• Sonuç bulunamadı

Atatürk Kültür Merkezi

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Atatürk Kültür Merkezi"

Copied!
132
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)
(2)
(3)

ERDEM

SAYI 66 • HAZİRAN 2014 ATATÜRK KÜLTÜR MERKEZİ BAŞKANLIĞI ATATÜRK CULTURE CENTER CHAIRMANSHIP

ATATÜRK KÜLTÜR, DİL VE TARİH YÜKSEK KURUMU ATATÜRK SUPREME COUNCIL FOR CULTURE, LANGUAGE AND HISTORY

İnsan ve Toplum Bilimleri Dergisi Journal of Humanities and Social Sciences

(4)

DANIŞMA KURULU/ADVISORY BOARD Prof. Dr. Hakkı ACUN (Gazi Üniversitesi)

Prof. Dr. Hüseyin AKKAYA (Cumhuriyet Üniversitesi) Prof. Dr. Âdem CEYHAN (Celâl Bayar Üniversitesi) Prof. Dr. Hamza ÇAKIR (Erciyes Üniversitesi)

Prof. Dr. Mustafa ÇİÇEKLER (Medeniyet Üniversitesi) Prof. Dr. Nurettin DEMİR (Hacettepe Üniversitesi) Prof. Dr. Hayati DEVELİ (İstanbul Üniversitesi) Prof. Dr. Esin KÂHYA (Emekli öğretim üyesi) Prof. Dr. Ramazan KAPLAN (Ankara Üniversitesi) Prof. Dr. Alâattin KARACA (Muğla Üniversitesi) Prof. Dr. Selçuk MÜLAYİM (Marmara Üniversitesi) Prof. Dr. Ahmet Yaşar OCAK (TOBB Üniversitesi) Prof. Dr. Öcal OĞUZ (Gazi Üniversitesi)

Yrd. Doç. Dr. Mehmet BİRGÜL (Muş Alparslan Üniversitesi)

Yrd. Doç. Dr. İdris Nebi UYSAL (Karamanoğlu Mehmetbey Üniversitesi)

ERDEM

İnsan ve Toplum Bilimleri Dergisi Journal of Humanities and Social Sciences

Makalelerdeki görüşlerin sorumluluğu yazarlarına aittir. Yazıların yayın hakkı kurumumuza devredilmiş sayılır. Bu devir sanal ortamda yayımlanmayı da kapsar.

The views expressed in the articles are the authors’ solely. Publishing rights of the articles are assigned to our centre. This assignment also covers e-publishing.

(5)

SAYI 66 • 2014

Kurucu/Founder

Ord. Prof. Dr. Aydın SAYILI (1913-1993)

Sahibi/Owner

Atatürk Kültür Merkezi adına Başkan Prof. Dr. Turan KARATAŞ

Yayın Yönetmeni/Editor in Chief

Yrd. Doç. Dr. Leyla Burcu DÜNDAR

Yayın Kurulu/Editorial Board

Prof. Dr. Besim DELLALOĞLU Prof. Dr. Kemalettin KUZUCU Prof. Dr. Musa Yaşar SAĞLAM Prof. Dr. Orhan Kemal TAVUKÇU Prof. Dr. Mehmet TÖRENEK Prof. Dr. Âlim YILDIZ Doç. Dr. Vefa TAŞDELEN Yrd. Doç. Dr. Leyla Burcu DÜNDAR

Yazı İşleri Müdürü/Managing Editor

Başkan Yardımcısı Şaban ABAK

Editörler/Editors

Uzm. Suzan GÜR Uzm. Yrd. Ömer GÖK

İngilizce Özetler/English Abstracts

Uzm. Yrd. Erkan Melih ŞENSOY

Yönetim Yeri/Managing Office

Ziyabey Caddesi No:19 Balgat 06520 Ankara, TÜRKİYE Tel.: +90 312 284 3425 erdemdergisi@gmail.com www.akmb.gov.tr

Grafik Tasarım/Graphic Design

ALEF Tanıtım Hizmetleri İbrahim ALTUNCU www.aleftanitim.com

Baskı/Print

Dumat Ofset Sertifika No: 14021

Yayın Türü/Publication Type

Süreli Yayın Yılda İki Sayı Çıkar ISSN 1010-867X

Baskı Tarihi/Print Date

Haziran 2014

Değerli okurlar,

Erdem’in 66. sayısı ile karşınızdayız. 2014 yılında

çıkardığımız bu ilk sayının, dergimiz için adeta yeni bir başlangıç olduğunu söylemek pek de yanlış olmaz. Geçen sayıda müjdelediğimiz yeni dönemin ilk ürününü böylece dikkatinize sunuyoruz. Belirlediğimiz hedeflere ulaşmak için gereken yenilikleri hayata geçirmeyi büyük oranda başardığımızı umuyoruz.

Bildiğiniz üzere Erdem, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı tarafından otuz yıla yakın bir süredir yayımlanan köklü bir dergidir. Ocak 1985 tarihli ilk sayının başında yer alan “Yayına Başlarken” adlı sunuş yazısını, dünyaca tanınan bilim tarihi profesörümüz Aydın Sayılı kaleme almıştı. Bugün bu yazıyı yazarken, devraldığımız mirasın bilincinde olarak, Erdem’in yayın dünyasındaki konumunu yükseltmeyi yegâne amacımız olarak saptıyoruz. Bir başka deyişle, Türkiye’nin kültür kurumuna yakışır nitelikte bir dergiyle okurların karşısına çıkmayı kendimize vazife edindik. Bu çabamıza dayanak oluşturan ilkelerimiz nesnellik, bilimsellik ve eleştirelliktir. Erdem’in sayfalarında bu nitelikleri haiz makaleler yer bulacaktır. Niceliği önceleyen bir yaklaşımımız olmadığından, çıtayı yüksek tutmakta bir beis görmüyoruz. Ancak şunu da eklemek gerekir: Bilimsellik anlamında doyurucu olan fakat bir köşede unutulacak denli yeknesak çalışmalar da yayımlamak istemiyoruz. Aksine, okunan, tartışılan, gündem yaratan yazıları okurla buluşturmayı hedefliyoruz. Akademiden ve yayın dünyasından bu yönde katkı beklediğimizi bir kez daha yineleyelim. Bu sayıda, titiz bir elemeden geçmiş sekiz makale bulunuyor. Edebiyat ve tarih alanında yoğunlaşan bu çalışmalarla yolumuza devam ediyoruz. Pusulamız, dil açısından kusursuzluk, anlatım açısından yetkinlik, biçim açısından tutarlılık, konu açısından özgünlük ve yöntem açısından bilimsellik olacaktır. İyi okumalar,

Leyla Burcu DÜNDAR Yayın Yönetmeni

(6)

İÇİNDEKİLER/CONTENTS

Mikail ACIPINAR

Floransalılara Esir Düşen Erdoğmuş Oğlu Hamza’ya

Yazılan Türkçe Bir Mektup ... 5-18 A Turkish Letter Written to Erdoğmuş Oğlu Hamza:

An Ottoman Captive in Florence Refika ALTIKULAÇ DEMİRDAĞ

Tanzimat Tiyatrosunda Avrupalı Kadınlar ve “İffet” Meselesi ...19-28 European Women and the Matter of “Chastity” in Tanzimat Theatre

Tolga BAYINDIR

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Poetikasında Ölüm İmgeleri ...29-51 Images of Death in Ahmet Hamdi Tanpınar’s Poetics

Murat Devrim DİRLİKYAPAN

Kadro Hareketi ve Bir Kadro Kitabı Olarak Ankara ...53-69 The Kadro Movement and Ankara as a Kadro Novel

Elif DÜLGER

Oruç Bey’in Aktardığı Efsaneler ve

Bunların Türk Efsaneleri İçindeki Yeri ...71-85 Legends Told by Oruç Bey and Their Place in Turkish Legends

Türkan ERDOĞAN

Eothen’de Oryantalizm ve Osmanlı Dünyası: Eleştirel Söylem Çözümlemesi ...87-101 Ottoman World and Orientalism in Eothen: A Critical Discourse Analysis

Vefa TAŞDELEN

Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu’nda “Çifte Kanat” Metaforu ...103-116 The “Double Wing” Metaphore in Western Thought and Islamic Mysticism

Gökhan TUNÇ

Hilmi Yavuz’un “Çöl ve Ay” Adlı Şiirinde Metaforik İkilik ve Dilin Merkeziliği ...117-124

Metaphoric Duality and the Centrality of Language in Hilmi Yavuz’s Poem “Çöl ve Ay”

Yayın İlkeleri ...126-127

Editorial Principles

ERDEM

(7)

66

• 2014

5 ÖZ

Esaret ve bununla ilgili anlatı, hatırat ve yazışmalar dünyanın birçok yerinde gerek edebî gerekse tarihî açıdan daima dikkat celbeden konu-lar arasında olagelmiştir. Türk tarihi açısından ele alındığında, Osmanlı Devleti’yle birlikte Akdeniz Havzası’nda yaşanagelen yoğun Müslü-man-Hıristiyan çekişmelerinin sonucunda ortaya çıkan esaret, berabe-rinde birçok kişisel anı ve hatıratı da ortaya çıkarmıştır. Bu makalede Floransa’da esir tutulan bir Osmanlı Türkü ile Tunus’ta bulunan kardeşi arasında cereyan eden bir yazışma üzerinde durulacaktır. Söz konusu mektup, en azından şimdilik, en erken tarihli Türkçe mektuplara bir örnek gibi görünmektedir. Bu mektup sadece Osmanlı toplumunun eğitim seviyesi bakımından değil, ayrıca o döneme ilişkin bazı tarihî konular bakımından da önemli bilgiler sunmaktadır.

Anahtar sözcükler: Esaret, korsan, Floransa, Tunus, Türkçe mektup

E

saret konusu ilgi çekici olması hasebiyle birçok yazılı çalışmaya ilham kaynağı olmuştur. Bilhassa Avrupa menşeli esaret yazılarının en erken tarihlileri ve önemli bir kısmı keşifler çağında Akdeniz’e hâkim olan Os-manlı Türkleri ile Kuzey Afrika’da üslenerek bu sularda kol gezen Türk kor-sanlarına esir düşen insanların hayatlarını konu edinmiştir. 16. ve 17. yüzyıl Avrupa edebiyat eserlerinde Avrupalıların, korku salan en büyük düşmanları olan Türklere karşı siyasi, askerî ve dinî bir propaganda aracı olarak da ortaya çıkan bu yazılarda kahramanlar, bazen gerçek bir esirin anılarından mülhem, bazense bir hayal ürünü olabilmekteydi1.

* Yrd. Doç. Dr., Kâtip Çelebi Üniversitesi, Tarih Bölümü/İZMİR e-posta: mikail.acipinar@ikc.edu.tr

1 Bu konuyla ilgili olarak Avrupalıların kaleminden çıkan ve Türklerin eline esir düşen Avrupalı

kadın-ların gerçek veya hayal ürünü bazı anlatıları için bk. İrvin Cemil Schick, Avrupalı Esirler ve Müslüman Efendileri: “Türk” İllerinde Esaret Anlatıları, Çev. Zülal Kılıç ve Cemil Schick, İstanbul: Kitap Yayınevi, 2005; İspanyol edebiyatında önemli bir yeri olan Cervantes’in eserlerinde esaret ve Türk korsanlarına dair izler için bk. Ertuğrul Önalp, “Cervantes’in Türklere Esir Düşmesi ve Esaretinin Eserlere

Yansı-MİKAİL ACIPINAR

*

Erdoğmuş Oğlu Hamza’ya Yazılan

Türkçe Bir Mektup (1576)

(8)

ER

D

EM

6

Bu gibi acı hayat tecrübelerini kaleme alma kültürü Osmanlılar arasında çok fazla yer işgal etmemekle birlikte günümüzde, genellikle hatırat ve mektup tarzında kaleme alınmış olan sınırlı sayıda bazı yayınlar da mevcuttur2. Aynı

zamanda son yıllarda, farklı tarihlerde Türklerin eline esir düşen yabancı esir-lerin kaleme aldığı hatıralar da dilimize kazandırılmaya başlanmıştır. Bunların yanı sıra özellikle Kuzey Afrika’daki Garb Ocakları’nda bulunan Türk gazileri ve korsanları, Osmanlı Devleti’nin Akdeniz siyaseti ve bu bölgelerdeki deniz trafiğini kontrol altında tutması bakımından belirli bir dönem için devletin ileri karakol görevini yerine getirmişlerdir. Söz konusu dönem için bu sularda boy gösteren çeşitli devletlerin bir politikası veya siyasi kaygılardan uzak ola-rak yaşanan ilişkilerin doğal bir sonucu olaola-rak ortaya çıkan farklı boyutlardaki mücadeleler neticesinde, düşmana “esir düşme” ve devamında “esaret yaşamı” belki de kaçınılmaz bir olgu haline gelmişti. Söz konusu mektubun kahramanı Balıkesirli Erdoğmuş oğlu Hamza da, mektuptan anlaşıldığı kadarıyla, Kuzey Afrika’da görev yapan bir Türk denizcisi ve idarecisi olup Cafer Hoca kalyatası ile denizde seyir halinde iken Floransa dukasının gemileri tarafından ele geçi-rilerek esir edilmişti.

Cafer Hoca kalyatasını ele geçiren gemiler aslında 1569 yılında teşkil edilen Floransa merkezli Toskana Grandukalığına bağlı ve Malta Şövalyeleri örnek alınarak oluşturulmuş bir tarikat filosuna aitti. Resmî manada 1562 yılında hayata geçirilen ve Santo Stefano Tarikatı Şövalyeleri olarak tesmiye edilen dinî içerikli bu tarikatın esas amacı, o dönemde Avrupalıların karşısındaki en büyük düşman olan Osmanlı Devleti’ne karşı Hıristiyanlığın savunuculuğu-nu yapmak ve Toskana Grandukalığının egemenlik sahasında yer alan deniz bölgesini korumaktı3. Kuruluşundan kısa süre sonra askerî ve idari

ihtiyaç-ları karşılanan tarikatın Osmanlı karşıtı faaliyetleri 1570’li yıllardan itibaren daha sistemli bir hâl almıştı. 1574 yılında Kuzey Afrika kıyılarından başlayıp Girit Adası’na kadar uzanan ve yüzlerce Türk’ün esir edildiği geniş kapsamlı

ması”, OTAM 3, 1992, s. 297-321.

2 Esaret anılarına dair Türkiye’de yapılan yayınlar için bk. İsmet Parmaksızoğlu, “Bir Türk Kadısının

Esaret Hatıraları”, İ.Ü.E.F. Tarih Dergisi V/8, s. 77-84; Halil Sahillioğlu, “Akdeniz’de Korsanlara Esir Düşen Abdi Çelebi’nin Mektubu”, İ.Ü.E.F. Tarih Dergisi XIII/17-18, s. 241-256; Fahir İz, “Makale-i Zindancı Mahmud Kapudan”, Türkiyat Mecmuası XIV/1963, s. 111-150; Fahir İz, “Macuncuzade Mustafa’nın Malta Anıları-Sergüzeşt-i Esir-i Malta”, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı-Belleten 1970, Ankara 1989, s. 69-122; Harun Tolasa, Kendi Kalemiyle Temeşvarlı Osman Ağa (Bir Osmanlı Türk Sipâhîsinin Hayatı ve Esirlik Hatıraları), Konya 1986. Bu konuyla ilgili ayrıca bk. Cemal Kafadar, “Ben ve Başkaları: On Yedinci Yüzyıl İstanbul’unda Bir Dervişin Güncesi ve Osmanlı Edebiyatında Birinci Ağızdan Anlatılar”, Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken, Dört Osmanlı: Yeniçeri, Tüccar, Derviş, Hatun, İstanbul, s. 39-71.

3 Riguccio Galluzzi, Storia del Granducato di Toscana, Vol. III, Nuova Edizione, Firenze 1822, s. 18-19;

Gino Guarnieri, I Cavalieri di Santo Stefano nella storia della Marina Italiana (1562-1859), Pisa 1960, s. 41-42; Furio Diaz, Il Granducato di Toscana-I Medici, Torino 1987, s. 192-93; Salvatore Bono, Yeniçağ İtalya’sında Müslüman Köleler, Çev. Betül Parlak, İstanbul 2003, s. 81; Franco Angiolini, I Cavalieri e Il Principe L’Ordine di Santo Stefano e La Società Toscana in Età Moderna, EDIFIR, Firenze 1996, s. 174.

(9)

66

• 2014

7

ilk seferleri 1575 senesinde de devam etmişti4. Mektubun yazıldığı Osmanlı

görevlisi de büyük ihtimalle söz konusu dönemler arasında Toskana tarikat gemileri tarafından zapt edilen Osmanlı gemilerinin birinden ele geçirilmişti. Şimdiye kadar ortaya çıkarılan bu anı veya mektuplar genellikle Türk esirlerin kaleminden çıkan yazılardan oluşmaktadır. Buna karşılık ele alınan mektubun bizzat bir Türk esirin yazdığı değil, esirin kendisine yazılan ve iki kardeş arasın-da gerçekleşen bir yazışma olması en önemli noktadır. Hâlihazırarasın-daki örnekler genellikle otobiyografi veya hatırat ağırlıklı olmakla birlikte Halil Sahillioğ-lu tarafından yayımlanan metinler mektup tarzındadır. Adı geçen mektuplar Paris ve İstanbul’daki farklı kütüphanelerde bulunan mecmualar içerisinde yer alırken, burada incelenen mektup yurt dışındaki bir devlet arşivinde muhafaza edilmektedir. Floransa’da bulunan Hamza’ya Tunus’tan yazılan mektup, Flo-ransa Devlet Arşivi, Mediceo del Principato tasnifinde 4279 numaralı dosyada tek parça ve iki yaprak halinde 58. ve 59. sayfalarda yer almaktadır. Mektubun sonunda “fî gurre-i Muharrem 984” (31 Mart 1576) tarihi bulunmaktadır5.

Mektubu kaleme alan kimsenin, yazım kurallarına uyması ve kullandığı ifa-delerden, belirli bir eğitim ve kültür seviyesine sahip olduğu açık bir şekilde anlaşılmaktadır. Özellikle mektubu yazan Erdoğmuş oğlu Ali’nin girişte kar-deşi Erdoğmuş oğlu Hamza’ya hitaben kullandığı üslup ve mektubun sonla-rına doğru kardeşine Kur’an-ı Kerim’den alıntı yaparak Enbiyâ Sûresinin bir ayetini hatırlatması, belirli bir eğitim düzeyine sahip olduğunun göstergesidir. Nitekim mektubun ilerleyen bölümlerinde Ali’nin askerî ve idari bir görev olan kāidlikten6 ayrılmış olduğunu söylemesi sayılan özellikleri destekler

nitelikte-dir. Kāidlik vazifesinden feragat ettikten7 sonra Tunus’un Kasba (Merkez)8 4 Bu konuda kapsamlı bilgi için bk. Mikail Acıpınar, “Osmanlı-Floransa İlişkileri (XV-XVI. Yüzyıl)”,

yayımlanmamış doktora tezi, İzmir 2011, s. 130-133 ve 184-188. Ayrıca bk. Salvatore Bono, “Esclaves Turcs en Italie du XVIe au XVIIIe Siècle”, IX. Türk Tarih Kongresi-Bildiriler, C. II, Ankara 1988, s. 937;

Marco Gemignani, “The Navies of the Medici: The Florentine Navy and Navy of the Sacred Military Order of St. Stephen, 1547-1648”, War at Sea in the Middle Ages and the Renaissance, Ed. John B. Hat-tendorf and Richard W. Unger, Woodbridge 2003, s. 85-92.

5 ASF., Mediceo del Principato 4279, fol. 58a-59b.

6 Cezayir’de Beyler (valiler) tarafından atanan ve “vatan” ya da “kāid” denen idari birimlerin mülkî amiri

durumundaki Kāidler genellikle Türkler ve Kuloğulları arasından seçilirdi. Kendisine bağlı bölgelerdeki şeyhlerle idarecileri kontrol eder, vergi oranlarını tespit ederek tahsil olunan vergileri beye iletir, ayrıca sorumluluk bölgesindeki kazaî işlerle ilgilenirlerdi. Bk. Sabri Hizmetli, “Türklerin Yönetimi Dönemin-de Cezayir’in İdaresi ve Kurumları”, Belleten LVIII/221 (Nisan 1994), s. 79-80, 84; Kāid’lerin askerî işlerden sorumlu oldukları da bilinmektedir. Bk. Ahmet Kavas, “Tunus”, TDVİA 41, 2012, s. 389.

7 Trablus Beylerbeyine yazılan 24 Şevval 979 (10 Mart 1572) tarihli bir hükümde reayaya zulmeden ve

akçelerini alan “Sfaks Kâidi Ali” isimli birinden bahsedilmektedir. BOA, MD XVIII, s. 146/306.

8 Metinde “Kasaba Câmii” şeklinde okunmaya müsait olan kısım aslında Mağriblilerin “Kasba” dedikleri ve nefs-i

şehir manasını hâiz merkez câmiine karşılık gelmektedir. Kasba, Osmanlı hâkimiyetinden önce Tunus’un idaresini elinde bulunduran Hafsî Ailesi’nden I. Ebu Zekeriya adına 1233 yılında inşası tamamlanan câmidir. Bk. Mehmet Şeker, “Tunus’taki Câmi ve Türbelerde Bilinmeyen Türkçe Kitâbeler”, Vakıflar Dergisi XXII, 1991, s. 422.

(10)

ER

D

EM

8

Câmii’nde hatipliğe başlamıştır, ki bundan da kendisinin Arapçaya vâkıf oldu-ğu sonucu çıkarılabilir.

Mektubun gönderildiği Hamza’nın da “yazu yazmak” konusunda bir soru-nunun olmadığı kardeşinin ifadelerinden tespit edilebilmektedir. Nitekim Erdoğmuş oğlu Ali, kardeşine daha önce de mektuplar göndermiş fakat bun-ların ulaşıp ulaşmadığı konusunda bilgi sahibi olamamıştır. Bununla birlikte Tunus Paşası Receb Paşa’nın yardımına da başvuran Ali, kardeşi Hamza’nın kurtuluşu için bizzat Paşa’nın Floransa Dukasına mektup yazmasını da sağ-lamıştır. Büyük bir ihtimalle iki kardeş de adı geçen Receb Paşa’nın emrinde görev yapmaktaydı. Mektubun bir yerinde Ali, kardeşine kurtulmak için nasıl bir yol takip edeceği konusunda uyarılarda bulunurken, soranlara efendisi-nin Receb Paşa’ya hizmet etmekte olduğunu söylemesini tembih etmektedir. Bu cümlenin öncesinde mektubun başka bir yerinde ise, Ali’nin Floransa’ya gönderdiği bir mektup vasıtasıyla Hamza’yı kardeşi değil, hizmetkârı olarak tanıttığını öğrenmekteyiz. Yani efendi-hizmetkâr ilişkisinde taraflar iki kar-deşten oluşmaktaydı. Bu bilgiler ışığında iki kardeşin aynı paşanın hizmetin-de olduğunu söylemek doğru bir tespit olacaktır.

Mektubun müteakip kısımlarında Receb Paşa’nın elinde bulunan ve Fiyo-rentsa9 yani Floransa şehrinden olduğu anlaşılan Verçile Anton [Virgilio

Antonio] adında bir “kızak kâfiri” de Hamza’nın serbest bırakılmasında de-ğiş tokuş unsuru olarak kullanılmak üzere paşa tarafından kardeşi Balıkesirli Ali’ye verilmiştir. Receb Paşa’nın dukaya gönderdiği mektupla aynı tarihte Verçile Anton’un da kurtarılması için anne ve babasına bir “kağıd” gönderdiği anlaşılmaktadır. Tutsak Verçile Anton’un ailesi de Floransa’da dukalık sara-yına yakın bir yerde yaşamaktaydı. Mektubun devamında Ali kardeşine, du-kaya yazılan mektuplarda kendisini “karındaşum” değil “hizmetkarum” diye tanıtmasını tembih etmekte ve bu mektupların da çare olmaması durumunda kendisini bir tüccar gemisi vasıtasıyla kurtarmaya çalışmasını, kurtuluşunun karşılığı olan ücretin miktarı ne kadar olursa olsun, bunu kendisinin karşıla-yacağını söylemektedir.

Buraya kadar kardeşinin kurtuluşuna ilişkin verdiği mücadeleleri anlatan Ali, görevinden ayrıldıktan sonraki hayatıyla ilgili kardeşine bilgi vermeyi de ih-mal etmemiştir. Câmi hatipliğine başladıktan sonra gece ve gündüz karde-şinin kurtuluşuna dua etmektedir. Aynı zamanda başlarına birçok felaketin geldiğini fakat bunları anlatmaya gerek olmadığını söylemektedir. Kardeşinin hasreti ile tutuşan Ali’nin tek dileği ise oğlunu göremeden ölen annesi gibi

9 O dönemde Floransa şehri İtalyancada “Firenze” ve “Fiorenza” olarak isimlendirilmekteydi. Sonraki

ismin İtalyancada “Fioren-d-za” şeklinde telaffuz edildiğini düşünürsek, Türklerin bu ismi duydukları şekilde yani Fiyorentsa olarak yazdığını söyleyebiliriz. İsmin farklı kullanım şekilleri için bk. Acıpınar 2011: 22-25.

(11)

66

• 2014

9

kendisinin de kardeş hasretiyle ölmek istememesidir. Mektubun devamında Ali kardeşine Hüseyin, Murad ve cariyelerin vefat ettiğini, Memi isimli kulu-nun da kendisine selam söylediğini bildirmektedir.

Ali’nin kardeşinin kurtulması için her yolu denediği aşikâr olmakla birlikte, konuyla ilgili diğer yazışmalar mevcut olmadığından, bu pazarlığın nasıl ne-ticelendiğini öğrenmek mümkün olamamıştır. Fakat bu dönemde özgürlüğe kavuşmanın bedeli olan ücret (fidye-i necat) dışında, her iki tarafın elinde bulunan esirlerin birebir takas yoluyla kurtuluşlarının sağlandığı bilindiğin-den, Hamza’nın özgürlüğüne kavuşmuş olabileceği ihtimali göz önünde bu-lundurulabilir.

Diğer yandan mektubun satır aralarında Kuzey Afrika’da ocaklardaki bazı Osmanlı askerî görevlilerinin de isimleri geçmektedir. Bunlar içerisinde ismi en fazla zikredilen kişi Tunus’ta beylerbeylik yapmış olan Receb Paşa’dır10.

Anlaşıldığı kadarıyla gemisinde küreğe konulmuş veya başka hizmetlerde kullanılan birçok İtalyan tutsak bulunmaktaydı. Paşa’nın, dukalık şehrinde bulunan esir Hamza’nın kurtarılması için kardeşi Ali’ye teslim ettiği Floran-salı Verçile Anton ve yine Romalı olduğu açıkça ifade edilen Fabrizo Benidito [Fabrizio Benedetto] bunlardan sadece ismi zikredilen esirlerdir. Akdeniz’de meydana gelen korsan faaliyetleri göz önüne alındığında, söz konusu kim-seler dışında, Receb Paşa’nın yanında başka İtalyan kızakların da yer aldığı muhakkaktır. Yine mektupta adı geçen Ramazan Paşa da farklı dönemlerde çeşitli eyaletlerde beylerbeyi olarak görev yapmış devlet adamlarındandır11.

Bu kimselerin dışında mektupta sık sık Floransa dukasından “Duka-i Firent-se” olarak bahsedilmekte fakat dukanın ismi zikredilmemektedir. Mektubun yazıldığı tarih nazarıdikkate alındığında, bu dönemde Floransa tahtında Tos-kana Grandukası unvanı ile ünlü Medici Ailesi’nden I. Cosimo’nun oğlu I. Francesco de’ Medici (1574-1587) bulunmaktaydı.

Yukarıda bahsi geçtiği üzere, Avrupalılara ait birçok hatıratta Türk betim-lemelerinin izine sıklıkla rastlanmaktaydı. Buna örnek olarak 1575 yılında İtalya’dan İspanya’ya gitmek üzere yola çıkan bir gemide seyahat eden

Cer-10 Receb Paşa, Tunus’un 1574 yılında fethinden sonra beylerbeyi olarak atanan Haydar Paşa’nın

ardın-dan Tunus’un ikinci beylerbeyi olarak görev yapmıştır. Göreve başlamasınardın-dan bir süre sonra İstanbul’a gönderilen bazı mektuplarda halka zulmettiği ve haksız mal edindiği yönündeki suçlamalar nedeniyle azledilerek yerine bir kez daha Haydar Paşa tayin olunmuştur. Aziz Samih İlter, Şimalî Afrikada Türkler II, İstanbul 1937, s. 126-127; İ. Hakkı Uzunçarşılı, “Tunus’un 1881’de Fransa Tarafından İşgaline Ka-dar Burada Valilik Eden Hüseynî Ailesi”, Belleten XVIII/72, Temmuz, s. 545.

11 Osmanlı Devleti’nin Fas’ı nüfuzu altına alma teşebbüslerinde de önemli vazifeleri deruhte eden

Ra-mazan Paşa, bir ara Cezayir’de Kılıç Ali Paşa’nın kâim-i makamlığını yaptıktan sonra sırasıyla Cezayir, Tunus ve son olarak da Trablusgarb Beylerbeyliği yapmıştır. Son görev yeri olan Trablusgarb’da çıkan bir yeniçeri isyanında hayatını kaybetmiştir. İdris Bostan, Adriyatik’te Korsanlık: Osmanlılar, Uskoklar, Venedikliler 1575-1620, İstanbul: Timaş Yayınları, 2009, s. 85. Ayrıca bk. İlter 1936, I: 158, 164; II: 126, 129, 213.

(12)

10

ER

D

EM

vantes, bulunduğu gemiyi ele geçiren Türk korsanlar tarafından Cezayir’e ge-tirilmişti. Cervantes’le aynı gemide bulunan ve tutsak edilen kardeşi de Ce-zayir Beylerbeyi Ramazan Paşa’nın esirleri arasında yer almaktaydı (Önalp 1992: 304).

Mektup, tarih çalışmaları açısından kısıtlı fakat oldukça önemli ipuçları vermektedir. Akdeniz’de korsanlık ve esaret üzerine Türkçe’ye nazaran ya-bancı dillerde çok daha fazla ve ayrıntılı araştırma ve yayınlar yapılmaktadır. Türkiye’de yapılan çalışmalarda ise Akdeniz dünyasının önemli bir gerçeği olan bu konuda sadece yüzeysel bilgiler verilmekte, mücadeleler neticesinde tutsak edilen insanların yaşam, macera ve kurtuluşları gibi konulara pek de-ğinilmemektedir. Bu neviden olmak üzere mevcut mektupta esirlerin durum-ları, yakınlarıyla nasıl haberleştikleri, kurtulmalarında nasıl bir yol izlendiği veya kimlerin aracı olduğuna dair birinci ağızdan bilgiler bulmak mümkün-dür. Aynı zamanda bu meselede oynadığı rol itibariyle bilhassa tüccar gemi-lerinin oldukça ehemmiyet arz ettiği anlaşılmaktadır. Yine Ali’nin kardeşine sık sık kendisini Floransalılara hizmetkâr olarak tanıtması yönünde uyarılar-da bulunmasının amacı, belki de Hamza’nın kurtuluşunu uyarılar-daha az masraflı hâle getirmek ya da önemsiz bir kişi olarak göstererek özgürlüğe kavuşmasını kolaylaştırmaktı.

Mevcut mektubun taşıdığı özellikler ile edebiyat tarihi bakımından da bir de-ğer ihtiva edeceği muhakkaktır. Özellikle şimdiye kadar yayımlanan mektup-larda veya bu nevi diğer yayınmektup-larda yer alan kelimelerin kullanılması, Türk dili ve edebiyatı açısından oldukça mühim sonuçlara ulaşmayı mümkün kılabilir.

(13)

11

66

• 2014

METİN

58a) Cenâb-ı uhuvvet-meâb gözüm gözü karındaşım Hamza kâmyâb, Be-hakk-ı tahiyyât-ı sâfiyât-ı muhabbet-âyât ve taraf-ı tekrîmât-ı vâfiyât-ı meveddet-gâyât ki mahz-ı muhabbet ve ayn-ı meveddetden fâyiz ve lâyıhı olur kavâfil-i vedâd ve revâhil-i ittihâd birle müthaf ve mühdâ kılmakdan sonra i‘lâm-ı müştâkâne budur ki,

Eğer bu hasretiniz nârına yanmış karındaşın ahvâlinden istifsâr olunur-sa bi-hamdillâh şimdilik sıhhatde olup emrâz-ı cismâniyyeden berîyüz amma firâkınız sahrasında müte’ellim bilesiniz, muhabbet ve iştiyâkınız mertebe-i ulyâ ve zirve-i kusvâdadır. La-cerem şerh ve beyânına şürû‘ olunmadı hemân neyl-i şeref-i mülâkāt aksâ-yı me’mûlâtdır. Ber-vech-i ecmel müyesser ve muhassal-bâd bi’n-nûn ve’s-sâd. Ba‘de hâzâ ilm-i âlem-ârânıza mestûr buyurulmaya ki müddet-i medîddir sıh-hatiniz haberin almaduk bu hususda ma‘zûrsunuz, hükmünüz kendü elinizde değildir. Bu zamana gelince bu muhibbiniz yedi sekiz12 defa

bâzirgânlara ısmarladuğumdan gayri mektublar gönderdim vasıl olur mu olmaz mı bilmeziz. Bu def‘a Tunus Paşası Receb Paşa hazretle-rinden efendiniz olan Duka-i Firentse’ye bir mektûb göndertdim ki hazretinizi bunda göndere ve anların da bu cânibde her ne mesâlihleri olursa görülmeyi muâhede eylediler. Vâsıl oldukda bir dürlü olmaya inşâallah ve ilm-i şerifînize ma‘lûm ola ki Receb Paşa’nın yanında bir kızak kâfiri vardır. Anası ve babası ve kardaşları vardır ve evleri Duka-i

Firentse’nin sarayına karîb yerdedir, ol vilâyettendir adına Verçile

An-ton derler. Fiyorentsa nâm şehirdendir. Mezkûr kızağı Receb Paşa bize verdi sizi çıkarmak ecliyçün, eyle olsa kızak evlerine kağıd gönder-di ve hem Paşa Duka-i Firentse’ye göndergönder-di bu kağıd ile bile gitti. Mercûdur ki sebep olavuz.

58b) Receb Paşa’nın bir kızağı dahi vardır, Romalıdır. Fabrizo Beni-dito derler. Ol dahi sizinçün babasına ve kardaşlarına kağıd gönder-mişdir. Her kangısının Dukaya sözü geçerse seni alup bunda gön-derseler gerekdir. Sen de gaflet eylemeyesin şöyle bilesin diyesin ki “benim efendim Receb Paşa’ya hizmet eder sizin de bir maslahâtınız düşerse görüverir” diyesin. Kendüni büyük kimseler yerinde komayasın “hizmetkârın” diyesin ve‘s-selâm.

59a) Kurtulasız bi-inâyetillâhi Teâlâ. Bunda biz kağıdda karındaşım deyü yazdırmadım hizmetkârum deyü yazdırdım siz de eyle diyesiz. Eğer bundan olmazsa bunda gelen bâzirgânlara hep ısmarlayup du-rurun. Bir bâzirgân gemisi buldukda kendüni aldırmağa cehd eyle-yesiz her niçeye olursa olsun ben bahânı viririn. Şöyle ma‘lûm ola ve benim ahvâlim sorursanız kāidlikden feragât eyleyüp Tunus’un Kasba Câmii’nde hatib oldum. Gece ve gündüz câmi‘-i şerîfde halâsınıza

(14)

12

ER

D

EM

alar eyleriz. Bizüm de başımıza çok felaket geldi belki istimâ eyledi-niz ola. Hikâyet lazım değil. Allah cümlemize inâyet eyleye. Gece ve gündüz ricâmız hakdan budur ki hasret kıyamete kalmayup dîdârınız görmek müyesser ola. Vâlideniz merhûme hasret gitti bolay ki13 biz

hasret gitmeyevüz! Merhûm Hüseyin ve Murad ve cariyeler vefat ey-lemişlerdir. Memi kulunuz selam eder kabul kılasız. Ol canibe varan gelen bâzirgânlara kendüni aldırmağa cehd eylen. Bi-hamdillah yazu yazmak bilürsünüz. Merhûm Turgud Paşa âdemlerinden her kangı Pa-şaya gönderirseniz bizüm hatırımız içün çıkarırlar. Ramazan Paşa hod defa‘âtle mektûplar göndermişdir. Bâzirgânlardan ve gayriden ki sizi ya Tunus’a veya Cezayir’e getüreler, siz de ihmâl eylemen. Mektubla ve nefsiniz ile andan sonra “Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü mine’z-zâlimîn”14 ayetini vird idinesin. Halâsına gāyet mücerrebdir.

Şöyle ma‘lûmunuz ola bâki ve’s- selâm.

Tahrîren fî gurre-i Muharrem sene 984 (31 Mart 1576).

Zaîfü’l-ibâd Ali bin Erdoğmuş 59b) Rahmet âna bu mektûbu Duka-i Firentse gemilerinde Cafer Hoca kalyatası ile alınan Balı-kesirli Erdoğmuş oğlu Hamza’ya îsâl eyleyen Müslümana. Ma‘rûf-i Kerhî15 rahmetullâhi aleyh. Râhmet âna

deyü sözümüz Müslüman’adır kâfire değildir.

Kaynaklar a. Arşiv Belgeleri

ASF (Archivio di Stato di Firenze), ... ASF, Mediceo del Principato 4279, fol. 58-59 BOA (Başbakanlık Osmanlı Arşivi), ... BOA, MD XVIII, s. 146/306.

b. Basılı Eserler

Acıpınar, Mikail (2011). “Osmanlı-Floransa İlişkileri (XV-XVI. Yüzyıl)”, yayımlanmamış doktora tezi, İzmir: Ege Üniversitesi.

Angiolini, Franco (1996). I Cavalieri e Il Principe L’Ordine di Santo Stefano e La

Società Toscana in Età Moderna, Firenze: EDIFIR.

13 Mektupta kullanılan “bolay ki” kelimesi Batı Türkçesinde bir bağlama edatı olup (Hacıeminoğlu 1992:

131), “ola ki, belki, inşallah” manalarına gelmekte ve daha çok Batı Anadolu’da kullanılmaktadır. Keli-menin farklı kullanım şekilleri için bk. Tarama Sözlüğü I, Ankara 1963, s. 635-636. Bu konuda yardım-ları için Prof. Dr. Vehbi Günay ve Yrd. Doç. Dr. M. Yasin Kaya’ya teşekkür ederim.

14 “Senden başka hiçbir ilah yoktur. Seni eksikliklerden uzak tutarım. Ben gerçekten (nefsine)

zulmeden-lerden oldum.” Kur’an-ı Kerim, Enbiyâ Sûresi, 87. ayet.

15 Metinde yer alan yazısında harfler birbirinden ayrı olarak yazılmıştır. Ma‘rûf-i Kerhî

şeklinde okunan kelime, iki kardeş arasında şifreli bir yazışmaya işaret ediyor gibi görünmektedir. Bağ-datlı bir mutasavvıf olan Ma‘rûf-i Kerhî hakkında bk. Reşat Öngören, “Ma‘rûf-i Kerhî”, TDVİA., C. 28, Ankara 2003, s. 67-68.

(15)

13

66

• 2014

Bono, Salvatore (1988). “Esclaves Turcs en Italie du XVIe au XVIIIe siècle”, IX. Türk

Tarih Kongresi-Bildiriler, II, Ankara, s. 933-943.

——— (2003). Yeniçağ İtalya’sında Müslüman Köleler, Çev. Betül Parlak, İstanbul: İletişim Yayınları.

Bostan, İdris (2009). Adriyatik’te Korsanlık: Osmanlılar, Uskoklar, Venedikliler

1575-1620, İstanbul: Timaş Yayınları.

Diaz, Furio (1987). Il Granducato di Toscana-I Medici, Torino: Utet Libreria.

Galluzzi, Riguccio (1822). Storia del Granducato di Toscana, Vol. III, Nuova Edizione, Firenze: Presso Leonardo Marchini.

Gemignani, Marco (2003). “The Navies of the Medici: The Florentine Navy and Navy of the Sacred Military Order of St. Stephen, 1547-1648”, War at Sea in

the Middle Ages and the Renaissance, Ed. John B. Hattendorf and Richard W.

Unger, Woodbridge: The Boydell Press, s. 85-92.

Guarnieri, Gino (1960). I Cavalieri di Santo Stefano nella storia della Marina Italiana

(1562-1859), Pisa: Nistri-Lischi.

Hacıeminoğlu, Necmettin (1992). Türk Dilinde Edatlar, İstanbul: MEB Yayınları. Hizmetli, Sabri (1994). “Türklerin Yönetimi Döneminde Cezayir’in İdaresi ve

Kurumları”, Belleten LVIII/221, s. 71-117.

İlter, Aziz Samih (1936-1937). Şimalî Afrikada Türkler I-II, İstanbul: Vakit Matbaası. İz, Fahir (1963). “Makale-i Zindancı Mahmud Kapudan”, Türkiyat Mecmuası XIV, s.

111-150.

——— (1989). “Macuncuzade Mustafa’nın Malta Anıları: Sergüzeşt-i Esir-i Malta”,

Türk Dili Araştırmaları Yıllığı-Belleten 1970, s. 69-122.

Kafadar, Cemal (2009). “Ben ve Başkaları: On Yedinci Yüzyıl İstanbul’unda Bir Dervişin Güncesi ve Osmanlı Edebiyatında Birinci Ağızdan Anlatılar”, Kim

Var İmiş Biz Burada Yoğ İken, Dört Osmanlı: Yeniçeri, Tüccar, Derviş, Hatun,

İstanbul: Metis Yayınları, s. 39-71.

Kavas, Ahmet (2012). “Tunus”, TDVİA, İstanbul, s. 388-393.

Önalp, Ertuğrul (1992). “Cervantes’in Türklere Esir Düşmesi ve Esaretinin Eserlere Yansıması”, OTAM 3, s. 297-321.

Öngören, Reşat (2003). “Ma‘rûf-i Kerhî”, TDVİA 28, s. 67-68.

Parmaksızoğlu, İsmet (1953) “Bir Türk Kadısının Esaret Hatıraları”, İ.Ü.E.F. Tarih

Dergisi V/8, s. 77-84.

Sahillioğlu, Halil (1962-63). “Akdeniz’de Korsanlara Esir Düşen Abdi Çelebi’nin Mektubu”, İ.Ü.E.F. Tarih Dergisi XIII/17-18, s. 241-256.

Schick, İrvin Cemil (2005). Avrupalı Esireler ve Müslüman Efendileri: “Türk” İllerinde

Esaret Anlatıları, Çev. Zülal Kılıç ve İrvin Cemil Schick, İstanbul: Kitap

Yayınevi.

Şeker, Mehmet (1991). “Tunus’taki Câmi ve Türbelerde Bilinmeyen Türkçe Kitâbeler”, Vakıflar Dergisi XXII, s. 421-428.

Tolasa, Harun (1986). Kendi Kalemiyle Temeşvarlı Osman Ağa (Bir Osmanlı Türk

Sipâhîsinin Hayatı ve Esirlik Hatıraları), Konya: Selçuk Üniversitesi Yayınları.

Uzunçarşılı, İ. Hakkı (1984). “Tunus’un 1881’de Fransa Tarafından İşgaline Kadar Burada Valilik Eden Hüseynî Ailesi”, Belleten XVIII/72, s. 545-580.

(16)

14

ER

D

EM

EKLER

(17)

15

66

• 2014

(18)

16

ER

D

EM

(19)

17

66

• 2014

(20)

18

ER

D

EM

ABSTRACT

A Turkish Letter Written to Erdoğmuş Oğlu Hamza: An Ottoman Captive in Florence (1576)

Captivity and related narratives, memoirs and correspondences have always been noticeable issues in terms of literary and historical contexts in many parts of the world. In respect to Turkish history the captivity phenomenon, which occurred as a result of intense Muslim-Christian struggles in the Mediterranean basin, has revealed many personal memoirs and captivity narratives. This article focuses on a correspondence that was written between two brothers, one of whom was captive in Florence while the other was resident in Tunisia. For now, this letter seems to be the one of the earliest dated examples in Turkish. Certainly that letter provides important information about the educational level of the Ottoman society, as well as various historical matters of the period.

(21)

19

66

• 2014

ÖZ

Tanzimat döneminde yazılmış tiyatro oyunlarının bazılarının ko-nusu Avrupa’da ve Avrupalılar arasında geçer. Bu oyunlardaki kadın kahramanlar bir Osmanlı ya da Müslümandan farklı özellikler gös-termezler. Tanzimat döneminde imkânsız aşk konusu sıkça işlenen temalardan olmuştur. Kadın kahramanlar sadık ve iffetlidirler. Yazar-lar, yarattıkları kadın kahramanların okur ve izleyici için örnek teşkil edecek tipte olmasına özen göstermişlerdir. Dolayısıyla, oyunlardaki Avrupalı kadınlar okur ve izleyici için örnek teşkil eden kahramanlar-dır. Bu durum Tanzimat yazarlarının, Avrupa’nın ve Avrupalının kül-tür kimliğini farklı algılamadığını gösterir. Bu konu, Ahmet Mithat Efendi’nin Hükm-i Dil, Recâi-zade Mahmut Ekrem’in Afîfe Anjelik ve Abdülhâk Hâmid Tarhan’ın Cünûn-ı Aşk adlı eserlerinde açık bir biçimde görülebilir.

Anahtar sözcükler: Tanzimat edebiyatı, Tanzimat tiyatrosu, Avrupa, kadın kahramanlar, iffet

T

anzimat dönemiyle birlikte edebiyatımıza giren roman ve tiyatroda ya-ratılan kadın tipleri üzerinde pek çok araştırmacı ilgiyle durmuş, ailenin mahremiyetinin bir simgesi haline getirilmiş olan kadın hakkında yazarların sakınımlı davranışlarına bir açıklama getirmeye çalışmışlardır. Bu konuda yapılmış çalışmalar, her ne kadar genel olarak kadının algılanışına yönelik olsa da, roman ya da oyunlarda konu edinilen Avrupalılar ile ilgili yapılan araştırmaların bu konudan ayrı olarak ele alınması gerekmektedir. Tanzimat döneminde Avrupalı gibi düşünmeye ve yazmaya yöneliş olduğu yadsına-maz bir gerçektir. Dolayısıyla eserlerde Avrupalıların da kahraman olarak seçildiği örneklere rastlanmaktadır. Tanzimat döneminde yazılan oyunların bazılarının konusu Avrupa’da ve Avrupalılar arasında geçer. Bu oyunlardaki kadın kahramanların tip özelliklerinin bir Osmanlı, Türk ya da Müslüman

Avrupalı Kadınlar ve “İffet” Meselesi

REFİKA ALTIKULAÇ DEMİRDAĞ

*

* Yrd. Doç. Dr., Çukurova Üniversitesi, Türkçe Eğitimi Bölümü/ADANA

(22)

20

ER

D

EM

kadından pek farklı olmadığı söylenebilir. Özellikle kadınların “iffet” mesele-sine yaklaşımları bu açıdan dikkate değer. Bu konu Ahmet Mithat Efendi’nin

Hükm-i Dil, Recâ-izade Mahmut Ekrem’in Afîfe Anjelik ve Abdülhâk Hâmid

Tarhan’ın Cünûn-ı Aşk adlı eserlerinden yola çıkarak incelenecektir.

Tanzimat dönemi romanları ile tiyatro eserlerinin ele alınan konular bakımın-dan pek farklı olmadığı söylenebilir. “Tanzimat devri muharrirleri hangi tip kadını yüceltmişlerdir” sorusuna Melin Has-Er şu cevabı verir:

Namık Kemal’den Mizancı Murad Bey’e kadar bütün romancılarımızın müştereken tebcil ettikleri kadın tipi, aynı zamanda Müslüman- Türk cemiyetinin de tercihlerini aksettirir mahiyettedir. Güzel, zarif, terbiyeli, görgülü, kültürlü, hususiyle edebiyattan, musikîden anlayan, […], evine, ailesine bağlı, kocasına sadık, iffet ve haysiyetine düşkün. (2000: 411)

Has-Er, bu tip kadının Türk kadınına örnek olması için yüceltildiğini be-lirtmektedir (2000: 411). Tanzimat dönemi sanatçılarının edebiyatı toplumu eğitmek için bir vasıta olarak kullanmak istedikleri bilinen bir durumdur. Bu eğitim, aile kurumunun nasıl olması gerektiği meselesini de içermektedir. Dolayısıyla sosyal yaşamın kadınlara özgürlük tanımadığı, haremlik selamlık sisteminin işlediği bir toplumda Batı tarzı ile tiyatro eserleri kaleme almak ve bunlarda kadınları konu edinmek, yazarlar için malzemenin az olduğu anla-mını taşır. Dolayısıyla kadının konu edilebilmesi için bazı oyunların konula-rının yabancı ülkelerde geçmesi tercih edilmiş olabilir. Rauf Mutluay bu konu hakkında şöyle söyler:

Gerçekten normal kurulmuş aile yapısının gizliliklerine Müslümanca bir sakınışla sokulmak istemeyen yazarlarımız, kadınsız bir toplumda aşk konularını işleyememek durumunda kalacaklardır. Bu yokluğu gi-derecek iki yol vardır önlerinde. Ya Müslüman erkeklerini düşmüş ka-dınlarla ve azınlıklar çevresinde kadınla karşı karşıya getirebilirler; ya da esir kızlarla seviştirebilirler. (Aktaran Kandiyoti 1997: 128)

Ele alınan oyunlarda ne esir kızlar ne düşmüş kadınlar ne de azınlıklar konu edinilmiştir. Bu oyunlarda Avrupalı kadınlar vardır. Fakat bu kadınların bazı-ları Has-Er’in bahsettiği örnek tiplere girmektedir. Sevda Şener, bu dönem-de yabancı komedi eserlerindönem-den yapılan uyarlamaların, “yaşama biçimlerinin, toplum ilişkilerinde gözetilen değerlerin farklı olmasına karşın insanların, ne-rede yaşarlarsa, hangi ırka, ulusa, inanca bağlı olurlarsa olsunlar, benzer insan-ca özellikler taşıdıklarını gösteren insanlık belgeleri” olarak değerlendirilmesi gerektiğini belirtmektedir (1999: 30-31). Öte yandan Şener, Doğu ve Batı kültürleri arasındaki farkın da bu uyarlamalara yansımış olduğunu, oyunlarda-ki kadın-erkek, efendi-uşak, baba, anne ve çocuklar arasındaoyunlarda-ki konuşmaların, tavırların, davranışların kendi adetlerimize ters düşmeyecek biçimde değişime uğratılmış olduğuna da dikkat çekmektedir (1999: 31). Komedi oyunlarında

(23)

21

66

• 2014

gözlemlenen durum dramlarda da vardır. Nitekim yabancı ülkeleri konu alan oyunlarda, Türk adetlerini ve konuşma biçimlerini bulmamız mümkündür. İmkânsız aşk konusu her zaman ilgi gören konulardan olmuştur. Bu tip oyun-lardan olan Ahmet Mithat Efendi’nin Hükm-i Dil adlı oyununun konusu Fransa’da geçmektedir. Oyunda Paul adlı bir bahçıvan ile Comte de Braval’ın kızı Marguerite arasındaki imkânsız aşk, oldukça romantik bir üslupla can-landırılır. Paul ile Marguerite bütün büyük aşklarda olduğu gibi engelleri aş-maya kararlıdırlar. Oyunun ilk bölümünde gençler birbirlerine aşklarını itiraf ederler. Fakat başka bir asilzade de Marguerite ile evlenmek istemektedir. Üs-telik babaları konuşmuş ve evlenmelerini planlamışlardır. Âşıklar, ailelerinin kendilerini onaylamayacağını bildiklerinden İspanya üzerinden Amerika’ya kaçmaya karar verirler. Bu arada asiller ile asil olmayanlar arasında “insaniyet” açısından bir fark olamayacağı mesajı oyunda sık sık tekrarlanır. Oyunun son perdesinde Marguerite’in annesiyle babası İspanya’da bir köy otelinin salo-nundadırlar; kaçakların peşine düşmüşlerdir. Kont, kızına da Paul’e de öfkeli olmasına karşın onları bulduktan sonra işler değişir ve oldukça duygusal diya-loglardan sonra evliliklerini onaylar.

Bir asilzade ile sıradan bir insanın aşkı sık sık işlenen konulardandır. Bir zen-gin ile bir fakirin, iki düşman ailenin ya da farklı din ya da milletten insanların aralarındaki aşk her zaman dikkat çeken temalardan olmuştur. Ahmet Mithat Efendi, Fransız asilzadelerinden bir kontun kızı ile bir bahçıvan arasında ya-rattığı aşkla, insanlığın asaletle ya da zenginlikle ilgili olmadığını ispatlamaya çalışır.

Oyunda her ne kadar Fransa’da yaşayan oyun kahramanlarının Müslüman topluma göre özgür sosyal çevreleri olsa da, düşünüş ve konuşma tarzlarında Müslüman kimliğine yaklaşırlar. Özellikle Marguerite’in aşka ve karşı cinse olan yaklaşımında bu tür bir tavır geliştirdiğini söyleyebiliriz. Her ne kadar oyunda, Avrupa’nın Osmanlı’ya göre serbest olduğu sosyal yaşam koşullarında kendini hissettirse de, genç kızın aşka ve evliliğe yaklaşımı iffet sınırları içinde ele alınmıştır:

Ben teyzemin verdiği baloya gitmiştim. Bir de bakayım ki Ogüst orada. Yalnız değil, babası, anası hepsi orada. Kendisini gördüğüm gibi salon başıma geçti zannettim. Habis sırıta sırıta yanıma geldi. Yerlere kadar eğilerek selam verdikten sonra kolunu arzetti. Ben de çarnaçar kabul ettim. Kolumu verdim. Aman ne kadar terbiyesiz, neler söylüyor, ne vaz’lar gösteriyor. Hiç bilmez ki bana sivrisinek vızıltısı gibi vız gelirdi. Ne ise şimdi orası lazım değil a. Bir de bir aralık hayalini ortaya koy-masın mı? Hemen kolumu silktim aldım. (Ahmet Mithat 1874:203)

Anlatılan bu sahnede genç bir kızla genç bir erkek dans edebilmekte hat-ta anne ve babalarının gözü önünde rahatlıkla aşkhat-tan bahsedebilmektedirler.

(24)

22

ER

D

EM

Ahmet Mithat Efendi bu sahneyi iki Müslüman genç arasında yaratamayaca-ğını düşündüğü için Fransız kahramanları tercih etmiş olabilir. Bu aşk hikâyesi Osmanlı topraklarında yaşayan Müslüman kahramanlar arasında kurgulan-mış olsaydı entrikalar ya da karmaşık ilişkiler yaratılamazdı. Çünkü bu sıra dışı ve kabul edilemez bir durum olur, hem tepki çeker hem de gerçek dışı olarak algılanırdı. Ahmet Mithat Efendi’nin kurguladığı bu aşk hikâyesinde milliyet ya da dinin olayları yönlendirici özel bir önemi olduğu düşünülebilir. Paul ve Marguerite, Türk ya da Müslüman olsalardı ne değişirdi? Konunun daha farklı bir biçimde işlenmesi gerekirdi. İki gencin karşılaşmaları, buluşmaları, konu-şup kaçmaya karar vermeleri Osmanlı’yı konu alan bir oyunda pek mümkün olamazdı. Peki bu oyun kahramanlarının kendi kültürel kimliklerini yansı-tan özellikleri nelerdir? Aslında bu sorunun yanıtı farklı biçimlerde verilebi-lir. Çünkü her ne kadar Fransa’da yaşayan oyun kahramanlarının Müslüman topluma göre farklı kültürel çevreleri olsa da, düşünüş ve konuşma tarzlarında Müslüman kimliğine yaklaşırlar.

Deniz Kandiyoti, Tanzimat romanında Batı hayranı sorumsuz genç erkeklere karşı son derece haşin ve müstehzi davranılırken; kadınların ise, istenmeyen evliliklere zorlanan, çok eşlilikle aşağılanan, tek yanlı boşanmaya ve özellikle de köleliğe maruz bırakılan bir sistemin güçsüz, pasif kurbanları olarak çizildi-ğine işaret etmektedir (1997: 137). Aslında bu güçsüzlük hem yerli konularda hem de Avrupa’yı konu alan oyunlarda görülmektedir. Buna en iyi örnek de Recaî-zade Mahmut Ekrem’in Afife Anjelik adlı oyunudur.

Afife Anjelik adlı oyunun kaynağı, İsmail Parlatır’ın verdiği bilgiye göre,

Geneviére de Barabant efsanesine dayanmaktadır (1997: 7-11). Bu eser ilk tercümeler arasında yer alır. Oyunda kocası savaşa giden genç ve güzel kontes Anjelik’in kötü niyetli hizmetlisi Josef ’e karşı namusunu koruma savaşı anla-tılır. Kont Mişel, savaşa giderken çok güvendiği adamı Josef ’e karısını ema-net etmiştir. Fakat Josef, Anjelik’e birlikte olmayı teklif eder. Anjelik bunu reddedince de onu yıldırarak amacına ulaşmak için iftira atar. İdamına karar verilmesine neden olan bu iftiraya karşı, Anjelik’in gurur ve namusunu ko-rumak adına yaşadığı acılara göğüs germesi dikkate değerdir. Anjelik her ne pahasına olursa olsun Josef ’e teslim olmamaya kararlıdır. Onun tek endişesi kocasına doğruları anlatabilmektir. Bir mektup yazıp en çok güvendiği hiz-metçisine verir. Ölüm fikrine kendini alıştırmıştır. Fakat idam edilmek üze-reyken cellâtlar ona acır ve hapiste doğurduğu kızıyla birlikte dağlara kaçması için serbest bırakılırlar. Kocası Kont Mişel, savaştan döndüğünde gerçekle-ri öğrenir ve Josef ’i öldürtür. Sonra bir tesadüf esegerçekle-ri karısı ile kızını dağda bulunca onlardan af diler ve eski hayatlarına geri dönerler. Bu mutlu biten aşk hikâyesinde kahramanlar sevgilerini ispatlamış, sadakatleriyle aşklarının ölümsüz olmasını sağlamışlardır. Bu oyundaki Fransız kahramanların Türk ya

(25)

23

66

• 2014

da Müslüman imajından farklı özelliklerini bulmak biraz güçtür. Anjelik, tıpkı bir Müslüman kadın gibi namusunu korumak ve eşine sadık kalabilmek için canından vazgeçer. Kocası, tıpkı bir Türk ya da Müslüman gibi kendisine sa-dık kalmadığını duyduğunda eşinin ölümle cezalandırılmasını kabul eder. Bu durumda yazarın milliyet ya da din ayrımı gözetmeksizin, evrensel olduğunu düşündüğü bir yaklaşımla oyunu kaleme aldığını söyleyebiliriz. Yazar, oyu-nunda Avrupa’yı Osmanlı ya da Türk kültür özelliklerinden ayırabileceğimiz bir tutumla yansıtmamıştır. Belki sadece bir kadının diğer erkeklerle özgürce konuşabilmesi örnek olarak gösterilebilir. Oyunun yazıldığı dönemdeki eser-lerde eğer konu Osmanlı’da geçiyorsa, kadının rahatça görüşebildiği insanlar anneleri, babaları ya da hizmetçi kadınlardır. Hizmetli erkeklerle bir müna-sebetten pek bahsedilmez. Bu konuyu ele alan ender oyunlardan biri Namık Kemal’in Kara Bela adlı eseridir. Bu oyunda Hintli prenses, erkek hizmetlisi tarafından taciz edilir. Aslında bu iki oyunda da kötü adamın dışarıdan değil de ev içinden biri olması anlamlıdır. Çünkü Recaî-zade Mahmut Ekrem de Namık Kemal de kadının ev dışında bir hayatı olabileceği fikrine kapalıdırlar. Bu nedenle kadına gelebilecek zarar ancak ev içinden olabilir.

Afife Anjelik’in konusu oldukça yalın olmasına karşın dili ağırdır. Yazar sanat

yapma kaygısıyla Arapça ve Farsça kelimelere bolca yer vermiştir. Ayrıca genel olarak tarzı da Doğu kültüründen izler taşır. Örneğin, Filip’in Kontes’i yatış-tırıcı sözleri buna örnek olarak gösterilebilir:

FİLİP- Hay hain hay. Velinimetinin ırzına tasallut etmeyi mezhebince reva gören bir insandan daha alçak dünyada kim olabilir? […] Anje-lik, siz keder etmeyin, sizin gibi iffet-kâr bir kadının ırz ve namusunu herkesten evvel Cenab-ı Hak hıfz ve siyânet eder. Âlem ve âlemiyân kabza-i kudretinde muhat olan Cenab-ı Allah’ın muvafık rızası olma-yacak. (1997: 22)

Bu sözlerde İslâm dininin kader anlayışını bulabiliriz. Burada koşulsuz olarak Allah’a inanma ve sığınma vardır: Hem geçmişte yaşananlar hem de gelecekte yaşanacak olanlar Allah’ın takdirine bağlıdır, isterse Allah korur ve esirger. Anjelik, yaşadığı tüm kötü anlarda Allah’a sığınır ve onun ilâhî adaletinin bir gün haklıları ve haksızları ortaya çıkaracağına inandığını dile getirir. Yaza-rın kahramanlaYaza-rına konuşturduğu dil de Müslüman kimliğinden etkiler taşır. Örneğin, sık sık “Allah” kelimesi kullanılır; bunun yanı sıra “Cenab-ı Allah”, “hakkını helal eylemek”, “velinimet” ve en önemlisi “kader” ifadelerinin Av-rupa kültürünü yansıtan içeriklerini bulamayız. Bu gibi ifadelerin Müslüman hatta zaman zaman Doğu mistisizmini yansıttığını söyleyebiliriz.

Parlatır, Recaî-zade Mahmut Ekrem’in ahlâk anlayışına dikkati çekmekte ve onun, “Edebi terk etmek insâniyetden çıkmak, bî-edebliği terviç eyle-mek ise rükn-i medeniyeti yıkmak deeyle-mektir” sözünü aktarmaktadır (2006:

(26)

24

ER

D

EM

301). Recaî-zade’nin bu sözlerinden ahlâkın edebiyata yansımasını ne kadar önemsediği görülmektedir. Ayrıca Parlatır, Recaî-zade Mahmut Ekrem’in

Afife Anjelik ve Atala adlı oyunları ile ilgili olarak şunları söylemektedir:

Batı kaynaklı bu iki oyunda Recaî-zade Ekrem, tipleri oradan aldığı gibi veriyor. Herhangi bir değiştirmeye gitmiyor. Her iki oyunda da olayla-rı yürüten, iki genç ve güzel kadındır.: Afife Anjelik ve Atala. Onlaolayla-rın duyguları süreklice ağır basar. Anjelik’in kocasına bağlılığı, iffetine düş-künlüğü yanında Atala’nın da dinî inancı ön planda geliyor. (2000: 365)

Yabancıları konu alan oyunlarda, tıpkı yerli konuları işleyen oyunlardaki iffet-siz kadın tipine benzeyen kahramanlar vardır. Fakat bu kadınların tip özellik-leri verilirken eleştiri konusu oldukları da hissettirilir. İyiler iyi, kötüler de tam anlamıyla kötü olmalıdırlar. Böylece kötülerin cezalandırılıp iyilerin ödüllen-dirildiği mutlu sonlara ulaşıldığında, seyirci ya da okur olarak bu mutluluktan şüphe duyulmaz. Bu konuya Abdülhak Hâmid’in oyunları örnek olarak gös-terilebilir mi? Onun oyunlarında mutlu sonlar bu kadar açık, anlaşılır ve bek-lendiği biçimde gerçekleşmez. Abdülhak Hâmid Tarhan’ın Cünûn-ı Aşk adlı oyununda biri Fransız biri İngiliz iki kadının bir Hintli’ye olan aşkı konu edil-mektedir. İngiliz Leydi Florans bir subay olan Keptin Koper’le nişanlı olma-sına rağmen Maharaça’ya âşık olmuştur. Maharaça da ondan hoşlanmaktadır. Fakat Maharaça’nın Madmazel Öjeni’ye olan ilgisinin daha güçlü olduğu söy-lenebilir. Öjeni, Leydi Florans’ın Fransız muallimesidir. Aslında başlangıçta Maharaça’nın bu iki kadından hangisini sevdiğini anlamak biraz güçtür. Öjeni ise Maharaça’nın Florans’ı sevdiğini düşündüğünden, istemediği halde Kep-tin Koper’in evlenme teklifini kabul eder. Öjeni ve KepKep-tin Koper evlenirler. Florans, Maharaça ile evlenmek istemektedir; fakat onun İngiliz asaletine ve İngiliz milletinin üstün bir ırk olduğu yönündeki inancı Maharaça’yı küçüm-semesine ve kendisine layık görmemesine neden olacaktır. Temelde de bu ne-denden dolayı ayrılacaklardır. Her ne kadar oyunda Florans’ın kıskançlığının bu ayrılığa neden olduğu izlenimi yaratılsa da, milliyet konusunun da önemli bir etken olduğu söylenebilir. Bunun yanı sıra Maharaça, Öjeni’yi düşünmekte ve aslında ona âşık olduğunu anlamaktadır. Sonunda da Maharaça, Öjeni ile bir gemiye binip uzun bir seyahate çıkacaktır.

Abdülhak Hâmid, uzun yıllar yurt dışında bürokratlık yapmış, Avrupa kül-türünü yakından tanımıştır. Bu nedenle Hâmid’in oyunlarında Avrupa’nın sosyal yaşamının daha canlı çizildiği söylenebilir1. Recaî-zade Mahmut

Ekrem’in ve Ahmet Mithat Efendi’nin oyunlarında Avrupalılar tip özellikle-ri ile belirginleşirler. İyi ve iffetli kadınlar, kötü ve iffetsiz kadınlar

sınıflama-1 Daha ayrıntılı bilgi için bk. Altıkulaç Demirdağ, Refika (2010), “Abdülhak Hâmid’in Eserlerinde Millî

(27)

25

66

• 2014

sı yapılabilir. Hâmid’in oyunlarındaysa bu tip özellikleri belirginleşmez. Bu oyunlardaki kadın kahramanların zaafları, zayıflıkları, tutkuları, onları iyilik ile kötülük arasında gidip gelen karakterlere yaklaştırır. Hâmid’in eserleri içinde bu konuda verilebilecek en iyi örnek Finten’dir. Finten, hem tutkulu bir âşık, hem aldatan bir eş, hem bencil bir salon kadını, hem de çocuğu için her şeyden vazgeçebilecek bir annedir. Tek yönlü bir karakter olmayan Finten hakkında yapılan değerlendirmelerde o kötü kadın tiplerine dâhil edilse de, kendisiyle aynı dönemde yaratılan kadın kahramanların sığ özelliklerini gös-termediği söylenebilir. En azından diğer kötü kadın tiplerine göre anlaşılması daha güç, karmaşık karakter özellikleri sergilemektedir. Fakat Hâmid’in bu oyununda Cünûn-ı Aşk’taki Avrupalı algısından daha belirgin bir değerlen-dirme ortaya çıkmaktadır. Oyunun konusu İngiltere’de geçmektedir. Fakat oyun kahramanlarından Finten Kanadalı, Davalaciro ise Hintlidir. Oyundaki Doğu-Batı karşıtlığı ile ilgili olarak Nüket Esen şöyle der:

Batı edebiyatında Doğu’nun tanımlanışına genel olarak bakıldığında bu tür aşırılıkların hep Doğu’ya atfedildiği görülür. Mesela, Elizabeth dönemi tiyatrosunda Türklerle ilgili temalar intikam, entrika, şiddet, kıskançlık, ihtiras, kudret, zorbalık ve şehveti içerir. Hâmit de bu çizgi-de kalarak Finten’çizgi-deki bütün olumsuz aşırılıkları bir Batılı gibi Avrupa dışı dünyaya ve oralardan gelenlere yüklemiştir.

Finten’in sonunda dış dünyanın insanları tüm aşırılıklarıyla vahşeti yaşarlar. Bir kıskançlık nöbeti sırasında Davalaciro, Ucube’yi öldürür. Bunun üzerine Finten, Davalaciro’yu vurur, kendi de düşüp ölür. Me-deniyet dışı güçler birbirlerini imha etmişlerdir. (2010: 103)

Esen, Mehmet Kaplan’ın Finten hakkında söylediklerine de dikkat çeker. Kaplan, Finten’de Avrupalı olmayanların ölçüsüz çizildiğini belirtmektedir:

Hâmid, piyesinde yüksek İngiliz sosyetesine mensup insanları na-zik, kibar, ince, kapalı ve nükteli bir şekilde konuşturmasına karşılık, içgüdülerine göre hareket eden Finten, Davalaciro ve Melvil’i âdeta hayvanlar gibi böğürtür. Hâmid, onları konuştururken aşırı derecede romantik ifadeler kullanır. Asil tabakaya mensup olanların ölçülü dav-ranış ve konuşmalarına karşılık, onlar hareket, düşünce ve ifadelerinde ölçü tanımazlar. (2002: 146 )

Esen, ırk ve doğup yaşanan coğrafya farkının bu ölçüt faklılığına yol açtığı inancının oyunun yazıldığı dönemdeki Batılı görüşten kaynaklandığını söyler: “Avrupa dışı dünya, Avrupa’nın medeni ölçülerinin dışındadır” (2010: 103). Hâmid’in Doğu’yu Avrupalının algıladığı biçimde yansıtması, Recâ-izade Mahmut Ekrem ve Ahmet Mithat’ın Avrupalıyı kendi pencerelerinden ver-meleri, Tanzimat dönemi yazarlarının Avrupa’yı, öznel bir gözle değerlendir-diklerini gösterir. Avrupalı kadın kahramanlar konusunda da Hâmid, her ne kadar diğer iki yazarın tutumunun dışında bir tutum geliştirmiş gibi

(28)

görün-26

ER

D

EM

se de Finten’de, karakterin tüm olumsuz ve kötücül özelliklerinin karşısında melek yaradılışlı, iffetli, masum, âşık, veremli Blanş vardır. Bu oyunda da iyi kadının iyi yanları, kötü kadının kötücül davranışları sayesinde pekiştirilir. Her ne kadar Finten, ölçüsüz ve vahşi davranışları ile Avrupa dışı olmanın bir temsili olsa da, Blanş’ın özellikleri ve yazarın ona yüklediği görev, onu bir Doğuluya yaklaştırır. Sonuçta yüceltilen kadın kahraman Blanş, Avrupa’nın asalet ve kibarlık merakının bir eleştirisidir. Onlar gibi davranmaz, düşünmez ve onlardan daha uysal ve mistiktir. Nereden geldiği, ırkı ve coğrafyası bilin-meyen, kimsesiz bir kızdır:

BLANŞ- Eğer siz hakiki bir tabibseniz insaf ediniz de bu asalet ıstı-rabından, soy illetinden kurtulayım. Leydi Dik’e yazınız ki hiç kimsem yok; olduğunu da istemiyorum. Zaten böyle kimseleri olmaktan, kim-sesiz olmak evlâ değil midir? […] Âlemin mâlumu olsun ki ben bir soysuzum, bir taştan çıkmışım, bir mezardan hâsıl olmuşum, bütün cemiyet-i beşeriye bana ecnebi, ben bütün mükevvenatâ garîb! (Tar-han 1998: 317)

Oyunun sonundaysa, Blanş’ın duygularının masum başkaldırısı, onun iyileşip Finten karşısında galip gelmesini sağlayacaktır.

Tanzimat dönemi yazarlarının eserlerinde yaratılan kadın kahramanların keskin çizgilerle belirlenmiş, iyi ya da kötü yaradılışlı kadınlar oldukları söy-lenebilir. Birbirine zıt kahramanlar yaratılarak iyilerin iyi özelliklerinin be-lirginleştirilmesi ve o dönemin kadın okurlarına örnek oluşturması, bu kah-ramanlar aracılığıyla okurların eğitilmesi amaçlanmıştır. Avrupalı kadınların konu edildiği oyunlarda da aynı amaç doğrultusunda kültürel anlamda örnek kahramanlar oluşturulmaya çalışılmıştır. Fakat bu durum kahramanların ken-di kültür özellikleri ile yansıtılmayıp bir Müslüman ya da bir Osmanlı gibi yaratılmasına neden olmuştur. Abdülhak Hâmid’in eserlerindeki kadın kah-ramanların, ele alınan diğer oyunlardaki kahramanlarla karşılaştırıldığında daha gerçekçi özelliklerle donatıldığı söylenebilir. Fakat bu kahramanlar da yine iyi ve iffetli kadın üslubu ve davranışlarıyla bir Osmanlı ya da bir Müs-lüman kadın tipine yaklaşırlar. Bu durum Osmanlı’nın Avrupa’ya açıldığı bu dönemde her ne kadar Avrupa modeli teknik yönden birebir taklit edilmeye çalışılmış olsa da, eserlere yansıtılan kadın kahramanların biçimlendirilmesi konusunda Avrupalı kadının değil, Osmanlı Müslüman kadın tipinin örnek alındığını göstermektedir. Bunun yanı sıra “iffet”, dinlere ve milletlere göre pek de farklılık göstermeyen evrensel bir mesele olsa da, algılanışında bazı kültürel farklar olduğu yadsınamaz. Dolayısıyla burada ele alınan yazarlar kendi kültürel dinamiklerinden hareket ederek bu meseleyi işlemişlerdir.

(29)

27

66

• 2014

Kaynaklar

Ahmet Midhat Efendi (1998). Hükm-i Dil, İstanbul: Dergâh Yayınları.

Altıkulaç Demirdağ, Refika (2010). “Abdülhak Hâmid’in Eserlerinde Millî ve Felsefî Unsurlar”, yayımlanmamış doktora tezi, Ankara: Hacettepe Üniversitesi. Esen, Nüket (2010). Modern Türk Edebiyatı Üzerine Okumalar, İstanbul: İletişim

Yayınları.

Has-Er, Melin (2000). Tanzimat Devri Türk Romanında Kadın Kahramanlar, Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları.

Kandiyoti, Deniz (1997). Cariyeler Bacılar Yurttaşlar, İstanbul: Metis Yayınları. Kaplan, Mehmet (2002). “Finten Piyesinde Çatışan Şahıslar Değerler ve Hayaller”,

Türk Edebiyatı Üzerine Araştırmalar 2, İstanbul: Dergâh Yayınları, s.144-152.

Parlatır, İsmail (1997). “Sunuş”, Recaî-zade M. Ekrem Bütün Eserleri I, Haz. İsmail Parlatır, İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, s. 7-11.

——— (2006). “Recaî-zade Mahmut Ekrem”, Tanzimat Edebiyatı. Ankara: Akçağ Yayınları, s. 291-409.

Recaî-zade Mahmut Ekrem (1997). Afife Anjelik, Haz. İsmail Parlatır, İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, s. 13-61.

Şener, Sevda (1999). Cumhuriyet’in 75. Yılında Türk Tiyatrosu, Ankara: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.

Tanpınar, Ahmet Hamdi (2001). Ondokuzuncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul: Çağlayan Kitabevi.

Tarhan, Abdülhak Hâmid (1998a). Cünûn-ı Aşk, Haz. İnci Enginün, İstanbul: Dergâh Yayınları.

(30)

28

ER

D

EM

ABSTRACT

European Women and the Matter of “Chastity” in Tanzimat Theatre

Some theater plays that were written in Tanzimat period, take place in Europe and between Europeans. Heroines in these plays do not ex-hibit different properties from Ottoman or Muslim women. During Tanzimat period, the subject of impossible love had been one of the frequently handled topics. Heroines are chaste and faithful. The au-thors take care that heroines are exemplary for the reader and the view-er. Therefore, the European women in these plays are heroines which constitute a sample proving that the authors of Tanzimat period do not perceive the cultural identity of Europe and Europeans differently. That is visible in Ahmet Mithat Efendi’s Hükm-i Dil, Recâ-izade Mahmut Ekrem’s Afîfe Anjelik, and Abdülhâk Hâmid Tarhan’s Cünûn-ı Aşk. Keywords: Tanzimat literature, Tanzimat theatre, Europe, heroines, chastity

(31)

29

66

• 2014

ÖZ

Bu çalışmada, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın edebî eserleri temel alınarak, onun “ölüm” kavramı üzerindeki düşüncelerini yansıtan yazınsal imge-leri üzerinde durulmuştur. Tanpınar’da ölüm, hayatının trajik yanlarını ortaya koyan, onun düşüncelerini derinden etkileyen felsefî bir prob-lemdir. Bir sanatçı ruhuyla ölümlü oluşunun farkındalığı, buna rağmen eserleri vasıtasıyla mazi, toplum ve kültürle ölümsüzlüğü isteyişi/arayı-şı temel çatışma noktalarından birisini oluşturur. Tanpınar’ın özellikle günlükleri incelendiğinde görülecektir ki, ölüm/ölümlü olma ve ölüm-süzlük onun yaratma eyleminin altında yatan en önemli unsurlardan birisidir. Bu durum karşısında Tanpınar, eserlerinde kaçınılmaz olarak bilinçli veya bilinçaltı ölüme dair imgeler kullanmaktadır. Ölümün kesin bir tanımının olmayışı, bu konuda düşünen herkes için farklı bir anlamlandırmanın doğmasına neden olmaktadır. Tanpınar insan, sanatçı, toplum adamı olarak ölümü kendisince yorumlamış ve bu edi-nimlerini eserlerine yansıtmıştır. Bu imgeler, farklı eserlerinde benzer kullanımlar ve eşanlamlarla karşımıza çıkar. Bu çalışma, Tanpınar’ın kullandığı imgelerden belli başlıları seçilerek örneklendirilmiştir. Anahtar sözcükler: Türk şiiri, Ahmet Hamdi Tanpınar, ölüm, imge, metafor

B

ilinçli bir varlık olarak insan, hem hatıralarıyla birlikte maziyi yaşama, hem de geleceğine şekil ve yön verebilme özelliğine sahiptir. İnsan bu nedenle “ölüm” kavramı ve olgusunu daima hafızasında canlı tutar ve düşü-nür. Her durum ve şartta ona karşı vaziyet alır, onun için birtakım hazırlıklar yapar ve onunla ilgili inançlara sahip çıkar. İnsanoğlu, bir şekilde kendi

sonu-Poetikasında Ölüm İmgeleri

TOLGA BAYINDIR

*

* Okutman, Kocaeli Üniversitesi, Türk Dili Birimi/KOCAELİ

e-posta: tlgbayindir@hotmail.com

“Herkes ömründe bir kere Bu zalim dönüşle titrer.”

(32)

30

ER

D

EM

nu düşünürken ölümle ilgili bazı anlayışlar ve kabullenmeler geliştirebilir. İn-san, içinde bulunduğu sosyo-kültürel yaşam ve kendisini çevreleyen tabiatın ürettiği zihinsel uyaranlar vasıtasıyla ölümü daha sık, daha derin bir şekilde düşünebilir. Buna rağmen ölüm, yaşayan insanlar için tecrübe edilebilecek bir olgu ve durum değil, tam aksine düşünsel temelde yaşanan bir deneyimdir “İyi olup olmayacağını bilmiyoruz ölümün” (Maurois 1961: 162) çünkü ölüm bizim dışımızda vardır. Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur’da bu durumu şu şe-kilde ifade etmektedir: “ ‘Evet, insanî tecrübe, insanın dışında…’ diye tekrar-ladı. Bunun gibi güzel, mutlak, mesut ve yüksek her şey insanın dışındaydı. Derin düşünce hepsini inkâr ediyordu. Derin ve sağlam düşünce, bir tek nok-taya bakardı; Ölüm! Veya başıboş çılgınlık yani hayat!” (Tanpınar 2002: 316) Tarih boyunca ölümsüzlüğü arayan insanoğlu, bu emeline ulaşamamıştır; çünkü hayatın tecrübe edilmiş kanunları, kaçınılmaz bir şekilde ölümü zo-runlu kılmaktadır. Eğer ki ölüm denen algı olmasaydı, yaşam da olmazdı. Ölüm pratiği, Irvin Yalom’da, “hiç ayrılmadığımız karanlık gölgemiz” (2008: 7) ve “endişelerimizin, streslerimizin ve çatışmalarımızın kaynağı” (2008: 16), Mevlâna’da ise “İnsanın kendi bâtınını görmesi ve âmeli ile karşı kar-şıya gelmesi” (Kocatürk 1981: 32) şeklinde ifade bulur. Bunun yanı sıra, Paul Gilson’un “Ölüm gülümsüyor arasında mimozaların” (1986: 88), Yahya Kemal Beyatlı’nın “Ölüm âsude bahar ülkesidir bir rinde” (2011: 54), Ivan Soll’un “Ölüm varoluşumuzu karartır ve yarattığı sürekli tehdit o denli daya-nılmazdır ki, onu kaçınılmaz olarak bastırmaya yöneliriz” (Malpas, Solomon 2006: 53), Carl Jung’un “Hedefine yol alan bir mermi gibi, yaşam ölümde son bulur” (1992: 9) ve Ömer Hayyam’ın “Ben de geçtim gittim/bu zulüm yur-dundan/Elimde yelden başka bir şey kalmadan/Ama var mı ölümüme sevinip de/Ecelin şaşmaz tuzağından kurtulan” (2009: 49) şeklindeki ilgi çekici ifa-deleri de ölüme farklı bakış açıları getirirler. Bununla beraber, ölümü tanım-lamak olanaksızdır; ölüm kesin boşluğu, var olmamayı ve hiçliği temsil eder. Tanpınar da “Hakikî fert için ölüm hiçliktir. Hiçliğin vasfı olamaz” (2000: 22) cümleleriyle bu durumu ifade eder. Ölüm, varlığın ötesinde, iletişimin mümkün olmadığı bir yerdedir; çünkü ölüme uygun bir anlam yükleyip ona hâkim olma girişimi hiçbir zaman sonuç vermez.

Ölüm olgusu, insanoğlunun psikolojik ve kültürel tarihinde karşılaşılacak en önemli arketiplerden biridir. Ölüm, varoluşun temelinde insanoğlu için do-ğumundan itibaren tek gerçektir; ama aynı zamanda var olamama tehdidini de içermektedir. Bu durum, ölümden kaçamayacağının bilincinde olan insan için bir “kaygı” kaynağıdır. İnsanlık tarihi bu kaygıyı hafifletecek kültürel, sa-natsal, edebî, dinî aktiviteler ve sembollerle ölümü bastırma uğraşlarıyla dolu-dur. Toplum kavramı, bu yadsımanın hafifletildiği en dinamik oluşum olarak karşımıza çıkar: “Başkalarının hayatta kalması söz konusu olmadığı sürece,

(33)

31

66

• 2014

bireyin hayatta kalmasının hiçbir anlamı ve çekiciliği yoktur” (Bauman 2000: 55). Tanpınar’ın eserleri okunduğunda görülecektir ki, onda “toplum” olarak adlandırılan yapı ebedîdir. Bu nedenle toplum, devama mecburdur. Tanpınar, toplumun bireyden önce geldiğini düşünür. Bu sayede insan düşüncesi kendi ölümsüzlüğüne ulaşabilir:

Fert hayatının yerine, topluluk hayatını koyduğumuz an, ölüm bizim için hiçbir hoyrat tarafı kalmamış bir tecrübe olur. ‘Ben bu çınarda milyonlarca yaprağın arasında bir yaprağım. Mesele benim devamım değil bu çınarın devamıdır. O devam ettikçe ben devam etmiş olaca-ğım. Sonsuz zaman içinde onun vakarlı gövdesinin yükseldiğini bil-mek benim için yetişir. Milyonlarca kuş her akşam onda toplanacak, her sabah şafakla oradan geniş mekânı fethe uçacak. Mevsimler deği-şecek, devirler geçecek; fakat o daima kendisi kalacak. Başı muzaffer aydınlıkta yüzecek; kökü karışık ağlarıyla toprağın derinliklerini yok-layacak. Fırtına, yıldırım, her şey onu deneyecek; fakat o daima zama-nın ve mekâzama-nın hakimi kalacak…’ Bunu diyen ruh ölümü bir hamlede yenmiş olan ruhtur. (Tanpınar 2000: 93)

Devamlılığa mecbur olan Tanpınar’ın “çınar” olarak simgeleştirdiği işte bu yapıdır; yani “toplum”dur. Zaman denilen “mefhum” çalıştıkça bu çınardan düşen her yaprağın yerine mutlaka bir başkası gelecektir. Bu durum, insan kaderinin son ve en büyük parçasıdır. Toplum ve kültür hayatının devam et-mesi, zamana karşı insanoğlunun tek zaferi gibi görülmektedir.

Tanpınar, romanlarında, hikâyelerinde, denemelerinde özellikle de şiirlerinde ölüm imgesini bilinçli olarak kullanmış bir sanatkârdır. Ölüme dair düşüncele-rini/hayallerini birçok eserinde farklı şekillerde dile getirmiştir. Bu çalışmanın amacı, bu düşünsel metaları ortaya koymak değil; bunların bütünündeki or-tak imgesel değerleri tespite çalışmaktır. Söz konusu imge olunca doğal olarak Tanpınar’ın şiirleri temel alınacaktır. Bununla birlikte şiirlerindekine paralel diğer edebî eserlerindeki ölüm imgeleri de örnekleriyle açıklanmaya çalışıla-caktır. Eğretileme, her dilde, sözcük aktarmasının en yaygın türlerinden biridir. Metafor terimine karşılık gelen, Yunanca “metaphora”, Fransızca “mètaphore”, İngilizce “metaphor”, Almanca “Metapher” biçiminde kullanılan deyim aktar-ması, Türkçede istiare terimiyle çok uzun süre kullanılmıştır (Aksan 1998: 62). Edebiyat, malzemesi dil olan ve bu aracı en derin manalarda kullanan bir sanat-tır. Sözcüklerin yazınsal değeri, metnin bütününe şekil veren anlam yükleridir.

1. Perde

Tanpınar, hayat ve ölüm tezadını şiirlerinde sıkça işlemiştir. Şair, ölüm duy-gusunun kaygı verici yüzüyle karşılaştığı durumlarda, genellikle rüya âlemine dalmaktadır. Bu dünya ile Tanpınar’ın yarattığı bu rüya dünyasını ayıran ise,

Referanslar

Benzer Belgeler

Çizelge 4’e bakıldı- ğında bin tohum ağırlığı lokasyonlar, genotipler ve genotip x lokasyon interaksiyonuna göre p < 0.01 düzeyinde önemli olmuştur..

Araştırmada üzerinde durulan özelliklerden bitki boyu, bakla sayısı ve bin tohum ağırlığı bakımından genotipler arasındaki farklılıklar istatistiki bakımdan

En uygun parsel boy/en oranının belirlenebilmesi için, yukarıda belirtilen iki temel kayıp faktörü nede- niyle oluşan kayıplar, belirli büyüklükte ve farklı boy/en

Buna bağlı olarak fotovoltaik (PV) güneş enerjisi panel tasarımı planlanan bir yerin bulunduğu koordinatların yıllık güneşlenme değerleri, PV’den elde

Denemede havuç ağırlığı (g), havuç uzunluğu (cm), havuç verimi (kg/da), ekstra havuç verimi (kg/da), I.sınıf havuç verimi (kg/da), II.sınıf havuç verimi (kg/da),

2015-2040 dönemi için model verileri ile hesaplanan yıllık toplam evapotranspirasyon değerlerinin ortalaması incelendiğinde; Edirne ve Kırklareli için sırasıyla

Deneme sonuçlarına göre, 37.2 0 C’ de inkübe edi- len 3 numaralı yumurtalar, 1 numara ile gösterilen gruba göre toplam geç dönem ölümler ve prenatal ölümler bakımın-

Bu özellik bakımın- dan incelenen 15 kombinasyonda anaçların ortalama- sına göre altı pozitif, dokuz negatif, üstün anaca göre ise dört pozitif, 11 negatif melez gücü