• Sonuç bulunamadı

Yunus Emre'nin hümanizması

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Yunus Emre'nin hümanizması"

Copied!
34
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

£ y n n « ~

T l b u \ o

H İS A R

*

TALÂT SAİT HALMAN OSMAN ATTİLÂ MEHMET KAPLAN İLHAN GEÇER CAHİL) OKURER MEHMET ÇINARLI YAHYA AKENGİN MEHMET ÇAVUŞOĞllJ SELÂHATTİN BA1U YAVUZ BÜLENT BAKİLER CEMİL MERİÇ NÜZHET ERMAN MEHMET TUNCER NEVZAT YALÇIN RÜŞTÜ ŞARDAG ALİ NAİLİ ERDEM TÜLİN ERBAŞ TAHSİN ŞENTÜRK CAHİT KÜLEBİ M. ŞAKIR ÜLKÜTAŞIR AYHAN KIRDAK ALAIN (BİROL EMİL) SAFFETTİN PINAR ÖMER AŞICI NERİMAN AGAOĞLU SABAHAT EMİR

(2)

M U SA H İPZÂ D E CELA L ANILDI

Tiyatro yalarım ız Musahipzâde Celâl, ölümünün 12. yıldönümü münasebetiyle, 20 Temmuz günü İs­ tanbul'da, Üsküdar Yüksek Öğre­ nim ve Öğrenci Derneği tarafından düzen'enen türenle anıldı

TİYATRO

fa Kıbrıs'ın Türkleı tarafından fethinin 400. yıldönümü dolayısıy­

la, Devlet Tiyatrosu, 10 . 20 Ağus­ tos tarihleri arasında, Tarık Buğra’- nın «Ayakta Durmak İstiyorum» adlı oyununu Kıbrıs'ta temsil elti. Konusunu Büyük Macar İsya n ı­ ndan a'an üç perdelik eseri Raik Alnıaçık yönetti. Dekorlarını Refik Eren, kostümlerini ise Hale Eren ha. zır'emıştı. Oyunda Serpil Bodrumlu, Haluk Kurdoğlu, Sunay Artuk, Bay- kal Saran, Şeref Gürsoy, Deniz Gök- çer, Önder Alkım, Merâl Gözeıı- dor, Coşkun Kara, Erol Kardeseci, Zafer Ergin, Elvan Özak ve Alev Sezer rol alm ışla rd ı,

Oyun Kıbrıs'ta, Türk şehirleri­ nin birçoğunda temsil edilmiş ve büyük ilgi görmüştür.

fa Kültür Bakanı Talât Hal- ınan’ın isteği üzerine, 23 Ağus- toS'ta Ankara'da Bölg° Tiyatroları konusunda Danışma Kurucu toplan­ dı.

fa Devlet Tiyatrosu 21 Ağus­ tos günü Çorum’da «Cengiz Han'­ ın Bisikleti» adlı oyunu temsil et­ ti.

can Tiyatrosu, Gençlik Parkı Yazar Bahçesi'nde «Kocamın Nişanlısı» adlı üç perdelik komediyi oynadı.

O PERA - BALE

fa Devlet Balesi, Hazirştı ayı sonunda çıktığı Kuzey Afrika Tur- nesi'ni tamamladı. Turnede bale grubumuz Tunus, Cezayir ve Bir­ leşik Arap Cumhuriyetinde mo- dernize edilmiş halk danslarımızı, Ferit Tüzün'ün «Çeşmefcaşı» ve Çaykovsky'nin «Kuğu Gölii> bale­ lerini temsil etm’çtir.

MÜZİK

fa İstanbul'da «Türkiye Bes­ tekârlar ve Güfte Yazarları Derne­ ği» kuruldu. Yönetim Kurulu Baş­ kanlığına Avni Anıl, ikinci başkan­ lığa Cevdet Çağla, üyeliklere de; Cahit Peksayar, Sedat Ergiltuğ, Zeynettin Maraş, Sadi Hoşses ve Erol Aktı seçildiler.

SERGİLER

fa Yapı ve Kredi Bankası «Yö­ rük Yaşayışı ve Sanah» adlı 82. sergisini 4 Ağuslos’ta İstanbul'da açtı. Türk Halk Sanatları Araştır­ ma Derneği'nin hazırladığı sergide yörük yaşayışı, yörüklerin ki'im, heybe, kolan, çorap gibi eşyaları fotoğraflarla akseit’rilmişt'r.

fa Deniz Albayı Rasiın ö«- nek, Ankara Orduevi'nde bir hey­ kel sergisi açlı.

1. SUT - Cahit Küiebı'nın şiir­ leri - 3 lira

2. ZAM AN SAATİ - Munis Faik Ozansoy'un şiirleri - 5 lira

3. BABA LÜFERLE BALIKÇI

-A yhan Sarıism ailoğlu'nun hikâyeleri - 5 lira

4 İSVİÇRE GÜNLERİ - Selâ haltın Batu'nun gezi notla­ rı - 5 lira.

5. YA KIN M A - Munis Fa k O- zznsoy'un şiirleri - 4 lira 6. GERÇEK H A YA Lİ AŞTI -

Mehmet Ç ın arlı'n ın şiirleri - 7 lira.

7. «A» SO KA Ğ I - Nev?at Yal-çın'ın şiirleri - 5 lira. 8. A LA C A K A R A N LIK - Gülte-

kin Sâmanoğlu'nun şiirleri - 10 lira

9. HALKIM IZ ve SAN ATIM IZ Mehmet Ç ın arlı'n ın makale ve denemeleri - 7 lira

10. İBİŞ'İN RÜYASI - Tarık Buğ- ra'nın romanı - 12,5 lira.

11. İPSİZLER Saha ha’tin Fn gin'in piyesi - 5 lira. 12. TEDİRGİNLER - Sabahattin

Engin'in piyesi - 5 lira. 1 3. BUNALIM - Sabahattin En

gin'in piyesi - 5 lira M . DUVAK . Yavuz Bülent Bâ-

kıler'in şiirleri . 5 hra 15. KA YBO LA N DÜNYA . Mu­

nis Faik Ozansoy'un şiirle ri 7,5 lira.

İsteme A d re si: P.K. Ç01 __ A N KA RA

V

Kapak Deseni : Agop A RA D (Y u n u s Emre)

f

---HİSAR

A V U K F İK İR V E SA N A T n F R R İS İ EYLÜL 1971 C İL T : 11 S A Y I: 93 (168)

L__________

7

Sahibi : Osman ÇIN ARLI * Sorumlu Müdürü : M üşerref Y IL M A Z * ^ Mektup ve havale adresi : P.K. 501 - A N KA RA • idare yen : Payındır Sokak 40/1 Yenişehir - A N K A R A * Telefon : 17 93 01 * Basıldığı yer : Ş a r k M a t b a a s ı - A N K A R A * Dergimizde yayınlanacak yazılar «Yazı K u ru lu .n u n incelemesinden geçer * Y ıllık abone bedeli 30 lira, altı aylık 15 lira, (öğretm en ve öğren­ ciler için y ıllık abone bedeli 20, altı aylık 10 liradır) Dış ülkeler için abone bedeline posla ücreti eklenir. (Halen, uçakla A vıupa'- /a her dergi 180; A m erika'ya 545 kuruşa gitm ektedir. Adi p ^ . la ile bütün memleketlere 75 kuruşa göndermek mümkündü- ) * İlân ve reklâm tarifesi : 1500 TL. (Tam s a y f a )'__ 800 TL (Y a ­

(3)

T A L Â T S A İ T H A L M A N

YUNUS EMRE'NİN

HÜMANİZMASI

V

tır :

ürk şiir ve düşünce tarihinin ilk ulu kişilerinden biri — belki de birin­ cisi— olan Yunus Emre'nin sanatı, kendi çağında üç boyutuyla doruğa ulaşmış, sonraki yedi yüzyıl boyunca yine aynı üç boyutla dipdiri

kalmış-1. Duru söyleyişlerden duygu coşkunluğuna kadar değişen bir lirizmle dile getirilmiş sevgi, inanç, kaygı şiirleri..,

2. Yaşayan Türkçeyi, halkın öz dilini olanca kıvraklığı, derinliği ve rengiy- le kullanışı...

3. İnsanlık değerlerine inanan, yobazlığı kınayan, Tanrı ve insan sevgisine dayanan hümanizması...

Bu üç boyut, duygu-dil-değer zen ginliği olarak da tanımlanabilir. Yunus Emre'nin çağlar boyu büyüklüğü, kendisinin ve ulusal kültürünün düşünce ve değer niteliklerini bir bütün olarak alıp geliştirmesinden ve gerek şiirsel söyle­ yişte gerek felsefede evrensel olmasından doğmuştur.

Yunus, kendi ömrü içinde, Türk halk ve tasavvuf şiirinin — sonraki yüzyıllar ve hattâ günümüz de dahil olmak üze re— bütün macerasını yaşamış gibidir.

Bu, yalnızca bir geniş kapsam sorunu değildir, aynı zamanda başarı üstünlü­

ğüdür. Çünkü Yunus divan şiirinin, halk şiiıinin, tekke ve tasavvuf şiirinin özel­ liklerinden çoğunu kapsamakla kalmamış; birçok bakımlardan, sonraki çağların zor aştığı, hattâ bazen aşamadığı bir başarı seviyesine ulaşmıştır.

Nitekim, Türk şiirinin uzun tarihi boyunca, halk şiirinde Yunus çapında bir ozan yetişmiş değildir. Tasavvuf şii rinde, Yunus'tan ancak iki yüz elli yıl sonra Fuzulî, hemen hemen beş yüzyıl sonra da Şeyh Galib, aynı doruğa va- rabilmiştir, ama yine de Yunus — Arapça ve Farsça sözlere çok daha az yer ver­ diği ve tertemiz bir Türkçe kullandığı için— bize Fuzulî ve Galib'den daha öz­ güdür. Hümanizmada ise Yunus Emre'nin çapına 19 uncu yüzyılın sonlarında Tevfik Fikret'in açtığı çığırla ve 20 nci vüzyılda gelişen «insanlık anlayışı» ile

varılabilmiştir. »

Denebilir ki Türk şiirinde en geniş ve en başarılı sentezi Yunus Emre yap­ mıştır. Yunus'un sanatı, halk şiirinin niteliklerini ve temalarım bütünüyle kapsa­ mış, Türk tasavvufunun en özlü örnekl erinden birçoğunu vermiş, Anadolu Türk- çesine yeni bir ruh ve estetik getirerek diri kalmasına yardım etmiş, Türk boy­ larının İslâmiyeti benimsemesinden çok önce başlamış olan Türk

(4)

nı, İslâmiyetin ahlâk kavramlarıyla ve insan değeriyle geliştirerek güçlendirmiş ve yaşat­

mıştır.

Gelmiş geçmiş en büyük Türk ozanların­ dan biri — belki en büyüğü, ama muhakkak ki ilki— olan Yunus Emre üzerinde şimdiye kadar yapılan çalışmalarda, hayatıyla ilgili araştırmalar ve değişik derlemelerin metin in­ celemeleri başta gelmiştir. Bilginler, ozanın yaşadığı yıllar, gömülü olduğu yer, hakk.n- daki söylenti ve efsaneler gibi konularda çe­ tin araştırmalara ve uzun tartışmalara giriş­ mişlerdir. Çeşitli derlemelerdeki şiirlerden hangilerinin Yunus'un eserleri olduğu ve me­ tinlerdeki aykırılıkları nasıl gidermek gerek­ tiği üzerinde de bir hayli çalışma yapılmıştır. Ozanın kendi çağı ve Türk şiir tarihi içindeki yerini tesbit etmek ve Yunus'un tasavvuf yö­ nünü belirtmek bakımından, başta Prof. Fuad Köprülü ve Abdülbaki Gölpınarlı olmak üzere, birçok edebiyat tarihçileri başarılı eserler ver­ mişlerdir.

Hayatı, duygu dünyası, tasavvuf yönü, dili ve üslûbu bakımından geniş ilgi toplayan ve derinlemesine değerlendirilen Yunus Emre'- nin sanatındaki en önemli ve en güçlü

unsur-Cavidan Y. Erlen

lardan biri hümanist düşünce— şimdiye ka­ dar ihmale uğramıştır. 1971 Eylülünde Ak- bank'ın düzenlediği «Uluslararası Yunus Em­ re Semineri» bu boşluğu gidermiştir. Yunus Emre'nin düşüncesindeki «insan değeri» ve «insanlık» kavramları, hem Türk hümanizma- sının temelleridir, hem de dil, din, ırk, mez­ hep bölüntülerine karşı çıkan evrensel bir ni­ telik taşımaktadır. Yunus'un hümanist şiirleri bir araya gelince, hem Türk kültür tarihinin en sağlam başarılarından biri, hem de çağı­ mızdan yedi yüzyıl önce yaşamış bir halk oza­ nımızın önce Rönesans hümanizmasını, son­ ra da Batıda 18 inci yüzyıldan beri gelişen mo­ dem hümanizmayı müjdelemiş, hattâ onların hâlâ erişemediği bir düşünce olgunluğuna ve şiirli söyleyiş gücüne ulaşmış olduğu görülü­ yor.

insanı dünyanın ölçüsü kabul eden ve yeryüzündeki varlığında değer ve önem bu­ lan hümanist düşüncenin kökleri, elbette Yu­ nus Emre'den çok önce başlamıştı. Milâttan önce 5 inci yüzyılda Protagoras, insanın var olan ve olmayan herşeyin ölçüsü olduğunu belirtmişti. Doğuda, Konfüçyüs ve Buda inanç­ lar:, tanrısal ve insancıl değerleri bağdaştırı­ yordu. Sokrates, insanın kendini tanıması üze­ rinde dururken hümanist düşüncenin temel­ lerinden birini kurmuştu. Hıristiyanlık ve İs­ lâmlık da, dinsel hümanizmanın bellibaşlı kavramlarını getirdi, ama her iki dinin son­ raki bağnaz ve yobaz yorumcuları, hümanist değerleri çiğnemeğe kalkıştılar. Bu dinsel yoz­ laşmaya Orta Doğu'da çeşitli mezhepler — özel­ likle sufî tarikatlar— karşı gelmeğe başladı. Yunus Emre'ye en yakın ve hümanizması üze­ rinde en etkili olan mutasavvıf, Mevlânâ Ce- lâlüddin-i Rumî idi. Yunus, Mevlânâ'dan ta­ savvuf? hümanizmanın birçok unsurların'- Anadolu'nun başka bir manevî aydınlığı olan Taptuk Emre'den ise insancıllığın heyecanını

aldı.

Yunus Emre'nin hümanizması, yeni ve et­ kisiz doğmuş bir felsefî sistem değildir, Doğu­ nun ve Batının yüzyıllar boyunca geliştirdiği hümanist düşüncelerin bir sentezidir. Yunus'­ un şaheseri olan bu sentezi, önceki hiçbir pey­ gamberde, düşünürde, sanatçıda, şairde bul­

(5)

mak mümkün değil... Türk ozanı, eski Yu­ nandan ve Roma'dan, Doğu dinlerinden, eski Türklerin insancı düşüncesinden, islâmiyetin öz değerlerinden, içinde yaşadığı bölgedeki sufîlerden aldığı hümanist kavramları birleş­ tirerek bir Türk hümanîzması yaratmış ve onu Anadolunun yaşayan Türkçesiyle ve şiirsel boyutlarla işleyerek Türk toplumuna ve Türk kültürüne sürekli ve etkili bir ahlâk olarak ar­ mağan etmiştir. Yunus'un sentezi kendisine ve Türk duyarlığına özgüdür. Yunus'taki hü- manizma kapsamına Batı kültürü ancak Yu- nus'tan yüz yıl sonra ulaşabilmiştir. Aynı kapsamı, Rönesans'ta kollektif bir çaba ile gerçekleştirmek mümkün olmuştur; oysa bi­ zim Yunusumuzun eseri, tek bir ozanın de­ hâsından doğmuştur. Dünyanın hümanizma tarihinde Yunus'un önemi, bunun için de üs­ tündür.

Yunus Emre, hümanizma sentezini sadece Batıdaki uyanıştan önce yapmış olmakla de­ ğil, insanlar arasında düşmanlıkların ve bö­ lüntülerin kol gezdiği bir çağda yaratmasıyla da hayranlığımızı kazanmıştır. Yunus, insan­ lık sevgisini ve yeryüzü birliği anlayışını Mo­ ğolların yaptığı akınların ve üstüste kaç Haç­ lı seferinin allak bullak ettiği bir bölgede, İslâm - Hıristiyan düşmanlıkları ve İslâmiyet içinde korkunç mezhep kavgaları sürüp giden­ ken dile getirmişti. Yıkıntı, kan, öç ve kin ça­ ğında, Yunus insanlar arasında kardeşliğin ve yeryüzünde barışın, birleşmenin, dayanışma nın değerlerini belirtiyordu.

Yunus Emre'nin hümanist şiirlerinde, dün­ ya hümanizma tarihi boyunca gelişen temel düşüncelerin hemen hepsini özlü ifadelerle buluyoruz. Gerçi başka şiirlerinde bu düşün­ celerle çelişkiye düşen kavramlar da var, ama onlar Yunus'un hayatının başka dönemlerin­ de yazılmış şiirler olabilir ya da apayrı kim­ seler tarafından yazılmışken yanlışlıkla Yu- nus'a yakıştırılmış olmaları da akla yakındır. Kaynakların ve dönemlerin doğruluğunu ke­ sinlikle gösterecek belge ve bilgilerden yok­ sun olduğumuz için, öteki şiir ve şairleri bir kenara bırakarak, elimizdeki gerçek hümanist şiirlerdeki sağlam ve tutarlı sentezin anahat- larını çizmekle yetinmek zorundayız.

Y U N U S E M R E

Yunus benim hemşerinı Sandıklı Çay Köyii’nde! Sakarya boyu derim Anarım beş öğünde... Sakarya başı Bayat; Açılır kanat kanat... Fikirle hamur sanat Birleşmiş bir düğünde. Anadolu’da hep sır : Karaman onda yatır Erzurum hatırlatır Uzanmış büyük ünde. Issız dağlar Yunus’tur Çocuk ağlar Yunus’tur Dul otağlar Yunus’tur Esenliğin gücünde Varılmaz çarşısına Çıkılmaz karşısına Paha yok parçasına Şairler bölüğünde Çevre inler sus deyi, Gönül bilmez us deyi Vatanım Yunus deyi Büyük şiir göçünde.

O S M A N A T T İ L Â ____

Yunus'un hümanîzması, insanın yeryü- zündeki en önemli gerçek olduğu ve Tanrıyı kendi içinde taşıdığı kavramından başlayarak manevî yaşantının kalıplaşmış dine üstün ol­ duğu, sevginin ve barışın en güçlü ahlâkı yarattığı, insan değerine ve haysiyetine bel bağlamak gerektiği, bütün dinleri ve bütün ulusları bir tutmak ve bağdaştırmak ülküsü­ nün en dürüst ilke olduğu gibi temel

hüma-(Devamı 28. Sayfada)

(6)

YUNUS DENEN AĞAÇ

M E H M E T

K A P L A N

Y

çeleri hıra

unus Emre, bugün de sevildiğine göre, el­ bette onda bugünün insanına uyan taraflar var, demektir. Bundan dolayı kendi düşün­ de Yunus'unkiler arasında bağlantı kuran - şaşmıyorum.

Herkes dünyayı, toplumu, tarihi, hattâ tabiatı kendisine göre yorumlar. Birbirinden farklı dinler, mitolojiler, felsefeler, nazariyeler, ideolojiler bunu isbat etmiyor mu? Bunlardan biri doğru, öteki yanlış demek de hakikate uymaz. Zira her biri bir bakış noktasını ifade eder ve gerçek bakılan noktadan öyle görünür. Delilik, delinin hallerini mazur gösterir.

Fakat unutulmaması gereken apaçık bir vakıa da var ki, Yunus Emre, bugünün insanı değildir. Son araştırmalara göre 1240-1322 yılları arasında yaşamıştır. Binaenaleyh onun şiirleri aynı zaman­ da çağı ile de yakından ilgilidir. Şaşırtıcı olan o çağın şartları içinde doğmuş ve yaşamış olan bir insanın yüzlerce yıl sonra da. millet ve dünya çapında bir değer ifade edebilmesidir. İnsan buna bakarak, bazı hakikatlerin ebedî olabileceğine ina­ nıyor.

Bilinmesi gereken başka bir hakikat daha var : Yunus Emre tek başına değildir. Söylediği fikirleri bizzat yaratmamıştır. Söyleyiş kendisinindir ama söyledikleri gelenekten gelir. Yunus Emre'de bu­ gün hayran olunan fikirleri, Türk halkı yüzyıllar boyunca yaşatmıştır. Yunus Emre, Türk milletinin benimsediği ortak dünya görüşünün ifadesidir. Ona bir de bu açıdan bakmak lâzımdır.

Bazı duygular, düşünceler, gelenekler vardır ki, onlar hem fertleri, hem de toplumları yüceltir. Ben hiç şüphe etmiyorum, Türk milletini yüzyıl­ lar boyu yaşatan kuvvetlerden biri, Mevlânâ ve Yunus Emre gibi büyük mistiklerin ifade ettikleri duygu ve düşüncelerdir; öyleyse onları sevmekten korkmayalım.

Dar fikirliler, gülünç bir şekilde Mevlânâ ve Yunus Emre'yi içinde bittikleri topraktan, yani İslâmiyetten ayırmak istiyorlar. Bunun İlmî olarak müdafaa edilebilecek tarafı var mıdır? Mevlânâ Yunus ve daha yüzlerce büyük mistik, kahraman, devlet adamı, bin yıllık Türk tarihine ruh ve şe­ kil veren Islâmiyetin içinden çıkmışlardır. Eserleri, her sahifesinde o derin aşkı söyler.

Türk tarihini bir biitür» olarak ele alınca, Islâmiyetin ve mistik akımın bize neler kazandır­ dığını açıkça görürüz. Türklerin Orta Asya'da geçen maceralarını, biraz basitleştirerek söylersek, at, ok ve yay idare eder. Oğuz Kağan bu devir insanının sembolüdür. Aktif, dışa dönük, dünyaya hâkim olma iradesi ile dolu bir kahramanın, îslâ- miyetten önce ve sonra bu tipin, Türk tarihinde oynadığı rol anlatmakla bitmez. Türk milleti seri hâlinde Oğuz Kağan tipinde kahraman yetiştirmiş­ tir. Tarihî Türk devletlerini onlar kurmuşlardır. Bugün de Türk Milletini ayakta tutan âmillerden biri, kahramanlık duygusu değil midir?

Fakat İslâmiyet, bilhassa tasavvuf akımı ile Türk tarihinde yeni bir kıymet ve o kıymeti tem­ sil eden yeni bir insan tipi belirir. Mevlânâ, Yu­ nus ve daha yüzlerce mistik, işte bu yeni kıyme­ tin temsilcileridir. Nedir onlarda ortak olan ve kendilerini Oğuz Kağan'dan veya Alp tipinden ayıran? içe, ruha, manevî kuvvete değer verme­ leri. Onlarda en çok tekrarlanan kelime «aşk» ve «gönül» kelimesidir. Onlar kahramanların fethet­ tikleri ülkelere, Tanrı ve İnsanlık aşkını götürmüş­ lerdir.

Anadolu Türk medeniyeti Alp tipi ile Veli tipinin ortak çalışması ile kurulmuştur. Bunu Os­ man Gazi ile Şeyh Edebâli arasındaki münasebet çok güzel gösterir. Biri maddî, öteki manevî kıy­ metleri temsil eden bu iki insan tipi arasındaki dostluk yüzyıllar boyu devam etmiştir. Osmanlı medeniyeti maddî ve manevî kıymetler arasındaki dengeyi muhafaza edebildiği müddetçe yaşamış ve yükselmiştir.

Yunus Emre'yi temsil ettiği bu büyük gele­ nek ve tarihî fonksiyon içinde ele alırsak daha iyi anlar ve değerlendiririz, kanaatindeyim.

Tarihte) her fikir kendisine uygun, manalı semboller yaratır. Oğuz Kağan'ın rüyasında muh­ teşem bir cihangirlik sembolü hâline gelen ok ve yay, dışa dönük, savaşçı iradeyi temsil eder. Os - man Gazi ise rüyâsında kurmak istediği yerleşik devleti en güzel şekilde ifade eden meşhur ağacı görür. Âşık Paşazâde, Şeyh Edebâli'nin doğru ola­ rak tefsir ettiği bu ağaç riiyâsım şöyle anlatır:

1) Yunus Emre D ivanı, Haz. A . G ö lpınarlı, s. 47 - 48.

(7)

«Osman Gazi uyuyunca rüyâsında gördü ki bu azizin koynundan bir ay doğar, gelir, Osman Gazi'- nin koynuna girer. Bu ayın Osman Gazi'nin koynu- ııa girdiği demde göbeğinden bir ağaç çıkar. Gölgesi dünyayı tutar. Gölgesinin altında dağlar var. Her dağın dibinden sular çıkar. Bu çıkan sulardan kimi içer, kimi bağçeler sular. Kimi çeşmeler akıtır». (1000 Temel Eser, Aşıkpaşaoğlu Tarihi, Hazırla­ yan : Atsız, s. 10)

Bu bir yerleşik medeniyet sembolüdür ve Os­

manlI medeniyetinin mühim cephelerinden birini çok güzel anlatır.

Camiler, çeşmeler, eski bahçeler...

Tanpıııar da Osmanlı medeniyetini böyle özet­ lemiyor mu?

Ağaç, yay ve ok gibi hareketin değil, sükûne­ tin; savaşın değil barışın sembolüdür. Ekinci, akın­ cıdan farklı bir insan tipidir. Ömer Lütfü Barkan ve başkalarının buldukları vesikalar ortaya koy - muştur ki, akıncı Türk'ün ekinci olmasında, yani toprağa yerleşmesinde, tarikatlerin biiyük rolü ol­ muştur.

Yunus Emre şiirlerinde iyi insanı umumiyetle bitki âleminden alınma sembollerle anlatır. Ona göre iyi insan demek olan derviş, meyvelerinden «il ti şar» ın istifade ettiği mübarek bir ağaçtır. Bu ağacın yaprağı dertli için dermandır. Etrafına iyilik dağıttığı için herkes bu ağaca sarılır. Yunus'- un bu ağaç - derviş sembolüne dayanan fakat başka incelikleri de olan şiiri şöyledir :

Her kime kim dervişlik bağışlana Kalbı gide pâk ola günüişlenc Nefsinden ıııiişk ile anber tüfe Budağımdan il iı şar yimişlenc Yaprağı dertlii içiiıı derman ola Gölgesiinde çok kademler işlene Âşıkun gözii yaşı hem göl ola Ayağundaıı saz bitiip kamışlana Cümle şâir dost bağçesi bülbülü Yunus Emre arada dürraclana (1)

Temizlik, İyilik, Âşk, Merhamet, işte Yunus'- un ve Yunus geleneğine bağlı insanların getirdik­ leri yeni kıymetler! Bunlar fena şeyler midir? Bi - lâlcis insanlığın daima muhtaç olduğu temel kıy - metlerdir bunlar... Eski Türk toplumu kendi için­ de işte bu temel kıymetlere dayanıyordu. Bugün de Türk halkının değer verdiği en üstün kıymet­ ler bunlardır.

Fakat bu temel kıymetlerin dine sıkı sıkıya bağlı olduğunu unutmamak lâzımdır. Her ağacın

kendisine göre bir meyvesi \ ardır. Aslen bir köylü olan Yunus, meşhur Şathiyatında erik dalında üzüm yemek isteyenlerle alay eder. Ağaç, kökü, toprağı, dalı, gövdesi ile bir bütündür. Bilindiği gibi o sadece yeryüzüne değil, gökyüzüne de bağ­ lıdır. Islâmiyetin ve tasavvufun esası olan Birlik fikri üzerinde durursanız, sadece Yunus'u değil, daha pek çok şeyi anlamış olursunuz.

AKŞAM

GÜNEŞİ

(Reşat Nuri G üntekin'in aziz hatırasına)

İ L H A N

G E Ç E R

E. Özdem ir Nasıl da unutmuştuk Bcıı güzü sen baharı Fcralınâk'de bulmuştuk Gül kokulu rüzgârı Bulutların avcımdan İçtik mutlu gülüşü Mavi dal uçlarından Topladık altın düşü Tutunduk kanadına Güneş rengi kuşların Uzandık bal tadına Sıcak sarılışların Ceylânlar gibi daldık Sevda ormanlarına Bitmeyen bir masaldık Uzanacak yarına İçimizi kavuran Şimdi hicran ateşi Ölümsüz aşkımızdan Kalan akşam güneşi

(8)

E Ğ İ T İ M V E D E Ğ İ Ş E N Z A M A N

E

ğitim ve öğretimin konu ve meseleleri hep aynı ka­ lan, değişmez konu ve meseleler değildir. Hayat şart­ ları ve ihtiyaçlarının değişmesine uyarak eğitim ve öğretim konu ve meseleleri değiştiği gibi, akan zaman boyunca eğitimin prensip ve metodlarının değişme ve geliş­ mesi de gerekli ve zaruridir. Bu­ nun için, hiç bir zaman eğitimde devamlı surette tatbik edilecek doğru esaslara ve metodlara va­ rıldığı, bunlarla bütün zaman boyunca eğitimden beklenen ne­ ticelere ulaşılabileceği iddia ve kabul edilemez. Ancak, eğitimde­ ki değişmelerin şekil, mahiyet ve yönleri her hangi bir ferdin, si­ yaset adamlarının da şahsî, key­ fî görüşlerine göre değil, deği­ şen zamana, İlmî çalışma ve araş­ tırmaların neticelerine göre mey­ dana gelmelidir. İşte, bu görü­ şe uygun olarak eğitim ve öğre­ tim zamanla beraber, aynı tem ­ poda devamlı bir değişme ve ge­ lişme halinde olmalıdır.

Mağra devri, taş devri, tunç devri gibi ilk devirlerde insanın eğitimi, söz konusu olsa, her hal­ de bugünkü gibi düşünülmez. Bugün o devirlerdeki hayat şart­ larına ve özelliklerine sahip in­ sanlar bulunsa bile bunların eği­ tim ve konuları, meseleleri, ihti­ yaçları, yalnız derece değil, ma­ hiyet bakımından da farklı ola­ caktır. Bu itibarla, onların eği­ tim ve öğretim işlerine bugünkü İran, Türkiye, Fransa... için dü­ şünülen temel prensipleri, hatta metodları tatbik edemeyiz.

Ancak, mağra devri dediği­ miz devirden zamanımıza doğru geldikçe dünyanın çeşitli bölge­ lerinde, eğitimin konu ve mese­ leleri ile eğitim ihtiyaçlarındaki farklılık devam etmekle beraber, prensiplerde birliğe doğru bir

yaklaşmayı hem müşahede ede­ bilir, hem de düşünebiliriz. Ni­ hayet, orta çağdan sonra çeşitli memleketlerde eğitim konu ve meselelerinin farklılığı gine de­ vam etmekle beraber ana görüş ve prensiplerdeki yakınlaşma büs­ bütün belirir. Nitekim, Türkiye'­ nin şehir ve köylerinde de deği­ şik çevre ve ihtiyaçlara göre ko­ nu ve meseleler farklı olmakla beraber bütün Türkiye'de aynı eğitim prensiplerinin tatbiki, aynı millî, İnsanî, medenî temel de - ğerleri kazandırmak gerekmek­ tedir.

Evet, ilk devirlerden bugüne doğru zaman, hızı gittikçe art - mak üzere değişmektedir. Ama, bunun kadar önemli olan bir nokta da bu değişmenin hızının zamanımıza doğru her hangi bir nisbete bağlanamıyacak derecede artmakta olmasıdır.

Denebilir ki, dünyada eği - tim prensiplerinde beraberliğe doğru yaklaşma, ilmin meydana gelmesi ve bilhassa hayata hâkim olmağa başlaması ile kendini gös­ termiştir. Çünkü, maddeye, ha­ yata tatbiki ile tekniği meydana getiren kanunlar tabiatın her

ye-C A H iD O KU RER

rinde aynı olduğu gibi, eğitim alanındaki çalışmaların da İlmî vasıf kazanması, insanın aslî ma­ hiyetine göre gelişmesini sağlı - yacak çeşitli, değişik metod ve tatbikatların temel prensipleri ve esaslarında da bir yaklaşma, be­ raberliğe doğru bir gidişi müm -

kün kılmıştır.

Bununla, İlmî devrede veya bu merhaleye erişen bölgelerde insan ve cemiyetlerin, yahut kı­ saca zamanın artık değişmediğini, veya değişme hızının yavaşladığı­ nı söylemek istemiyorum. Ak­ sine, ilim zamanın ve dünyamızın büsbütün, daha büyük bir hızla değişmesine de sebep olmakta - dır. Fakat, buna ilâve etmek is­ tediğim bir nokta var. Zamanın büsbütün, müdhiş bir hızla de - ğişmesine ilim ve tekniğin hızlı ilerlemesi sebep olmakla bera­ ber, insanın bu hızlı değişmeye paralel ilerleyişini, ona uyması­ nı sağlamak imkânları da yine ilim ile mümkün olabilir. Ne var ki, henüz bütün dünyada bu meseleye gereken önem verilme­ mektedir. İlim ve tekniğin bu hızlı ilerlemesi nisbetinde içti - maî hayatta fikir, sanat ve eğitim alanlarında gerekli değişme ve gelişme üzerinde durulmamakta- dır. Böylece eğitim ve öğretim kurumlan gittikçe hızlaşarak de­ ğişen zamanın gerisinde, hatta bazan dışında kalmaktadır.

Okul çağı eğitim ve öğretim devresini geçirmiş ve artık yaş­ lı diyebileceğimiz, hiç değilse genç olduğunu söyliyemiyeceği- miz nesiller, hayatlarının içinde yer aldığı ve hızlı bir değişme akışı ile geride kalan bir zam a­ nın insanlarıdır. Onların yaşa­ dıkları bu zaman içinde alışkan­ lıkları, bağlandıkları değerler meydana gelmiştir. Fakat, henüz hayatlarını yaşamamış genç nesil­

(9)

ler müdhiş bir hızla değişen za - manın içinde yaşarlarken yaşlı nesillere, ve onların içinde yetiş­ tiği kuramlara, bilhassa eğitim ve öğretim kuramlarına «Eskimiş» gözüyle bakmaktadırlar. Gerçek­ ten de bu kuramlar değişen za­ mana göre, hayatın meselelerine ve ihtiyaçlarına cevap verecek imkânlara ve vasıflara sahip de­ ğildirler. Bunun için denebilir ki, bütün dünyada yetişmekte olan nesiller reaksiyoner haldedirler. Bu reaksiyon hali gelişmiş mem­ leketlere nazaran az gelişmiş memleketlerde daha rastgele, da­ ha az şuurlu, asıl reaksiyon ko­ nusunun dışındaki yabancı un - surların tesirinde kalarak, bir iç­ güdü atılışı halinde meydana ge­ liyor. Böylece reaksiyonlarında haklı olmanın sınırları dışına çı­

kıyorlar.

Çünkü, gelişmiş memleket, bütünüyle ilmin hâkim olduğu memlekettir. Bu bakımdan, ilim ve tekniğin hızla ilerleyişi ile za­ manın değişmesi nisbetinde olma­ sa da, o memleketlerde İçtimaî hayatta fikir, sanat, eğitim alan­ larında da İlmî araştırmaların ne­ ticelerine göre yeni bir anlayış, bir değişme ve gelişme meydana gelmektedir. Fakat, henüz geliş­ memiş veya az gelişmiş memle - ketlerde ilim hâkim hale gelme­ diği için yeni bir anlayış, değiş­ me ve gelişme de görülmüyor. Bunun için o memleket gençleri­ nin eski nesil ve kuramlara reak­ siyonu daha frensiz, amansız, asıl yönünden çıkmış bir halde meydana geliyor.

Ama, bu reaksiyon ve atı­

lışlar hangi yönlerde, hangi va­ sıflarda oluyor, hangi alan ve ko­ nularda toplanıyor? îşte, mese­ lenin isabetle, bir kopma veya yeni düğümler meydana getirme­ den çözülmesi gereken düğüm noktası buradadır.

Genç nesillerin hızla deği - şen zaman içinde eskiyen kuram­ lara ve evvelce bu kurumlar için­ de yetişmiş nesillere çeşitli reak­ siyonlarda bulunması tabiidir, gereklidir. Fakat, tabii ve gerek­ li olmıyan bu reaksiyonun tarzı, mahiyeti, maksadı ve böylece sonradan kazandığı gayesidir.

Evet, eğitimin ana görüş, te­ mel prensipler ve sisteminde de­ ğişen zamana uyacak bir «Re - form» gereklidir. Gittikçe hız- laşarak değişen zamana ve bu - na bağlı olarak hayat şartlarına

H A T IR L A M A K O L M A S A

Bir güzel yaz sonudur yaşadığım bu mevsim; Bahara dönmek için yok isteğim, hevesim.

Ne kırk-ikindi yağar, ne o rüzgârlar eser; Üzmeden, nazlanmadan koklatıyor çiçekler.

Uzağından baktığım şeyler yakında şimdi; Olmuşum, hemen hemen, olmak istediğimi.

Hiç böyle duymamıştım yemişlerin tadını. Vazgeçtim özlemekten gelmeyecek kadını.

Güneşin, gökyüzünün değerini anladım; Dünyayı bütün ruhum, kalbimle kucakladım.

Gözüme insanların küçüklüğü batmıyor; Kalleşlik, vefasızlık içimi kanatmıyor.

Bu tatlı yaz sonunda ne bir dert, ne bir tasa :

Kışın yaklaştığını hatırlamak olmasa... Cavidan Y . Erten

M E H M E T Ç I N A R L I

(10)

göre insan bir ferd, bir İçtimaî bütünün ve bir medeniyetin men­ subu olarak neler öğrenmeli, hangi değerleri, hangi kuvvetleri kazanmalı? Hayatını ferdî, İçti­ maî, İlâhî cepheleriyle bir bütün halinde tam yaşıyabilmesi için düşünce, duygu ve irade hayatı­ nı nasıl geliştirmeli?

Bu soruların cevabı, devam­ lı ve gittikçe hızı artan zamanın değişmesi içinde insanın kendisi, cemiyeti ve üzerinde yaşadığı dünyası ile devamlı anlaşmasını sağlıyacak bir eğitim görüşü ve temel prensipleri, bunlara uygun bir sisteme dayanan elverişli me- todları ve tatbikatı gerçekleştire­ bilmek ile verilebilir. Bunlar

ka-Karaıılığın kamçıları aman vermez Kuşanır hüzünlerimi yürürüm Üstüne üstüne gecelerin

Sabâ bir şarkıya doldurur anılarımı Bitirir bitirir yenilerim

Ve bir daha gelecek akşamı Gün doğmadan beklerim

dar, hatta bunlardan da önemli olan insanın hangi bilgi ve de - ğerleri, nasıl bir zihnî, hissî, ira­ dî gelişme ve bu gelişmeyi de - vam ettirme imkânlarını kazan - ması ve başka ne gibi vasıflarla bir şahsiyet seviyesine erişmesi­ dir. Yoksa, eğitim sistemi ve ka­ demeleri bir kitaplığın rafları gi­ bi düşünülebilir. Esas olan da bu raflara konacak kitapların ha­ yat ve değişen zaman boyunca gerekli ve faydalı olabilmesidir.

Bu münasebetle, son yıllarda Türkiye'de sözü edilen eğitim re­

formu ve bu reformla ilgili esas meselelere bu görüşle bakmak ge­ rektiğine işaret etmek isterim. Çünkü, son Eğitim Şurasında ol­

duğu gibi, bugünlerde de sistem değişikliğinden söz edilmekte ve bu bir eğitim reformu olarak or­ taya konmaktadır. Halbuki, re­ form vasfı verilerek üzerinde du­ rulan sistemi ve kademeleri bel­ li başlı gelişmiş memleketler uzun yıllardan beri tatbik etmek­ tedirler. Ama, o memleketlerin gençleri de bu sisteme göre ku­ rulmuş eğitim ve öğretim kumul­ larına karşı çıkmaktadırlar. Yal - nız onların reaksiyonu sistemin kendisinden ziyade muhtevasına karşıdır. Bizim için üzücü olan nokta şudur : Gelişmiş memleket­ lerde, eskidiği ifade edilebilecek kadar yıllar önce tatbike başlan­ mış bir sistemin «Eğitimde re­ form» diye benimsenmeğe kalkıl- ması, asıl reformun eğitimin he­ deflerinde ve öğretimin muhte - vasında oluşuna göre hareket edilmemesidir.

Bugün eğitimde gerçek r e ­ form, eğitimin durmadan değişen zamanla beraber değişip gelişebil­ mesini sağlıyacak bir ana görüşle, temel prensiplere ve sisteme uy­ gun bir eğitim bünyesini ve muh­ tevasını meydana getirebilmek olacaktır. Bunun için de her - şeyden önce eğitimde ilmin hâ - kim hale gelmesi gerekir. İkin­ ci merhale de, akan zaman için­ de - nesiller arasında da - ko­ pukluklar meydana getirip bü­ tünlüğü bozmadan eğitimi devam­ lı bir gelişme vasfına ulaştırmak­ tır. İlmi, eğitimde hâkim kılmak­ tır. Öyle ki, eğitimde metod ve tatbikatla kumulların bünyesi değişen zaman hızına uygun bir nisbette değişip gelişebilmelidir.

Kısaca, eğitim ve öğretim kumullarını değişen zamanın ve hayatın miisbet yönde gelişen te­ mayüllerine uygun olacak şekil­ de, kendi kendilerine değişip ge­ lişebilecek bir bünyeye sahip kıl­ mak gerçek reformu ifade eder. Bunun için de, tekrar edeyim, ilk şart eğitimde ilmin hâkim ha­ le gelmesidir. Türkiye gibi, az gelişmiş memleketlerde eğitimde reformun ilk merhalesi herhalde bu olmalıdır.

Karanlığın Derin Saatlerinde

Bir yerde yaşamak acılara değmez Derim ama ne çare

En cılız ümitlere sarılır

Geceden gündüzü, gündüzden geceyi beklerim

Karanlığın en derin saatlerinde

Yıldızlara efkâr katan sigaramı eklerim. Ta küçükten yüreğimin bir yerinde Bir avuntu pırıltısı

Çeker beni yedeğinde, giderim

Sanılmasın bezginim, karamsarım Eğer ki şairim

Hüzünlerden çiçek yolar, duyanlara yollarını. Değil mi ki insan yürekleri ezgiler için Bir hüzünde binlerce yolcuyum

Terkeder hepsini mutluluğa, yine giderim Karanlığın en derin saatlerinde,

Işıklı mısralara tuzak kurmuş avcıyım

Y A H Y A A K E N G İ N

(11)

Y U N U S EMRE H A K K I N D A

ŞAŞI RTI CI BİR ESER

B

üyük Türk şâir ve mutasavvıfı Yunus Em­ re yüzyılımızın başından beri haklı olarak birçok araştırmalara konu olmaktadır. İlk defa büyük bilgin merhum Fuad Köprülü, «Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar» adlı eserinin he­ men hemen yarısını Yunus'a ayırarak onun haya­ tını, çevresini, kişiliğini elindeki imkânlar ölçü­ sünde İlmî bir tarzda inceledi. Sonradan birçok­ ları, bilhassa Abdiilbaki Gölpınarlı yeni bilgilerin - ki çoğu kendi gayretinin mahsûlüdür - ışığında Yunus'un hayatını ve eserlerini örten karanlığı bü­ yük ölçüde aydınlattı. Bütün bu verimli çalışma­ lara rağmen henüz elimizde yüzdeyüz Yunus'un - dur, diyebileceğimiz bir dîvan yok. Yayınlanan şiirlerden bir kısmının bu soylu şâire aid olduğu şüphelidir. Hayatını tesbit etmekte gösterilen gay­ retler henüz eserine çevrilmiş değildir ve Yunus'un şiirleri ciddî ve bilgili bir tenkidli basım hazırlığı­ na muhtaçtır.

Yunus hakkında bundan böyle yapılacak her araştırmanın, Yunus'u konu alacak her eserin ye­ ni bilgiler getirmesi, hiç değilse bilinenleri tekrar etmemesi beklenir. Günlük gazetelerde kendisin - den Profesör diye sözedilen Sabahattin Eyüboğlu «Yunus Emre'ye Selâm» başlıklı uzun bir girişle Yunus'un şiirlerinin - Yunus'un sayılanlarla bir­ likte - büyük bir kısmını yayınladı. Sözkonusu gi­ riş aynı başlıkla daha önce kitap halinde yayın­ lanmış. Bu kitabın sonundaki küçük açıklamadan girişin 1965 yılında Ankara Radyosunun Türk Büyüklerini anma programı için hazırlandığını, Ankara ve İstanbul Radyolarında okunduğunu öğ­ reniyoruz. 1966 yılında yayınlanan bu kitapdan haberim yoktu. Yunus Emre'nin başındaki girişi okuduktan sonra, daha çok iyi bir çevirici diye bil­ diğim Eyiiboğlu'nun bu «selâm» ı yazmadan önce Yunus hakkında başka çalışmaları olup olmadı­ ğını araştırırken öğrendim.

Eyüboğlu, Yunus hakkında bildiklerimize ye­ ni bir şey katmak şöyle dursun, bilinenleri - hele Yunus'un hayatiyle ilgili masalları - indî bir şe­ kilde yorumlayarak «müdhiş» kelimesiyle ifade edebileceğim şeyler söylüyor. Neler söylediğine geçmeden önce, Eyüboğlu hakkında, denemelerini derleyen Mâvi ve Kara adlı kitabından edindiğim kanaati bildirmek isterim : Eyüboğlu marksisttir, solcudur, hümanisttir. Elbette bu kişilikte olan bir kimsenin Yunus Emre hakkında söyleyecekleri farklı olacaktır. Fakat bunlar Yunus gerçeğine ve Yunusun söylediklerine ne kadar uygundur? Ben

bu yazımda onları konu ediniyorum.

Yukarıda fikrî kişiliğini belirttiğim Eyüboğ­ lu, Yunus Emre için «Yüreğini ezenlere karşı ezi­ lenlerden yana koymuştur (S. 1)» diyor; «Hiçbir devletten yardım görmek şöyle dursun, bütün dev­ letlerin soymaya alışık olduğu bir Anadolu köy­ lüsü (S.21)» diyor; «Miğdecilerden yana değil ül­ kücülerden yana (.S. 24)» diyor; «Hiçbir şiiri dün­ yayı sömürenleri övmez, hemen her şiiri dünyayı sömürenlere karşı bir seslenmedir (S. 24)» diyor. Böylece 100 - 150 yıllık tarihi olan «sınıf şuuru, sömürme, devletlerin soyması, ülkücü» gibi, ya­ zısında daha birçok örneği bulunan kavramları 700 yıl önceye aktarıveriyor.

İslâmlık gibi evrensel bir dinin mensubu ve hangi dış kaynaklardan yararlanmış olursa olsun yine de bu dinin içinden çıkmış olan tasavvuf fel­ sefesinin çok canlı bir temsilcisi olan Yunus Em- re'de hümanizm unsuru görmek bir bakıma müm­ kündür. Fakat ondaki islâmi insan sevgisini ve te­ meli yüzde yüz İslâmî dünya görüşünü Hititlerden Eski Yunanlılara kadar Anadolu'da yerleşmiş ka- vimlerin devamı saymak müdhiş denilebilecek ka­ dar şaşırtıcıdır. Şimdiye kadar Yunus hakkında yapılmış araştırmaları, - bazılarını kitabının so­ nundaki küçük bibliyoğrafyada göstermesine rağ­ men— hiç umursamayan Eyüboğlu, Abdülbaki Gölpmarlı'nın himmetiyle ortaya çıkan, Yunus Emre'nin Bektaşîlikle hiçbir ilgisi olmadığı keyfi­ yetini her ne hikmetse bir yana bırakıveriyor, onun Bektaşi olduğunu hiç çekinmeden söyleyebiliyor. Bu arada, sanırım Eyiiboğlu'dan başka herkesin tarikat diye bildiği —bizzat mensublan dahi öyle der— Bektaşîliği Mezheb olarak ilân ettikten baş­ ka, bu tarikatin o devirde bir çeşit «Köy

Enstitü-S. Çataloluk

(12)

leri» olduğunu pervasızca haber veriyor.

«Elif okuduk ötürü, pazar eyledik götürü «Yaratılmışı severiz yaratandan ötürü»

beytinde «halkımızın halktan uzaklaşan kültüre karşı direnişini (S. 20)» gören Eyüboğlu,

«Ben dervişim diyene bir ün edesim gelir»

mısraıyla başlayan şiiri «halkçı ve devrimci» diye tanımlıyor. Bu arada «Yunııs kaderine kafa tutan insandır (S. 26)» dedikten sonra, «kaderi nasıl yendiğini haklı bir övünç ve gülümsemeyle söyler de kendisi (S. 27)» diyerek;

«Yunus miskin çiğ idik piştik elhamdülillah»

mısraıyla biten şiiri kaderi yenmeye örnek olarak veriyor. Böylece İslâm dininin ortaya çıkışından beri var olan kader kavramını her ne hikmetse altüst ediyor.

Bizzat Yunus Emre adlı kitaba aldığı

«Nefsi müslüman olan hak yola doğru varır «Yarın ana olusar Muhammed Şefaati (S. 165)»

ve :

«Ol sevdiğim Muhammede olayım çırak Çalabım (S. 194)»

ve :

«İmansızlar geldiler ondan iman aldılar

«Beş vakit namaz kıldılar aşkına Muhammedin (S. 247)»

gibi örneklere rağmen, Yunus Emre'yi «dindar olmaya, şu ya da bu peygambere inanmaya değil, insan olmaya çağırır bizi (S. 23)» diye yorumla­ yan Eyüboğlu, yine :

«Anmaz mısın sen şol günü cümle âlem uryân ola (S. 80)»

beytinin geçtiği şiirde Mahşer Günü'nii anlatan Yunus'un;

«Hak müyesser etse varsam güzel Kâbetullah sana (S. 87)»

ş i İ R

---Seçemem şakıyan kuşu ağaçta, Yok ki ağaçta kuş.

Ayın kocaman doğuşu, Kalbimin vuruşu ağaçta. itenim elimle kurduğum yay Gün bitiminde doğan ay, Gölgem serili dağda taşta, Yere düşen güneşte.

Bir ok kopup gelir geceden Bir uçuşta,

Benim o işte.

SELÂ H A TTIN BATU

---mısraınm geçtiği şiirde Hacc'ı anlatan Yunus'un;

«Ol ferlşteler adı Kirâmen Kâtibindir

«Yazmaktan usanmazlar ırınazlar yaz u kışta (S. 102)»

diyerek her insanın sağında ve solunda sevabını ve günahını yazan iki melek bulunduğu inancını tek­ rar eden Yunus'un;

«Uyan behey gafil uyan kâfirdir beş vaktin koyan (S. 138)»

mısraıyla İslâmlığın beş temel direğinden biri olan Namaz'ın gerekliliğini katı bir dille söyleyen Yu­ nus'un;

«Yâ Rab nic'ola hâlim kabre vardığım gece

«Muhammede eş eyle kabre vardığım gece (S. 91)»

diyerek Tanrı'ya ve onun elçisine olan inancını söyleyen Yunus'un inancını öğrenmek ister ve «Nedir bizim Yunus'un inancı?» diye sorar, sonra da şu karşılığı verir : «Bu sorunun karşılığını Yu­ nus'un söylediklerinde ve söylettiklerinde aradığı­ mız zaman bir hayli şaşırarak görüyoruz ki Yunus bütün dindarlığına, müslümanlığma karşın hiçbir dinin adamı değil, hatta bir din adamı değil, tersi­ ne bütün dinlerin ötesinde, câmilerin kiliselerin dı­ şında, hele softaların, yobazların karşısında kitap­ sız, tapmmasız, törensiz, kıblesiz bir inancın ada­ mıdır.» Bu arada «Yunus'un söylettikleri» ilâve­ siyle, Yunusdan sonra gelip onun tesirinde kalan­ ların hepsi, Yunusla berâber «kıblesiz tapınmasız» yâni halkımızın deyimiyle «dinsiz imansız» oluve­ rir. Gölpınarlı'nm ve daha önceki araştırıcıların verdiği bilgilere rağmen Taptuk Emre'yi «Hacı­ bektaş'ın dininden, çevresinden ayrı, belki de yeni müslüman olmuş bir Anadolulu» olarak keşfeder Eyüboğlu.

«Yunus bir ümmet şairi değil millet şâiridir» derken, «ümmet» kavramiyle müslümanları anla - dığı belli olan Eyüboğlu, «Millet» kelimesiyle ne kasdettiğini şöylece açığa vurm aktadır:

«Bu Türkmen kocası Anadolu halkiyle birlik­ te türlü inanç köprülerinden geçmiş, baş kaldırma­ dan boyun eğmeye, Tanrıyı insanlaştırmadan in­ sanı tanrılaştırmaya kadar bütün hallerden geçmiş­ tir. Çünkü, unutmayalım, Yunus'un yaşadığı top­ raklar bütün tanrıların iz bıraktığı topraklardır» deyip bu fikrini «Bir Türkmen kocası, bir Ana­ dolu köylüsüdür Yunus Emre, ve bütün bu top­ raklarda ,bizim topraklarımızda yaşamış bütün insanların, Hitit, Pagan, Hıristiyan, Müslüman bü­ tün yurttaşlarımızın sözcüsüdür. (S. 55)» diye açıklayarak, Anadolu'da kurulup yerleşmiş T ü rk - İslâm uygarlığını ta Hititlere kadar indiren bir görüşten hareket etmektedir. Böylece «millet» sö­ züyle Türk değil, bir Anadolu milleti uydurmak çabasındadır.

Sabahattin Eyiiboğlu'nun «Yunus Emre» adlı kitabı baştan sona kadar ilme, akla, mantığa ay­ kırılıklar kitabıdır.. Harcanan emeğe, edilen mas­ rafa yazık. Ve asıl Eyüboğlu'na yazık.

(13)

K A N D A V A S I

I

Pınarlı Köyü'nden Çopurun Recep Bir giiıı karar verdi birden

Sattı savdı elindeki dokuz tarlanın beşini Kız gibi bir traktör çekti altına şehirden. Al bir ata biner gibi atladı traktöre Yıktı kaşının üstüne lâcivert kasketini Sürdü geldi köyünün meydan yerinde durdu Baktı yorgun köylülere! gülümseyerek Padişah kadar mağrurdu...

Toplandı konu-komşıı tarlalardan, evlerden Damlardan, düvelilerden seğirtip geldi çocuklar Kuşattılar Çopurun Recebi heyecanla...

Bir ara birdenbire sebepsiz yere

— Kara Süleyman'ın en küçük oğlu Ali — Bir taş attı traktöre.

Vurulmuşa döndü birden Çopurun Recep Kızdı dünyalar kadar...

Sövdii saydı Ali'ye büyüyen kanlı gözlerle Parmak parmak kabardı boğazında damarlar... Bir dev gibi soluyarak yardı kalabalığı sonra İçini öfkesinin ateşi yaktı.

Yetişse tutsa çocuğun koluını - bacağını Çırpı gibi kıracaktı.

Bir tay gibi sıçradı Kara Süleyman'ın Ali Geçti bütün çitlerden, arklardan, bostanlardan Küçücük yüreği korkuyla doldu

Nefes nefese yetişti evinin avlusuna Sürgüledi kapıları gözden kayboldu. Hırsım kapılardan, camlardan aldı Recep

Tekmeledi, taşladı, kırdı, kudurdu... Kızgın bir ayı gibi çekilip gitti sonra Homurdandı, sövdü durdu...

II

Döndü Kara Süleyman harmandan yorgun - argın Baktı bütün çerçeveler ve camlar kırık.

Ali'nin yüzünde sarı bir korku

Karısında kızında öldüren bir hıçkırık...

Durdu, dinledi, düşündü, kaptı mavzerini birden Seğirtti gitti Recebin çatında durdu.

Söylemeden, söyletmeden, elleri titremeden Tek kurşunla Recebi alnından vurdu... Atlı caııdarmalara haber gitmeden Kadınların tutturduğu ağıt bitmeden ve daha kurumadan Recebin kanı Çekti hançerini San İbrahim Öldürdü babasını öldüren Siileyınanı.

Adem Çebi

(14)

'fP ildiği tK .n le den

K Ü LTÜ R VE

ÖTESİ

K

elima de maskelidir, i n ­ san gibi; ülkeden ülkeye değişir kimliği, çağdan çağa değişir. Kaynağında yaka­ layacaksın kelimeyi, akışını izle­ yeceksin; tanıyamazsın yoksa. Ömrün yetecek mi bu yolculu­ ğa, sabrın yetecek mi?

Kültür yabancı bir kelime; yabancı, karanlık, ama sevimli. Cazibesi biraz da müphemiye - tinden geliyor. Adım nasıl türk- çeleştirsek: irfan desek olmaz, hars desek değil.

«Toplumsal ilimlerin en kaypak ve anlaşılması en zor kavramlarından biri kültürdür, diyor Şerif Mardin. Teknik an­ lamda kullanılmadığı zaman be­ raberinde getirdiği çağrışımlar Picasso, Mozart, Beethoven, ti­ yatro, edebiyat ve sanatla ilgili­ dir.» (Din ve İdeoloji, S. 38). Neden Picasso, Mozart ve Beet­ hoven de Farabî, Itrî veya Ta- gor değil? Bu garip takdimde şuurlu bir türk aydını yerine bir amerikan misyoneri konuşu­ yor. Asya'yı, Afrika'yı kültür mabedinden koğan hasta bir Ba­ tı hayranlığı.

Oysa, Ziya Gökalp'e göre «Medeniyet, müteaddit milletle­ rin müşterek malıdır... yani beynelmileldir. Kültür, bir me­ deniyetin her millette aldığı hu­ susi şekildir... yani millîdir... Garp medeniyeti, fakat fransız kültürü, İngiliz kültürü. Mede­ niyet sunidir, kültür tabii.» (Türkçülüğün Esasları).

Kültür, tamlayıcı bir isimle veya fiil olarak XVI. asırda kul­ lanılmağa başlamış; tek başma XVIII. asrın sonlarında fethet­ miş batı dillerini. Lalande an­ lamlarını şöyle sıralıyor:

A — En dar ve en maddî manada, uygun temrinlerle ba­

14

zı beden ve zihin melekelerinin geliştirilmesi (veya gelişmiş ol - ması) : «Kültür fizik, matema­ tik kültürü.»

B — Daha genel olarak ve gündelik dilde : 1) Okumuş ve bu sayede zevkini, tenkit kabi­ liyetini, muhakemesini geliştir­ miş insanın özelliği. 2) Bu özel­ liği sağlayan eğitim.

«Bilgi, kültürün vazgeçil - mez şartıdır, fakat yeter şartı değildir. Kültür denince daha çok zekânın, muhakemenin ve duyarlığın niteliği akla gelir» (D. Roustan). (Bu manada daha çok «genel kültür» tabiri kulla­ nılır.)

C — Medeniyet. (Vocabu - laire technique et critique de la Philosophie, S. 199, 200.)

Foulqué ise, almanca kültür civilisation karşılığıdır, fransız - cadaki kültürün almancası bil - dung diyor. (Dictionnaire de la langue philosophique.)

Ne kadar çabuk eskiyor sözlükler. Şimdi de bir müterci­ mi dinleyelim : «Darwin'in şa - kirdi olan ilk evrimciler, toplu - mun adeta üst-yapısını meyda­ na getiren davranışların, moral değerlerin, alışkanlıkların topu - na birden «kültür» adını verdi­ ler. Bu tanımın fransızcadaki

«kültür» ile pek münasebeti yok ama anglo-sakson antropolog ve sosyologlarının çoğunca benim - şenmiş bir tarif bu. Hatta bu sosyologlar, kelimenin mânasını öylesine genişlettiler ki, kültür, bu eserde olduğu gibi, zaman zaman toplum yerine kullaml - maktadır.» (Kardiner - Preble, Introduction à l'ethnologie, S. 9)

Vuzuha kavuştunuz mu? Araştırmalarımıza devam ede - lim : Krober'le Kluckhohn ko­ ca bir kitap yazmışlar bu

keli-C 3E M 3İ 3L İME UBTK1 <Ç

me iç in : Culture, a critical re­ view of concept and definitions. Çeşitli yazarları taramışlar, 160 tarifini bulmuşlar kültürün. Bu tariflerin kimi tasvirî, kimi ta­ rihî, kimi normatif, kimi psiko­ lojik, kimi «yapısal», kimi jene- tik veya yetersiz.

Kültür fikri, başlangıçta in­ sanlığın umumî gelişmesine bağ­ lı; insanlığın topyekûn ilerleyi­ şinde bir merhale. Aşağı yukarı medeniyetin kendisi, medeniyqt ise barbarlığın zıddı. Kültür ileri bir toplum durumu, daha doğrusu kuşaktan kuşağa akta­ rılan sosyal miras.

Bazı yazarlara göre, kültür­ le doğa iki zıt kavram, «insanı hayvandan ayıran şey kültür ol­ duğuna göre, insanın bu ama­ ca varmak için yarattığı araçla­ ra kültür araçları veya daha genel olarak kültür değerleri di­ yebiliriz,» diyor Fisher. Albert Schweitzer de aynı fikirde: «kültür, —ferdin ruhî olgunlaş­ masına hizmet ettikleri ölçüde— insanın ve insanlığın, her alanda ve her bakımdan kaydettiği ge­ lişmelerin bütünü».

Bunlar ahlakçı veya filozof görüşleri. Antropologlar bu ar- ka-plandan kopmamakla bera - ber, kültürden çok, kültürlerden söz ediyorlar. Franz Boas kül­ tür alanlarıyla, yani her birinin kendine özgü bir kültürü olan bölgelerle, kültürler arasındaki alışverişlerle uğraşan ilk an tro ­ polog. Kültürlerin özellikleri ve tarihleri Boas'dan sonra İncelen­ meğe başlanır.

Antropologları birbirine dü­ şüren bir anlaşmazlık da ş u : da­ ha çok toplum yapıları —yani bir grubun içindeki ilişkiler— üzerinde mi durmalı, kültürler üzerinde mi? Bu tartışma iki

(15)

okula ayırdı antropologları: Ma- linowski'den ilham alan yapısal­ cı yahut yapısalcı —görevci e- ğilim. (Malinowski’nin fikirleri için b a k : Culture in Encyclope­ dia of the social sciences, cilt IV, S. 621 -645) Her kültürün, müesseseleri, eğitim sistemleri, teklif ettiği veya zorla kabul et­ tirdiği modellerle, fert kişiliğini, şuurlu veya şuursuz olarak, n a ­ sıl biçimlendirdiğini araştıran kliltüralist mektep.

Konusu arkaik toplumlar olan bu tartışmaları bir yana bırakalım. Sosyologlar teknik ilerlemelerin sebeb olduğu bü­ yük değişiklikleri değerlendir - mekte de birleşemiyorlar.

Yığın haberleşmeleriyle (mass media) uğraşanlar bu me­ seleye yeni bir boyut kazandır - makta; doğrudan doğruya mass media'nın, bilhassa televizyonun, radyonun, sinemanın, magazinle­ rin, reklâmın eseri olduğunu id­ dia ettikleri halk kültürü, y ı ­ ğın kültürü gibi bir takım kav­ ramlar üzerinde durmaktadırlar. Yığın kültürü, yayın organ ve araçlarıyla genelleşen bir mitler, kavramlar, tasavvurlar, yani o l ­ dukça ilkel bir kültür modelleri bütünüdür. Bazı sosyologlara göre, tüketim toplumunun işine yaramaktadır bu kültür, konfor- mizm yaratmakta, halka birşey - ler bildiğini vehmettirmekte, mutluluk hakkında maddeci ve çocuksu imajlar telkin, etmekte­ dir. Bazı yazarlara göreyse, y ı ­ ğın kültürü halk sınıfının yaşa - yış ve düşünüş alışkanlıklarını yükseltmektedir. (Kısa bir özet için bak. La Sociologie, Case - neuve et victoroff, 1970).

Bu ele avuca sığmayan kav­ ramın kimliğini, daha doğrusu kimliklerini belirtebildik mi? Hayır. Kültür, her gün yeni bir macera ile sevgililerini hayretten hayrete sürükleyen bir nazenin. «Çağdaş uygarlık» garip bir Sy* siphos. Zirveye tırmandıktan sonra .hasretle bakıyor ovaya ve kendini uçurumların cazibe­ sine bırakıyor. Kültürün en yük­ sek merhaleye ulaştığı ülkede,

Y A Z G Ü N L Ü Ğ Ü

GELDİ ÇATTI — KİRLİ SARI — KURU YAZ GÜNLERİ SU TAŞIYOR MARDİN KÖYLERİNE — YİNE YÜZLERCE TANKER

KIZGIN BİR BALLA GÖZLERİ — SIVAZLARKEN GÜNEŞ

GİTSE GİTSE TARLADA — TUZLU VE SARIMSAKLI — AYRAN GİDER

(O Y KULLANAMAZ — OKUMA YAZM A BİLMEYEN)

DEMEK Ki ÇOĞUNLUĞA HEP — KAN — GÖZYAŞI VE TER

900 ÜNCÜ YILDÖNÜMÜNDE MALAZGİRT ZAFERİNİN O KADAR UZAK Kİ ZAFER

(KLORLANMASI MECBURÎDİR ŞİŞE SULARININ) HİÇ SORDUN MU CİZRE'DE — MİLLET NE İÇER

ANADOLU KÖYLÜSÜ — EY BİNLERCE DEFA — DÜŞMANA DEĞİL AYDINA ALDANMIŞ — İKLİME YENİLMİŞ ASKER

ARTIK NE KÖYE KENTİ GETİREN — ÜMİT YÜKLÜ ÇERÇİ NE AYN A — MENDİL VE KOKU — NE ELVAN ŞEKER

YOK ARTIK — BİR KÖY ODASINDA YAN GELMENİN KEYFİ YOK ESKİ YÂRENLİKLER

AMA KARA TOPRAK VAR — ÂŞIK VEYSELİN YÂRİ YÜZ YAPSIN — BİN YAPSIN — SEN O N A (BİR) VER

VE DOSTUNU SEV — DÜŞMANLA BARIŞ

HER KAHIR HÜRRİYET İÇİN ÇEKİLMEĞE DEĞER

N . Ü Z H E T E R M A N

(16)

kültür yok artık : karşı - kültür, anti - kültür, hip - kültür, kiiltür- sonrast, devrimci - kültür var. Bunlar, can çekişen bir medeni­ yetin ölüm hırıltıları mı? Bakir ve dilber bir dünyanın müjdeci­ leri mi? Bilemiyoruz. AvrupalI sosyologlar, nazenini son kostü­ mü, son hüviyeti içinde yakala - mak ümidi ile, yeni dünyaya ko­ şuyorlar. Bir de bakıyorlar ki, bitnik'ler hipi olmuş, «free jazz» «rockola «pop»u tahtından i n ­ dirmek üzere. Hareketin akıl hocaları bir yıl geçmeden unu- tuluveriyor, MacLuhan'ın yerini «teknoloji peygamberi» Fuller alıyor, uyuşturucu maddeler ha­ varisi Tim Leary, Zen yayıcısı Suzuki'yi itibardan düşürüyor.

Amerikadan gelen bu mo - da, Avrupa'nın resmi veya gizli festivallerinde baş tacı. Kendini herkese kabul ettirmek iddiasın­ da. Belli geleneklere değil, b ü ­ tün geleneklere düşman, bütün üslûplara asî. Hayata birşey ek­ lemek istemiyor, hayatı değiştir­ mek amacında. Maziden gelen tüm sınırları, tüm yapıları, tüm değerleri yok etm ek: kültür kavramım çatlatan bir davranış

bu. Artık kazanılmış bir bil

-giler bütünü veya «herşeyi oku­ yup, herşeyi unuttuktan sonra kalan» değil kültür, bir oluşum, bir tutum, bir «hayatı anlama ve yaşama tarzı.» (Arthaud)

Hayalin akıl, tecrübenin bil­ gi üzerindeki zaferi. İdrâkin te­ pe taklak edilişi. Keşfedilmesi, yaratılması gereken başka bir realite özlemi; eski yasaların ve ölçülerin yıkılışı. İyiyi kötüden, sürekliyi geçiciden nasıl ayıra­ cağız? Eserin kendisi yok ki or­ tada, şu eser daha önemli, öte­ ki daha değersiz diyebilelim. A -

ma kimse anlamıyor bu yeni kültürü, havarileıl şikayetçi. «Kelime hâzinemiz de, düşünce­ miz gibi, daha önce var olan bir dünyadan geldiği için kalleş­ lik ediyor bize.» (MacLuhan) «İnsanlığın korosu» olan istik - bal, henüz bir curcuna. Bu dev­ ler veya cüceler ülkesinin bir çok Gulliver'leri var, en tanın - mışları Edgar Morin'lc, Jean- Jacques Lebel.

İdeoloji ile teknik bu yeni kuşaklara güvensizlik veriyor sadece, ütopyalar istiyorlar, ta­ ze, sıcak tabiî ütopyalar. Genç - ler için istikbâl yaşanan andır. Gelenek paramparça ama yeri

-N İ Ş A -N

S A B A H I

Ellerimi uzatsam yılların öncesine Alıp getirsem sana esm er çocukluğunu. İncir ağaçlarının sütleri kurum adan Yanındaki tepenin ardından çıkıversenü Birlikte işitirdik geçerken sürülerin Ardından senelerce koştuğum uz sesini. Minik avuçlarında yum ulan bir istekle O dağların rüzgârı suya düştüğü zam an İki adım la bizi bugüne getirecek

Bir güzel köprü yapsan söğüt yapraklarından. Bu m utlu günüm üzde ellerim i uzatsanü Alıp getirsem san a esm er çocukluğunu.

M E H M E T T U N C E R

-16

ne geçecek bir değer de yok. Çağdaş medeniyet kendini inkâr eden bu isyan hamlelerini de bünyesine katabilecek mi?

Bazı yazarlar hareketi Re- form'a benzetiyorlar. Onaltıncı asırda da bütün bir nesil, kuru­ lu düzene karşı ayaklanmış, ba­ balarla çocuklar arasında uçu - rum açılmıştı. Luther tezlerini haykırdığı zaman otuz yaşınday­ dı, Melanchton yirmi. Elebaşı - lar, genç üniversitelilerdi diyor Goodman.

Evet, kültürün kendi k e n ­ dine savaş açışı bu. Eski bir şarkının akordsuz tekrarı: d a- daizm, sürrealizm. Hem aynı, hem bambaşka. (Karşılaştırmak için bak Nadaud, Histoirc du sürrealizme) Medeniyetin şımart­ tığı bu Amerikan veletleri için «kültür, bir uyutma endüstrisi, arzuyu susturuş. Oysa tabandan gelen devrim, Dionysos'dur, bayramdır, yığın arzularının yahşice doyuruluşudur» (Lebel).

Dürüst ve erkekçe bir kav­ gadan kaçan bu hayal hastaları­ nı biolojileri ile başbaşa bıraka­ lım. (Konunun iyi bir özeti için bak Le Monde, 11 Eylül 1970 L'autre culture).

(17)

]^hıncm L/a

^fÎLehlupiarı

y h e v z a t ÇJal çın

BAŞBAKANLAR — BAKANLAR ÜLKESİ

B

u küçük ülkeyi, lam onbir Başbakanla ikiyüze yakın Bakan'ın yönettiğini bil - mem işittiniz mi! Evet, Batı Almanya’yı Başbakanları ve Bakanlan ile onbir hükümet idare etmektedir.

Almanya’nın federal bir sistemle onbir eya­ lete ayrıldığını; her eyaletin, resmi Unvanı ile bir Başbakanı ve onun tayin ettiği Bakanları oldu­ ğunu çok kimse belki bilmez. Dışişleri ve Millî Savunma müstesna, kendi bakanlıklarından baş­ ka parlamentoları da olan evaletler; içişleri, eği­ tim, kültür, tarım, imâr - iskân, ticaret, ekono­ mi ve diğer alanlarda kendi müstakil politikala­ rını yürütürler. Tabii, bunların hepsinin üstünde, Bonn'daki Bundestag (Büyük Millet Meclisi), Merkezî Hükümet ve onun Şansölyesi gelir. Ge­ nellikle iyi düşünülmüş bir «Adem-i Merkeziyeti) sistemi bu... Devletin genel politikasına yön ve­ ren büyük sorumlulukların bölgesel hükümetler - ve paylaşıldığı işlerin mahallî şartlara göre yü - riitülmesine imkân veren bu idare tarzının bü­ yük faydaları yanında sakıncaları da yok değil. Elliyedi milyon nüfuslu Batı Almanya’da esas federal millî bayraktan başka, her eyaletin kendi bayrağı bile vardır. O kadar ki, eyaletler arasında, Başkenti Münih olan Güney Alman­ ya’ya girerken sınırda bir levha görürsünüz: BAĞ IM SIZ B A V A R IA DEVLETİ!. Şaşırıp ka­ lırsınız. ■■ Bavaria (Bayern) gerçekten bağımsız mıdır? Levhadaki iddia kadar değil elbette. Ko­

nuştukları dil bile oldukça değişik bir diyalekt olan Bavaria'lılar, ötedenberi böyle plâtonik bir ayırım yaparlar ve Kuzeydekileri pek sevmezler. «Gerçek Alman biziz» derler. Halbuki tâ Kuzey­ deki Prusyalıların gerçek cermen ırkından ol - duldan öteden beri bilinen bir husustur. Tabiat­ larında şakacılığın yeri büyüktür. Bayarialıların. Bağımsızlıkları da şakadan sayılır. Bahsi geçtik­ çe güler Kuzeydekiler! Diğer eyaletlerin plâtonik de olsa böyle bir bağımsızlık düşüncesi yoktur ve mevcut ayırımı ancak idari yönden görürler. Yüz yıl öncesine kadar Almanya'nın, ayrı vergi

ve gümrük sistemleriyle küçük küçük krallıklar­ dan, dükalıklardan teşekkül ettiğini bilenler, bu­ günkü bayraklı, amblemli eyaletleri ve hükümet­ leri pek yadırgamazlar. Bismarck, Ocak 1871 de, tarihin ilk birleşik Alman devletini kurmuş ama, bugün yani yüz yıl sonra Almanya, Batı ve Doğu olarak yine bölünmüş durumdadır. Asıl acıklı yönü bu, Almanya’nın!

ŞATOLAR — MÜZELER

Y

emyeşil ormanlar diyarı Almanya’ya, şa­ tolar, müzeler ülkesi demek de yerinde olur. Sayısız şatolar, sayısız müzeler... Acayip ama gerçek : Büyük müzelerin ya­ nında meselâ Matbaa Müzesi, Gazete Müzesi, Deniz Posta Müzesi (içine mesaj konularak denize salıverilen yüzlerce şişenin bulunduğu müze) Oyun Kartları Müzesi, Tütün Müzesi, Duvar Kâğıdı, Saat, Şarap, Seramik, Keman, Pabuç, Sikke, Yazı Makinesi vesaire vesaire mü­ zeleri! Ayrıca, şatoların hepsi de müze hâline getirilmiş... Bunların belki hiçbirinde bizim Top- kapının ihtişamı yoktur ama, millî geçmişi ya­ şatmak için milletçe gösterdikleri olağanüstü iş - birliğini kabul etmek lâzım. Şatoların hepsinde, binbir itina ile korunan yüzlerce yıllık eşya var. Hem de sedef kakmalı tüfeklerden, kargılardan, prens ve prenseslerin düğün dâvetiyelerine va - rıncaya kadar.

Gezdiğim şatolar arasında, geçenlerde gör­ düğüm Alteııa Şatosu'na hayran oldum. Altena şehrine yüksek bir tepeden bakan şatoya aşağı­ dan bakılınca, tepedeki yemyeşil, kesif orman - lan, şatonun sipsivri kuleleri ile maviliklere çi­ vilenmiş sanırsınız. Şatonun en yüksek kulesin­ den mahzenlerine kadar indim. İçinde âdeta tröst kurulmuş vaktiyle! Silâh ve eşya yapımı için demir - döküm ocaklarından dokuma tez - gâhlarına kadar herşey düşünülmüş. Burada hü­ küm süren kral, yalnız saltanat sürmekle kalma­ mış, herşeyini kendi şatosunda imâl etmiş.

Zırhlı savaş elbiseleri salonunu gezerken ilk dikkatimi çeken şey, hepsinin küçük boyda oluşu idi. Hepsi de kısa mıydı bu adamların? Yatak odalarını gezerken yatakların kısalığı da beni hayrete düşürdü. Nerdeyse çocuk yatağı kadar hepsi... Sebebini sordum. Rehber, birkaç yüzyıl öncesine kadar Almanların oldukça kısa boylu olduklarını, normal boyun 1.60 metreyi geçmediğini ve en iri muhafızların 1.80 metre­ yi aşmadığını söyledi ve bugünkü A İman neslinin bazaıı müthiş denebilecek iriliğinin, ancak son yılların eseri olduğunu ilâve etti. Gerçekten, genç kuşak bu büyük değişimin en belirli örneğidir. Mükemmel beslenme ve devamlı spor, kadmıyle erkeğiyle biçimli ve güzel bir nesil meydana ge­ tirmiş. Bunu adım başında görmek mümkündür.

Referanslar

Benzer Belgeler

aegyptiaca dressing showed significant diffence in the enhancement healing when compared to cotton gauge. In histological observations, we could see

Yeni Cumhurbaşkanı Turgut Özal, Çankaya Köşkü ndeki tö­ renden sonra Meclis Başkanı Yıldırım Akbulut'u Başbakan atayarak merak konusu olan yeni hükümetin Jet hızıyla

Çocuklar›n›n -az veya çok oranda- fliddet içeren video ya da bilgisayar oyunlar› oynamalar›nda sak›nca görmeyen, etkileri tüm uzmanlarca tekrarlan›p durdu¤u

Ateşli periyotlar sırasında karın ağrısı olan dört çocuğun ikisinde aynı zamanda ailesel akdeniz ateşi [familial Mediterranean fever (FMF)] geni pozitifliğinin de

T hyroid hemiagenesis, absence of one lobe of the thyroid gland, is a rare variant of thyroid congenital abnormalities.. Most patients with this condition are

Saatlarca benim = küçük müzik stüdyo’suna kapanır, bir yandan sanat S konuşmaları yaparken, öte yandan plâklar dinler ve 5 zamanın nasıl geçdiğini

In recent years, blood culture systems have been introduced into clinical practice, and it has been demonstrated that this system may be a convenient tool for the culture of

Demek ki, kara tahta önünde fizik problemini izah ettikleri zaman yanlış telâffuzlarım hoca­ ları da düzeltmemiş; şüphesiz kendileri de doğru bilmedikleri