25 OCAK 1996 PERŞEMBE
GRAMOFON İĞNESİ
CUMHJRİYETKÜLTÜR
SELİM İLKKİ
Tlanpmar’la zaman
Ahmet Hamdi
/ I Tanpınartıe
Jl J Lsağın, ne
solun insanıdır. Ne
muhafazakârlarla
tam bir düşünce
birliği içihdedir, ne
de devrimcilerle.
Şiirinden öyküsüne,
öyküsünden deneme
yazılarına, birer anıt
değerindeki
romanlarına
gönülden
eğildiğimizde bu
usta, karmaşık,
yetkin yazarın,
kendisinden sonra
da süreceğini bildiği
bir ‘sentez arayışı’
peşinde olduğunu
saptarız.
T ^ a r g a ş a d a ,
Saatleri
JL
Ik .Ayarlama
Enstitüsü gibisinden
göz kamaştırıcı bir
ironi de yıllar yılı
ırak kalır. Huzur’da
‘kendi içinden
yeniden!
doğamayan birey-
toplum anlatılmışsa,
Saatleri Ayarlama
Enstitüsü’nde de,
çalışma hayatının,
üretimin durduğu
toplumda şahlanan
acıklı güldürüye yer
verilir. Yalan dolan
işler
mekanizmasında,
Tanpınar,
Türkiye’nin
bugünkü rantiye,
batak hayatını
görmüş gibidir.
25 Ocak 1962 Ahm et Hamdi Tanpı- nar’ın ölüm tarihi.
Tanpınar okumaya çabalamalanm da herhalde o tarihe yakın. Bir yaz mevsi mi. Eniştem Dr. Talat Akdağ’ın zengin kitaplığında, Varlık Yayınlarının yan ya na dizildiği köşede, kenarlarına kavuni çi şeritler geçirilmiş, lacivert kapaklı, adı
Yaz Yağmuru olan bir kitapla karşılaşı yorum. Yazarın adını ise hiç işitmemi şim: Ahmet Hamdi Tanpınar.
Öykü şöyle başlar:
“Kapıdan girip de genç kadını bardak tan boşanırcasına yağmurun altında, bir eli bahçenin ortasındaki kurumuş palmi yenin gövdesine dayalı, yüzünde her şey den habersiz, çok mesut bir gülümseme, adeta onu okşar görünce hakikaten şaşır dı ve kendi kendine güldü:
- Bu da bir başka türlüsü olacak... Ne dersin Hacivat’ım!
Hacivat omuz silkti:
- Benim mecânin taifesiyle işim yok. Ben Karagöz gibi akıl ve zevat isterim.”
İtiraf edeyim ki, okuduklarımdan pek bir şey anlamamıştım. Bir defa, ilk cüm le çok karışık gelmişti. Kapıdan giren kimdi? Hacivat’la konuşuyor, Hacivat da onu yanıtlıyordu. Sonra ‘mecânin taife si...’ Hiç bilmediğim bir şey... Ne?..
Bununla birlikte yağmur bardaktan bo şanırcasına yağıyor, bahçede bir genç ka dın, Çalgın, gülümseyerek duruyordu.
Kurumuş bir palmiye vardı. Bunlar yetip artıyordu.
Sözlük, ‘mecânin’ için: “ Deliler,çılgın lar, aklından zoru olanlar” diyor. Demek sözcük o zamanlar bile sönmüştü. Hem sonra, yağmur altında duran kadın çıl gınlar arasında sayılıyor da, Hacivat’la konuşan kişi çılgın, Hacivat’ın yanıtlayı- şı çılgınlık sayılmıyordu...
Belki bunlar da büyülemişti.
Büyülenmeme karşın “Yaz Yağmuru”
öyküsünü baştan sona uzun yıllar okuya- madım. İmgeler, sanrılar, hep o yaz yağ muru ve resimlerdekini andırır birtakım figürler, sayfalar arasında belirdi kaybol du, aydınlandı karardı. Ama bu uzun öy küyü pek çok seviyordum. Yazınsal me tinlere alınyazısı biçmeye kalkıştığım dan, tılsımlı “ Yaz Yağmuru”yla aramda bir gönül bağı kurulacağını duyumsuyor- dum.
Ola ki şu cümle: “Çocukluğundan be ri onun Karagöz ve Hacivat'la konuşmak adetiydi." Ve devamı: “Uzun süren bir hastalık boyunca onlarla öyle haşır neşir olmuştu ki aradan otuz sene geçtiği halde yine benliğinin ayrılmaz parçaları gibiy diler.”
Benzeri bir yaşam çizgisinden gelmi yor muydum? Çocukluğum boyunca ateşli hastalıklarda resimli roman kişile riyle, artık Karagöz ve Hacivat’la değil de, Hürriyet gazetesinin her gün yayım ladığı “Fatoş”larla, “Güngörmüşler”le
dostluk kurmamış mıydım?
Bir öykünün gizi_____________
“Yaz Yağmuru” için ilginç ve öncül bir yorum Tahir Alangu’dan gelir:
“ Bu hikâyenin Huzur (1949) ve Saatle ri Ayarlama Enstitüsü; ndeki (1961) kişi lerine ve anlatışına bağlandığı görülmek tedir. Yaşamayı da tıpkı rüya gibi hareket siz ve iradesiz kabul eden, günlük yaşama ve çatışmalar dünyasına bağlı zamanın dışında, derûnî bir başka hayat yaşayan kişiler bunlar.
“(...) Ahmet Hamdi, aslında bu kişile rinin saplantılarında hep kendi musallat kişisini içine oturmuş, hayatı yaşamasına yol vermektense onu sürekli olarak an cak yorumlamaya iteliyen, kendi ‘ben' ini anlatmıştır.”
Öykü bir aşk öyküsü gibi gelişir. Ço cukluğundan beri Hacivat’la, Karagöz’le iç söyleşilere dalmayı alışkanlıktan ara sına katmış Sabri, yaz yağmurunda tanı dığı genç kadına tutulur. Ancak bir mev sim boyu, mevsim sona erinceye kadar sürebilecek bu aşk. tıpkı hayat gibi, tıpkı her günkü ilişkilerimiz gibi devingen, canlı, kıpırdak değildir de, bir hülya par çalanmışı ığındadır.
Genç kadın, dahası, Alangu’yu izler sek, “kaybolmuş ve yanmış bir eski dün yayı sırtına yüklenerek” bu Boğaziçi bah çesine gelmiştir. Onunla birlikte bütü nüyle silinmiş mazi bir kez daha dirile cek sanınz. Ama bu diriltme çabası da he pi topu bir sanndır:
Genç kadın, Sabri’nin gözünde “ipi kopmuş bir uçurtma hayah”yle geldiği gibi çekip gidecektir...
Bir aşk öyküsü, ama kültür gömleği değiştirmenin sancılan üzerine eşsiz bir söylence de.
“Yaz Yağmuru”nu nihayet sonuna ka dar okuyabilmiştim. Sonra birçok kez ye niden okudum. Bir zaman geldi ki, ağır akışını ben de yaşamaya koyulmuştum. Tanpınar içe işleyen yazardı.
Sözgelimi Sabri ’nin dolaştığı kitapl ık lan, yaz sıcağında bu kitaplıklann serin havasını ben de dolaşmakta, ben'de his setmekteydim. Ben de Sabri gibi geçmiş yüzyıllarda geçen bir roman yazma çaba sı içinde gibiydim.
Tanpınar: “Plaj tenha ve sıcaktı. Beyaz alev dalgalan içinde kavruluş ordu. Fakat biraz evvel çıktıklan kabine ıslak, loş ve serindi” der. İşte birdenbire, gözümüzün önünde İstanbul plaj lan tekrar yaşamaya koyulur. Sabri’nin yazıda yaratmaya ça lıştığı geçmiş, şimdi bizim için, o yitip gitmiş plajlan düşünürsek, okumada ya şatmaya çalıştığımız bir şey olmuştur...
Belki bu yüzden “Yaz Yağınunı”na gi zemli, gizleri olan bir öyküye yaklaşırca- sına eğilmekte yarar var. Tanpınar’ı bu öyküyle tanıdım. Onu hiç okumamış okurlara, “Yaz Yağmuru ”yla başlamala- nnı salık veririm. Gönül bağı bir ömür- boyu sürebilir.
Ama yalnız “Yaz Yağmuru” mu? Ahmet Hamdi Tanpınar, eseri bugün de olanca yaşarlığını koruyan bir yazar.
Oysa döneminde okurun ilgisine yeterin ce sunulmamış. Henüz bütünü yayımlan mamış güncesinde yakınıyor: “Tenkit lerden eser yok.”
Günceyi basıma hazırlayan İnci Engj- nün’ün önemli açıklamasını da alıntıla mak isterim:
“Tanpınar, şiir kitabı çıktıktan sonra tenkit beklemiş, fakat bir sessizlikle kar şılaşmıştır. Daha sonra çıkacak birkaç tenkidin onu çocuk gibi sevindirdiği an laşılmakla birlikte, bu sessizliği, hatırala rında birkaç kere tekrarladığı ‘sükût su ikastı ’ diye nitelendirmiştir.”
Hemen Tanpınar'a dönelim: “(...) mu hakkak olan bir şey varsa yirmi sene ev vel bir şöhretim olmuş. Kitap neşretme mek. ay nı muhitlerde yazmamak bu tesi rin devamını men etmiş.”
Aynı muhitlerde., çevrelerde yazma mak. Belki de çevreler üzerinde durmak gerekiyor.
Tanpınar ne sağın, ne solun insanıdır. Ne muhafazakârlarla tam bir düşünce bir liği içindedir, ne de devrimcilerle. Şiirin den öyküsüne, öyküsünden deneme ya zılarına, birer anıt değerindeki romanla rına gönülden eğildiğimizde bu usta, kar maşık, yetkin yazarın, kendisinden son ra da süreceğini bildiği bir ‘sentez arayı şı’ peşinde olduğunu saptarız.
Doğudan ve Batıdan gelgitler, onun yazısında yapıtında, en görkemli sayfa lara açılır. Sentezi noktalayabilmiş mi dir? Bu ayrı konu... Ne var ki bizi soru larla donatmıştır, can alıcı sorular, sorun larla:
“Tesadüfen Dedc’yitanııııışhm. İnsan lığın ayn bir y üzünü öğrenmiştim. Yunus
diye bir şairim, Naci diye acayip bir şairim var.o halde niçin bilmiyorum!.. Bilmesem rahat edebilir miyim!.. Ve mesele kendi kendime oh bugün bu Dede Efendi’yi de unuttum,yarın da Itriden kurtulsam.. di yebilir miyiz! Dememiz doğru mu?”
Tesadüfen tanışılan Dede, o günün mu hafazakârlarınca bilinmekte, ama güncel hayatın kılgısına geçirilcmcmektedir.
Karşı kanat ise Dede Efendiden alınabi lecek bir tadın, yeni zamana aktarılabile cek bir estetik değerin kalmadığını ileri sürer. Tanpınar her kanatta yapayalnızdır.
Bu yapayalnızlığa karşıtı yazarın; bil diği, inandığı dünya görüşünde tek başı na yol aldığı şimdi daha açık seçik kav ranabiliyor. Yayımlandığı dönemde ardı lı çıkmamış görüşler, savlar, düşünceler bugünkü kargaşaya, toplumsal açmazla ra kılavuzluk edebilecek, büyük olasılık la:
“Tenkidin, bir yığın inkârın, tekrar ka bul ve reddin, ümit ve hülyanın ve zaman zaman da gerçek hesabın ikliminde yaşa dığımız bu macera, daha uzun zaman, ya ni her manasında verimli bir çalışmanın hay atımızı yeniden şekillendireceği güne kadar Türk cemiyetinin hakiki dramı ola caktır.
“Gideceğimiz yolu hepimiz biliyoruz. Fakat yol uzadıkça ayrıldığımız âlem, bi
zi her günden biraz daha meşgul ediyor. Şimdi onu, hüviyetimizde gittikçe büyü yen bir boşluk gibi duyuyoruz, biraz son ra, bir köşede bırakıvermek için sabırsız landığımız ağır bir yük oluyor. İrademi zin en sağlam olduğu anlarda bile içimiz de hiç olmazsa bir sızı ve bazen de bir vic dan azabı gibi konuşuyor.”
Denge ve ikilikler
Beş Şehir’den bu saptayanlar. Beş Şe hir, Ankara’yı, Erzurum’u, Konya, Bur sa ve İstanbul’u dile getirirken yurdun, yurt insanının bir “ histarihi"ni de yazar. Tanpınar, hayatımızın, “gerçek birsorgu- nun süzgecinden” geçirilmesini öner mekte, belki de talep etmektedir.
Sorgu ve iç sorgu, Huzur romancısının çağdaş Türk toplumuna sunduğu tek kı lavuzdur. Beş Şehir, imparatorluk baş kenti İstanbul’u yeni başkent Ankara'ya sıkı sıkıya kenetlerken, biryandan da top- lumsal-tarihî uyum aranır, bu uyumu şid detle gereksinir.
Huzur’a gelince, roman, düpedüz bir tedirginliğin, huzursuzluğun romanı de
ğil midir?
Dengeyle ikilik daima yan yanadır.
Sabahattin Eyuboğlu sebebi çözümlü yor: “Ahmet Hamdi Tanpınar, yaşarken de yazarken de duyguyla düşüncenin, düşle gerçeğin tam ortasında bir yerde, zamanın hem içinde hem dışında yaşıyor du. Bir şeyin bitip bir başka şeyin başlar gibi olduğu kaypak, kıldan ince sınırın üs tünde, dünle bugün arası alaca karanlık ta duraklıyordu çok zaman. Paris’te İs tanbul'u, İstanbul'da Paris’i, Baki ’de Va- lery’yi, Valerv'de Baki’yi özlem esi De-
bussy ile Itri'yi, Proust’la Evliya Ç ele
bi ’yi bile bir arada tadışı bundandı. Yetiş tiği çevrenin ve zamanın da beslediği bu ikilikler Tanpınar'ın şiirinde zaman za man büyülü bir dengeye kavuşuyor ve Türkçe’ye umulmadık bir tat kazandırı yordu.”
İkiliklerden habersiz görünmeye ya naşmayan, bir yandan da denge gereksi
nen bu şaşırtıcı yazar, dengeyi herhalde yazısında çizisinde bulabilmişti. Dene melerinin başyapıtı sayılabilecek Beş Şe- hir’de iz sürersek, İstanbul, kendine iliş kin sayfalarda, boyuna ‘kalıcı’ olanı sap tamaya çalışır. “ Hayatımızda hüküm sü ren gömlek değiştirme telaşı içinde” bir türlü gönül gözüyle göremediğimiz, gör meye fırsat bulamadığımız bu kalıcılık lar. öte yandan şehirden hızla silinmek te, yok olmaktadır. Öylesine derin bir kar- şıtlık karşısında, iç dengenin korunabil mesi neredeyse imkânsızdır.
Ama yazı denge ve uyumla örülüdür. Bakın, bir cami ve bir ayazmadan geriye kalanlar, yıkım yazısında ışıyan estetik uyum:
“ Sümbül Sinan'ın halifesi Merkez Efendi, surların dışında kendi yaptırdığı caminin ve kendi bulduğu bir ayazmanın yanında yatar. Yazık ki çocukluğumun hatıraları arasında kuytu ve haşyetli rah- maniyetini güçlükle yaklaşılan bir kürsü gibi parıldayan bu M üslüman asklepi- on'u artık kaybolmuştur. Ziyareti o kadar karanlık yapan ağaçlar kesilmiş, av luda
ki dergâh hücreleri yıkılmış, kuyu kapa tılmış, hulâsa sırnn kendisini yapan un surlar ortadan kalkmıştır.”
Bağnazlığa karşı kültür_______
Peki ama sımn yerini ne almıştır, diye sorabiliriz.
Tanpınar, Merkez Efendi yapılarında, bir de “mimarisiz, düz bir kışla odasında yatan birkaç ölü ile ayazmanın derindeki hav uzuna bakan silik yaldızlı kafesi ancak görülen çüe odası”nı görür.
Edebiyatının belli başlı görüntüleri, burada olduğu gibi, yitirilmiş, sönmüş, silinmiş, yıldızsız şeylerle donanmıştır. Tanpınar, böylesi görüntüleri yaratan et kenleri, fizikötesinde değil, doğrudan doğruya somut koşullarda arar. Her şey den önce iktisadi çöküş ve yenilenişteki verimsizlik. “ Hayatımızda yaratıcı ola cağımız güne kadar”, bütün görebilece ğimiz, “ bir hortlak hikâyesinden çıkmı şa” benzeyecektir.
Yazar birçok ‘son’ şeyin ardına takıl mıştır. Bir örnek: “Son atlıkarıncayı Ka dırga meydanında birkaç yıl evvel gör müştüm.”
Ne var ki ‘son atlıkarınca’nın görüle ceği zaten bilinmektedir. Geçmiş bir da ha yaşanmak için değil, sadece kültürün sürekliliği adına korunsun istenilmekte dir.
Beş Şehir’de Konya sayfalan Mevlâ- na’yı bir de iktisadi koşullar ortasında yorumlar:
“Moğol tahsildarlarının korkusu ile ko vuklarda, mağaralarda yaşayan, o müthiş 699 yılı kıtlığında kemirecek ot bulama yan, zulmün, vebanın, her türlü felaketin harap ettiği Anadolu üzerinde bu ses bir bahar rüzgârı gibi dalgalanır. Dışandan o kadar çok şeyin yıktığı insan onu dinle dikçe kendi içinden yeniden doğar.”
Yıkılan Osmanlı İmparatorluğu’na Tanpınar herhangi bir geçmişseverin ke deriyle bakmıyordu. Kültür değerlerinin ışığında verimli bir yarın arayışıydı en dişesi.
Bu endişesi, bu söylemi yazık ki uzun yıllar örtük kalır. Tanpınar belli bir kesi min ya okumadığı yazardır, ya da, karşıt kesimin okur göründüğü...
Kargaşada, Saatleri Ayarlama Enstitü sü gibisinden göz kamaştırıcı bir ironi de yıllar yılı ırak kalır. 1 luzur'da “ kendi için den yeniden” doğamayan birey-toplum anlatılmışsa, Saatleri Ayarlama Enstitü sü’nde de, çalışma hayatının, üretimin durduğu toplumda şahlanan acıklı gül dürüye yer verilir. Yalan dolan işler me kanizmasında, Tanpınar, Türkiye’nin bu günkü rantiye, batak hayatını görmüş gi bidir.
Saatleri Ayarlama Enstitüsü çalışma ahlakından yoksun toplumun genel görü nümünü betimler:
“ Eğer yaşamak kelimesinin manası her şey den mahrum olmak ve ıstırap çekmek se, her an küçülmek ve bunu nefsinde her lahza duymaksa, bir türlü aşamayacağı bir çemberin içinde durm adan çırpın maksa, şüphesiz ben de benimkiler de en derin şekilde yaşıyorduk. Yok, bu kelime nin içinde biraz ruh ve imkân genişliği birtakım haklan duymak, o içten sevin meler, dışa karşı bir parçacık güven, etra fımızla müsavi şartlar içinde rahat bir karşılaşma filan varsa, o zaman iş çok de ğişir. Dikkat ediniz k l bir şeyler yapmak tan, insanlara faydalı olmaktan hiç bah setmedim.”
Kaybolduktan sonra_________
Tanpınar, kaybolduktan sonra gelecek olanı satır aralarında söylemiştir. Tahlil etmek bugüne düşüyor.
Gördüğü son resim de çoktan değiş miştir:
“ Birdenbire hiç beklem ediğim iz bir yerde mermer bir çeşm e aynası veya ka pı çerçevesi, iyi yontulmuş taştan beyaz bir duvar size gülümser. İki servi, bir akas ya veya asma, küçük ve üslupsuz bir tür be, yahut küçük bir bahçe sanacağınız bir mezarlık, orada tatlı bir köşe yapar.”
Çoktan değişmelere karşın, burada an latılmak istenenin bir kültür barışıklığı olduğunu nasıl yadsıyabiliriz? Ve zaten asıl öngörü o kültür barışıklığında odak lanmıyor mu?
Tanpınar’ın kültür barışıklığı, eskiyi reddetmekten geçmediği ölçüde, yeniye
‘leğende’ duygusu katabilecek kadar an lamlıdır. İşte Beş Şehir’in ‘Ankara’sın dan:
“Atatürk’ün hemen herkesin gördüğü, mektep kitaplarına kadar geçmiş bir fo toğrafı vardır. Anafartalar ve Dumlupı- nar’ın kahramanı son muharebenin saba hında tek başına, ağzında sigarası, bir te peye doğru ağır ağır ve düşünceli çıkar. İş te Ankara kalesi muhayyilemde daima ömrünün en güneşli saatine böyle yavaş yavaş çıkan büyük adamla birleşmiştir.”
Tanpınar son yirmi yılda gündem oluş turan yazarlardan sayıldı. Onun eserini ir deleyen önemli yazılar, incelemeler ya yımlandı. Bu eser çevresinde tartışıldı. Tanpınar’ın emeği değişik dünya görüş lerine bağlı yazarlarca değerlendirildi.
Ama Huzur yazarı okura gerçekten ulaştırılabildi mi?
Yahya Kemal-Tanpınar ilişkisi üzerin de duruldu da, bir öbekte görülebilecek öteki ilişkilere, sözgelimi Pevami Safa, Abdülhak Şinasi, Nahıl S im ve Samct Ağaoğlıı çizgilerine hiç değinilmedi.
Sanırım gündem de usul usul elayak çekti. Tanpınar çapında büyük bir yazar, bana kalırsa, okurlarımızda bütün bir ders yılı boyunca okutulmalıdır. Bu yazar ve eseri, yaşadığımız toprağı kültürle, kül tür barışıklığıyla donatmaya devam edi yor.
Oysa kendisi, besbelli, çok acı çekmiş:
“Hayat acayip bir yol., sizin bıraktığı nızı bir başkası yakalıyor. Böylecc sahne değişiyor. Ve fakat aktörler gözünüzden kayıp oluyor.”
Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi
T 7 a z Yağmuru’na
Y