin adamı olup ismi belirtilmeyen bir başkasının bu sırada Asitane’de bulunduğu ve anılan işlemi yürüttüğü, anılan tımarı Yusuf'tan kasr-ı yed şartıyla İbrahim v. Bektaş ismine kaydettirdiği anlaşılmaktadır. Siverek alaybeyinin Bağdad muhafazasında olmasından ötürü Siverek'ten 3 zaim ve 5 tımar erbabı şehadet ile "benim dahi malumumdur" diyerek "tımar-ı mezbur İbrahim v. Bektaş

ref'inden merkum Ahmed'e tevcih olunsun" diye miralaya arz ve Defterhane-i Amire’de mahfuz

Ruznamçe-i Hümayun’a müracaat olunduğu, mezbur tımarın "Mehmed'in cism-i nâ-mevcudundan

Seyyid Yusuf v. Ali'ye ve onun dahi kasr-ı yedinden 1155 senesinde İbrahim v. Bektaş'a tevcih ve berat ile tevcih" edildiği ve Asitane'de Defter-i Hakani'de mukayyed olduğu, bu suretle anılan

(9)

Beratın bu şekilde devredilmesi ve devir süreci, 1750'li yıllarda bölgedeki tımar sisteminin işleyişi hakkında bilgi verir.

Bunun devamı olan ikinci bir belgede tımara mutasarrıf Seyyid Yusuf v. Ali’nin bu vazifesini, 1154/1741 senesi mahsulünü ve ayrıca 700 guruş bedel ile Millioğlu Ahmed’e kasr-ı yed ile devrettiği kaydedilmiştir. Bu belgede satış bedelinin ifade edilmesi, belgeyi öncekinden farklı kılan önemli bir husustur. Belgeden tımarın alaybeyinin Bağdat muhafazasında olmasından ötürü kaydın Bağdat valisinin huzurunda “sancaklısıyla görüp faysal (kesin hüküm, karar) verilmesi babında yazıldığı” anlaşılmaktadır.17

Yukarıdaki örnekten anlaşıldığı üzere yerel güçler tımarların devredilmesinde söz sahibidir. Ancak Koçi Bey'in layihalarını sunduğu 1631 yılında, açılan tımar ve zeamet beratlarının İstanbul'da veziriazam tarafından verildiği kaydedilmiştir. Eskiden beylerbeyinin ehliyetsiz kimselere berat verdiğinde ehliyetlilerin İstanbul'a gelerek şikayet ettiklerini belirten Koçi Bey, şimdiki yeni halde, veziriazamın ehliyetsiz olanlara berat verdiğinde hak sahibi olanların kime şikayete gideceklerini bilemez duruma gelmesini eleştirmiştir.18

Ruha/Urfa ve çevresinde aşiret mensupları ile asilzadelerin/eşrafın “devletlüleşmesi” genellikle vergi yükümlülüklerinin ve gelirlerinin tahsili işini devralabilmeleriyle belirginleşmeye ve devlet arşivlerine yansımaya başlamıştır. Malikâne usulünün yanında belli bir ücretle tımarların devredilebildiği anlaşılmaktadır. İki belgeden Millioğulları'nın tımar devraldıkları takip edilebilmektedir. Bu da onlara resmi belgelerde zikredilen sıfatları ve yaşam alanlarında siyasi meşruiyeti getirmiş olmalıdır. Ayrıca Gerger alaybeyi unvanını taşıyan kişi de muhtemelen Gergerî aşireti mensubudur ve mıntıkasındaki tımarların devir işlemlerinde söz sahibi olduğu anlaşılmaktadır.19

17 DAD 1; 31-3, evasıt-ı Rebiülevvel 1156.

18 Koçi Bey, age, s. 60. Koçi Bey burada mevcut tımarlı askerlerin sayılarının 8 bini bulamadığını

ve bundan kaynaklı ne padişaha hizmetin yerine geldiğini, ne de savaş kazanılabildiğini kaydeder. Aynı yerde benzer şekilde akıncı taifesinin ise 2 bini bulamadığını kaydederek değerlendirmesinde seçme din askerleri olan tımar erbabının ırgat işi görür hale geldiğini, bu haliyle bunlardan zafer beklemenin nafile olduğunu kaydeder.

19 Alaybeyi: 1908 tarihinden sonra kullanımdan kalkmış bir terim olan bu ifadeyle zeamet sahipleri

kastedilmiştir. Savaş zamanı tasarruflarındaki zeametin gereği olan kadar kapıkulunu ve kendi mıntıkalarındaki tımar erbabının maiyetindeki kılıç sahiplerini bağlı bulunduğu beylerbeyinin emri altında kumanda ederdi (M. Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, MEB, İstanbul 1971, C. 1, s. 45; Ayrıca Alaybeylerinin, Divan-ı Hümayun'da birer örnek mühürlerinin bulunduğu ve gönderdikleri arîzaların önce bu mühür örnekleriyle karşılaştırılıp sonra işleme konduğu kaydedilmiştir (www.bilimvetarih.com, 21.04.2018 tarihinde ulaşıldı). Aşiret alaybeyinin aşiret rüeasasından atandığı düşünülmektedir nitekim önceki uygulamalarda mîr-i aşiret veya boybeyi ünvanı aşiret reisine verilmekteydi (Tufan Gündüz, Anadolu'da Türkmen Aşiretleri, Yeditepe Yayınları, İstanbul, 2007, s. 43; M. Rezan Ekinci, Osmanlı Devleti Döneminde Milli

(10)

18. yüzyıldan önce Milli aşireti mensuplarının buralarda tımar tasarruf ettiklerine dair kayıtlar da bulunmaktadır. 1518 yılında yaptırılan tahrir işlemlerinde buna rastlanmaktadır. Tımarlar dağıtılırken anılan yerlerin Osmanlı hâkimiyetine geçmesinde hizmeti bulunan yerli kimselere tımar tevcih edildiği bilinmektedir.20 Buna göre

Ruha’daki en büyük tımarlardan biri Millili Hacılı cemaatinden Davut Bey’in tasarrufundadır. 21322 akçe senelik geliriyle bu tımar bir zeamet büyüklüğündedir.21 16.

yüzyılda anahatlarıyla değinilecek olursa Ruha’da 72 adet tımar mevcut olup, en büyüğü 27.456 akçelik ve en küçüğü 2000 akçeliktir. Bunların 17 adedi müşterek tımardır. Bunların da 6’sı Anadolu, Rumeli ve Türkmen kökenli sipahilerin tasarrufundaki müşterek tımardır. 13 müşterek tımarın sipahilerinin menşeleri belirtilmemiştir. 72 adet tımar arasında 3’ü vakıf-mülk tımardır. Ayrıca 4 adet münhal tımar kaydedilmiştir.22

2- Ayan-Eşraf ve Aşiretler Arası Çekişmeler

Aşiretler arasında en dikkat çekeni Milliler'dir.23 Bu araştırmada aşiretler

hakkında 20’den fazla belge kullanılmıştır ve belge yoğunluğu 9 adet ile Milli Aşireti'ne

Aşireti, XVIII. XIX. YY., (Fırat Üniversitesi SBE), (Basılmamış Doktora Tezi), Elazığ 2017, s.

20-29).

20Mehdi İlhan, “1518 Tarihli Tapu Tahrir Defterlerine Göre Amid Sancağında Timar Dağılımı”,

Tarih Enstitüsü Dergisi, S. 12, İstanbul 1982, s. 93’ten naklen Zeki Tekin, “Yavuz Sultan Selim

Dönemi’nde Urfa’nın İdari Taksimatı”, Osmanlı Urfası, editör: Abdullah Ekinci, C.1, Edessa Yayınları, İstanbul 2018, s. 51. Bu kayıttan hareketle taşrada yerel güçlerin devletlüleşme ya da yükselme sürecine dair tartışmayı 16. yüzyıla dayandırmak mümkündür. Buna dair bir başka değerlendirme Metin Kunt'a aittir. 16. yüzyıla ait kayıtlardan hareketle belli başlı 7 eyalette vazife tevcih edilen sancakbeylerinin kökenine dair değerlendirmesinde Kunt, bu beylerden çoğunluğun kul kökenli olmadığına, ümera veya akrabasından olduğu sonucuna varmıştır. Bu tespitiyle kendi döneminde revaçta olan Osmanlı düzeninin kul kökenlilere dayandığına dair genel kabulün tartışılması gerektiğini vurgulamıştır (İbrahim Metin Kunt, Sancaktan Eyalete, 1550-1650 Yılları

Arasında Osmanlı Ümerası ve İl İdaresi, (Boğaziçi Üniversitesi Temel Bilimler Bölümü),

(Basılmamış Doçentlik Tezi), İstanbul 1975, s. 58-67)

21 Zeki Tekin, agm, s.

55.

22 Zeki Tekin, agm, s. 55-57.

23 Ziya Gökalp, Diyarbakır'da yaşadığı yıllarda Millî İbrahim Paşa ve aşiretine karşı hasmane bir

tutum içinde olmuş ve bunu gösteren bir şiir dahi yazmıştır. Buna rağmen Millîler'i Siverek ve çevresindeki en büyük ve en önemli aşiret olarak nitelendirmiştir. Aşiretin 7 esas kabileye ve bunlara bağlanan diğer birçok kabileden oluştuğunu kaydetmiştir. O, Milliler'in "Gamirî" ve "yedi

mühür" isimlerini taşıyan Güran, Haçkan, Hızırkan, Habepkan, Çimkan, Sinkan, Kenfeşan

kabilelerinden oluştuğunu, reis olacak kişiyi bunların seçtiğini, bunlara bağlı daha birçok kabilenin de bulunduğunu belirtmiştir (Ziya Gökalp, age, s. 59). Millîler ile ilgili ayrıntılar için şu kaynaklara bakılabilir; Eyüp Kıran, Kürt Milan Aşiret Konfederasyonu, Elma Yayınları, İstanbul 2003; Ercan Gümüş, "16. Yüzyıldan 19. Yüzyıla Kadar Mardin İdaresinde Milli Aşireti ve Aşiretin Nüfuz mücadeleleri", I. Uluslararası Mardin Tarihi Sempozyumu Bildirileri Kitabı, İstanbul 2006, s. 815-829; Mehmet Rezan Ekinci, agt.

(11)

aittir. Bunlardan hareketle Ruha/Urfa ve çevresindeki yerel güçlere dair bazı kanılara varmak mümkündür.

Bunlardan en eski tarihli olanı 1742 yılında Diyarbekir valisi, Amid mollası, Ruha kadısı ve Rakka mütesellimine gönderilen hükümdür. Burada Amid sakinlerinden Müftüzade Mustafa'nın divana gelerek Diyarbekir voyvodalığı kaleminde yer alan Zırkî aşireti mukataasını malikâne usulüyle elinde tuttuğunu beyan ettiği görülmektedir. Buradaki raiyyet ve raiyyet oğullarının üzerlerine düşen tekâlifi vermeleri gerekirken, bundan imtina ettiklerini ve oymak kethüdası olan Şemdin, Abdullah, Bate ve İsmail'in 1152/1739 senesinden bu yana 3 yıllık “hass malını” vermeyip kendilerinin “Millili iskânına dâhil olduklarını” beyan ettiklerini, bu şekilde ise mukataanın düzenini işlemez hale getirdiklerini beyan etmiş ve anılan itirazın önlenmesi için emr-i şerif talep etmiştir. Bunun üzerine anılan idarecilere, “davanın mahallinde şer'le görülmesi” emredilmiştir.24

Milli ifadesinin yer aldığı bir başka belge ise bu isimle anılan bir beldeye aittir. Siverek kadısına gönderilen hükümde, buradaki Oşun nahiyesi ve Millili Sarayı ile bağlı kurasında sakin ahali fukarası divana gelip, tevzî defteri gereğince vermeleri gereken tekâlifi (imdadiyye, hazariyye ve sair tekâlifi) zamanında verdikleri halde şimdi Siverek kazası ahalisinden “a'yan ve mütegallibeden Mehmed Ağa adlı cebabire”nin kendilerine “fukarayı me'kel etmek (geçim yeri olarak kullanmak) sevdasıyla” “bizim için akçe ve bir şey var” diye emrederek “kaza-yı mezburdan mürur ve ubur eden vüzereya benim verdiğim pişkeş bahası vesair vaki olan harc u masarıf-ı vilayeti dahi sizin üzerinize tevdi u salyane ve tahmil u tahsil ederim” dediğini ve kendi menfaati için hilaf-ı şer'-i şerif olarak ortaya çıkan masraflarının 2-3 katını “fukara raiyyete” yüklediğini şikayet etmişlerdir. Ellerinde “senedatları” olduğunu belirten davacıların talebi üzere hitap edilen idarecilere anılan kişinin keyfi vergi salmasının engellenmesi emredilmiştir.25 Burada

anılan ağanın vezirlerin hediye ve masrafını da gerekçe göstererek halka yüklemesi bir ayanın halka yönelik keyfi davranışına örnektir. Ahalinin kendilerini geçim kaynağı olarak gördüğü bu kişiyi ancak Divana şikayete gelebilmesi Siverek ve çevresinde bu yıllardaki keyfiyeti de göstermesi bakımından önemlidir. Nihayet kadı mahkemesinden sonra paşanın da bir itiraz mercii olduğu bilinmektedir. Burada anılan Mehmed Ağa’nın Abdulfettahzadeler’den olduğu düşünülmektedir.

Diyarbekir valisi ve bu tarafın seraskeri vezir Ali Paşa ve Amid mollasına gönderilen bir hükümde, Millili Saray adlı karye sakini Millizade Ahmed'in arzuhal edip asitane-i saadete geldiği ve şikayette bulunduğu anlaşılmaktadır.26 Burada Millizade

Ahmed hakkında kullanılan “zide kadruhu” ifadesinden kendisinin askeri sınıf mensubu olduğu düşünülebilir. Yüklendiği görevden dolayı resmi bir yazışmada üst düzey askeriler için kullanılan bir dua ifadesiyle ile anılmıştır. Millizade Ahmed Siverek sakinlerinden Katadezade Mehmed Ağa, Divanlı ? Hacı Mehmed Bölükbaşı ve Badıllı

24 DAD 1; 8-1, evahir-i Receb 1155. 25 DAD 1; 17-1, evail-i Zilkade 1155.

26 Bu kişinin öncesinde zikredilen tımar devrini alan kimseyle aynı olması kuvvetle muhtemeldir.

(12)

Mustafa Ağa adlı kişilerden şikayetçi olmuş, bunların kendi aralarında ittifakla etrafa saldırdıklarını, kendi hallerinde olmadıklarını belirtmiştir. Her üçünün de askeri ünvanlı kimseler olması dikkatten kaçmamalıdır. Millizade Ahmed, kendisi İstanbul'dayken bunların 115? yılında yanlarında 30 bayrak asker ve akraba ile anılan karyeyi bastıklarını belirtmiştir. Karye ahalisinin bu zulümden ötürü karyeden firar ettiğini, ayrıca kardeşinin evini basıp burayı yağmaladıklarını ve 12 at ile 4 katırı gasp etmekten başka ambarlarındaki hınta (buğday) ve şairi (arpayı) çaldıklarını, kardeşinin tüm emlakini (bi'l-külliye emlakini ihrâk bi'n-nar) yakmaktan başka karye ahalisinden 4 masumu katlettiklerini belirterek şakavette bulunan bu eşkıyalardan zararın tazmin ve tahsil edilmesini istemiştir. Bunun üzerine merkezden seraskere bunların yakalanıp ihkak-ı hak olunması ve zararların tazmini emredilmiştir. Aynı metnin Ruha ve Rakka mütesellimlerine de yazıldığı anlaşılmaktadır.27 Bu iki yöneticiye aynı hükmün

gönderilmesi anılan davalıların bunların idare sahasına sığınma ihtimalinden olsa gerektir. Ayrıca eşkıya suçlaması önem arz eder. Devlet yönetimi nezdinde bertaraf edilmek istenen rakibe karşı kullanışlı bir suçlama olması dikkatlerden kaçmamalıdır.

Yukarıdaki kayıttan 4 ay sonra kaleme alınan bir diğer hükümden sorunun hala çözülemediği ve tekrar ele alındığı anlaşılmaktadır. Bundan hareketle önceki emrin gereğinin yapıl/a/madığı düşünülebilir. Bu belgede Diyarbekir valisi ve seraskeri vezir Hüseyin Paşa'ya, Amid mollasına ve Siverek kadısına hitap edilmiştir. Önceki belgede vezir olan Ali Paşa'nın yerine o sıralar Hüseyin Paşa'nın geçtiği anlaşılmaktadır. Millili Saray adlı karye sakinlerinden Millizade Ahmed yine “zide kadruhu” sıfatıyla anılmaktadır. Önceki davada zikredilen isimlerden farklı olarak bu defa Siverek sakinlerinden Abdulfettahoğlu Mehmed Ağa, oğlu Ömer Ağa ve katibi Molla Ömer ve Badıllıoğlu Mustafa Ağa, Divanlı ? Hacı Mehmed Bölükbaşı adlı kişilerin kendi hallerinde olmayıp yukarıdaki zikredilmiş suçları işledikleri tekraren ifade edilmiştir. Önceki belgeden farklı olarak bu belgeden Millizade Ahmed'in kardeşinin de aynı olaylar sırasında öldürüldüğü anlaşılmaktadır.28 Önceki Vezir Ali Paşa'nın 4 ay önce meseleyi

çöz/e/mediği anlaşılmaktadır. Metinde Millizade Ahmed'in kendi mağduriyetine karye ahalisinin mağduriyetini de eklemesi ve bunun “... taaddileri havfından cümle ahali-yi karyenin ve mumaileyhin ehl u iyali Ruha toprağına düşüp emval u eşyaları ve davabb u mevaşileri hanelerinde kalmakla haylisini yağma vü garet...” şeklinde ifade edilmesi merkezin de davaya ikna olduğu kanaati uyandırmaktadır. Ayrıca yukarıda zikredildiği üzere öldürülen 4 kişinin yanında 6 kişinin de yaralandığı kaydedilmiştir. Merkez, Hüseyin Paşa'ya bu sefer ihkak-ı hak olunmasını ve suçluların mahkeme edilmesini emretmiştir. Abdulfettahzade Mehmed Ağa’nın bu belgede zikredilmiş olması iki aile arasındaki çekişme ve mücadelenin belirtilerindendir. Önceki belgeden de hatırlanacağı üzere Mehmed Ağa bu karyeden haksız olarak vergi talebi şikayetiyle divana bildirilmişti.

27 DAD 1; 45-2, evahir-i Zilkade 1156. 28 DAD 1; 51-3, evasıt-ı Receb 1157.

(13)

Bir başka belgede ise bu sefer dava edilen Milli aşireti mensuplarıdır. Rakka valisi, Diyarbekir valisi ile Harput ve Ruha kadılarına gönderilen hükümden, Harput kadısı Mevlana Seyyid Mehmed Said'in divana mektup gönderdiği anlaşılmaktadır. Millili aşiretinden Haşiman Sinan, Beşşar Hasan, Süleyman Mehmed, Ali Veyis, Derbaş Satır, Hüseyin Mehmed, İsmail Osman, Mustafa, Eyüb, Nebi Derbar, Musa Hasan, Hacı Seyyid Kadı, Mustafa ve Maksud obası halkından Yamranlı Haleti, Bayezid Solak, Kör Hasan'ın oğlu Abbas ve Hüseyinağaoğlu Mehmed adlı kişilerin 115? senesinde Harput kazasında Sarıkamış adlı karye yakınlarındaki Genebi adlı karyeyi basıp 110 keyl Harput kilesi hınta, 115 keyl şair, 2 merkep, 5 keçi, 10 koyun, 24 batman zerdali kurusu, 11 keyl dut kurusu, 2 sini, 4 sahan, 1 cacim, 1 keçe, 6 kilim, 1 çift çuval ve daha başka eşyaları gasb ettikleri belirtilmiştir. Ayrıca buraya komşu olan Tepecik karyesinde 12 guruş ve 10,5 keyl şair, 1 keçi, 4 keyl hınta ve daha başka mal ve eşyayı da gasb ettikleri bildirilmiştir. Bunun üzerine idarecilere, yağmalanan mal ve eşyanın bedellerinin tahsili emredilmiştir.29 Görüldüğü üzere şikayete konu olan husus köy basma ve talandır.

Milli aşiretinden bazılarının dava edildiği ikinci bir belge de mevuttur. Vezir ünvanlı Diyarbekir ve Rakka valisi paşalara, Amid mollasına, Siverek ve Ruha kadılarına gönderilen hükümde, Hısn-ı Mansur sakinlerinden es-Seyyid Ali'nin divana gelip, Siverek kazası sakinlerinden Millioğulları demekle maruf Bedir, Mehmed, Feyzullah, Ömer, İsmail, Kör Veli, Halid, Ebubekir ve sair kişilerin 1159/1746 senesinde 2000 keyl buğday ve arpasını gasp ettiklerini belirtmiştir. Davacı Ali, daha öncesinde dava ettiği bu hususun şer'an tespit edildiği ve buna dair mahkemeden bir “tenbih ve ilamı” olmasına rağmen davalıların kendisine ödenmesi gerekeni ödemediğini ve şimdi bunu talep ettiğini belirtmiştir. Bunun üzerine davalıların olur da anılan idarecilerin idare sahasından geçerlerse yakalanmaları ve gasp ettikleri arpa, buğday ve akçenin karşılığının tahsil edilmesi emredilmiştir.30 Burada yerel mahkeme davacıyı haklı bulmuştur ancak davalılar

verilen hükme uymamışlardır. Bunun üzerine davacı önceki mahkemenin verdiği kararı alarak divana müracaat etmiş ve yeni bir hüküm yazdırtmıştır. Bu hükümde Diyarbekir ve Rakka eyaleti valilerine ve Amid, Siverek ve Ruha/Urfa kadılarına durumun düzeltilmesi emredilmiştir. Bu belge yerelde aşiretlilerin bazen aleyhlerine çıkan mahkeme kararlarını tanımayıp, buna direnmeleri itibariyle de güçlerini gösterir. Bu ise inceleme döneminde Osmanlı memleketinin ahval-i umumisinin bir yansıması olarak ta görülebilir.

2-1- Millizadeler ve Fettahzadeler

Millili Saray karyesinden divana götürülen yukarıdaki şikayet, Siverek'te ayan ve eşraf olarak kabul edilebilecek Millizadeler ve Fettahzadeler31 arasındaki çekişmenin

29 DAD 1; 75-3, evail-i Zilkaide 1158. 30 DAD 1; 169-5, evasıt-ı Zilkaide 1162.

31 Fettahzade ailesinin 1700 yılının başından itibaren kaynaklarda görünür olduğu, bu ailenin 1702

yılında Yeni İl’den (Sivas) getirilerek yöreye yerleştirildikleri, böylece güneyden saldıran Arap aşiretlerinin yayılımının ve istilasının önüne geçilmek istendiği kaydedilmiştir. Ayrıca bu ailenin getirildikten sonra mütesellim, voyvoda vb. askeri idari vazifeleri üstlendikleri de belirtilmiştir.

(14)

göstergelerinden sayılabilir. Buradaki yerel güç mücadelesinin karşılıklı ötekileştirme çabalarıyla yürütüldüğü görülmektedir. Bu ötekileştirme ve mahkûm etme çabası “eşkıya”32 suçlamalarıyla karşılıklı olarak birbirine yönlenmiştir ve bu haliyle resmi

yazışmalarda yer almıştır. Yereldeki bu durum sadece Osmanlı idari sistemine özgü olmayıp benzer örgütlenme biçimine sahip yönetimlerde de görülmüş ve dile getirilmiş bir husustur. Örneğin, Eric J. Hobsbawm, bu durumu bir olgu olarak tespit edip formüle etmiştir. Buna göre yerel rekabet ile eşkıyalık birbirinden ayrılmaz şeylerdir ve bir birini beslemişlerdir. Konumuzla ilgili olmasından hareketle benzer bir örneğe dipnotta değinilmiştir.33

Ayrıntılar için bkz.: Ekrem Akman, 19. Yüzyılın İkinci Yarısında Siverek (Şehir, Mekan ve İnsan), (Mardin Artuklu Üniversitesi SBE), (basılmamış doktora tezi), Mardin 2017, s. 280.

32 İnceleme döneminde şikayetlerde sıklıkla varlıklarına rastlanan eşkıyaların ve bunlara dair resmi

tanımlamaların sadece Osmanlı yönetim sisteminde görülen bir sapma olmadığını belirtmek gerekir. Fernand Braudel'den naklen kimi araştırmacılar 15 ve 16. yüzyılda Akdeniz çevresinde yükseldiği kaydedilen bu otorite tanımaz merkeziyetsizliğin Çin'den Brezilya'ya dünyanın her tarafında görülen bir olgu olduğunu belirtmiştir. Buna göre açlık tehlikesinin olduğu her çağda ve coğrafyada bu olgu açlıkla doğru orantılı olmuştur. Eric J. Hobsbawn, tanım gereği eşkıyanın boyun eğmediğini, iktidar alanları dışında kaldığını kaydetmektedir. Bu haliyle eşkıyalık ve eşkıyalar merkeziyetsizliğin bulunduğu yönetim sahaları ve tarihi dönemlerde yükselişe geçmiştir. Kendileri fiili güç uygulayıcısı durumunda olan bu kimseler potansiyel asidirler. İtalyanca "bandito"nun anlamı hangi sebeple olursa olsun kanun dışı kalan kişidir (Eric J. Hobsbawn, Eşkıyalar, (çeviren: Osman Akınhay), Agora Kitaplığı, İstanbul 2011, s. 11-15). Bizde de bu kelime "şaki"den türetilmiş, haydut, fesad anlamları taşımaktadır ve dağ hırsızı yerine de sıklıkla kullanılmıştır (Şemseddin Sami, Kâmûs-ı Türkî, Çağrı Yayınları, İstanbul 2007, s. 118; Ferit Devellioğlu,

Osmanlıca-Tükçe Ansiklopedik Lûgat, Aydın Kitabevi, Ankara 1999, s. 238). Zor kullanarak yol

kesip mala, cana tecavüz eden ve kamu güvenliğini ihlal eden eşkıyalar, Osmanlı yönetiminde bağy denen siyasi iktidara karşı başkaldıranlardan ayrı tutulmuştur (Mehmet Öz'den naklen Süleyman Demirci-Hasan Arslan, Osmanlı Türkiye'sinde Bazı Aşiret, Cemaat ve Taifelerin Eşkıyalık Faaliyetleri ve Bunların Merkez-Taşra Yazışmalarındaki Yansımaları: Maraş Eyaleti Örneği (1590-1750), Turkish Studies, Volume 7/3, Ankara 2012, p. 887-914, s. 889). Yine de İslam hukukçularına göre bu suçu işleyenler dinen büyük günah işlemiş sayılır ve hukuken gereken en büyük cezalara mahkum edilmelidirler; bu cezalar öldürülme, asılma, el ve ayakların çapraz kesilmesi ve sürgündür (Ali Bardakoğlu, “Eşkıya”, TDVİA, C. 11, İstanbul 2006, s. 466). Bu konuda ayrıntılı bir okuma için ayrıca şu kaynaklara da müracaat edilebilir; Karen Barkey, Eşkıyalar ve Devlet, Osmanlı Tarzı

Devlet Merkezileşmesi, TVYY, İstanbul 1999; Sabri Yetkin, Ege'de Eşkıyalar, TVYY, İstanbul

1997.

33 Buna göre 16. yüzyıldan 18. yüzyıla kadar devam eden Macgregor klanının ve ünlü mensubu

Rob Roy’un Britanya adasındaki rakip hane ile kan davasına değinmek gerekir. Macgregorlar düşmanları kendilerine yakıp yıkmaktan başka seçenek bırakmadığından sürekli soyguncu ve eşkıya bir aşiret olarak kalmışlardı. Anılan dönemde bu aşiret resmen yok sayılmış ve isimlerini kullanmaları yasaklanmıştı. Bu çatışmaların başlamasında Macgregor klanı ile aynı bölgede yaşayan Montrose dükünün Rob Roy’a yaptığı haksızlık ve onun da bu yerel aristokrat aileye saldırması rol oynamıştı (Eric J. Hobsbawm, age, s. 134-135). Aynı eserinde Hobsbawm, pre-kapitalist dönemdeki toprak sahiplerinin idarelerindeki bölgelerin politikasında belirleyici olan

(15)

Siverek'te zaman zaman voyvodalık makamını deruhte eden ailelerden olan Fettahzadeler'den Millizadeler'e yönelik şikayetler takip edilebilmektedir. Bu da yukarıda zikredilmiş çatışmalı durumun devam ettiğini düşündürmektedir. Bu şikayetlerden birinde vezir ünvanlı Diyarbekir valisine ve Siverek kadısına hitap edilmiştir. Anlaşıldığı kadarıyla Siverek hassı voyvodası olan Abdulfettahzade Mehmed şikayetçidir ve bu kişi belgede “zide kadruhu” ifadesiyle anılmıştır. Anılan kişi Siverek kazasına bağlı Tüccarönü ve Kovanlı adlı karye ahalileri ile birlikte divana şikayete gitmiştir. Bunlar kimseye karışmayıp kendi hallerinde olduklarını beyan ederek Havass-ı Hümayun'a tabi Bayoğlan karyesinde sakin Millioğlu Ahmed Bey adlı kişi ile oğullarının yine “Milllili eşkiyasından Abduş”34 demekle bilinen kişilerle ittifak ettiklerini ve 115? senesinde

karyelerini basıp “hilaf-ı şer' ve kanun” 3 adamlarını katlettiklerini, buğday ve arpalarını yağmaladıklarını, anılan karye ahalisinin tekâlifini vermelerine engel olduklarını ve Abdulfettahzade Mehmed'in 20.000 guruş akçesine sebep olduklarını ve buna dair ellerinde şeyhülislamdan alınmış fetva-yı şerif olduğunu belirtmişlerdir. Merkezden idarecilere “icra-yı şer' olunması” emredilmiştir.35

Millili Saray karyesinden Millizade Ahmed'in davası daha önce 3 defa ele alınmış ve ferman ile çözümü vezir ünvanlı Hüseyin Paşa'ya emredilmişken bunun gereğinin yapılmadığı anlaşılmaktadır. Millizade Ahmed belgede yine “zide kadruhu” sıfatıyla anılmıştır. Divana geldiği ve kendisi İstanbul'da iken Abdülfettahoğlu Mehmed Ağa ve oğlu Ömer Ağa, katibi Molla Ömer, Badıllıoğlu Mustafa Ağa ve Divanlıoğlu Hacı Mehmed Bölükbaşı'nın birbiriyle ittifak ederek kendisine karşı “garez-i dünyevileri olduğundan 115?” senesinde Diyarbekir valisi Vezir Ali Paşa'ya kendisini şikayet ettiklerini ve bundan sonra üzerine “otuz bayrak tayin ettirilerek” anılanların yanlarına akraba ve etbaını takarak önceki şikayetlerde yer alan yağma, talan ve katl suçlarını işlediklerini belirtmiş, merkezden Hüseyin Paşa'ya, Amid mollasına ve Siverek kadısına suçluları yargılaması emri verilmişken şimdi paşanın Kars taraflarında olmasından dolayı anılanların emr-i âliye uymayarak yargılanmayı kabul etmediğinden müceddeden ferman gönderilmesinin gerektiğini belirtince bu ferman yazılmıştır.36 Ahkâm defterindeki bu

kayıt Fettahzadeler'in bir önceki şikayetinden hemen sonradır. Karşılıklı şikayetlerin takip edilebildiği bu durumun merkez tarafından da fark edilmiş olması gerekmektedir.

önemli bir rekabet unsurundan söz eder. Buna göre önde gelen toprak sahibi aileler ile onların çalışanları ve yakınları arasındaki ilişki çok önemlidir çünkü böyle yapıların başındaki kişilerin güç ve nüfuzları hamilik ettiği, koruma sağladığı ve karşılığında savaşlarda veya çekişmelerde destek talep ettiği insanların sayısına bağlıdır (Eric J. Hobsbawm, age, s. 129).

34 Aynı aşirete mensup biri hakkında şekavet sebebiyle bundan 20 sene önce Diyarbekir Şeriye

Sicillerine yansıyan bir kayıt önem arz eder. Zilkade 1136/1723 yılındaki sicil kaydında "Milli

Ammoşer/Emuşer" olarak kayıtlı bu isim (Ercan Gümüş, 18. Yüzyılın İlk Yarısında Amid Kazası,

(Gazi Üniversitesi SBE), (basılmamış doktora tezi), Ankara 2014, s. 227), 1156/1743 yılına ait ahkam kaydında "Milli Abduş" olarak geçen isimle benzerlik göstermektedir. İkisi de şakavet sebebiyle kayıtlarda yer almıştır. İsimlerin yazılışlarının birbirine oldukça benzer olması, zayıf da olsa aynı şahıs olma ihtimalini akla getirmektedir.

35 DAD 1; 58-3, evail-i Şevval 1157. 36 DAD 1; 58-4, evasıt-ı Şevval 1157.

(16)

Buna göre merkez de işleri ağırdan almış görünmektedir ki aynı dava hakkında defalarca ferman gönderilmesine rağmen sorun ve çatışma çözülmemiştir. Millizade Ahmed Bey ve Fettahzade Mehmed Ağa davacı oldukları belgede askeri taltif ve sıfatlarla anılırken davalı oldukları kısım ve yerlerde eşkıya olarak tahkir edilmektedir.

Fettahzadeler'in bu dönemde sadece Millizadeler'le kavgalı olmadığı anlaşılmaktadır. Anlaşıldığı kadarıyla idare ettikleri alanda yönetimlerinden kaynaklı şikayetler de merkeze ulaşmıştır. Bunlardan biri Fettahzade Mehmed hakkındadır ve 1156/1743 yılında kayda geçirilmiştir. Buna göre tımar erbabı Hüseyin adlı sipahi divana gitmiş, Siverek kazasındaki Çabakdan/Çıbıkdan nahiyesine bağlı Konak adlı karye ve gayrısında 3500 akçe berat ile mutasarrıf olduğu tımarın karyelerinde 115? senesinin rüsumatını tahsil ederken kimsenin kendisine müdahale etmesi gerekmezken aynı karyeden Kethüda Ali bin Haydar adlı kişinin kendisine ait olan mahsulünü zabt ettiğini ve “hevasına tabi olan Abdulfettahoğlu Mehmed ve tabileri” tarafından korunduklarını belirterek hissesine düşenin alınarak kendisine verilmesini isteyince “emr-i şerifle mahallinde şer'le görülmesine” dair emir verilmiştir.37 Tımar ehlinin hissesine düşen

vergileri tahsil ederken bunu yapamadığı ve yereldeki seçkinlere sığınanların vergilerini ödemedikleri anlaşılmaktadır. Divana yansıyan bu sorunlar esasında tımar sisteminin de içinde bulunduğu durumu gözler önüne serer.

Fettahzade Mehmed'in keyfi idaresinden şikayet yukarıdaki ile sınırlı kalmamıştır. Yukarıdaki olaydan 12 yıl sonra bir başka şikayette yine Fettahzade Mehmed ismine rastlanmaktadır. 1168/1755 yılı Rebiülevvel ayının başlarında Diyarbekir valisine, özel tayin edilen dergah-ı ali müteferrikalarından kapıcıbaşı payesi bulunan Seyyid Mehmed'e ve Amid naibine bir hüküm gönderilmiştir. Buna göre Siverek sakinlerinden olan eski voyvoda Fettah Alaybeyizade Mehmed, uzunca bir zamandan beri Siverek sakini olan Halallu ahalisine “zulm ve taaddide” bulunmuştur. Ahali bu hususu yakındaki vüzera-yı azama “kemal-i havf ve haşyetlerinden ötürü”38 bildiremediklerini,

anılanın zimmetinde “hukuk-ı bi-nihayeleri” olduğunu belirtmişlerdir. Davacılar Fettah Ağazade Mehmed’in 1157/1744 ve 1158/1745 tarihlerinde “mübayaası ferman olunan zehayiri fukara-yı raiyyetin eda etmesine” rağmen 1162/1749 yılındaki tahsilatta 3000 guruş eksiği olduğunu belirterek bunu da tahsil ettiğini belirtmişlerdir. Yine bu tarihlerde Şehsüvarzade Mustafa Paşa'nın karyelerine geldiğinde “vezire 2500 guruş harc u sarf olunmuş” diyerek bu masrafları da tahsil ettiğini belirtmişlerdir. Ayrıca Fettah Ağazade Mehmed tarafından, atalarından tevarüsle mütemekkin oldukları araziden sürüldüklerini belirten davacılar anılanın bunun gibi “taaddiyata” ve kötü davranışa son vermediğini belirtmişlerdir. Bu duruma daha önceden bir mübaşirin tayin edildiği, Rakka valisinin huzurunda yapılan bu tahkikatta, İstanbul'daki Başmuhasebe defterlerine bakıldığında Siverek, Samsad ve tabiindeki mukataanın yarısının 2500 guruş muacele ile Siverek Alaybeyi Fettah Ağazade Mehmed'in üzerinde “mecnun la-ya'kıl ve müfsid batıldır”

37 DAD 1; 41-3, evail-i Receb 1156.

(17)

ibaresiyle kayıtlı olduğu, 1168/1755 yılında malına 5000 guruş zam ve 2000 guruş muaccele ile anılana 1168/1755 Mart ayına kadar Rakka valisi ve Diyarbekir veziri tarafından malikâne tevcih ve berat verildiğinin anlaşıldığı kaydedilmiştir. Fermanın hüküm kısmından şu anlaşılır; Siverek kazası Diyarbekir eyaleti dâhilinde olduğundan merkum Mehmed'in Ruha'da huzura çıkmak yerine Diyarbekir valisinin huzuruna gelmesinin uygun olacağı, bu suretle de Diyarbekir valisi ve vazifeye atanan mübaşir tarafından yapılacak incelemeyle mevcut hak kaybının tespit edilerek hak sahiplerine iadesi hakkındaki emr-i şerife uyulması, ferman gereği Amid kadısının davayı görmesi ve Ruha'da ihzar edilmenin değiştirilmesi emredilmiştir.39

2-2- Milli Aşireti ve Karakeçi Aşireti

18. yüzyılda Karakeçi aşiretinin Diyarbekir eyaletine bağlı bir idari birim olduğunu belirtmek gerekir. 1200/1786 tarihli bir tevzî belgesinde bu adı taşıyan bir kaza olduğu anlaşılmaktadır. Yine 1153/1740 tarihli hazeriyye ödemesine dair bir başka belgede listedeki tüm kazalar arasında aşiret ismi taşıyan tek idari birimdir ve sakinlerine isabet eden 1300 guruşluk vergi ile (eğer vergi dağılımı, nüfus ve ekonomik güç gibi kriterlere göreyse) listedeki çoğu kazadan büyük olduğu sonucuna ulaşılır.40 1200/1786

yılı imdad-ı hazeriyyesi için 20.000 guruş talep edilmişken iki takside bölünen ödemenin Karakeçili kazasına isabet edeni 10.000 guruş için 650 guruştur ki aynı listede Siird'e 500, Mardin'e 1000, Tercil'e 350 guruş hisseler düşmüştür. Paydaşların sayısı ise 40'a yakındır. Tespit edildiği şekliyle yine 18. yüzyılda Karakeçili aşireti hissesinden 2500 guruşun Amid kalesi gılmanlarına ocaklık gelir olarak nakledildiği anlaşılmaktadır.41

18. yüzyıl ortalarında Milli aşiretinden nüfuzlu kimilerinin Karakeçi aşiretinden bazılarıyla yaşadığı husumet ahkâm vesikalarından takip edilebilmektedir. 19. yüzyılda Siverek'teki aşiret yaşamının iki büyük bende ayrıldığını belirten Z. Gökalp, bunlardan birini Millî, diğerini ise Karakeçi aşiretinin temsil ettiğini kaydetmiştir ki bu tespitten 150 yıl önce bunu doğrulayan kayıtlara burada değinilecektir.42 Bunlardan birinde Diyarbekir

39 DAD 2; 10-1, evail-i Rebiülahir 1168. 40 Ercan Gümüş, agt, 231.

41 Buna göre Karaulus Çobaniyye mukataasının alt mukataalarından biri olan Karakeçili

çobaniyyesinin yıllık vergisinden bu miktar tahsis olunacaktır (ayrıntılar için bkz: Özlem Başarır, “18. Yüzyılın İlk Yarısında Osmanlı Mali Uygulamaları çerçevesinde Konargöçer Topluluklar”,

AÜDTFC Dergisi, 54, 2 (2014), s. 275).

42 Ziya Gökalp, age, s. 38. Anılan yerde bendlerin her zaman çatışma halinde olduğunu belirten

Gökalp, benzer hususun Midyat'ta "Huverki" ile "Dekşuri", Savur'da "Mahmutki" ile "Atmanki" arasında süregeldiğini kaydeder. Bu hususu da Kürtler'in iki bende ayrılması özelliğiyle izah eder. Ziya Gökalp'e göre Viranşehir Millî'sinin komşusu ve rakibi Karakeçi kabilesidir. O, bunları Bursa'daki Karakeçi'nin kolu olan ve fakat zamanla Türkçe'yi unutarak Kürtleşen bir aşiret olarak takdim eder. İbrahim Paşa zamanında Millî birliğine dahil edildiklerini de kaydetmiştir (Z. Gökalp,

age, s. 39-40). Ancak sicil belgelerinde 17. ve 18. yüzyılda Osmanlı idaresi tarafından bunların

konargöçer Ekrad olarak anıldıklarını hatırda tutmak gerekir. Ziya Gökalp, Karakeçi aşiretini Karakeçi kabilesi ve Şihan (Şemikan) kabilesinin oluşturduğunu söyler. Karakeçi kabilesi ise Karakeçi, Cereban, Aminyan, Belekan batınlarından (sop) oluşurken, Şihan (Şemikan) kabilesi ise

(18)

ve Rakka valilerine, Amid ve Ruha kadılarına gönderilen hükümde, Dergah-ı mualla kapıcılarından Millili Ali "dame mecduhu" ifadesiyle anılmıştır. Buna göre Millili Ali, divana gelip konargöçer Ekrad taifesinden Karakeçili aşiretinden Habeş adlı kişiden davacı olmuştur. Anlaşıldığı kadarıyla kendisine 3000 guruş borçlu olan Habeş bunu vermemiştir ve o da bunun tahsili için İstanbul'a gelip fermanda anılan idarecilere hitaben hüküm çıkarttırmış ve alacağının tahsilini talep etmiştir. Habeş'in zorba ve inatçı olarak tanımlandığı belgede anılan paranın Habeş'ten alınması ve Millili Ali'ye verilmesi emredilmiştir.43

Yukarıdaki olaydan 8 yıl sonra Karakeçili Habeş'e ahkâm defterlerinde tekrar rastlanmaktadır. Bu belgeden Habeş'in44 Karakeçili aşireti beyi olduğu anlaşılmaktadır.

Karakeçililer ile ilgili bu belge, Diyarbekir valisi ve Amid kadısına gönderilen bir hükümdür. Buna göre Siverek nahiyesindeki Kurdini adlı karyeden Hacı Mehmed adlı kişi divana gelmiştir. Hacı Mehmed, kimseyle bir alacağı-vereceği yokken Amid kazası muzafatından Karakeçili nahiyesinde sakin Karakeçili Beyi Habeş Bey adlı kişinin 116? yılında kendi işi için getirdiği "3 adet bayrak levendatı" evine yerleştirdiğini beyan etmiştir. Hacı Mehmed, üç ay bunlara baktıktan sonra, gidip Habeş’e "levendatı üzerimden kaldır" deyince, Habeş’in bunların yanına 3 adet levend bayrağı daha getirip evine yerleştirdiğini belirtmiştir. Ayrıca Habeş’in 77 koyununu anılan levendata boğazlattırdığını, 2 kantar pirinç, 20 kantar revgan-ı sade, 1200 keyl hınta ve anbarını alıp "740 keyl şair, 3 harman buğday, 2 harman şair, bir harman nohud, 1 harman mercimek ve 600 guruş bayrak eda edin" diye cebren almaktan başka diğer mallarını da yağmaladığını belirterek, zararının tazmin edilmesini ve anılanların mahkemeye çıkarılmasını talep etmiştir. Bunun üzerine yerel idarecilere davalının mahkemeye çıkarılması ve zararın tazmin edilmesi emredilmiştir.45 Bu belgeden aşiret beyinin kendi

maiyetindekilere ayni vazifeler yükleyebildiği anlaşılmaktadır.

Karakeçili aşireti zabitinin keyfi davranışının şikayetini konu edinen bir hüküm, yukarıdaki iki belgede de anılan Habeş Bey ile irtibatlandırılabileceğinden dikkate değerdir. Diyarbekir valisine, Amid mollasına ve Siverek kadısına gönderilen hükümde,

Kutan, Müskan, Şeyhşededan, Küsan batıllarından oluşur. Yine Gökalp'e göre Şihanlılar'dan olan Şencanlılar'ın Millîli Temel Paşa zamanında Millîler'e mensup olmalarından ötürü "Şeyhyen Temir,

yani Temur (Temel) Paşa'ya mensup Şeyhanlılar" olarak tanındıklarını kaydeder (Gökalp, age, s.

59).

43 DAD 1; 72-4, evasıt-ı Şaban 1158. Bu belgeden 23 yıl önceki 1135 Ramazan tarihli bir sicilde

Karakeçili aşiretinin "Göçerevli Ekraddan Karakeçilu aşireti" olarak zikredildiğini belirtmek gerekir (DŞS 313-61-2, 20 Ramazan 1135, künyeli belgeden naklen Ercan Gümüş, agt, s. 187).

44 Bu isim Karakeçi aşireti için önem taşımaktadır. Gökalp "Karakeçi kabilesi asıl batınları (soy)

içine alır... Şeyhan amaresi (oymak) de; Deveran, Şehikan, Bulülan batınından (soy) Habeş Ağa ailesi denilen bir aileden çıkmıştır" demektedir (Gökalp, age, s. 40). Gökalp'in eserini kaleme

almasından takriben 150 yıl önceye dayanan bu kayıttan aşiretin lideri olan kişinin durumu belirginleşmektedir. Bu haliyle sözlü anlatımın tarihsel bir hakikate dayandığı sonucuna varılabilir.

(19)

Siverek'teki Ordu mahallesi sakinlerinden es-Seyyid Osman ve es-Seyyid Hüseyin Deraliyye'ye gelip “sadat-ı kiram”dan46 olduklarını ve isbat-ı neseb olduklarına dair

yanlarındaki senetlerini sunarak “resm-i raiyyet ile taaddi olunmak gerekmezken Karakeçili aşireti zabiti” olan kişinin yanındakilerle kendilerine müdahalesini şikayet etmişlerdir. Bu kişilerin talepleri gereği müdahalenin engellenmesi emredilmiştir.47 Eğer

ismi kaydedilmemiş bu zabit önceki belgelerde geçen Habeş ise, kendisinin başına buyruk olduğu ve merkeze giden şikayetlerin onu pek de caydırmadığı sonucuna varılabilir.

3- Diğer Aşiretler

Çûbî aşireti48 hakkında ahkâm defterlerine yansıyan bir şikayete rastlanmıştır.

Diyarbekir valisine, Siverek, Ruha kadılarına ve Rakka mütesellimine gönderilen hükümden, Siverek kadısı Mevlana Mehmed Tahir'in divana mektup gönderdiği anlaşılmaktadır. Buna göre Siverek sakinlerinden Süleymanoğlu es-Seyyid Ali ve Siverek'e bağlı Uzunziyaret karyesinden el-Hac Bayram, Karacadağ karyesi ahalilerinden bazılarıyla mahkemeye gelip aynı kazaya bağlı Karınca adlı karyede sakin Çûbî oğlu Emin adlı kişinin Çûbî Ekradı ve sair Ekradı kendisine tabi kıldığını, bunların 115? senesinde gerek has karyelerini, gerek tımar ve evkaf karyelerini tagallüben zabt ettiklerini bildirmişlerdir. Ayrıca bunların yola inerek gelip geçeni "ta'ciz” ettiklerinden “muzırru'n-nas ve menba'ul-fesad" olduklarını belirtmişlerdir. Bu durumun ise "te'dip ve gûşmâlleri lazıme-i halden olmağı" gerektirdiğini vurgulayınca, anılanların ahvallerinin şer'le tespit edilmesi emredilmiştir. Devamında ise gerekli ödemenin tazmini emin ve kadılara emrolunmuştur.49

Ahkâm kayıtlarına yansıyan bir diğer aşiret Kîkî'dir.50 Mardin kadısına ve

Mardin hassı voyvodasına gönderilen bir hükümde, Ruha kazasına bağlı Keklik nahiyesi sakinlerinden Şeyh Mehmed ve Halil adlı kişilerin divana gelip, Mardin sakinlerinden

46 Hz. Muhammed’in soyundan gelenler için kullanılan bir tabirdir. Seyyidin cem’ül-cem’idir (M.

Z. Pakalın, Osmanlı Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, C. 3, MEB, İstanbul 1971, s. 80). Hz. Hasan soyundan gelenler için “sâdât”, Hz. Hüzeyin soyundan gelenler için “şürefa” ifadesinin kullanıldığı kaydedilmiştir (Ferit Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Aydın Kitabevi, Ankara 1999, s. 906).

47 DAD 1; 189-5, evahiri Şaban 1163.

48 17. ve 18. yüzyılda bu aşiretin Diyarbekir eyaletindeki Berazî/Brazî aşiretine tabi olduğuna dair

bkz. Ercan GÜMÜŞ, “17. Yüzyılda Aşiret Geleneklerinin Şer’i Hukuktaki Yerine Dair Diyarbekir Mahkemesi’nden Bir Örnek: Kan Davalarında Sulh Amacıyla Kız Verme Âdeti ve Aşiretli Toplumlar Hakkında Bazı Değerlendirmeler”, Turkish Studies, 13-1, Ankara Winter 2018, s. 44.

49 DAD 1; 13-1, evail-i Şevval 1155.

50 Gökalp, Kîkî aşiretini Mardin kazasının çöl kısmında kalan büyük aşiretlerinden olarak tanıtır ve

2 kola ayrıldığını; Kîkîçerken ve Kîkîhalenban adlarını taşıdığını kaydeder. Gökalp, eskiden sadece Kîkî adını taşıyan bu aşiretin ilk söylentiye göre bilinmeyen bir tarihte Van yöresinden Mardin'e geldiğini ve burada yaşanan bir savaştan dolayı geri dönemeyerek kaldığını belirtir. İkinci söylentiye göre Diyarbekir'deki Kîkîler ile buraya geldiklerini ve çölde yerleştiklerini hatta hayvanları yorularak kaldıklarından "Gavesti" adının da buradan geldiğini ve çöle yerleştiklerini kaydeder (Ziya Gökalp, age, s. 60-61).

Referanslar

Benzer Belgeler

Optik sinir, santral retinal arter, siliyer arter, oftalmik arterin kas dalı, süperior oblik ve inferior rektus kasları ortaya konulur.. Bu yolda optik sinirin 2/3’üne ve

a) Yerel yönetimlerin plânlama çalışmalarına teknik destek sağlamak. b) Bölge plân ve programlarının uygulanmasını sağlayıcı faaliyet ve projelere destek olmak;

Intracellular enzymes of starters used as an adjunct culture are expected to exhibit proteolyt- ic activity as well as high autolytic character for successful

Fatma SADIK ELİF ŞAFAK’IN KÜRESEL ROMANI ARAF’A TEMATİK BİR

Şöyle ki merkezde elde edilen gelirin dağılımı incelendiğinde ticari faaliyetlere katılımın yaygın olarak yürütüldüğü ve birden fazla işle uğraşanların yoğun

(2, 6, 10) Baş boyun orijinli olgularda medulla spinalis ya da ekleri yerine genellikle kranyum tutulumu- nun nedeni olarak, yayılım mekanizmasının he- matojen olmaktan daha

öğrencilerine eğitim verebilmeleri için herhangi bir mesleki eğitim verilmemiştir. sınıf düzeyinde Sosyal Bilgiler derslerinin sınıf öğretmeni tarafından verilmesi