• Sonuç bulunamadı

Servet-i Fünûn Şiirinde Halit Ziya’nın Yeri

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Servet-i Fünûn Şiirinde Halit Ziya’nın Yeri"

Copied!
19
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Şerife Çağın

THE PLACE OF HALİT ZİYA IN SERVET-İ FÜNUN POETRY

ÖZ: Araştırmacılar, Halit Ziya’nın Servet-i Fünun nesrini şekillendirdiği, özellikle mensur şiir, hikâye ve roman türlerinde yenilikler getirdiği hususunda hemfikirdir. Ancak nesir ve şiir birbirinden kopuk sahalarmış gibi düşünüldüğü ve İzmir dönemi romanları ile hikâyeleri fazla dikkate alınmadığı için Halit Ziya’nın Servet-i Fünun şiiri üzerindeki tesiri yeteri kadar incelenmemiştir. Çalışmamızda Halit Ziya ile birlikte Tevfik Fikret ve Cenap Şahabettin’in bazı eserlerini karşılaştırarak roman ve hikâyelerle şiirler arasındaki benzerlikler üzerinde durduk. Araştırmalarımı-zın sonucunda, aynı mahfillerde toplanmış ve birbirlerinin yazdıklarını sıcağı sıcağına takip etmiş Servet-i Fünun topluluğunun en önemli isimlerinden olan Halit Ziya’nın, kendi döneminin şiiri üzerinde gerek tema gerekse dil ve anlatım ve hayal açılarından daha geniş çalışmaları gerektiren önemli bir kaynak olduğu kanaatine vardık.

Anahtar Kelimeler: Halit Ziya, Tevfik Fikret, Cenap Şahabettin, Servet-i Fünun

döneminde temalar ve imajlar

ABSTRACT: Researchers agree that Halit Ziya shaped Servet-i Fünun prose, and brought novelty to especially prose poetry, story and novel. Unfortunately, Halit Ziya’s effect on Servet-i Fünun poetry hardly ever discussed due to thinking of prose and poetry literature separately and not knowing enough of Halit Ziya’s İzmir period works. In this study, we tried to identify similar elements which passed through stories and novels to poems by comparing some works of Halit Ziya, Tevfik Fikret and Cenab Şehabettin. Following our researches, we came to Yeni Türk Edebiyatı Dergisi, Sayı 11, Nisan 2015, s. 7-25. * Doç. Dr., Ege Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü.

(2)

a conclusion that Halit Ziya, one of the most important Servet-i Fünun writers who met at the same gathering places and followed each other’s writings almost immediately, is a big resource which needs more detailed studies on his period’s poetry in terms of language, expression and imagination.

Keywords: Halit Ziya, Tevfik Fikret, Cenab Şehabettin, themes and images in

Servet-i Fünun period.

...

Servet-i Fünun dönemine baktığımızda, kendisinden önce ve sonra hiçbir dönemde olmadığı kadar, roman ve hikâye yazarlarıyla şairlerin eserlerindeki mevzular ve bu mevzuları ele alış tarzları arasında incelenmeye değer bir yakınlığın olduğu görülmek-tedir. Mehmet Kaplan bu edebiyatın oluşumunda tesiri olduğu düşünülen sebepleri anlamlı başlıklar altında izah etmiştir.1 Edebî türler arasındaki bu yakınlık ve benzerliğe

dikkat çekilmiş olmasına rağmen yapılan çalışmalara baktığımızda ya nesir yazarları kendi içerisinde değerlendirilerek roman ve hikâyenin tekâmülü ortaya konulmaya çalışılmış ya da şairler kendi içlerinde ele alınarak şiirlerin özellikleri üzerinde durul-muştur. Bu eksiklik büyük ölçüde ilginin tek taraflı olmasından ve eserlerin çoğunun yıllarca yeni yazıya aktarılamamasından kaynaklanmıştır. Oysa edebiyat tarihinde temaların, anlatım tekniklerinin, üslup özelliklerinin ortaya çıkıp gelişmesinde ayrıntılı metin tahlilleri kadar, tür ayırımına gitmeden daha genel bir çerçevede bakışların da gerekli olduğu yadsınamaz. Bu tür incelemeler için yazar külliyatlarının eksiksiz bir şekilde orijinal hâlleriyle yayımlanması ve bu eserlerin kronoloji gözetilerek okunup değerlendirilmesi gerekmektedir. Yine de kaynak meselesi, eseri yaratma süreci bir tarafıyla karanlık kalmaya mahkûmdur.

Halit Ziya’nın Servet-i Fünun döneminden önce kaleme aldığı eserlerini değer-lendirirken Mai ve Siyah ile Aşk-ı Memnu’nun büyüsünden kurtulamadığımızı, yazar hakkında verdiğimiz hükümlerde de daha çok bu iki eserin belirleyici olduğunu fark ettik. En azından kendi adıma böyleydi. Bu tür eksik veya yetersiz okumalardan dolayı yapılan çalışmalarda, mesela yazarın İzmir dönemi eserleri atlanarak Sergüzeşt ve

Araba Sevdası’nın realizminden Servet-i Fünun realizmine geçilmektedir. 1886-1887

yılları arasında Hizmet gazetesinde tefrika edilen Sefile romanı üzerinde Ömer Faruk Huyugüzel’in yaptığı inceleme,2 realist teknikleri kullanma bakımından bu romanı

1 Kaplan, Tevfik Fikret: Devir-Şahsiyet-Eser, s. 29-57.

2 Huyugüzel, “Halit Ziya’nın Sefile Romanında Realist Teknikler”, s. 180-193. Ayrıca Ö. Faruk

Huyu-güzel, tefrika hâlinde kalmış olan Sefile romanını kitaplaştırmış, yazarın İzmir dönemini ele alan önemli çalışmalar yapmıştır. Bu çalışmalar için bk. “Halit Ziya Uşaklıgil’in İzmir Devresi ve Bu Devrede Verdiği Eserler”, s. 150-163; “Halit Ziya’nın İzmir’de Yazdığı Büyük Hikâyelerde Yapı ve Üslup Özellikleri”, s. 171-179; Halit Ziya Uşaklıgil (Hayatı, Eserleri, Eserlerinden Seçmeler).

(3)

diğerlerinin önüne geçirmektedir. Benzer şekilde Mehmet Kaplan’ın Mai ve Siyah romanının üslubu hakkında yazdığı makalede3 bakış açısına dair söyledikleri, yazarın

İzmir dönemi eserlerine de uyarlanabilecek önemli tespitlerdir. Yine Jale Parla’nın

Türk Romanında Yazar ve Başkalaşım kitabında başarısız ve aciz yazar portresi olarak

ele aldığı Ahmet Cemil’in4 prototipini bazı özellikleriyle İzmir dönemi eserlerinde

de görmek mümkündür (Sözgelimi Bir Ölünün Defteri’nde Vecdi sanatçı olmamakla birlikte hayat karşısında pasif, tutunamayan bir kişiliktir).

Halit Ziya’nın eserleriyle Tevfik Fikret ve Cenap Şahabettin’in şiirlerinin kar-şılaştırmalı olarak okunabileceği düşüncesinden hareketle yaptığımız bu çalışmada, bazı paralelliklere dikkat çekmeye çalıştık. Servet-i Fünun nesrinin kurucusu olarak kabul edilen Halit Ziya’nın roman ve hikâyelerinin, dikkatli bir gözle okunduğunda sadece bu türlerin gelişiminde değil, şiir metinleri üzerinde de değişik açılardan etkili olduğu görülmektedir. Tabii ki bu tür benzerlikler hiçbir zaman, sonradan kaleme alı-nan eserin değerini düşürmez, önemli olan sanatçının eserindeki bütünlüktür. Bu tip çalışmalar, bir temanın ilk defa ne zaman ortaya çıkıp nasıl bir gelişme gösterdiğini ortaya koymak ve eserdeki bazı üslûp özellikleri ve anlatım tekniklerini tespit edip değerlendirmek bakımından önem taşırlar. Ayrıca hatıralardan öğreniyoruz ki özellikle Servet-i Fünun topluluğunun oluştuğu yıllarda, yazarlar düzenli olarak haftanın bir günü bir araya gelerek yayımlanacak yazılarını okumakta ve görüş bildirmektedirler.5

Yine bu tür kaynaklar, Servet-i Fünun döneminde adeta bir yıldız gibi parlayan ve pek çok sanatçıyı etrafında toplayarak bir çekim merkezi hâline gelen Tevfik Fikret hakkında sonraki dönemlerde kanaatlerin değiştiğini göstermektedir. Servet-i Fünun’da asıl yeniliğin Fikret tarafından değil Cenap ve Halit Ziya tarafından gerçekleştirildiği iddia edilmiştir. Ruşen Eşref’in Diyorlar ki kitabından alınan Cenap’ın şu sözlerini konumuzla ilgili olduğu için aktarıyoruz:

Bu devrin bütün muvaffakiyetlerini Fikret’e isnad edenler büyük, ama pek büyük ve galiz bir surette tarih-i edebiyatımızı tahrif etmiş oluyorlar. Gençlerin hiçbiri Fikret’i ve Fikret’in devrini benim kadar tanımak iddiasında olamazlar; bu salahiyetle söylüyorum ki Fikret’in muasırîni ile münasebeti hiç de birçoklarınızın zannettiği gibi değildir. Onun mesela Halit Ziya üzerindeki tesiri hiç mesabesinde olduğu halde, kendisi Halit Ziya Bey’den pek derin bir surette müteessir olmuştur ve hatta hiç ismini zikre lüzum hissetmediğiniz Mehmet Rauf’un Fikret üzerinde bir nüfuz icra etmiş olduğunu iddia edebilirim.6

Cenap, Fikret’i büyük bir şair olarak kabul etmekle birlikte Edebiyat-ı Cedide’nin 3 Kaplan, “Mai ve Siyah Romanının Üslubu Hakkında”, s. 437-458.

4 Parla, Mai ve Siyah’ı Türk romanı geleneğinde ilk sanatçı romanı (künstlerroman) olarak

değerlendir-mektedir. Türk Romanında Yazar ve Başkalaşım, s. 63.

5 Yalçın, Edebî Hatıralar, s. 135.

(4)

kurucusu olmak bakımından onun yerinin Halit Ziya’dan daha aşağı olduğunu belirtir. Cenap’a göre Halit Ziya’nın Servet-i Fünuncuların dil, ifade ve fikirleri üzerindeki tesiri Fikret’inkinden daha fazladır.7

Karşılaştırdığımız Halit Ziya ile Fikret ve Cenap’ın metinlerini tematik geçişler ve tematik geçişlerle birlikte dil ve anlatım benzerlikleri bakımından iki grupta de-ğerlendirmek mümkündür.

a. Tematik Benzerlik veya Yakınlıklar

Halit Ziya ile Fikret’in kadın hakları, toplumda kadının yeriyle ilgili üzerinde durulan ve pek çok çalışmada bir arada ele alınan eserleri Mai ve Siyah romanı ile “Hemşirem İçin” şiiridir. Bu eserlere gelmeden epey önce Halit Ziya, ilk romanı

Sefile’de İkbal ve Mazlume’nin bakışından kadın-erkek eşitliği üzerinde durur. İkinci

romanı Nemide’de Nahit’in, kadının eşini seçmesi konusunda ne kadar ısrarcı oldu-ğunu ve kendi cinsini eşya gibi gören toplumu sert bir dille eleştirdiğini görürüz. Bir

Ölünün Defteri’nde Nigâr, annesinin damat olarak düşündüğü Vecdi’yi değil kendi

tabiatına uygun gördüğü Hüsam’ı seçmiştir. Mai ve Siyah’ta ise Ahmet Cemil’in kız kardeşi İkbal’in kocası Vehbi tarafından hor görülmesine, aldatılmasına ve nihayet ölüme sürüklenişine şahit oluruz. Halit Ziya’da daha çok romanın arka planında ferdî boyutta kalan kadın hakları meselesi, Fikret’in “Hemşirem İçin” şiiriyle sosyal bir yara olarak gözler önüne serilir. Şairin 1908’de yayımlanan bu şiiri, kocasının zulmü yüzünden 1902’de kaybettiği, kız kardeşiyle ilgilidir. Ahmet Cemil’in kız kardeşiyle Fikret’in kız kardeşi arasındaki benzerlik ikisinin de kocalarından zulüm görmeleri, uyandırdıkları merhamet duygusu, ilkinde dolaylı olarak ikincisinde ise doğrudan ve sert bir üslupla kadını aciz bırakan aile ve toplum eleştirisidir.

7 Mehmet Rauf da yıllar sonra geriye dönüp baktığında Tevfik Fikret’in Halit Ziya’yı kıskandığını

dü-şünmektedir. Anlaşılan o ki Halit Ziya’nın olgun, mütevazı tavrı bu kıskançlığın açığa çıkmasına mani olmuştur. Mehmet Rauf şöyle der: “Bu cümleden olarak, o hayatın tafsilatını tahattur ettikçe, bu hâlin en bâhir alâmâtını Fikret’te buluyorum. Her ne kadar kendisi hiç kimseye karşı rekabet hissiyâtı izhar etmiyor ise de bunu bizim aramızda peydâ etmeye pek ehemmiyet vermekteydi. Bilhassa, ne vakit Halit Ziya’yı beraberce görsek, ‘Aman Halit Bey, bunlar (yani Cahit’le ben) seni geçecekler... Yine bu hafta ikisinin de nefis birer hikâyesi var...’ diye onu endiş-nâk etmeye hasr-ı gayret eder ve zavallı Halit Ziya’yı bundan memnun olacağına yemine icbâr ederdi. Fikret’in bu ısrarı bugün o kadar sene sonra, onun ruhunda kararan fırtınalar hakkında beni şüpheye sevk ediyor ve bundan kendisinin de Ziya’yı derin bir endişe ile takip etmekte olduğunu ve onun muvaffakıyetlerini derin bir ezâ-yı ruh ile gördüğünü istidlâl ediyorum.” Bk. Mehmet Rauf’un Anıları (Haz. Rahim Tarım), s. 70-71. Fikret’in, döneminde otoriter, baskın bir karakter olması, şair hakkındaki kanaatlerin zaman içerisinde olumlu-dan olumsuza doğru değişmesi bize bir başka otorite şairi, Yahya Kemal’i hatırlatmaktadır. Fikret ve Halit Ziya hakkında yakın arkadaşlarının düşüncelerini ortaya koyan bir çalışma için bk. Andı, “Yakın Arkadaşlarının Tanıklığı Çerçevesinde Servet-i Fünun Edebiyatının İki Kutbu: Halit Ziya ve Tevfik Fikret”, s. 35-46.

(5)

Halit Ziya ve Fikret’in eserlerine baktığımızda her ikisinin de fakir, kimsesiz ve hasta çocuklara karşı ilgisiz kalmadıklarını görürüz. Halit Ziya da Recaizade Mahmut Ekrem gibi çocuklarını peş peşe kaybetmiş talihsiz babalardandır. Her ikisi de çocuk-larının ölümleri üzerine şiir ve hikâyeler yazmışlardır. Halit Ziya’nın, altında “1892” tarihi kayıtlı olan “Bir Demet Çiçek” hikâyesinde8 vereme yakalanmış iki çocuğun, iki

kardeşin ölüme doğru gidişi, çocukların psikolojisiyle ilgili doktorun yazara tafsilat vermesi anlatılır. Baba ile doktorun hasta çocuk üzerine konuştukları sahneler 1887-1888 tarihleri arasında tefrika edilip 1892’de kitap olarak çıkan Nemide romanında da yer almaktadır. Fikret’in 1896 tarihli “Hasta Çocuk” şiirinde çocuğu hastalanan bir anne ile doktor arasında geçen konuşmalar yer alır. Her ne kadar Mehmet Kaplan konusu, manzum hikâye şekli ve konuşma sentaksı ile Fikret’in bu şiirinde Fransız şairi François Coppée’nin etkisi olduğunu belirtse de9 ebeveynlerin psikolojilerini

göstermesi, çocukların hastalık sürecini ayrıntılarıyla anlatması bakımından Halit Ziya’nın eserlerinin etkisinin de göz ardı edilemeyeceği kanısındayız. Benzer şekilde Fikret’in 1897 tarihinde yayımlanmış olan “Vagonda” başlıklı şiiri, Ahmet Cemil’in hayal kırıklıkları, hastalıklı hâliyle paralellik gösterir:

Tarz-ı telebbüsündeki reng-i garîb ile Belliydi şi’re, san’ata meyl-i tabî’atı; Etrâfa atmıyordu fakat bir nazar bile, Sönmüş demek bütün heves-i şi’r ü san’atı.10

Servet-i Fünun dergisinde Mai ve Siyah’ın tefrikalarının tamamlanmasından kısa

bir süre sonra yayımlanan Fikret’in “Ninni” başlıklı şiiri de11 romanın son kısmını

hatırlatır. Bütün hayalleri sönmüş olan Ahmet Cemil tam kendini denize bırakmak üzereyken annesinin kendisini çağıran sesiyle bu girişiminden vazgeçer. “Ninni” şii-rinde de anne sesi yetim ve öksüz hasta çocuğu rahatlatan bir etkiye sahiptir:

(...)

“Nâgehân bir sadâ-yı eşk-âlûd Bu yetîmin enîn-i gam-gîni, Gezdi cevf-i zalâmı inleyerek;

“Anneciğim!..” Aksedip hazîn, memdûd Yattı öksüz bu aksi dinleyerek:

Ona söylendi sanki bir ninni.12

8 “Bir Demet Çiçek”, Mektep, nr. 3-4, 27 Kânun-ı sani 1309/3 Şubat 1894-16 Şaban 1311/23 Şubat 1894.

Halit Ziya’nın hikâyelerinin künyeleri için Zeynep Kerman-Ömer Faruk Huyugüzel’in birlikte hazır-ladıkları “Halit Ziya Uşaklıgil Bibliyografyası”na başvurduk (s. 164-248).

9 Kaplan, Tevfik Fikret: Devir-Şahsiyet-Eser, s. 143. 10 Tevfik Fikret, Rübâb-ı Şikeste, s. 73-74.

11 Servet-i Fünun, nr. 345, 9 Teşrinievvel 1313/21 Ekim 1897. 12 Tevfik Fikret, Rübâb-ı Şikeste, s. 118-119.

(6)

Halit Ziya’nın “Kar Yağarken” adlı hikâyesi13 Fikret’in “Ramazan Sadakası”14

ve “Halûk’un Bayramı”15 şiirlerinden kısa bir süre önce yayımlanmıştır. “Ramazan

Sadakası”nda soğuk, rüzgârlı bir havada paçavralar içinde dilenmek zorunda kalan küçük bir çocuğun içinde bulunduğu durum ve insanların bu kirli ve yırtık ses karşı-sında tiksinen, kayıtsız hâlleri anlatılır. “Halûk’un Bayramı”nda ise Fikret, bayramda güzel elbiseler giyinen oğlu Halûk’a yetim bir çocuğu göstererek üstündekileri ona vermesini, onun da mutlu olmaya hakkı olduğunu söyler. “Kar Yağarken”de de benzer şekilde hikâyenin kahramanı on iki yaşlarında; zayıf, çelimsiz hâli, yırtık gömleği, paçaları parçalanmış pantolonuyla insanda merhamet uyandıran bir sokak çocuğudur. Ev, aile nedir bilmeyen bu çocuk onun bunun yükünü taşıyarak geçimini sağlarken bir kış doğru dürüst giyinip soğuktan korunamadığı için yatağa düşer. Ayağa kalktığında bir mağazada gördüğü kürklü bir paltoya sahip olmak ister. Sonunda eski, fakat kürklü bir paltoya kavuşur. Hizmetinde bulunduğu bir öğrencinin hediye ettiği bu palto onu fazlasıyla mutlu etmiştir.

Yukarıda bahsettiğimiz, altında “1892” tarihi bulunan “Bir Demet Çiçek” başlıklı kısa hikâyenin ilk kısmını Fikret’in “Yeşilyurt”, son kısmını ise “Bir Mersiye” şiirini göz önünde tutarak okumak mümkündür. Servet-i Fünun yazarlarının hayalleriyle sem-bolleşen “Yeşilyurt” ve hayallerinin gerçekleşememesi üzerine yaşadıkları karamsarlığı anlatan “Bir Mersiye” çok bilinen ve sözü edilen bir şiirdir.16 Her ikisi de 1899 tarihinde

yayımlanmıştır. Hikâyede yazar, şehrin gürültüsünden yorulmuş zihnini dinlendirmek için sessizliğin hâkim olduğu bir köye çekilmiştir. Mevsimlerden bahardır, etrafta ruh okşayıcı bir tabiat hüküm sürmektedir. Halit Ziya’nın tasvirini yaptığı tabiat, insana bir taraftan huzur verirken öte yandan hüzünlü rengiyle ölümü çağrıştırır. Tabiatın insan gibi iyimser ve kötümser yanlarıyla hareketli bir yapı içerisinde anlatılması Servet-i Fünun şairlerinin tabiat şiirlerini akla getirmektedir:

Köyde bir derecik vardır ki kâh dağların hafa kâh hafâ-gâh-ı agûş-ı nazından süzülüp uzak bir bezm-i aşkın zemzeme-i neşvedârıyla dem-sâz olurmuşcasına bir tagannî-i derunî ile geçer, kâh nazra-i ziya-pâşı âfâkı tutuşturan şemsin nigâh-ı tecessüsünden saklanmak isteyerek tabiatın ihmal-perverane teşkil ettiği korucukların arasından –feşafeş-i hafîf-i dâmânını işittirmekten muhteriz bir dilber-i sevda-çîn gibi– yavaş yavaş kıvranır, nihayet toplana toplana servilerin altında râyiha-i mevtin haremgâh-ı tayarânı olan kabristana bir meyl-i ukba-perestane ile sokulur; daha sonra her şeyi sürükleyip götüren kuvve-i acîbeye mukavemet edememiş de dağlardan, korulardan, sahralardan bir hüsran-ı elîm ile iftirak ediyormuşcasına batî bir cereyanla bî-pâyânî-i a’mak-ı bahre atılır gider.

Ekseriyet üzere bu dereciğin mecrasını takip eder, kâh güneşe tesadüf eden mevceleri-13 İkdam, nr. 911, 16 Kânun-ı sani 1312/28 Kânun-ı sani 1897.

14 Servet-i Fünun, nr. 359, 15 Kânun-ı sani 1313/27 Ocak 1898. 15 Servet-i Fünun, nr. 363, 12 Şubat 1313/24 Şubat 1898.

16 Bu konuyla ilgili olarak bk. Tarım. “Servet-i Fünun Edebî Topluluğunun ‘Yeşilyurt’ Özlemi”, s. 77-86;

(7)

nin teşa’şu-ı beşûşanesine, kâh korucukların sayesinde kalan sahillerinin reng-i hazîn-i matem-giranesine dalarak, bazen taş parçalarına hafif darbelerle çarparak oynaşan kırda böceklerin teranesine, bazen kurbağaların baharı selamlayan feryatlarına vakf-ı sem ederek dalgın dalgın geçerdim.17

Hikâyenin sonunda hasta çocuklardan biri ölür ve yazar elindeki mayıs çiçekle-riyle mezarı uzun uzun seyreder. Tabiatın güzellikleçiçekle-riyle bu taze mezar acı bir tezat teşkil eder. Mezardan sanki bir ses yükselerek şöyle der: “Bakınız, semalardan taşan şu feyz-i hayata bakınız. Dem-i taze-i bahardan hayat fışkırıyor. Fakat ben ondan mah-rumum. Oh! Açınız, mezarımı açınız, biraz bu galeyân-ı hayatı seyredeyim.” Bunun üzerine yazar, acı hakikatten kaçarmışcasına elinde olmadan mayıs çiçeklerini mezarın nemli topraklarına atar ve oradan hızlıca uzaklaşır. Hakikatle bu şekilde yüzleşme ve hakikatin hayallere, güzelliklere galebe çalması, insanın aczi Servet-i Fünun neslinin en çok üzerinde durduğu tema ve konulardandır. Bu arada hayal-hakikat bağlamında pek çok çalışmada ele alınan, adeta sembolleşen “Süha ve Pervin” şiirinin,18 Mai ve

Siyah’ın tefrikalarından hemen sonra yayımlandığını hatırlatmak gerekir.

Servet-i Fünun dönemiyle birlikte edebî eserde işlenen konularda da çeşitlilik dik-kati çeker. Günlük hayatta sıklıkla karşılaşılan, o güne kadar üzerinde fazla durulmamış mevzular edebiyata yoğun bir şekilde girmeye başlar. “Çirkin” insan psikolojisi de bunlardan biridir. Halit Ziya’nın Solgun Demet kitabında yer alan “Mösyö Kanguru”, fiziki açıdan çirkin olan ve çocukluğundan itibaren arkadaşları, hatta anne ve babası tarafından sevilmeyip itilip kakılan bir adamın hazin hikâyesini anlatmaktadır. “Kan-guru” adı ona çirkinliğinden dolayı arkadaşları tarafından takılmış ve üzerine yapışıp kalmıştır. Bu talihsiz adam yıllarca herkes tarafından alkışlanan bir soytarı olarak, hayatındaki eksikliği sanatın tesellisinde telafi etmeye çalışmıştır. Hayatının en büyük noksanı sevilmek olan Mösyö Kanguru, gösterisinde yardımcı olarak başarılı olmasını sağladığı at cambazı olan güzel bir kıza aşık olur, fakat sahip olamamanın verdiği öfke ve yıllardır insanlara karşı biriken intikam arzusuyla sonunda kızı öldürür ve bütün acılarını boşaltıyormuşcasına ölünün başında uzun uzun ağlar.

Halit Ziya hatıralarını anlattığı Kırk Yıl’da Tevfik Fikret’le birlikte bir ramazan gecesi bir cambazhaneye gittiklerini, Fikret’in “La Dans Serpantin”i, kendisinin de yukarıdaki hikâyeyi burada seyrettikleri gösterilerden ilham alarak yazdıklarını an-latır. “Mahir bir at cambazı olan pek güzel bir genç kızla yüzünün boyaları altında pek çirkin bir yüz sakladığını zannettiğim bir soytarı bende bir hikâye mevzuu uyan-dırdı” dediği bu eseri Fikret’e okuduğunda şair sarsılarak hıçkırıklarını zapt etmeye çalışmıştır.19 “Mösyö Kanguru” hikâyesinin başında yer alan “15 Mart 314 (27 Mart

17 Uşaklıgil, Solgun Demet, s. 110-111.

18 “Süha ve Pervin”, Servet-i Fünun, nr. 341, 11 Eylül 1313/23 Eylül 1897. 19 Uşaklıgil, Kırk Yıl, s. 724-725.

(8)

1898)” tarihi, eserin yazıldığı tarihi göstermektedir.20 Bundan kısa bir süre sonra ise

Fikret’in “Çirkin” başlıklı şiiri yayımlanır. Benzer şekilde bu şiirde de şair, hilkatin saf çehresine hınçla, öfkeyle tüküren, kendisine baktıkça inleyerek sinirleri gerilen, acı çeken bir çirkinin ruh halini anlatır. Mehmet Kaplan, Fikret’in bu şiiri Fransız şairi Sully Prudhomme’un Les Solitudes (Yalnızlıklar) adlı eserinde yer alan “La Laide” (Çirkin) şiirinden esinlenerek yazdığını ileri sürmektedir.21 Ayrıca bu hikâye, Notre

Dame’ın Kamburu romanıyla Samipaşazade Sezai’nin “Pandomima” hikâyesini de

akla getirmektedir. Bu eserlerle birlikte yine Fikret’in “Gayya-yı Vücut”, “Sis”, “Süs” gibi eserlerini düşündüğümüzde, tabiatın ve insanın çirkinlikleriyle şiirin konusunun önceki dönemlere göre genişlediğini söyleyebiliriz.

1890-1891 tarihleri arasında tefrika edilip 1892’de kitap olarak çıkan Bir Ölünün

Defteri’nde öyle parçalar var ki buradan Fikret’in bazı şiirlerine gitmemek mümkün

değil. Hatta romanın kahramanı Vecdi’nin içinde bulunduğu bedbin ruh hâlini ve git-gide batağa saplanışını “gayya-yı vücut” istiaresiyle anlatmak mümkündür. Romanın tamamına yayılmış olan karamsarlık aynı zamanda Servet-i Fünun edebiyatının en belirgin vasfıdır. Aşağıdaki parçada Vecdi kendisini denizde bir “tahta parçası”na benzeterek anlatır. Bir girdabın derinliklerinde kendisine duracak yer arayan bu tahta parçası için bütün ümitler sönmüş, geleceğe dair herhangi bir beklenti kalmamıştır:22

İçinde yuvarlandığımız vücut ummanında herkes kendi zevrakçesini idare etmekle mükelleftir. Meçhul bir rüzgâr insanları meçhul bir ufka sevk ediyor; bugün deniz sakindir, yarın bir fırtına tehlikesi var, kazaya tâbi bir ummanın dalgaları teveccüh istikameti muayyen olmayan bu tahta parçasını sürükleyip götürüyor, ümit edilen muvafık hava zuhur etmez, önümüz bulutlarla mesturdur; mahiyeti malum olmayan bir girdabın derinliklerinde bir karar noktası bulmak için dalgalarla dövüşerek ilerlemek yahut bir kaya parçasının üzerinde parçalan-mamak için kasırgalarla uğraşmak lazım geliyor. Hareketinizi tayin eden maksat mevhum, size ilticâ âgûşunu açacak sahil mefkud, kalbinizde bir ümit nuru uyandıracak şule sönük, size muntazır olan netice meçhul, bütün etrafınızda ufuk karanlık, istikbal hâmuş, insanları bulutlara fırlatan yahut uçurumlara yuvarlayan dalgaların telâtumundan başka bir şey yok... İşte ben bu ummana atılmak üzereyim; işte ben bu ummanın mellâhı olmak istiyorum. (s. 55) Fikret’in, oğlu Halûk için yazdığı, altında 7 Haziran 1317 (20 Haziran 1901) tarihi bulunan “Hayat” şiirinde de insan için hiçbir kurtuluş ümidinin kalmadığı, hayatın insanı yok edebileceği bir tablo çizilir. Yukarıdaki parçada olduğu gibi şair oğlunu denize atıverdiğini farz eder. Tekin olmayan deniz insanı yutmaktadır:

20 “Mösyö Kanguru”, Servet-i Fünun, nr. 369-371, 26 Mart 1314/7 Nisan 1898-9 Nisan 1314/21 Nisan

1898.

21 Kaplan, Tevfik Fikret Devir-Şahsiyet-Eser, s. 146.

22 Uşaklıgil, Bir Ölünün Defteri (Haz. Orhan Oğuz), İstanbul 2005. Çalışmamızda yaptığımız alıntılar

(9)

Şu mâî safhaya bak; şimdi ansızın seni ben Tutup da fırlatıversem onun derinliğine, Düşün biraz ne olur?.. Korku bilmesen de, yine Tahammül eyleyemez, çırpınırsın, ağlarsın; Zavallı kollarının hükmü yok ki kurtarsın! O mâî şey seni yuttukça, haykırır, bağırır, Fakat halâs olamazsın; omuzlarından ağır, Haşin, demir iki el muttasıl itip zedeler; Ve çâre yok ineceksin... Bu işte ömr-i beşer.23

Bir Ölünün Defteri’nde yer alan aşağıdaki parça ise Fikret’in “Mai Deniz” şiirini

önceden haber verir niteliktedir:

– Oh! Hayat! Hayat!.. Zavallı İnsanlar! Müthiş bir kudret elinin içine attığı bir çirkâbda, hakimi olamadıkları vakâyi zincirinin esiri olarak yuvarlandıkları bir kâbusta; sefaletlerini, mezelletlerini tezyîn için tesliyet bulmuşlar, sebepler icat etmişler. Lacivert semalardan, pembe güllerden mütemevvic denizlerden, mai gözlerden bahsederler... Gamlarını bir şarap kadehinin içinde boğmak isteyen biçareler gibi kalplerinin, fikirlerinin zehirlerini hayaller içine dökerler... Heyhat!.. Bu hayat bütün zehirlerini atar!.. Hayat... O daima odur, hükümsüz, neticesiz bir rüyadır! (s. 26)

Bu metinler ister istemez “su” unsurunun Türk edebiyatında hangi özelliklerle ele alındığı sorusunu akla getiriyor. Ahmet Haşim’de “nehir” ve “göl”, Yahya Kemal’de “deniz” âdeta bu şairlerdeki darlık-genişlik, kapalılık-açıklık, karanlık-aydınlık, ferdî hayat-cemiyet hayatı gibi birbirine zıt unsurların sembolleri olarak karşımıza çık-maktadır. Fikret’te “Balıkçılar”, “Hayat” şiirlerinde denizin tekin olmayan çalkan-tılı, karanlık tarafı göz önüne alınarak hayat karşısında insanın çaresizliği ve ölüm düşüncesi işlenmiştir. Halit Ziya’nın Nemide romanında Nemide intihar eylemini gerçekleştirmek için denize açılır ve dalgalarla mücadele eder. Bir Ölünün Defteri’nde Vecdi yine aynı duyguyla kendisini karanlık denizde bir tahta parçasına benzetir.

Ferdi ve Şürekası’nda İsmail Tayfur’un ümitlerinin kırıldığı noktada deniz, uçurum

imajıyla birlikte yer alır. Mai ve Siyah’ın sonunda Ahmet Cemil’in kendisini denizin koyu karanlık sularına bırakıverme arzusu vardır. Aşk-ı Memnu’da Bihter kendisine, denizlerin altında tabaka tabaka derinleşen bir yeşil mağaranın kaybolmuş ufuklarında rastlar. Bütün bu örnekler birbirlerinden haberdar olmasalar bile benzer duyuş tarzının sanatçıları ortak imajlarda buluşturabileceği fikrine götürmektedir. Bazen de bir imaj, değişik kişilerde olduğu gibi aynı kişinin eserlerinde dahi farklı duygu ve düşüncelerin anlatımına hizmet edebilmektedir. İmajların, kelimelerin, hayallerin peşine düşmek sanırım gereksiz bir çaba olmasa gerek.

(10)

b. Üslûp ve Şekil Açısından Benzerlik ve Yakınlıklar

Yeni bir dil, yeni bir üslup arayışı; Servet-i Fünun yazar ve şairlerinin gerek teorik yazılarında gerekse edebî metinlerinde en çok ele aldıkları meselelerdendir. Temalarda olduğu gibi ortak duyuş tarzı, devrin özellikleri, beslenilen kaynaklar bu konuda da benzer eserlerin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bu anlamda ilk akla gelen eserlerden biri yine pek çok araştırmada zikredilen Mai ve Siyah romanında Ahmet Cemil’in üslup arayışıdır. Sanat eserinin ortaya çıkma sürecindeki işçiliği göstermesi bakımından Mai ve Siyah romanı (1896-1897 yılları arasında tefrika edilmiş 1900 yı-lında kitap olarak çıkmıştır) ile Fikret’in 1897 yıyı-lında yayımlanan “Resim Yaparken” ve “Kendi Kendime” şiirleri arasındaki benzerlik dikkat çekicidir. Bir de bunlara yine aynı tarihlerde yayımlanmış olan Cenap’ın “Takazâ-yı Üslûb” şiirini eklemek gerekir.24

Takazâ-yı Uslûb’un bir bölümü şöyledir: (...)

Birer elem gibi parmaklarım cebînimde; Bütün dimâğımı berk-i hazan gibi çevirir Yeni bir gird-bâd-ı fikr-i hayat;

Yeni bir medd ü cezr-i hissiyyât Bütün sevâhil-i bahr-ı hayâlimi kemirir; Hadâik-i heyecânımda bir gül-i nev-hîz Ararım vermek üzre şi’rime cân; Bulurum bir vesîle-i halecân

Ki bâd-ı vezn edemez umduğum gibi tehzîz. Bu cüst ü cû, bu tefekkür, bu sûzen-i ser-tîz Eder a’sâb-ı mağzımı mecrûh;

Eder üslûb-ı şi’rimi bî-rûh (...)25

Mai ve Siyah romanında ve bu şiirlerde eserin oluşum süreci konu olarak ele

alınmıştır. Ahmet Cemil’in tercüme yaparken ve şiir yazarken çektiği sıkıntıyı göste-ren parçaları Fikret’in ve Cenap’ın şiirleriyle yan yana koyup okumak mümkündür:26

Neresinden başlayacağında tereddüt etti, bir daha okudu, kelimelerin sırasına riayet ede-rek cümlenin her cüz’ünü birer birer tercümeye başladı. Bazen kelimeler için sadık bir muadil arayarak, bazen bulduğu lügatlerin ahengini altında üstünde bulunan kelimelerle 24 Bütün bu eserlerin tam olarak yayım tarihleri şöyledir: Mai ve Siyah, Servet-i Fünun, nr. 273-317, 23

Mayıs 1312/4 Haziran 1896-27 Mart 1313/8 Nisan 1897; “Kendi Kendime”, Servet-i Fünun, nr. 329, 19 Haziran 1313/1 Temmuz 1897; “Resim Yaparken”, Servet-i Fünun, nr. 332, 10 Temmuz 1313/22 Temmuz 1897; “Takazâ-yı Üslûb”, Servet-i Fünun, nr. 336, 7 Ağustos 1313/19 Ağustos 1897.

25 Cenab Şahabeddin’in Bütün Şiirleri, s. 207-208.

26 Uşaklıgil, Mai ve Siyah (Haz. Enfel Doğan), İstanbul 2002. Çalışmamızda yaptığımız alıntılar romanın

(11)

iyi bir mücâverette bulamadığı için bir müradif düşünerek, aslında tabii ahenkle imtizaç eden küçük muterizaları tercümenin neresine sokuşturmak lazım geleceğinde tahayyür ederek, bir dakika evvel yazdığı iki kelimeyi dört satır aşağıya koymayı daha münasip bularak, önündeki kâğıtta yazdığından ziyadesini çizerek, bu âsi kelimenin arkasından uzun müddetlerle koşarak devam etti; belki bir sahife tercüme etti, fakat ne harap edici bir yorgunluk... (s. 77-78)

Ahmet Cemil’in şiir yazması da tıpkı tercüme faaliyeti gibi pek ağır ilerler. Haf-talarca okur, araştırır ve düşünür, sonunda ortaya çıkan sadece yirmi kadar mısradır. Ahmet Cemil’in yeni fikirler için yeni kelimelerin gerekliliği konusundaki ısrarıyla (s. 175-176) Cenap’ın Dekadanlık tartışmaları sırasında Servet-i Fünuncuların dil anlayışlarını savunurken aldığı tavır aynıdır. O da yeni hisler için yeni kelimelerin, yeni terkiplerin bulunmasını gerekli görür.27 Yine Ahmet Cemil’in kafiye konusunda

söyledikleri, kelimelerin anlamında “mevzu manası” ve “ses manası” şeklinde bir ayırım yapması, Servet-i Fünun şairlerinin kelime seçiminde gösterdikleri titizliği, kelimenin ses değerine verdikleri önemi göstermektedir.28 Mehmet Kaplan, Servet-i Fünuncuların

şiir ve nesirde, önceki nesillere göre estetik duyguya daha fazla önem vermelerinde; dili, kelime ve cümleleri sanatkârane bir şekilde kullanmalarında bütün güzel sanatlara karşı ilgi duymalarının ve âdeta onlarla yarışmalarının büyük payı olduğunu söyler.29

“Yağmur” ve “Elhan-ı Şita”, Fikret ve Cenap’ın en beğenilen şiirlerindendir. 1897 yılında yayımlanan her iki şiirde de yağmur ve karın yağışını taklit eden sesler, keli-meler ve cümle yapıları dikkatimizi çeker. Benzer şekilde Bir Ölünün Defteri romanı da yağmurlu bir gece sahnesiyle başlar:

Beylerbeyi’nin denize nâzır yalılarından biri. İlkteşrinin yağmurlu bir gecesi. Etraf sükûn içinde... Ancak ince bir yağmurun rıhtımın taşlarına, pencerelerin camlarına temasından gelen hayal okşayıcı zemzemesi hüküm sürüyor.

Bu satırlar ev içinde işitilen “Küçük, muttarid, muhteriz darbeler” mısraıyla başlayan “Yağmur” şiirinin ilk bölümünü hatırlatır. İkisinde de önce, yağmurun latif, 27 Cenap Şahabettin, “Dekadizm Nedir?”, s. 82-85.

28 Servet-i Fünun yazarlarının verilmek istenen hisse uygun kelimeleri seçmekte gösterdikleri titizlik,

dilde sadeleşmeye ket vurmakla beraber Türk nesrinde psikolojik bir üslubun doğmasına hizmet etmiştir.

Mai ve Siyah’ta Ahmet Cemil’in verdiği şu örnekler dönemine göre oldukça yeni ve yol açıcıdır (s.

133-134): “Bence kelimelerin mevzu manasından başka bir de –nasıl tabir edeyim– seda manası vardır. Bilmem herkes hisseder mi? Fakat ben mesela nâliş kelimesinin mahzun edasını, pervaz kelimesinin tayeran meylini, feryat kelimesinin yırtıcı ahengini pekiyi duyuyorum. İnsanda bu duyuş zevki olduk-tan sonra mesela ‘bahr-i sükûn-perver’ diyemez, bahr kelimesinin o bir harekede toplanan üç kuvvetli harfinden hususiyle sonundaki ra’nın tesadümünden hasıl olan tasavvut şiddeti ister ki bu kelime bir sert mana tasvirinde kullanılsın. Mesela bahr-i huruşan, yahut bahr-i pür-huruş ... Sanki bahir kelimesi de o sıfatla beraber taşıyor, şişiyor, değil mi? Buna mukabil ‘derya-yı sakin’derim, çünkü derya kelimesi de sakin; onda da bir sükûn var ki sıfatı sıfatın manasından ziyade izah ediyor...”

(12)

hayal okşayıcı zemzemelerle yağması anlatılır. Şiirde “Sokaklarda seyl-âbeler ağlaşır,/ Ufuk yaklaşır, yaklaşır, yaklaşır” mısralarında evden sokağa çıkıldığı, latif darbelerin yerini sele bıraktığı ve havanın gittikçe kapandığı anlaşılmaktadır. “Soğuk gölge”, “söner”, “vahşet”, “boş sokak”, “hayâlet gibi şitâbân u pûşîde-ser bir sabî”, “solgun”, “tebâh”, “ridâ-yı siyâh”, “uzaktan ulur bir köpek” ifadeleriyle birlikte bu karamsar havanın yağmurun şiddetine paralel olarak arttığı hissedilir. Bir Ölünün Defteri’nde de yağmurun benzer şekilde şiddetini arttırdığı ve her tarafa karanlık ve sessizlikle beraber hüznün hâkim olduğu görülmektedir. Hüsam can çekişen Osman Vecdi’den kendisini görmek istediğine dair haberi alınca, arkadaşının son arzusunu yerine ge-tirmek üzere yola düşer:

Müncemid bir rüzgârla karışık yağmur durmadan sukut ediyordu (s. 17). Yağmur hep yağıyordu (s. 17).

Yağmur medîd teranesiyle sukut ediyordu (s. 19).

Zulmet!... Sükût!... Her köşede bir gam eseri, her manzarada bir hüzün rengi vardı. Yağmur bir matem zemzemesi gibi zulmetlere hafif fısıltılar neşrederek durmadan düşü-yordu (s. 20).

Leitmotif gibi tekrarlanan yağmurun düşüşü ve bir süre sonra titrek bir fenerin yağmura eşlik etmesi hem Hüsam hem de Osman Vecdi’nin içinde bulundukları durumu etkileyici bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu arada köşke yaklaşmakta olan Hüsam’ın gözüne binanın bir mezar kandili gibi donuk ziya neşreden penceresi ilişir: Biraz öte tarafında, diğer sahilde bir fenerin sarımtırak ziyası mütekâtı daireler tersim ederek sisler arasında titriyordu.

Ses yok... Yağmur yağıyor...

Fenerin ziyası kumların üzerinde su birikintilerine aksederek raks ediyordu. (s. 21) Burada “Yağmur” şiiriyle birlikte yine Fikret’in “Fener” şiirini hatırlamamak mümkün değildir. Her ne kadar sembolik anlamda kullanılsa da zavallı, çekingen, hayallere gark olmuş bir fenerin yağmurun inci damlacıkları içinde ağlayarak sön-mesini anlatan “Fener” şiiriyle yukarıdaki tasvirler arasında benzerlik vardır. Ayrıca kandil ve fenerin titrek, zayıf ışığı insanda merhamet duygusu uyandırmakta, insanın iç dünyasını yansıtmaktadır.

Ferdî ve Şürekası’nda; büyük bir şirketin sahibi olan ve hayatında önce para,

sonra kızından başka bir şey düşünmeyen Ferdi Efendi’nin romanın kahramanı İsmail Tayfur’a olayların gidişatını değiştirecek olan önemli teklifini yapmadan önce çizilen kar manzarası ile Cenap’ın “Elhan-ı Şitâ” şiirinde tasvir edilen kar manzarası arasın-da büyük bir benzerlik vardır. Ferdi ve Şürekası, 1892’de tefrika edilmiş ve 1895’te kitaplaşmıştır. “Elhan-ı Şita” ise 1897’de yayımlanır. Ferdi Efendi, ticarethanesinde memurların bulunduğu odaya girerek İsmail Tayfur’a bir gün sonra kendisini görmek

(13)

istediğini söyler. Bu haber üzerine İsmail Tayfur ve arkadaşları yazıhaneden çıkarlar. İhtiyar arkadaşı Hasan Tahsin’le bir süre yürüdükten sonra iki arkadaş ayrılırlar. İsmail Tayfur bir müddet durarak Hasan Tahsin’in “karanlıkta kanatlarını çırpan güvercinler gibi oynaşan kar parçaları arasından sekerek kaybolup gittiğini seyre”der (s. 32).30

“Güvercin” imajı “Elhan-ı Şitâ”nın başlarında yer alan “Ey kebûterlerin neşîdeleri” mısraını akla getirir. Ferdi ve Şürekası ile “Elhan-ı Şitâ”dan aldığımız şu iki parçada ise kelebek, bahçe, çiçek gibi ilkbahara ait unsurlar verilmiş ve “düşmek” fiili her ikisinde de karın sürekli yağışını vurgulamak ve kesafeti arttırmak için tekrar unsuru olarak kullanılmıştır:

Layuad, gayr-ı mahdut alaylardan mürekkeb kelebekler gibi semayı dolduran kar parçaları etrafına dökülüyor; birtakımı ayaklarına gelip atılıyor, bir kısmı şemsiyesinin üzerinden kayıp akıyor, üç dört tanesi kollarının üzerinde dolaşıyor, bir ikisi yüzünü okşuyor, sema-nın bir havâî bahçesinden dökülen bu havâî çiçekler düşüyor, daima düşüyordu... (s. 32) Ey uçarken düşüp ölen kelebek,

Bir beyaz rîşe-yi cenâh-ı melek gibi kara Seni solgun hadîkalarda arar. Sen açarken çiçekler üstünde Ufacık bir çiçekli yelpâze, Na’şın üstünde şimdi, ey mürde, Başladı parça parça pervâze

karlar Ki semâdan düşer düşer ağlar!31

İsmail Tayfur’un gitgide kötümser, aynı zamanda manzara karşısında mest olan ruh haline paralel olarak imajlar da mahiyet değiştirir. “Elhan-ı Şita”da da baykuş imajıyla birlikte ölümü çağrıştıran unsurlar yer alır. Bahara ait unsurlar yerini baş-ka bir dünyanın garip esintisine benzeyen rüzgâra, önünde bir uçurum gibi açılan denize bırakır. Karlar raks eden bir duvar gibi dalgalanmakta ve İsmail Tayfur’un görüş mesafesini kısıtlamaktadır. Bu kar fırtınasının arasında gülümseyen “küçük bir ziya”, karanlık içinde açılıp kapanan “bir çeşm-i şuledâr” kendini gösterir. İşte böyle bir manzara arasında “İsmail Tayfur, hüzün ve hulya ile memlû gözlerini, letafet ve vahşetten mürekkeb bir memzuce-i şiiriye teşkil eden bu manzar’a, tabakat-ı zalamın içinde uçuşan beyaz karlara, sahil-i diğerden geceleri mezaristan servilerinin sütun-ı kesifesi arasında iltima eden baykuşların nigâh-ı lâlgûnı gibi ışıldayan ziyalara nasbe” der (s. 33-34).

30 Uşaklıgil, Ferdi ve Şürekası (Haz. Samet Öz), İstanbul 2010. Çalışmamızda yaptığımız alıntılar romanın

bu baskısındandır.

(14)

“Elhan-ı Şitâ”da ve diğer Servet-i Fünun dönemi eserlerinde yoğun bir şekilde karşımıza çıkacak olan hayal-hakikat çatışması, hakikat ve ölüm karşısında insanın aczi, tabiatı insan gibi tasavvur etme, Mai ve Siyah’ta Ahmet Cemil’in şahsında tartışılan “tamamıyla insan” olan hareketli, işlevsel dil arayışı, bu edebiyatın başlamasından epey önce İzmir dönemi eserlerinde Halit Ziya’yı meşgul eden meselelerdendir.

Santimantalizm, bedbin ruh hali, hayale, tabiata sığınma Servet-i Fünun döneminin karakteristik özelliklerindendir. Hatta hayata karamsar bakış, romantizmle beslenen, mizaçları ve yaşadıkları olaylar dolayısıyla böylesi bir ruh haline sürüklenen Ekrem ve Hamit’te de yoğun olarak görülmektedir. Bizim niyetimiz pek çok araştırmacının edebiyatta izini sürdükleri bu duyuş tarzı üzerinde durmak değildir. Sadece Fikret’in “Süha ve Pervin” şiirini çağrıştırdığı için 1886-1887 yıllarında tefrika edilen Sefile romanındaki bazı parçalara temas etmek istiyoruz. Romanın başlarında talihsiz olaylar yüzünden kötü yola düşen İkbal ile âşığı İhsan arasında şöyle bir diyalog vardır:32

– Bak İkbal! Seni o kadar seviyorum ki lezzet-i hayatı seninle beraber geçirdiğimiz za-manlarda anlıyorum. Senden uzak geçen zamanlarım benim için en mihnetli, en ıstıraplı zamanlardır. İstiyorum ki senden hiç ayrılmayayım, daima beraber bulunalım, her dakikam senin aşkınla memlû olarak güzeran etsin...

– Ne kadar güzel söylüyorsunuz!.. Sözleriniz âşıkâne olduğu kadar ciddi olsa!

– Pek ciddi söylüyorum İkbal. Seni birkaç saat görmek bana kifayet etmiyor. Sana tamamen malik olmak, seni kâmilen taht-ı tasarrufumda bulundurmak istiyorum.

– Şimdi bu arzunuz husul bulmuş demek değil midir?

– Hayır öyle değil. Seninle beraber buradan firar etmek; dünyanın en aşk-perver, en sakin bir mahalline çekilmek; sahralarda, köy âlemlerinde hayat sürmek istiyorum. Beni öyle esaret, ihtiraz altında muaşaka bizar ediyor.

İkbal hafif bir kahkaha-i istihza ile dedi ki:

– Ne kadar hayal-perversiniz! Sizi şairlerin tasavvur ettikleri âşıklara benzeteceğim ge-liyor. (s. 86-87)

Yine aşağıdaki parçada İhsan ile Süha’nın sevdikleri kadınlar ile sığınmak iste-dikleri tabiatı tasavvur ediş tarzları arasında paralellik görülmektedir:

Tasavvur et İkbal! Sabahleyin pencereni açtığın zaman gözlerinin önünde tulûun eş’ia-i zerrinine müstağrak bir sahra bulunacak. Şehrin teng, kasvet-efza manzaralarına mukabil, vasi, ferah-feza bir levha-i şairane göreceksin. Gözlerin her tarafta bir şiir, her köşede bir bedia müşahade edecek. Semalar, sahralar, çiçekler; tabiat hep bizim olacak. Sevişeceğiz, ezmine-i kadîme âşıkları gibi tabiatin mahfî, aşk-perver mahallerinde sevişeceğiz. (s. 94) Burada sadece iki eser arasındaki üslûp benzerliğine dikkat çekmek istiyoruz. Yoksa şuh, hayata, eğlenceye dönük Pervin ile hastalıklı, hayata sırtını dönmüş 32 Sefile (haz. Ö. Faruk Huyugüzel), İstanbul 2006. Çalışmamızda yaptığımız alıntılar romanın bu

(15)

İkbal arasında benzerlik olmadığı gibi vuslatı reddeden, tabiatta hastalık, ölüm be-lirtileri gören Süha ile kısa bir zaman sonra Mazlume’ye meyleden İhsan arasında da benzerlik yoktur.

Halit Ziya ile Fikret ve Cenap’ın eserleri arasında edebiyat ile diğer sanat dalları, özellikle resim ve müzik sanatları arasındaki ilişki bakımından da ilgi çekici benzerlik veya yakınlıklar vardır. Bu eserlerde sanatlar arasındaki ilişki hem tema alışverişi bakımından hem de birbirine benzemek istemeleri bakımından karşımıza çıkmaktadır. Cenap’ın “Yakazat-ı Leyliye”, Fikret’in “La Dans Serpantin”, “Resim Yaparken”, “Heykel-i Giryan” şiirleri sanatlar arası ilişkilerin en tipik örnekleridir. Ahmet Mithat’ın bazı eserlerinde, Samipaşazade Sezai’nin Sergüzeşt’inde değişik enstrümanlar çalan kadın karakterler mevcuttur. Sergüzeşt’te Celal’in ressam olmasının diğer eserlerden farklı olarak romanın yapısı ve üslubunu da belirleyen işlevsel bir önemi vardır. Servet-i Fünun yazarları ve şairleri güzel sanatları birbirine yaklaştırma konusunda önceki nesle göre daha hevesli davranmışlar kendileri de bizzat hayatlarında bu tür tecrübeleri yaşamışlardır.33 Bu döneme Batılı müzik aletlerinden özellikle piyano

damgasını vurmuştur. Mai ve Siyah’ta Lamia, Aşk-ı Memnu’da Nihal, Eylül’de Suat hep piyano başındadırlar. “Yakazat-ı Leyliye”de uzaklarda piyano çalan bir kadın an-latılır. Cümle yapılarının, kelime ve seslerin; insanın veya insan gibi tasavvur edilmiş tabiatın değişik hallerini anlatacak şekilde seçilmesi için özel bir gayret gösterilmiştir. Biz bu eserlerden ziyade bunlara örnek teşkil ettiğini düşündüğümüz için yine Ferdi

ve Şürekası’nda Hacer’in piyano çaldığı sahneler üzerinde durmak istiyoruz. Halit

Ziya’nın İzmir dönemi romanları içerisinde Nemide’de Nemide ile Nahit kanun çalar-lar. Yalnız musiki, sonraki romanlarda işlevsel bir niteliğe sahipken burada, Nahit’in başka konularda olduğu gibi kanun çalmakta da Nemide’den üstünlüğünü göstermek için mukayese unsuru olarak kullanılmıştır. Ferdi ve Şürekası’nda ise kanunun yerini piyano alır. Avrupaî bir hayat yaşayan ve ona uygun imkânlar sunulan Hacer’in pi-yano çaldığı sahneler, Mai ve Siyah ile Aşk-ı Memnu’daki benzer sahneleri hazırlar.34

33 Recaizade Mahmut Ekrem, Halit Ziya, Mehmet Rauf, Cenap Şahabettin, Tevfik Fikret, Ali Ekrem

Bolayır gibi devrin önemli sanatçıları edebiyatın dışında musiki, resim, yazı, mimari, dans gibi gü-zel sanatların değişik dallarına ilgi duymuşlardır. Bir taraftan da gügü-zel sanatlarla edebiyatı birbirine yaklaştıran teorik yazılar kaleme alınmıştır. Burada bu tür yazıların ilk örneklerini veren Recaizade Mahmut Ekrem ile Şemsettin Sami’yi hatırlatmakla yetineceğiz. İlk defa Ekrem geleneksel belagat kitaplarından farklı olarak Talim-i Edebiyat’ta güzellik bahsi altında edebiyatla güzel sanatları (resim, yazı, mimari, musiki) birlikte ele almıştır (Bk. Talim-i Edebiyat, s. 66).Benzer şekilde Şemsettin Sami de Hafta mecmuasında çıkan “Şiirin Mahiyet ve Hakikati” başlıklı yazısında Ekrem gibi şiiri resim, musiki, mimari ile birlikte “sanayi-i nazike”, yani güzel sanatlar içerisinde düşünür ve bu sanatlar arasındaki ilişki üzerinde durur (Bk. Hafta, C. 1, Nr. 2, 29 Ramazan 1298, s. 24-29. Ayrıca bk. Yüksel Topaloğlu, Şemsettin Sami, Süreli Yayınlarda Çıkmış Dil ve Edebiyat Yazıları, s. 168-171).

34 Zeynep Kerman, Ferdi ve Şürekası’na dikkat çekerek yazarın, karmaşık ruh durumlarını batı musiki

parçalarının uyandırdığı çağrışımlarla ifade etmeye bu eserinden itibaren geniş yer verdiğini söyler. Bk. Halit Ziya Uşaklıgil’in Romanlarında..., s. 86

(16)

Aşağıdaki sahne,1897 yılında, yani Ferdi ve Şürekası’ndan beş yıl sonra yayımlanan “Yakazat-ı Leyliye”nin de habercisi gibidir:

Evvela Hacer’in küçük beyaz elleri, bir pervaz-ı seri ile uçtu. Birden, evin içinde bir sükûn-ı hâbın âguş-ı haz-perverinde uyanan heva bu aletten kopan; bir teselsül-i seri, bir cereyan pür-huruş ile akan; gâh bir şehka-yı ıstırap gâh bir âh-ı keselan gibi ezdaddan mürekkep bir aheng-i garip içinde uçan nağmelerle çalkandı. Ne yapacağına karar veremeyen genç kız, ruhunu bir serbesti-i tayeran ile salıvermişti. Bir genç kızın kalbinde her saniye inki-şaf ederek sönen ümitler, hüzünler, neşveler, elemler, elvan-ı muhtelifeden mürekkeb bir tufan-ı ezhâr gibi saçılıyordu. Oraya düşmüş de çırpınmaya başlamış iki güvercin gibi latif bir aheng-i mevzun hareketle raks eden elleri altında dişler kaçacakmış gibi kayıyor, kopacakmış gibi titriyor; bu alet heyet-i mecmuasiyle bir ra’şe-i asabiyeye tutulmuş gibi genç kızın narin parmakları altında serâpâ ihtizaz ediyordu.

Hacer’in omuzları, başı gayr-ı mahsus bir hareket-i hafife ile sallanarak mavi ipek elbi-sesinin, sarı saçlarının üzerinde havadan yahut renkten bir şey seyelan ediyor gibiydi. Bir zaman geldi ki Hacer, gaşy olmuş, malikiyet-i nefsiyesinden tecerrüd etmiş bir hâl içinde baktı. Gözleri bir insibab-ı tam ile bir noktaya dikildi, elleri bir mıknatıs ile oraya rabt edildi. Biraz evvel bir alay-ı kırlangıç gibi bir tayeran-ı mecnûnane ile atılan nağ-meler, şimdi bir keselan-ı mestâne ile kanatlarını germiş, kendisini havaya salıvermişti. Biraz evvel telatum-ı esvat içinde gürleyen bu alet, şimdi bir enin-i deruni ile inliyor, bir büka-yı sakin ile ağlıyor gibiydi.

Sonra, yavaş yavaş bir tederrüc-i bati ile bu feryad-ı hazin-i sâkitâne, artık gözyaşlarıyla tıkanmış gibi boğuldu; söndü, gitti... (169-170)

Özellikle duygu değişmelerini gösteren hareketli cümleler, seslerdeki iniş çıkışlar ile “Yakazat-ı Leyliye”deki dalgalı yapı arasında sıkı bir ilişki vardır. En çok da şiirin “Dinle ey rûhum işte ağlayan o...” şeklindeki son mısrası ile yukarıdaki parçanın son cümleleri arasındaki benzerlik dikkat çekicidir. Her ikisinde de can çekişmekte olan son bir ses boşluğa bırakılmıştır. Romanda bir sayfa sonra geçen “Sonra son nağme, bir bakiye-i nefs-i ihtizar gibi söndüğü zaman” ifadesi, adeta şiirin son mısraını nesir şeklinde izah etmektedir (s. 171).

Halit Ziya’nın 2 Şubat 1898 tarihinde yayımlanan “Yırtık Mendil”35 hikâyesi ile

Fikret’in 17 Şubat 1898 tarihinde yayımlanan “La Dans Serpantin”36 şiiri arasındaki

gerek tematik gerekse yapısal ve üslûp benzerliği şaşılacak ölçüdedir. “Yırtık Mendil”de hikâye anlatıcısı, Suriye’nin meşhur bir ailesine mensup olup uzun süredir İzmir’de ikamet eden bir ailenin evine bir dans gösterisi izlemek için davetlidir. Önce evin iki kızından biri olan Cemile eşiyle, arkasından diğer çiftler sahneye çıkarlar. Kıvrak bir vals havası olan Tuna Dalgaları çalmaktadır:37

35 İkdam, nr. 1276.

36 Servet-i Fünun, 5 Şubat 1313, nr. 362. 37 Uşaklıgil, Bir Yazın Tarihi, s. 73-75.

(17)

(...) İşte Tuna Dalgaları, rengarenk, bazen beyaz ve gül-gûn, bazen eflatun ve nil-fâm bir nehir ki mevvâc ve rakkâs bir kavs-ı kuzah ve bütün bunların ortasında ta tavandan sarkan avizenin altında onlar...

Şimdi bu avizenin billur pârelerinden süzülerek akan şelale-i envâr altında berkî-i ber-teâkub-i inhisâf ve inkişâf ile görülen kocasının zıll-ı siyahı onu bana saniye be-saniye nihân ve nümayân gösteriyordu. Sonra bu esvabın reng-i alı hayal-i ru’yetde gittikçe ittisâ’ ederek siyah kâmilen kayboldu. Yalnız onu, al esvabıyla, başının elmas çelenginde sallanan kırmızı tüyüyle avizenin sâye-i mühtezzi üzerinde savrulan uzun eteğiyle yalnız Cemile’yi gördüm ve Tuna Dalgaları bir dakika evvel sahillerin i’vicâcâtınagirerek küçük sakin deveranlarla nâlân ve feşfeşekâr sürüklenirken bir dakika hamlelerle sekerek, sıçrayarak, düşerek, kalkarak, şimdi şurada uzun uzun sütunlarla bir seyelân-ı batînin aheng-i sakinini takip ile akarken biraz ötede bir girdaba tutulmuş kaynaşarak, köpürerek, fışkırarak bütün bu rengârenk ezhâr-ı emvâcı beraber sürükleyip akıyor, yuvarlanıyordu.

Ben hiçbir şey görmüyordum, yalnız bu dairenin ortasından ayrılmak istemeyen Cemile’yi görüyordum. Onun şimdi başı zevcinin omzuna dayanmış, gözleri avizeye kalkmış, bir rüya-yı saadet içinde yüzüyordu. Bu avizeden kim bilir, ona nasıl elvan-ı hülya yağıyordu: Maviler, yeşiller, sarılar, kırmızılar... Bir münevver yağmur, bir hayat-ı hulya yağmuru, bu yirmi yaşında henüz iki aylık kadının üzerine zerrin bir rüyanın münevver ve mülevven siması açılıyordu. O bu tufanın altında mest, bahtiyar, pür-hulya fevk-i serinden boşanan ziyalar altında, zîr-i pâyından akan pür-aheng ü terennüm Tuna Dalgaları’nın üstünde uçuyordu. Başının kırmızı tüyünde öyle inerek, çıkarak, süzülerek, uçarak bir hareket, inhinâ-yı kametinde akıyor, dökülüyor, eriyor zannolunan bir heva-yı ahenk vardı ki bunlar enzâr için yapılmış bir musiki hükmünü alıyordu. Fakat asıl musikinin aheng-i dil-pezîri eteğindeydi. Evet, etekte. Bu al kadife esvabın, uzun, pek uzun, kenarına altından iki üç kat ekli dantelalar, kırmalar dikilmiş uzun eteğindeydi. Oh! Bu etek bütün müddet-i hayatımda gözlerimin içinde dönecek. İşte, bakınız, yine onu görüyorum. Şimdi yavaş yavaş, açıla açıla, güya bîtâb-ı deverân kalmış, merkez-i hareketi vakfegîr-i sükûn olmuş bir dalga şeklinde yayılıyor, asude ve şikeste-mecal, râkid ve sükûn-resîde bir dalga... Nagehan bir heves-i galeyân işte toplanıyor, çevriliyor, bir şedîd darbe-i rüzgâr ile kıvranıyor, şimdi bir küme intirâka müheyya bir mevce-i methûre işte, işte taşacak. Sonra bu küçük dalganın galeyanını çâk eden bir feverân-ı tarabla al kadife etek kaynıyor, sarsılıyor, nihayet beyaz köpükler... Bu eteğin ne manidâr bir ifade-i musikisi vardı! Bazen baygın edasıyla güya medhûş-ı sevda bir genç kız ki perişan saçları ve uryan kollarıyla firâş-ı garâmına düşmüş seriliyor, bazen bir tehevvür-i asabî-i ihtiras ile kolları ihtilâc ederek azâb-ı ye’s-i şegafla çarpınıyor, daha sonra şuh kahkahalarla fıkırdayarak gülüyor (...)

Avizenin titrek ışığı altında Cemile’nin savrulan, insanın başını döndüren kat kat uzun eteği, bazen yavaş, bazen kıvrak şuh hareketlerle ortaya çıkan renk cümbüşü ve daha pek çok şey esrarengiz bir atmosfer oluşturur. Üslup da tıpkı, tasarlanan valse uygun olarak dinamik, değişken, canlı bir yapı arz eder. Bu metnin “La Dans Serpan-tin” şiirindeki kıvrak ve yavaş hareketleriyle, avizenin ışığı altında sürekli renkli bir görüntü arz eden elbisesiyle gözleri kamaştıran kadının dansından hiç farkı yoktur. Hatta daha etkileyici olduğunu söyleyebiliriz. Halit Ziya’nın bu sahnelerle benzerlik

(18)

taşıyan başka bir hikâyesi “Rakstan Avdet” adıyla daha evvel yayımlanmıştı.38 Yalnız

“Rakstan Avdet”te dansın kendisinden ziyade dans eden genç kızın ruh hâli, dans ettiği erkeğe karşı beslediği erotik duygular ön plana çıkarılır.

Daha etraflı şekilde ele alınmaya müsait olan bütün bu örnekler Halit Ziya’nın eserlerinin, sadece Servet-i Fünun nesrinin değil Servet-i Fünun şiirinin de önemli kay-nakları arasında düşünülmesi gerektiğini göstermektedir. Hatta bu dönemde yapılmış çeviri metinleri üzerine yapılacak çalışmalar, Batı edebiyatına önceki dönemlere göre daha çok vakıf olan yazar ve şairlerin kaynak meselesine ışık tutacaktır. Benzer şekilde diğer yazar ve şairleri de kapsayacak çalışmalar bizi bir devir incelemesine götürecek-tir. Nitekim devrin özellikleri, edebiyat mahfilleri benzer mizaca sahip kişilerin duyuş tarzlarındaki yakınlık sebebiyle aynı kaynaklara yönelmeleri gibi etkenler, sanatçıları tür ayrımı yapmadan ortak temalar, imajlar, üslup özellikleri etrafında birleştirmektedir. KAYNAKLAR

Andı, Fatih, “Yakın Arkadaşlarının Tanıklığı Çerçevesinde Servet-i Fünun Edebiyatının İki Kutbu: Halit Ziya ve Tevfik Fikret”, Yeni Türk Edebiyatı, nr. 1, Mart 2010.

Cenap Şahabettin “Dekadizm Nedir?”, Servet-i Fünun, nr. 344, 2 TE 1313/14 Ekim 1897. , Cenab Şahabeddin’in Bütün Şiirleri (Haz. Mehmet Kaplan-İnci Enginün-Birol

Emil-Necat Birinci-Abdullah Uçman), İstanbul 1984.

Huyugüzel, Ömer Faruk, “Halit Ziya’nın Sefile Romanında Realist Teknikler”, İzmir’de Ede-biyat ve Fikir Hareketleri Üzerine Araştırmalar, İzmir 2004.

, “Halit Ziya Uşaklıgil’in İzmir Devresi ve Bu Devrede Verdiği Eserler”, İzmir’de Edebiyat ve Fikir Hareketleri Üzerine Araştırmalar, İzmir 2004.

, “Halit Ziya’nın İzmir’de Yazdığı Büyük Hikâyelerde Yapı ve Üslup Özellikleri”, İzmir’de Edebiyat ve Fikir Hareketleri Üzerine Araştırmalar, İzmir 2004.

, Halit Ziya Uşaklıgil (Hayatı, Eserleri, Eserlerinden Seçmeler), İstanbul 2004. Kaplan, Tevfik Fikret: Devir-Şahsiyet-Eser, İstanbul 1995.

, “Mai ve Siyah Romanının Üslubu Hakkında”, Türk Edebiyatı Üzerinde Araştırmalar I, İstanbul 1992.

Kerman, Zeynep, Halit Ziya Uşaklıgil’in Romanlarında Batılı Yaşayış Tarzı İle İlgili Unsurlar, Ankara 1995.

Kerman, Zeynep-Huyugüzel, Ömer Faruk, “Halit Ziya Uşaklıgil Bibliyografyası”, Türk Dili, nr. 529, 1996.

Mehmet Rauf, Mehmet Rauf’un Anıları (Haz. Rahim Tarım), İstanbul 2001. Özgül, M. Kayahan, “Firarîyim Firarîsin Firarî”, Kitaplık, nr. 93, Nisan 2006. Parla, Jale, Türk Romanında Yazar ve Başkalaşım, İstanbul 2012.

Recaizade Mahmut Ekrem, Talim-i Edebiyat (Haz. Murat Kacıroğlu), Sivas 2011.

Şemsettin Sami, “Şiirin Mahiyeti ve Hakikati”, Şemsettin Sami, Süreli Yayınlarda Çıkmış Dil ve Edebiyat Yazıları (Haz. Yüksel Topaloğlu), İstanbul 2012.

Tarım, Rahim, “Servet-i Fünun Edebî Topluluğunun ‘Yeşilyurt’ Özlemi”, Kitaplık, nr. 93, 38 Hizmet, nr. 212, 11 Kânun-ı Evvel 1888; İkdam, nr. 925, 30 Kânun-ı Sani 1312/12 Şubat 1897.

(19)

Nisan 2006.

Tevfik Fikret, Rübâb-ı Şikeste (Haz. Abdullah Uçman-Hasan Akay), İstanbul 2010. Uşaklıgil, Halit Ziya, Kırk Yıl (Haz. Nur Özmel Akın), İstanbul 2008.

, Solgun Demet (Haz. Dilek Soğanoğlu), İstanbul 2006. , Bir Yazın Tarihi (Haz. Kübra Andı), İstanbul 2005. , Bir Ölünün Defteri (Haz. Orhan Oğuz), İstanbul 2005. , Mai ve Siyah (Haz. Enfel Doğan), İstanbul 2002. , Ferdi ve Şürekası (Haz. Samet Öz), İstanbul 2010. , Sefile (haz. Ö. Faruk Huyugüzel), İstanbul 2006.

Ünaydın, Ruşen Eşref, Diyorlar ki (Haz. Şemsettin Kutlu), Ankara 1985. Yalçın, Hüseyin Cahit, Edebî Hatıralar, İstanbul 1935.

Referanslar

Benzer Belgeler

189 Vezin ve anlam bakımından “buldı sen uŝanmaz mısın” yerine Dîvân’daki “bula sen ŝanmaz mısın” ibaresi (İpekten 1974: 203)

Bu süreçte özellikle Katolik inancının hâkim olduğu bölgelerdeki dönüşüm, Protestanlık inancının hâkim olduğu ülkelerdeki dini dönüşüme göre oldukça yavaş

According to another finding of the study; the comparison of anger state of the sedentary participants according to sex variable did not reveal any

Öğrenci cinsiyetleri ile bir partnerle çalışma alışkanlığı arasında “erkek” öğrenciler lehine; öğrencilerin sınıf düzeyi ile bağımsız, bir partnerle ve bir

Kişinin, savunma seçeneklerini değerlendirebilmesi için, öncelikle kendisine yönelik suçlamanın varlığını, hakkında bir ceza davası açıldığı- nı bilmesi

regions: the internal region (with radius r c ), where nuclear forces are important, and the external region, where the interaction between the nuclei is governed by the

Bu yazıda pilonidal sinüs hastalığı nedeniyle primer eksizyon ve kapama operasyonu olan hastada travma olmaksızın iki yıl sonra gelişen dev hematom saptanması ve

The solar energy captured by parabolic dish concentrator is not completely transferred to the water as a useful energy rate due to energy loss to surroundings.. Therefore