SA YI 8 7 3 1 5 A R A L I K 2 0 0 2 T T
A/^9
Cumhuriyet
P A Z A R E K İ
Tutunamayanlar, Tehlikeli
Oyunlar, Bir Bilim Adamının
Romanı, Korkuyu Beklerken... Oğuz
Atay'ın kahramanları, öykü ve
romanlarının konusu Türkiye için
'erken"di. Şimdi bir kuşak Atay
romanları ile Türkiye'yi tanıyor...
25 yıl sonra
F E R İ D U N A N D A Ç ' ı n y a z ı s ı , A T A Y ' ı n A İ L E A L B Ü M Ü ' n d e n f o t o ğ r a f l a r10-12. sayfalarda
A T A Y
I
Çocuk Oğuz Atay ailesinin kadınlarıyla...
* jjjı Feridun Andaç “Adanmış Arşlar- ismini
verdiği Oğuz Atay biyo^rafî-r^an» İçin
tay ın itk eşi Fikriye Gürbüz ile1 de konuştu. ^
3u konuşmadan romana yansıyan bolümde
g ü rb ü z şöyte diyor. “Bizim kuşağımız onu
anlamadı, anlayamadı. Olteili, belki de yüz
yıl sonra aniaşıfacak biridir...’' .
i •
?
t s
m /
#
1
FERİDUN ANDAÇ
B
iliyorum çok ikirciklisin.İçin alıp alıp veriyor. Bir an oturduğun tabureler seni güneyin sıcak kenti ne götürüyor. İnsanlar diz dize, baş başa fısır fısır konuşup tütün ve çay içiyorlar. Sen de bir çay söylüyor sun kendine. Etrafındaki boşluğa bakıyorsun. Çınar ağaçlarının yola yansıyan gölgeleri seni de içine alı yor. Ihlamurların görüntüsü kenti teslim alan gürültüye karşı bir du var gibi önüne çıkıyor. Bir an uza yıp giden yolu göremez oluyorsun. Nereden, nasıl çıkıp gelecek... Na sıl biri, diye düşünüyorsun. Hiç görmediğin, tanımadığın bir se- sin/yüzün tınısı, bakışı olacak sana. Onunla buluşan, bir arada yaşayan, konuşan, sevişen, bağlanan ona, ay rılan, uzak-yakm duran, trajedisine tanık olan... Bir taşıyıcı gibi dura cak karşında. Birazdan birazdan yüz yüze geleceksiniz. Sorular sor m ak isteyeceksin ardı ardına. Ür- kütm ekistem eden, kâğıda kaleme döşenmeden her sözü belleğinde tutmaya çalışacaksın. Uyarılmıştın çünkü; ne ses aygıtı, ne de not tutu lacaktı. Konuşmazdı, yoksa!Bakışların gelip geçen insan yüz lerinde. Yitip giden bir noktaya ba- karcasına izliyorsun yanı başından akanherbir gölgeyi. Çantanı dizle rinden indirip taburenin yanı başına dayıyorsun. ‘Ortada kâğıt kalem de olmamalı,’ diye geçiriyorsun için den. Bakışların uzaktan gelen biri ni alıyor içine. Yaklaştıkça ürkekli ğini, merakla çevreyi süzüşünü an lıyorsun. Bir an kaybediyorsun o
görüntüyü. Gölge oyunlarından bir yanılsama.. Oyun ve yanılsama onun en çok üzerinde düşündüğü değil miydi/ Hayatı kavrayışın, tü- ketişin fiili olarak algılanan oyun... Tehlikeli Oyunlar, Oyunlarda Yaşa yanlar... Sense, şimdi, bir bellek
oyununa düşmüştün. Yanı başında bir başka oyunun oynandığını fark ediyorsun birden! B ir fotoğrafçı güruhu deri ceketli, bir gencin pe şinden koşuşup duruyor. O da çevik hareketlerle dönüp gülerek pozlar veriyor. Anında patlayan flaş
lar.. Sadri A lışık’ın oğlu, yeninin ‘jö n ’üK erem Alışık güneş gözlük leriyle pozlarverip duruyor. Maden Fakültesi’nin girişine değin uzuyor bakışların. Onların oyunu orada sü rüyor. Bir film i izler, yokhayır, so kakta öte uçtan gelen film kahra manlarından birinin dış-sahnesinin çekimini izlercesine bakıyor, bekli yorsun neler olacak diye. Şurada, taş binanın çift merdivenli çıkışın da ekibini kurmuş, insanlara söz yetiştiren HalitRefiğ duruyor! “Bir Oğuz Atay filmi olmalı bu,” demiş ti sana. Anlattıklarını dinlerken. ‘Yazarak da bunu gerçekleştirebilir mi insan,’ diye geçirmiştin içinden. Belleğinde hep o vardı. “Haremde Dört Kadın”, “Son Kuşlar” ... İyi bir yönetmeni anlatabilecek iki film karesi düşüyor aklına. ‘B ufilm ide o çekmeli,’ demiştin bir dostuna. Oğuz A tay’ ı düşünsel olarak en iyi anlayanlardan biriydi. Yakın duruş larım anlamaya çalışıyordun. Cam dan dışarı bir siluet beliriyor. A lnı na düşen saçların gölgelediği yüz söz yetiştirmeye çalışıyor... Evet evet bu Oğuz Atay olmalı! ‘Yeni çağ’m dilini anlamak için değil, oy nanan oyunun ne adına gerçekleşti ğini görm ek için bakıyor olmalı,’ diyorsun içinden. ‘Çocuklar yap mayın bu kadar, yeri mi şim di!’ ‘Yeni bir sahne böyle başlamalı,’ di yorsun içinden. 1960’lı yıllar, üni versitede form var... O sese dönü yorsun yüzünü, oturm a yerleri bir bir kapatılıyor. Buna tepki gösteren sesin bakışlarını tanır gibi oluyor sun! Çünkü o da sana bakıyor. Ye rinden kalkıp ona doğru yöneliyor, adını ünlüyorsun. Kentin yüzünün
ne çok değiştiğini konuşuyorsunuz. Ama bu m ekânın hiç değişmediği ni, burayı çok sevdiğini im liyoryer yer. Bir çitin etrafında dolaşıyor gi bi hissediyorsun kendini. Çantasın dan çıkardığı gazeteyi açıyor önü ne. İçindeki al-ver bitiyor bir anda. Yazdığın yazıyı okuduğunu söylü yor. “Ne anlatmamı istiyorsunuz ki benden,” ilk sözleri oluyor. Sonra aranızda bir söz ırmağı yolunu açı-yoryavaş yavaş.
* * *
O bam başka bir insandı. Şimdi size anlatacaklarım kendime ait dü- şüncelerimdir. Asla onu değerlen dirmeye dönük değildir. Hem ben bu işin uzmanı değilim.
Bizim kuşağım ız onu anlamadı, anlayamadı. O, elli, belki de yüz yıl sonra anlaşılacak biridir. Onu oku yan arkadaşlarım da aynı şeyi söy lerler...
Oğuz, farklı biriydi. Çok özenli, saygılıydı, içe kapanıktı evet, evet.
Bakın, o, önce resim yapmaya başladı. Bir gün kâğıt ve kalem ler aldım. Konuşurduk hep. Otur çiz, derdim. Balkonda otururdu, iki günde, bugün evimde asılı duran üç resmi çizdi. Biroturuşta yaptı.
O, öyleydi. Yazarken de öyleydi. Bir oturuşta yazardı. Okumazdı bir daha. Trans halinde, derlerya, öyle.
Gene bir gün, bu “anlattıklarım oturup yazsana”, demiştim. Gül müştü, ‘dahaneler,’ dercesine.
Bir san defter alıp gelmişti. B ir kaç sayfa yazmıştı. A nkara’dan ge len V üs’at O. B ener’e okumuştu bunu. O, çok saygılı biriydi. Bazı eleştirileri olmuştu. Oğuz, öyleydi; başkalannm düşündüklerini
sonu-15 ARALIK 2002. SAYI 873
1 1
OĞUZ ATAY
12 Ekim 1934’te İnebolu’da doğdu. Babası, CHP milletvekilliği yapmış olan hukukçu Cemil Atay’dır.
Atay, 1939’da, ailesiyle Ankara’ya geldi.
Ortaöğrenimini Ankara Maarif Koleji’nde tam am ladı. ITÜ İnşaat Fakültesi’ni bitirdi (1957). İstanbul DMMA İnşaat Bölümü’nde öğretim üyeliği yaptı. Topografya ve yol inşaatı dersleri okuttu. 1975’te doçent oldu. Beyninde çıkan bir tüm ör nedeniyle, bir süre Londra’da tedavi gördü. 13 Aralık 1977’de, İstanbul’da öldü. İlk romanı Tutunamayanlar ile 1970 TRT Roman Ödülü’nü aldı.
Başlıca yapıtları: Roman: Tutunamayanlar, 1971-72; Tehlikeli Oyunlar, 1973; Bir Bilim Adamının Romanı, 1975; Eylembilim, 1998; Öykü: Korkuyu Beklerken, 1975; Oyun: Oyunlarla Yaşayanlar, 1985; Günlük: Günlük, 1987.
na kadar dinlerdi. Eleştiriye açık biriydi, öğrenmek onun yaşama felsefesiydi adeta.
Şimdi diyeceksiniz ki; “Peki ne den ayrıldınız?” Bakın bunu anla tayım size. Am a bazı şeyleri yaz mamanız koşuluyla.
Ömrümden yedi yılı silmiştim. 61 ’de evlendik. 62 ’de Özge doğdu. Işyerim vardı. Çocuk ve iş arasında mekik dokuyordum. Keşke onun la ilgilenseydim. Okudukları, ya zıp ettikleriyle. Gelip bir yere da yanmıştık. O, bu duvarın ötesine geçmek, özgür kalmakistedi. Ben
de üstelemedim. Gitmek istiyordu. Hayır, hayır, merak etmedim hiç ondan sonraki hayatmı. Am a ne yapacağını, neler yazabileceğini düşünmedim değil.
Tanışmamız şöyle oldu: Aynı burada sizinle oturduğumuz g ibi. Ben buradaydım, o da, tıpkı sizin gibi karşıdan bana bakarak geldi. Bir arkadaşımız vasıtasıyla tanış mıştık. Birbirimizi ilk kez görü yorduk. Hep o konuşmuştu. “Gü zel bir insan”, diye geçirmiştim içimden.
Amcanım yanmda kalıyordum. Biçki-dikiş işiyle uğraşıyordum. Oğuz, 20 yaşında olmalıydı. Ö ğ renciydi henüz. Amcam, “Biz seni oralara terzi olasın diye gönderme dik,” demiş; İngiltere’ye okumaya gitmemi istemişti. 58’de gitmiştim Londra’ya. Gitmeden birkaç gün önce tiyatroda karşılaşmıştık. O günlerde Oğuz, bize gelip gidiyor du. B ir gün amcama bunu açmış, O ğuz’u anlatmıştım. Yemeğe da vet etmiştik; amcamın hoşuna git mişti.
İki yıl sonra döndüm. Ama son radan dört yıllık eğitimimi tamam lamadım. Oğuz, ilk buluşmamızda evlenme tek lif etti. Kabul ettim. 1961 ’de de evlendik.
İşle ilgili yanlış şeyler yapıyor lardı. U yan gibi değil de, düşünce mi söylemiştim yalnızca: Bir baş kasının kurduğu işe sahip olmak hayır getirmez... Sonrasında, “Fik riye, haklıymış” gibisinden bir söz etmiş.
Zor günlerimizdi, o günler. Ben, geçim gailesiyle ilgileniyordum. Onun ne yaptığını bilmiyordum bile. D ışandan ona tazyikler geli yordu; ‘Oğuz, yaz, yaz,’ diye. Bel ki benden de böyle bir şey bekli yordu. Yazdıklanna ilgi, destek, övgü... Yo, hayır, övgü yapamaz dım Oğuz gibi birine. Hele ona... O kadar zeki, kavrayışlı biriydi ki; böyle bir şey ona haksızlık olurdu. Hani ben de yapmazdım. B e - * “
‘Türkiye’nin ruhu’dur
Okuduğun
Doğrusu, Oğuz Atay eğer bu yazıyı okuyabilseydi, bunu nasıl bir ironiyle karşılayacağını düşünmedim değil. Nelerin yerinde, nelerin yetersiz, hatta abartılı/eksik olduğunu imlemesinin ötesinde, bir yazara/romancıya asıl nasıl/ne yönde bakmamız gerektiğini, bu türden basmakalıp sözlerin, bizlere verilen/sunulan ezberci eğitimin birer yansıması olduğunu, o büyük batılılaşma maceramızda bir türlü yaratamadığımız “Türkiye’nin ruhu” nun kaçınılmaz gerçeğini vurgulayacaktı, eminim ki. Walter Benjamin’le gündüzleri gecelere erdirdiğim günlerdi sık sık Oğuz Atay’a dönmem. Bu da beni, aydın/yazar kimliği sorunsalı üzerinde daha çok düşünmeye yöneltmişti.
Karşıma çıkan Moskova Günlüğü, Benjamin’i anlamak, onun aynasının arkasını
görebilmek için ilk elden yazılmış benzersiz bir metindi. Sonrası sökün etti. Aralanan her kapı, varılan her durak Oğuz Atay’la Benjamin’i yan yana getiriyordu bende. Bir yerde şunu
düşünmüş, notlamıştım da: Her coğrafya kendi rengi/dokusunda
bir aydın kimliğini var ediyor.
Onların intiharı da oradan alıyor ruhunu...
Sonra, 1979-1982 arası yıllarda yaşadığım, daha doğrusu kendimi sürgün kıldığım o ücra kasabadaki günlerime uzandım. “Andırın Defterleri" adını verdiğim günlüklere/okuma notlanna göz attım. Benjamin ve Atay’ın o dağbaşında da beni bulduğunu gözledim. “Oluşum” dergisi, Ünsal Oskay’ın yazdıkları, Ahmet Cemal çevirileri... Kırım-kıyım yaşanıyordu ülkenin dört bir yanında. Maraş olayları akıl almaz bir dehşetti. “ Sıradan Faşizm” filmini izler gibiydik. Hem içinde, hem dışında gibiydik olup bitenlerin. Geldiğim kıyıda olup bitenlerin tanığı olurken, bunların neden/niçinlerinin sorgulamasına da götürüyordu beni Benjamin ile Atay. Ardından da “ 12 Eylül” askeri darbesi gelip bulmuştu bizi.
Belleğin katmanları açıldıkça, her iki aydın-yazarla yolculuğum daha şenlikli/sanrılı biçimde sürdü. Geldiğim noktada oturup iki ayrı metin yazmak
kaçınılmazdı benim için, ilki ikisini karşılaştırmak, İkincisi de “Türkiye’nin ruhu” içinden Oğuz Atay’ın gerçeğine, onun aynasından bize yansıyanlara bakmayı içerecekti. Bu, ilkinin önünü aldı. O
düşündüren/sorgulayan, Doğu- Batı ikilemine baktıran, ayrımları koydurandı; Atay’a dair olan ise tamamen bir aydın-yazar duruşunun bizdeki durumunu/imgesini konumlandırmayı içeriyordu.
Her şeyden önce gelip karşımda duran ilk engelin yöntem olduğunu düşünüyordum. Zamanla gördüm ki, bu çok “tali” bir durumdu. Eni-konu kendi yordamınızla “öteki metinler” arası gidip-gelişlerle bunu kurabilirdiniz. Ama diğerlerinin ne dili/ne izi/ ne de sözü vardı. Bu tür çalışmalarda kaçınılmaz olan, hatta aşılmaz gibi görünenin kıyısına erişebilmek için, mutlaka bir başlama noktası bulmanız, yaratmanız gerekiyordu.
Ben de öyle yaptım. Oğuz Atay’ın ilk yayıncısı Hayati Asıiyazıcı’ya gittim. BabIâli’de bana elveren, ilk yazılarımı ilgi ve sevgiyle
yayımlayan sevgili Asılyazıcı, engin gönüllülükle dolu dolu bir Oğuz Atay fotoğrafı koydu
karşıma. Bütün anlattıklarıyla bir e|ime çokgenli bir ayna, diğerine de bir fener verdi. Sonrası bir yolculuk, labirentlerde gezinmek serüvenine dönüştü.
Atay’ı yeniden günışığına çıkaran, kitabın yayımını da üstlenen İletişim Yayınları’nın yöneticisi Nihat Tuna’ya açtım düşüncemi. Oradan Atay’ın kızı Özge Atay'a, ilk eşi Fikriye Hanım’a ulaştım... Ömer Madra’yla oturup konuştum; Halit Refiğ ve Cevat Çapan’a söz ettim. Vüs’at O. Bener’le uzun uzun Oğuz Atay’ı konuştuk.
Okuyup yazdıkça, insanlarla görüşüp konuşmaya yöneldikçe Oğuz Atay'ın çevresi/dostlukları, uğraşı, düşünce dünyası daha bir belirgince ortaya çıkıyordu. Önüfndeki elliye yakın addan önemli bir bölümüyle
görüşmelerim sürüyordu. Masallardaki kırk kapının kırk gizi gibiydi her adımım, yüzleştiğim her insanın anlattığı.
Yeşilköy’de, eski bir köşkte, bir başka dünyada yaşayarak acılarıriı sağaltmaya çalışan Atay’ın çok sevgili dostu Uğur Ünel’le, Özen Veziroğlu’yla oturup konuştuğumuzda bambaşka bir Oğuz Atay portresi çıkmıştı karşıma.
Fikriye (Gürbüz) hanımın Maçka Parkı’nın üstündeki bir kır kahvesinde anlattıkları belleğimde derince bir iz bırakmıştı. Oğuz Atay’dan yansıyan derin yaraların izlerini taşıyordu besbelli.
Bütün bunlar süredururken, başladığım çalışmamım yöntemi
de kendince örülüyordu. Bir yanda okuma/yazma günlüğü vardı. Orada
düşünen/okuyan/yazan birinin bakışı/yorumuyla Oğuz Atay anlatılıyordu. Her görüşme bir ara metin olarak bu günlüğe
giriyordu. Kiminle/nerede/nasıl buluşuldu, neler konuşuldu... Sorulan aradan çıkarıp anlatıcıyı tek başına bırakıyordum. Orada hem kendisi, hem Oğuz Atay/ondan yansıyanlar vardı. Oğuz Atay’ın aynasından bize yansıyanlar başka nasıl anlatabilirdi ki. Anlatı süresince de sık sık bu soruyu soruyordu kendisine anlatıcı. Onun anlatısının adı İse “Adanmış Anlar” . Anlayacağınız metin içinde metinler arası bir yolculuk. İşte bunlardan bir bölümdü okuduğunuz.-^
12
p» nim kişiliğime tersti böyle bir şey. Sonra ları çok düşünmüşümdür, o ilgiyi göstersey- dim, diye.
Kısa sürede, çok yoğun şeyleryaşadı. Bu nu kaldıramadı. Hatta hastalığının nedeninin de bu olduğunu düşünürüm. Arada bir eli şa kağına gider, iki parm ağıyla alnrnı ovuştu- rurdu. Bir doktora görün, derdim. Aldırmaz dı pek.
İmkânlarımızı zorlayıp ben götürseydim, sonrası daha başka olurdu belki de.
O ğuz’la tek bir kötü söz geçmemiştir ara mızda.
Yazdıkları hayatımızdı. Hepimiz, Türkiye vardır orada. Geçenlerde Tehlikeli Oyunlar’ ı yeniden okudum, daha çok anladım, daha çok kendimi buldum o romanda.
Şimdi gençler çok okuyormuş; Nihat Bey öyle diyor. Oğuz, onlara çok yalandı. Tekrar tekrar okuyun diyorum onlara.
Oğuz, klasik roman yazmadı. İçinde bu lunduğu ortamı her şeyiyle gözlerdi.
İyi yetişmiş biriydi. Babası hukukçuydu. CHP ’den milletvekili olmuştu. O ortam, onu etkilemiştir, kuşkusuz. Her gün dört gazete okunurdu o evde.
Bir büyük insan gibi davranırlarmış Oğuz’a... Çokaçık bir aileydi. Her şey konu şulur, tartışılırdı.
Annesi, genç yaşta, 49 yaşında öldü. Ba bası daha uzun yaşadı. Tabii, tanıdım her iki sini de.
B akın,okonuyupekaçm akistem em . Si ze, çok kadmca bir bakış gibi gelecek. Sevin şuydu; Oğuz’un arkadaşuıın eşiydi. Kocası nı çok seviyordu. Onu kıskandırm ak için Oğuz’a ilgi göstermiş olabilir. O ğuz’un ona ilgi duyduğunu söyleyemem. Fikir alışveri şi yaparlardı. Selanikli bir ailedendi. İngilte re’de yaşıyordu. İngilizcesinin fevkalade ol duğunu söylerler. Tutunamayanlar ’ ı çevirdi ği bile söylenmişti. Bunu pek sanmıyorum. O roman kolayca çevrilemez.
Tehlikeli O yunlar’ ı, şimdi adını çıkara mayacağım bir profesörün torunu Fransızca- ya çevirmiş. Yalanlarda bana gelecek çeviri si . Oğuz, bununla dışarıda tanınabilir.
Sonunda, o hanım eşinden ayrıldı. Yok yok, onun O ğuz’a ilgi duyduğunu sanmam. Platonik mi dediniz? Hiç sanmıyorum! Oğuz, ondan birçok şey öğreniyordu. Karşı lıklı bir alışverişi vardı herhalde...
Uğur’abirgün; “Asıl tutunamayan Fikri ye,” demiş; kulağım a öyle geldi. Tehlikeli Oyunlar’ ı okuyun anlarsınız.
Size benden bu kadar. Bakın, Yıldız Ha- nım’a (*) bile söylemediklerimi size anlattım.
Hem biliyor musunuz; O ğuz’ım hayatı bir roman olacak kadar renkli, hareketli değil dir. O, kendisi için böyle bir şey yazılmasın dan rahatsız olurdu, istemezdi.
Onu, yazdıklarında bulabilirsiniz. Hem bakın, ne güzel bir yol seçmişsiniz: Oğuz Atay nasıl okunmalı diyorsunuz. Bunda de vam etseniz; çok yararlı olur. Günde beş say fa yazarak, on yılda tamamladı okitabı.
Türkiye’yi çok seviyordu, çok iyi bir düze ye gelmesini istiyordu. Bu ülke, Oğuz Atay gibi bir evladına sahip olduğu için mutlu ol malı ... Başka bir bilinçle bakıyordu olaylara. Yorumlan da çok farklıydı. Hep değişik şey leri okurdu. Sevin, ona, bu imkânı verenler dendi. Yeni çıkan birçok şeyi izlerdi, o ha nım. Oğuz’la da bu anlamda yakınlığı vardı. Bana, bu anlattıklannı yaz, diyorlar. Ol maz, yazamam, ben yazar değilim ki.
(*) Oğuz Atay üzerine monografik bir çalışma hazırlamakta olan Prof.Dr. Yıldız Ecevit’ten söz ediyor.
Küçük hayatlar
ve büyük aynalar...
B
ente Christensen-Ernst,Bodrum, Tünel ve Danimarkaüçgeninde yaşayan 60 yaşlaruıda bir kadın ressam. Onun sanat yaşamı Türkiye ile iç içe geçmiş. İlk kişisel sergisini de Ankara’da açmış. Bu kez Milli Reasürans Sanat Galerisi’nde açılan sergisinde yer alan
yapıtlarının önemli kısmı Bodrum’da yaptığı resimlerden oluşuyor. Resmilerinde günlük yaşam içinden seçtiği nesneler ve insan portreleri var. Aşın gerçekçi bir sanatçı. Bente resimlerini büyük boyutlu tavaller üzerine yapmayı seviyor. Tuvale seçtiği nesneyi aktarırken
fon olarak siyahı tercih ediyor. Yaptığı resmi özel boyama tekniği ile ışık ve gölge etkisi ile zenginleştiriyor.
Bente bu sergisinde sebze ve meyvelere ağırlık vermiş. Çevresi yedi -sekiz santim olan bir Bodrum mandalinası,
150x150'lik bir tuval üzerinde ve tek başına çıkıyor karşımıza. Mandalinaya verdiği isim Koh-e Nur... Yani, Bente resimlerine özel adlar veriyor. Tam ortasından kesilmiş kırmızı lahanasının adını “El” koymuş. Belki de ortasında dallanmış Ç budaklanmış beyaz damarlar ' nedeniyle... Pürüzsüz domatesinin «
adı ise “M ars”. Lahanasma, “Yaratık” demiş, Yeni Dünyalarına ise “Kalabalık” adını vermiş.
Bente’nin inşam konu alan resimlerinde ve el detaylarında da aynı anlayış göze çarpıyor. B od ru m lu Hatice’nin 150x150 cm.’lik kınalı avuç içi, kaderi
çağrıştırıyor. Bu tablonun adı tahmin edeceğiniz gibi “Düğün”.
Bente'nin sergisine çok şık bir de katalog eşlik ediyor.-^
10 Aralık 2002’de açılan sergi 11 Ocak 2003’e dek açık kalacak.
Düştü
GSF’den “îstanbulasyakası”
MI
armara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi, yürüttüğü - ^katılımcı projelerin bir ürünü olarak Îstanbulasyakası adım taşıyan bir kitap yayımladı. Onbir galerisinde sergiler düzenleyen fakülte, Asya yakasındaki sanat meraklıları için desürekli bir sanat merkezi oluşturma işlevini üstleniyor. Merkezdeki birikimi Asya yakasına çekmenin olanaklarını yaratıyor.
Kitap, İstanbul’un Asya yakası üzerine ilginç imzalardan yazılar ve okul kampusunda açılmış sergilerden
(2001-2002) seçmeler içeriyor.
M ÜGSF’nin 11/11= Onbir galeri-onbir sergi adım taşıyan yeni projesi ise 12-27 Aralık tarihleri arasmda okulun
Acıbadem kampusunda meraklıları ile buluşuyor. Kitabı da sergiyi de kaçırmayın diyoruz...-^
■
B
Taha Toros Arşivi